YÛSUF-I HEMEDÂNÎ HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup, künyesi Ebû Yâkûb’dur. İmâm-ı A’zam hazretlerinin neslindendir. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.

On sekiz yaşında Bağdat’a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand’da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur’ân-ı kerîmi sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbet etti.

Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.

Yûsuf-ı Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat’a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.

Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A'zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.

Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.

Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi.

Bir gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf-i Hemedânî’nin huzûruna geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.” Kadına; “Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi. Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi. Oğlu; “Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.

Yûsuf-i Hemedânî’ye, İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lâzım? denildiğinde; “O zaman, her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.

Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı veliyyi kâmil bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.

Yûsuf-i Hemedânî hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakında cezâsını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar tarafından öldürüldü.

Bir defâ Yûsuf-i Hemedânî insanlara vâz ederken iki kimse gelip, “Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun” dediler. “Asıl siz susunuz. Size diri denmez!” buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.

Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.

Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.

İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”

Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”

El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.

Hiç bir şeye kızma

 “Bir kişi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelip; Yâ Resûlallah bana hayatıma uygulayacağım bir kaç kelime öğret. Unutacağım çok şey olmasın deyince Resûlullahı ( aleyhisselâm ) “Hiç bir şeye kızma” buyurdu.

Benim sonum ne olacak

 Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Öyle ki, gözyaşı tuzlu olduğu için yüzünde aktığı yerde iz bırakmıştı, yani devamlı aktığı için geçtiği yerleri kısmen çürütmüştü. Bu yüzden kendisine “Bekka” yani “çok ağlayan” lakabı verilmişti. Ancak böyle ağlamasının sebebini kimse bilmiyordu. Bir gün sevenleri çok ısrar etti, yalvarıp yakardılar, sebebini sordular bu ağlamanın, o da sonunda şöyle anlattı:


Seneler önce, aç ve susuz kalarak harikulade hallere sahip olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında ikimiz birlikte tayyi mekan ile Bağdat’tan çok uzaktaki şehre bir anda gittik. Orada bana, (Ali, falan tarihte benim evimde ol, vefat ederken, sen yanımda bulun) dedi, (Sakın ihmal etme, bu sana vasiyetimdir) diye de sözüne ekledi. Sonra işimizi görüp, yine tayyi mekan ile Bağdat’a döndük.


Aylar sonra bu sözü hatırıma geldi, dediği gün evine gittim, ölüm döşeğinde idi. Son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Ama yüzü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine kıbleye çevirdim. Yine doğuya döndü. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki, (Ali, hiç uğraşma, benim İslam’dan nasibim kalmadı, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!) Sonra, Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imanı gideren sözler söylemeye başladı. Din-i İslam’dan çıktı. Nihayet imansız öldü. Bunu duyanlar cenazesini dışarıya attılar. Olay duyulunca cesedin etrafını kalabalık sardı, kızanlar, sövüp sayanlar, bizim sonumuz ne olacak diye de ağlayanlar vardı.


Ben de aldım başımı köyden dışarı çıktım, yürüyüp giderken, benim sonum ne olacak diye hem ağlıyor hem tevbe ediyordum. Saatlerce yürüdüm. Epey uzaklarda bir Hıristiyan köyü vardı, oraya kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış. Sövüp sayıyorlar. Beni görünce, (Ali hoca, Ali hoca, gel gel) dediler. Ben de yanlarına yaklaştım. Hışımla yerdeki cenazeyi göstererek, (Bu var ya bu, bizim dinimizi reddetti, sizin din üzere öldü, sizin söylediğiniz sözleri [kelime-i şehadeti] söyleyerek, ben müslüman olarak dünyadan ayrılıyorum diyerek öldü. Biz de bu ölüyü ne yapalım, yakalım mı diye düşünüyorduk) dediler. Ben de, (Ne güzel, hak din üzere öldü, bunda kızacak ne var) dediysem de, iyice köpürdüler, (Bu bizim ruhbandı, bize hainlik etti, sonunda dinimizi reddetti, bâtıl yolda olduğumuzu söyledi, “Gelin siz de müslüman olun, hak din Müslümanlıktır” gibi bize sonunda güya nasihat diye hakaretler etti) dediler.


Onlara dedim ki, ileride benim bildiğim bir köyde, biraz önce sizin dininiz üzere ölen birisi var. Onun da cenazesi ortada kaldı. Bu iki cenazeyi değişelim mi?


Hemen değişelim dediler. Bunun üzerine, cenazeleri değiştik. Onlar onu kiliselerinin yanındaki kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de bizimkini alıp, yıkayıp kefenleyip, cenaze namazını kıldık, bizim mezarlığa defnettik.


İşte bu olay üzerine senelerdir ağlıyorum, son nefeste benim halim ne olacak diye hep korku içindeyim. Ağlayışımın sebebi budur. Son nefeste şeytanın hilesi çoktur, bu hileden kurtulmak çok zordur. Ahmed bin Hanbel hazretleri vefat ederken eliyle işaret edip, hayır olmaz dedi. Oğlu, (Babacığım bu ne hâldir?) dedi. (Şeytan, benim elimde can ver diyor, ben de "Hayır olmaz! hayır olmaz!" diyorum) dedi. (Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur, ama hocası sağlam olanın kurtuluş ümidi çoktur) buyurdu.

ARİF-İ RİVEGERÎ HAZRETLERİ

İslâm âlimlerinin büyüklerinden. Silsile-i aliyye ismi verilen Hak yolu rehberlerinin onuncu halkasıdır. Aslen Buhârâlıdır. Buhârâ’ya otuz kilometre uzaklıkta bulunan Rivgîr kasabasında doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1209 (H. 606) senesinde Rivgîr’de vefat etti. Kabr-i şerîfi ziyaret mahallidir ve ziyaret edenler feyz ve bereketlerine kavuşmaktadır. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duaların kabul olduğu çok görülmüştür.


Arif-i Rîvegerî, mükemmel bir medrese tahsili gördü. Tahsîli sırasında bir gün çarşıda evliyanın büyüklerinden Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye rastladı. Abdülhâlık hazretleri, bir torbada evine erzak götürüyordu. Edeble yaklaşarak, eşyalarını taşımak için izin isteyince, elindekileri Arif-i Rîvegerî’ye verdi ve beraberce eve kadar gittiler. Eşyaları bıraktıktan sonra, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî ona; “Bir saat sonra gel, yemeği beraber yiyelim” buyurdu. Ârif-i Rîvegerî evden ayrıldıktan sonra, kalbinde Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye karşı muhabbet ve hizmet etme aşkı doğdu. Bir saat sonra eve gitti. İltifatlar görüp, evlâdlığa kabul edildi. Kendisine hocası tarafından manevî ilimler ve evliyalık yolunun esasları öğretilmeye başlandı.


Arif-i Rîvegerî bundan sonra manevî ilimlerle meşgul olup bir daha medreseye önceki hocalarına dönmedi. Hocaları gördükleri zaman kendisini azarlıyor, medreseye gelmesi için baskı yapıyorlardı. Buna karşı o hiç mukabelede bulunmuyor ve sesini çıkarmıyordu. Bir gün eski hocasının kendisine hakarete varan sözlerine karşılık;. “Hocam! Niye hep benim gibi bir gariple uğraşırsınız. Dün gece işlediğiniz hatâyı unutuyorsunuz” deyince, hocası çok mahcûb oldu. Zîrâ, işlediği günahı kendinden başkası bilmiyordu. Talebesinin manevî ilimlerdeki derecesini anlayıp, özür diledi ve tövbe etti. Sonra da Abdülhâlık-ı Güncdüvânî’ye (rahmetullahi aleyh) gidip talebe oldu.


Ârif-i Rîvegerî (rahmetullahi aleyh), hocasının derslerini büyük bir dikkatle tâkib eder ve her söylediğini ezberlerdi. Böylece zahirî ilimlerde büyük bir âlim, bâtınî ilimlerde ise üstün bir velî oldu. Hocası Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’nin hayatları boyunca hizmetiyle şereflendi. Onun pek çok feyz ve bereketlerine kavuştu. Hocasının vefatından sonra, yerine geçip talebelere ders vermeye başladı. Pek çok talebenin hidâyete ve evliyalık makamlarında yüksek derecelere kavuşmalarına sebeb oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiç bir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak ve ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ harama düşmek korkusu ile mubahların fazlasını terk ederdi. Vaktini, geceleri hep ibâdetle, gündüzleri de talebe okutmakla geçirir, sünnet olduğu için; gündüz öğleden önce bir mikdar uyurdu. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini çok iyi bilir, bunların unutulmaması için çok gayret gösterir ve devamlı anlatırdı. Sünnet-i şerîflere uygun bir şekilde yaşanması için çok gayret gösterirdi. Bu gayretlerine karşılık, cenâb-ı Hak kendisine büyük makamlar ihsan etti ve uzun bir ömür sürdü.

ÜÇ TÜRLÜ ORUÇ VARDIR

 İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında, oruc bahsinde buyuruyor ki:

Üç türlü oruc vardır:

Birincisi avâmın, ya’nî ictihâd makamına yükselmiyenlerin orucudur. Zamânımızdaki bütün hocaların, imâmların, hâfızların, müftîlerin, vâizlerin orucları bu birinci derecededir. Bunların orucları, vücûda bir şey girmekle, ya’nî gıda veyâ devâ sokmakla ve cinsî mübâşeretle bozulur. İğne ile ilâc şırınga edince, hanefîde de, şâfi’îde de bozulur. Câhillerin fetvâlarına aldanmamalıdır.

İkinci derece, havâsın ya’nî müctehidlerin orucudur. Bunların orucu, herhangi bir a’zânın günâh işlemesiyle bozulur. Meselâ, gıybet, yalan, söz taşımak, nâmahreme bakmak ile bozulur. Ba’zı âlimler, bunların avâm orucunu da bozacağını bildirmiş ise de, Hanefî mezhebinde, bunlar avâm için yalnız mekrûhdur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” [80 senesinde tevellüd ve 150 de vefât etdi. Bağdâddadır.] bunu bildiren hadîs-i şerîfi, (Orucun sevâbını bozar) ma’nâsına almışdır. Ya’nî bunlar, orucun sıhhatini değil, kemâlini giderir.

Üçüncü derece de, Ehassülhavâs orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur…

Mahmud-i Encirfagnevi Hazretleri

Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri, Silsile-i aliyyenin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i Encirfagnevi, Buhara'nın Fagne köyünde doğdu. 1315 yılında vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi.


Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemale geldi. Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan doğru yola ve saadete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramiteni’dir.


Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; "Şimdi vaktidir" buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed Parisa'nın dedelerinden Mevlana Hâfızuddin, âlimlerin üstadı Şemsüleimme Hulvani'nin işareti ile, Buhara'da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud'a; "Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikir ile meşgul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında; "Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hâfızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur" dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir."


Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır:

"Hace Mahmud-i Encirfagnevi zamanında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; "Bu zamanda kendisine uyulacak şeyh kimdir?" diye sordu. Hazret-i Hızır, "Hace Mahmud-i Encirfagnevidir" dedi.


Hazret-i Hızır ile görüşüp o suali soran zatın, Ali Ramiteni’nin kendisi olduğunu bildirmişlerdir.

Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i Encirfagnevi'nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki: "O, Hace Mahmud-i Encirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor."

ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ HAZRETLERİ

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl, âlim ve ârif bir kimse olup, Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin soyundandır. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde üstün olup, müşkülü olanlar ona başvururdu. Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederlerdi. Birgün Hızır (aleyhisselâm) kendisine: “Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak, ismini Abdülhâlık koyarsın!” buyurdular. Çocuk doğmadan Abdülcemîl ( radıyallahü anh ) Buhârâ’ya göç etti. Goncdüvân kasabasına yerleşti. Abdülhâlık Goncdüvânî orada doğdu. Çocukluğunu burada geçirdi. Yine burada 575 (m. 1179) târihinde vefât etti.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, ilim öğrenmek için, beş yaşında iken Buhârâ’ya gönderildi. Buhârâ’nın büyük âlimlerinden Hâce Sadreddîn’den ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Okuma esnasında “Rabbinize tezarrû’ ederek ve gizli duâ ediniz” (A’râf-55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince hocasına; “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, aşikâr (açıktan, sesli olarak), dil ile olursa riyadan korkulur. Araya riya girerse, hakkı ile (lâyık olduğu şekilde) zikir edilmemiş olur. Şayet kalb ile zikretsem, “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hadîs-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!” diye arz etti. Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlıyamadığı böyle bir suâl sorabilmesine hayret etti, hayran kaldı. Cevâb olarak, “Evlâdım! Bu mes’ele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî ( radıyallahü anh ) bu işâret üzerine, mes’elelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı. Birgün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve onu ma’nevî evlâtlığa kabûl edip, “Kalbinden “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” Kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye ta’rîf etti. Abdülhâlık hazretleri de, ta’rîf üzere, bu mübârek Kelime-i tevhîdi sessiz olarak, kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisine bir ders olarak kabûl etti. Bu hâl, kendisinin ma’nevî makamlarda pekçok yükselmesine sebep oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Yirmiiki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm beni, Mâverâünnehr’de yaşayan büyük âlim ve velî Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine gönderdi. Ondan tam istifâdeye kavuştum.”

Bu sebeple, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstadı Yûsuf-i Hemedânî ( radıyallahü anh ), zikir tâlim hocası da Hızır (aleyhisselâm) idi.

Abdülhâlık Goncdüvânî ( radıyallahü anh ) beş vakit namazını Kâ’be-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşure günü talebelerine ders veriyordu. Evliyâlık hallerini anlatıyordu. Görünüşü müslüman kıyâfetinde olan bir genç kapıdan girip, talebelerin arasına oturdu. Abdülhâlık hazretleri arada sırada o gence bakıyordu. Bir müddet onun sohbetini dinleyen genç. “Efendim! Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahın nûru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye sordu. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, “Sırrı şudur ki; belindeki zünnârını (hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalınlığında yuvarlak ip) kesip çıkar ve müslüman olmakla şereflen!” buyurdu. Genç i’tirâz edip, “Allahü teâlâya sığınırım, benim belimde zünnâr mı var?” deyince, Abdülhâlık ( radıyallahü anh ) bir talebesine işâret etti. Talebe, o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şahadet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri talebelerine dönerek buyurdu ki, “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim, imân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gurûrdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa mazhar olalım” buyurdu. Dostlar arasında şaşılacak hâller göründü. Hazreti Hâcenin ayaklarına düştüler, tövbelerini yenilediler. Hep birlikte tövbe ettiler ve kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Birgün huzûruna bir kimse gelip, “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zira bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin muradıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın muradıdır” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek, “Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir” buyurdu. O kimse de, “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytân yaklaşabilir mi?” diye sordu. Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, birşeye Öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şayet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakka yönelsin. Allahü teâlânın Kitabına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl olan kimselerden idi. İnsanlar ve cinler onun duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden bile gelirlerdi. Birgün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin ( radıyallahü anh ) huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi Abdülhâlık hazretlerinden düâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir, “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu” dedi. O da, “Bizi ziyârete gelip duâ istiyen bir melek idi” buyurdu. Misâfir hayret etti ve “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye arzuda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, “Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur” buyurdu. (Allahü teâlâ, Resûlullahın ve evliyâsının duâsını kabûl edeceğini Kur’ân-ı kerîmde bildirmektedir. Nitekim hadîs-i şerîfte, “Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ, onları doğrulamak için o şeyi yaratır” buyuruldu. Allahü teâlâ sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemîn ettikleri şeyleri bile yaratınca, duâlarını elbet kabûl buyurur. Allahü teâlâ mü’min sûresinin altmışıncı âyetinin meâlinde, “Bana duâ ediniz! Duânızı kabûl ederim” buyurdu. Duâların kabûl olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan duâ elbet kabûl olunur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duâlar kabûl olmuyor. Bu şartları yaptıklarına güvenilen âlimlerin, velilerin duâ etmeleri için, onlara yalvarmak şirk olmaz. Allahü teâlâ, sevdiklerinin rûhlarına işittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Onların rûhları diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O’na inanmak, O’ndan istemek olur.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Vasıyyetname risalesinde ma’nevî oğulları Hâce Evliyâyı Kebîr’e buyurdular ki: “Sana vasıyyet ederim ey oğul ki; her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol! İslâm âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh ve hadîs öğren! Câhil tarikatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhretde âfet vardır. Aslandan kaçar gibi câhillerden kaç! Bid’at sahibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer. Mayan fıkıh, evin mescid olsun!”

Tasavvufta meşhûr olan (onbir temel kelime), Abdülhâlık Goncdüvânî’nin sözlerindendir.

Bir zemân gelir ki

 Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir zemân gelir ki, o zemânın müslimânları, bugün sizin yapdığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa, âhıretde azâbdan kurtulurlar). Sebebini sorduklarında, (Çünki, sizler hayr işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamıyacakları gibi, çeşidli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garîb kalacaklardır) buyurdu.

EBU ALİ FARMEDİ HAZRETLERİ (İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİNİN HOCASI)

Ebu Ali Farmedi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Zâhiri din ilimlerini, Ebul-Kasım Kuşeyri’den ve daha başka âlimlerden öğrendi. Nasihatleri pek tesirli idi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkanı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmam-ı Gazali ve Yusuf-i Hemedani hazretlerinin de hocası idi.


Kendisi anlatır:

Gençliğimde Nişabur'da ilim öğreniyordum. Bir gün Şeyh Ebu Said Ebulhayr hazretlerinin Nişabur'a gelmekte olduğu haberini aldık. Kerametleri meşhur idi. Nişabur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Ben de onu görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvufa karşı kalbimdeki sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Devamlı sohbetlerine katılmaya başladım. Bir gün onu görme arzum arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Etrafıma bakındım. Ebu Said hazretleri bir çok kimse ile bir yere gidiyordu. Onları takip ettim. Bir yere davete gidiyorlarmış. Davet edilen eve girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Şeyhe bir hâl oldu, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra abayı çıkarıp yere bıraktı. Mecliste bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyhin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; "Ebu Ali neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, galiba talebelerinden, adı Ebu Ali olan birini çağırıyor diye cevap vermedim. İkinci defa çağırınca, oradakiler bana; "Şeyhimiz seni çağırıyor" dediler. Kalkıp huzuruna vardım. İşlemeli elbise parçasını bana verip; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın"dedi.


Ebul-Kasım Kuşeyri'nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen halleri kendisine anlatınca, "Evladım, ilim öğrenmekle meşgul ol"diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım."Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergaha geçtim.


Bir gün bana bir hâl oldu, kendimden geçtim. Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var diye düşündüm. Ebul-Kasım Gürgani'nin ismini işitmiştim. Tus şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. "Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun" buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebul-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine, nihayetsiz feyizlerine kavuştum.


Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Hamamdan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebul-Kasım'ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın" buyurdu.


Bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşırken önümüze büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korkup kaçıştık. Ebu Said hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyhin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterdi. Şeyh hazretleri yılana; "Zahmet ettin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Şeyh dedi ki: "Bu dağda iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tazeledi. Ahdin güzelliği imandandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Hazret-i İbrahim de güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı.

Hakiki oruç

 Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Oruç, sadece yemek ve içmekten kendini alıkoymak değildir. Hakiki oruç, boş sözlerden ve günahlardan korunmaktır. Bir kimse sana söver ve cahilce bir hareket yaparsa, ben oruçluyum de). [İbni Hibban]

EBÜ’L-HASEN-İ HARKÂNÎ HAZRETLERİ (rahmetullahi aleyh)

Allahü teâlâya ve âhırete âit ilimler ya’nî ma’rifetler sahibi büyük bir âlim. Künyesi Ebü’l-Hasen olup ismi Ali bin Ca’fer’dir. Bistâm’ın bir kasabası olan Harkân’da dünyâya geldi. Ebü’l-Hasen-i Harkânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazreti Ömer’e benzerdi, insanları hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakiki saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velilerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamanının kutbu idi. 425 (m. 1034) senesinde Harkân’da vefât etti.

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri, oniki sene Harkân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kurân-ı kerîmi hatim ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra, “Yâ Rabbî! Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsân eyle” diye yalvarırdı. Gerî dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi. Yatsı ve sabah namazlarını türbede kılardı. Oniki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd’in rûhaniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri, menkıbeleri ve veciz sözleri çoktur. Çok anlatılan kerâmetlerinden biri de şudur:

İbn-i sina Harkân’a Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerini ziyârete geldi; evinden sordu. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasen hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sina ormana doğru giderken Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü. “Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor” buyurdu.

Şöyle anlatırlar: Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyârete giderdi. Harkân’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine: “Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızda hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz” diye sorduklarında buyurdu ki? “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı “Ali”, künyesi “Ebû Hasen”dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”

Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge sürüsü hücum etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, bu hayvanlardan ve bu musibetten kurtulmaları için feryad ederek duâ ediyorlardı. Fakat bu musibetten bir türlü kurtulamıyorlardı. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri, “Ne oldu, bu halkın feryadı nedir böyle?” diye sordu. Çekirgelerin ortalığı istilâ, ettiklerini, bütün ekinleri perişan ettiklerini ve halkın üzüntüsünün bundan olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrâfa bir nazar etti. Çekirgeler derhal toplanıp şehirden uzaklaştılar, ikindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyan olmadı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında, Seyyid Şeyh Ferid’e yazmış olduğu mektûpta buyuruyor ki: “İşittiğimize göre, Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân’a Şeyh Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermişti. Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Bu durum, Mahmûd Gaznevî’ye bildirilince, “Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim” dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı Iyâd’a giydirdi ve on tane kadın câriyeyi erkek köle kılığına soktu. Kendisi de silâhtar olarak, Kâdı Iyâd’ın yanında Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü’l-Hasen hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasen-i Harkânî’ye “Sultan için neden ayağa kalkmadınız?” diye sorunca, Ebü’l-Hasen, Sultan Mahmûd’a “Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım” dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.

Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasen-i Harkânî’ye “Bâyezid-i Bistâmî nasıl bir zât idi?” diye sordu. Ebü’l-Hasen-i Harkânî: “Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinatı, Server-i âlemi ( aleyhisselâm ) nice kere gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezid’i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?” dedi. O, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihanın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezid’i görenlerin hepsi kurtulur” diyorsun demek istedi. Ebü’l-Hasen “Rahmetullahi aleyh” “Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu Muhammed’i ( aleyhisselâm ) gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkiyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi” buyurdu. Ebû Cehl gibiler, dışdan baktı. Maddeye saplandı. Fahr-i âlemin, Ebû Tâlib’e ve pederi Abdullah’a olan bağlantısına baktı. Allahü teâlânın peygamberi olduğuna bakmadı. Allahü teâlâ bu inceliği bildirmek için, A’râf sûresi yüzdoksanyedinci âyet-i kerîmede meâlen; “Onların sana baktıklarını görürsün. Onlar seni anlamıyorlar. Üstünlüğünü görmüyorlar” buyurdu. Sultan Mahmûd Hân bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd, “Bana nasihat ediniz” deyince Ebü’l-Hasen-i Harkânî “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâ’atle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster” dedi. Sultan Mahmûd “Bana duâ buyurun” deyince, Ebü’l-Hasen-i Harkânî, “Ey Mahmûd, akıbetin makbûl olsun” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasen, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasen hazretleri, “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun, ister misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız” dedi. Sultan, Ebü’l-Hasen’in paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasen hazretleri ona hırkasını verdi.


Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasen ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd: “Geldiğim zaman hiç iltifât etmemiştin, fakat şimdi ise ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikram nedir?” diye sordu. Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri; “Buraya padişahlık gurûru ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik haliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı, önce gurûr içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum” dedi.

Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân’dan ayrıldı. Sevmenât’a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü’l-Hasen hazretlerinin hırkasını eline alıp: “Yâ ilâhî! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganîmet olarak ele geçireceğim herşeyi dervişlere vereceğim” diye duâ eder etmez, düşman tarafından bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rü’yâsında Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerini gördü. Ebü’l-Hasen-i Harkânî Sultan Mahmûd’a, “Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin” dedi.

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri şöyle anlatır: “İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin bir anneleri vardı. Her gece sırayla kardeşlerinden biri annenin hizmetiyle uğraşır, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdet, duyduğu hazdan dolayı çok memnun oldu. Bu sebepten kardeşine, “Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim” dedi. Kardeşi kabûl etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüyâ gördü. Rü’yâsında bir ses ona: “Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık” deyince genç, “Ben Allahü teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz” dedi. Ses ona; “Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok; Fakat’ kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı” dedi.”

Şöyle anlatılır: Birgün, Ebü’l-Hasen-i Harkânî kırk talebesiyle dergâhında oturuyorlardı. Bir haftadır ağızlarına bir lokma yemek koymamışlardı. Bu arada bir adam gelip bir çuval un ve bir koyun getirdi. “Bunları sûfiler için getirdim” deyince, Ebü’l-Hasen-i Harkânî, “İçimizden kim gerçek sûfi olmuş ve tasavvuf yolu olan nisbetini sıhhatli bir hâle getirmişse bunları alsın. Ben kendimde sûfilikten bahsetme cesâreti bulamıyorum” dedi. Bunun üzerine mecliste bulunanların hiçbiri adamın getirdiklerini almadı. Daha sonra o da getirdiklerini geri götürmek zorunda kaldı. Birgün, Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin bir talebesi çok hastalandı. Hangi tabibe gösterdi iseler, hastalığa çâre bulamadılar. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebü’l-Hasen-i Harkanî’ye bildirdiler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri terliklerini vererek, “Bunları ağrıyan yere sürün” buyurdu. Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir rahatsızlığı kalmadı.

Şöyle anlatılır: “Talebelerinden biri Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinden, “Lübnan dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver” diye ricada bulundu. Ebü’l-Hasen hazretleri izin verince, o talebe Lübnan dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemaat gördü, önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak sordu; “Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?” Oradakiler, onun sorusuna: “Kutb-i âlemin gelmesi lâzımdır. Kutb-i âlem buraya hergün beş kere gelir ve imamlık yapar” diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defn edilmiş idi. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara, “Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?” diye sorunca, “Önümüzdeki namaz vakti” diye cevap verdiler. Talebe onlara “Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni beraberinde Harkân’a geri götürsün” diye yalvardı. Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısında idi. Harkân’a hocasının yanına gidince, Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri ona, “Görmüş olduğun şeyi hiç kimseye anlatma. Çünkü, Allahü teâlâdan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve bir tane ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî’dir” buyurdu.”

Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin bir kerâmeti de şöyle anlatılır: “Birgün Ebû Saîd, Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi olan kadın, arpadan yapılmış birkaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin yanına getirdi. Ebü’l-Hasen hazretleri o kadına, “Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar” diye tenbih etti. Kadın onun dediği gibi yaptı. Kalabalık bir halk topluluğuna, kadın durmadan örtünün altından ekmek çıkardığı hâlde, ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebü’l-Hasen hazretleri, “Şayet örtüyü kaldırmasaydın, tâ kıyâmete kadar bunun altından ekmek çıkarıp duracaklardı” buyurdu.”

Bir gece Ebü’l-Hasen-i Harkânî, “Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı” buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebü’l-Hasen hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebü’l-Hasen hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı, “O kimseye ne demeli, şu kadar mesafe uzaklıktaki cereyan eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?” deyince, Ebü’l-Hasen-i Harkânî; “Evet, dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi” dedi.

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri vefâtları yaklaştığında, “Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam Bâyezîd hazretlerinin mezarından aşağıda bulunsun” diye vasıyyet etti. Bu vasıyyetini yaptığı gece de vefât etti. Toprağa verildiği günün akşamı, çok fazla kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük bir beyaz taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, sâdece bir arslanın ayak izleri vardı.

Kim kabrinin üzerine elini sürerek, cenâb-ı Haktan maksadının hâsıl olmasını istese, Allahü teâlânın izniyle duâsının kabûl edildiği ve hâlis kalble yapılan duâların da kabûl olduğu çok görülmüştür.

İhlâs ve riya nedir? diye sorduklarında Ebü’l-Hasen hazretleri buyurdular ki: “Allahü teâlâ için yaptığın herşey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de, riyadır.”

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri, birgün sohbetinde bulunanlara şöyle sordu: “Dünyâda en iyi şey nedir?” Orada bulunanlar “Siz, bizden daha iyi bilirsiniz. Siz bildirin” dediler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasen hazretleri, “En iyi şey Allahü teâlâyı unutmayan gönüldür” buyurdu.

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerine, “Kişi, kendinin uyanıklığını ne ile bilir?” diye sorulunca, “Hakkı yâd ettiği zaman, baştan ayağa kadar, Halkın kendini yâd, ettiğinden haberdâr olması ile bilir!” buyurdu.

Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri buyurdular ki: “Ni’metlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır.”

“Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak mühimdir.” “Kalblerin en nurlusu, içinde Allahü teâlânın sevgisinden başka birşey bulunmayandır. Amellerin en iyisi, riyadan uzak olan, ya’nî ihlâs üzere olanıdır.”

“Siz Allahü teâlâdan konuşurken, başka şeyden bahsedenle arkadaşlık etmeyiniz.”

“Cennette Tûbâ ağacının altında, Allahü teâlâdan bihaber olarak bulunmaktansa, dünyâda bir diken ağacının altında, dâima O’nu hatırlamayı çok daha fazla arzu ederim.”

“Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ); vârisi; O’nun fiiline uyan ve eserine tâbi olandır.”

“Ömrüme bakınca, yetmişüç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm.”

“Dünyâ, peşinden koştuğun sürede senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun.”

“Allahü teâlâ, nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemiyorsa, sen de O’ndan, vaktinden önce rızkı isteme.”

“Ulemâ; “Biz Peygamberin vârisiyiz” diyor. Fakat Peygamber efendimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O’nda olan şeylerin ba’zısı bizde de var. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hainlik bilmezdi. Basiret sahibiydi. Halkın rehberi idi. Tama’ sahibi değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye birşey yok idi. Zamanın esîri değildi, insanların Korktuğu şeyden korkmazdı, insanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gurûrlanmazdı, işte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya’çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfilerin kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı Kirâm sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve rûhları bunların rûhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu.”

“Yol ikidir Biri hidâyet, öbürü dalâlet yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim, hidâyete erdim derse, o hidâyete ermemiştir. Her kim, beni hidâyete erdirdiler derse, o hidâyete ermiştir.”

“Allahü teâlânın karşısında şu üç şeyi muhafaza etmek zordur Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş, ibâdet) yaparken temizliği.”

“Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sahip âlim ve ilimden yoksun sûfi.”

“Şayet bir mü’mini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mü’mini ziyâret için verilen sevâb, fakirlere verilen yüzbin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mü’min kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye i’tikâd edin.”

“İlimden en fazla nasîb alan, onunla amel edendir. En faziletli amel ise, üzerine farz olandır.”

“Dilini, Allahü teâlâdan başkası hakkında konuşmamak için mühürle! Kalbini, Allahü teâlâdan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız olarak bir iş yapmaman ve helâl olmayan birşeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur!”

“Allahü teâlânın lütfu dostları, rahmeti ise günahlar içindir.”

“Bir mü’min kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) yaşamış olur. Eğer bir mü’min kardeşini incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibâdetini kabûl etmez.”

“Allahü teâlâ kuluna, imândan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbirşey ihsân etmemiştir.”

“Çok ağlayınız, az gülünüz, çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz, çoy uyanık olunuz, az uyuyunuz.”

“İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâati yaparsa, sorgusuz sualsiz Cennete gidebilir. Kalb, nefs ve dil.”

Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin “Beşâretnâme” adlı eseri ve Türkçeye tercüme edilen “Esrâr-üs-Sülûk” kitapları vardır.