Helâk olan kavim!

🔹Bir gün İsa aleyhisselam, havarileriyle birlikte giderken bir köye geldiler. Bir de baktılar ki, köyün ortasında bütün köylüler ölmüş. Hiç canlı yok.


İsa aleyhisselam, (Bu bir gazab-ı ilâhidir. Eğer hastalık olsa, bunlar tek tek ölürlerdi. Madem toptan öldüler, buraya bir musibet gelmiş) dedi.


Sordular ki, (Yâ Nebiyallah, sen ölüleri Allah'ın izniyle dirilten bir nebisin, çağır birini de sor bakalım, ne yapmışlar?


İsa aleyhisselam, birine seslenince, adam kalktı, geldi. İsa aleyhisselam, (Bu ne hâldir, ne oldu size?) diye sordu.


Dedi ki, (Yâ Nebiyallah, bu köy çok takva ehli, çok dindar, çok iyi ahlâk sahibi bir köydü. Sonra bizim kalbimiz dünyaya yöneldi. Namazı terk ettik, akla ne gelirse, hepsini bıraktık, yalnız parayı düşündük ve ektik biçtik, benimki çok, benimki güzel diye yarıştık.


Ne Allah kelâmı var, ne Peygamber! Ahireti unuttuk, Allah'ı unuttuk, Peygamberi de unuttuk. Bir gün, hepimiz eğlenmek için, oynaşmak için buraya toplandık. Bir musibet geldi, hepimiz öldük.)


İsa aleyhisselam, yerine git dedikten sonra, yanındakilere buyurdu ki:

(Ahiret nimetini bırakıp da dünyaya tapanların, dünyadaki sonu budur. Ahirette de, en acı azapları çekeceklerdir.

Dünyâda Allahü teâlâyı ve emirlerini unutanların uğrayacağı musibetlerden Allahü teâlâ hepimizi muhâfaza eylesin.)

Bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur

KÂŞİFE-19: Mevlâna Abdülgafûr Lârî, Nefehât'ın hâşiyesinde buyurdular: Mevlânâ Sadeddin'in rüyası şöyle idi. Pîri Mevlânâ Nizâmeddin'i öyle bir şekilde görmüştü ki, zâhir-i şerîat ona tahammül eylemezdi. O sebebden Mevlânâ Nizâmeddin kendisine "Korkma!" diye teselli verdi ve kemâl-i takvâ ve teşerru' ile mevsûf olan kimseye rüyânı anlat buyurdular ki, öyle müteşerri' kimseler şâhid olmakla Mevlânâ Sadeddin'e itminan-ı kalb [gönül huzuru] hâsıl olup, bu yolda aklın erişemediği yerlerin çok olduğunu bilip, tamamen teslîm olmasına sebeb olsun!

Gerçekten bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur. Sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, pîr [mürşid] huzuruna eriştikten sonra, istidlâlı [aklî, mantıkî delillerle hareket etmeği] terk edip, mürşide kendini teslîm eyleye. Nitekim Zâd-ül Müsâfirîn sâhibi, bunun doğruluğu hakkında buyurmuştur.

Nazım: 

Aşkın ilk adımını herkes bilir,

Bir buluttur ki, hep küfür yağdırır,

O yüzden ki senin gözün ahveldir,

Senin ma'budun, ilk önce pîrindir.


Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri Mantık-ut Tayr adlı kitâbında sülûk yapanların hâlini, benzetme yoluyla, kuşların dilinden anlattığı yerde: Bütün kuşlar sâlik olan Hüdhûd'ün sözüne uyup Sîmurg'a [Anka'ya] gitmek niyetiyle yol başına geldikleri gibi, yolun tehlûkeli ve korkulu olduğunu görüp, sülûkten [ilerlemekten] pişman olduklarını beyân ederken der ki:

Nazm,

Bütün kuşlar, yol korkulu dediler,

Kol, kanat kanlı hep ah eylediler,

Yola baktılar, hiç sonu görünmez,

Derde baktılar derman görünmez.

Bu hâli kuşlar görünce, yoldan dönmek istediler. Hüdhûd dilinden azarlar mâhiyette onlara şöyle der:


Reisleri hüdhûd o zaman dedi:

Âşık olan canını düşünmedi.


Bu makalenin sonuna kadar, Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri çok sözler söyleyip Şeyh-i San'an menkıbesini misâl olarak bu makalenin zeylinde [ekinde] getirmiştir. Dikkatle mütalaa edilip, iyi anlaşılsın ki, o azîz burada ne güzel şeylere işâret etmiştir.

Ve yine gerçekten bu yol, fâsıklar yolu değil, âşıklar ve canbazlar [canı ile oynayanlar] yoludur. Korkak tüccâr sâhiblik etmez. Aşksız bu menzil [mesâfe] alınmaz. Derdi olmayanlara bu şifâhanede derman bulunmaz. Bitti.

Şeyh Zeyneddin huzuruna erişince, o rüyaları arz eyledim. Dediler ki, "bana biât eyleyip, benim irâdetime gir". "İrâdetinde bulunduğum azîz henüz hayattadır. Siz emînsiniz. Eğer tasavvuf yolunda, bir kimsenin pîri sağ iken, bir başka azîzin irâdetine girmek câiz ise, ben de öyle edeyim" dedim. İstihâre eyle buyurdular, istihâreme itimâdım yoktur, siz istihâre eyleyin, dedim. Sen istihâre eyle biz de eyleriz dediler. Akşam olunca, istihâre eyledim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tarikatının geçmiş azîzleri Herî ziyâretgâhındalar. Ama aynı zamanda gördüm ki, Şeyh Zeyneddin hazretleri de oradadır ve o yerin ağaçlarını kesip, duvarlarını yıkıyor. Öyle kızgın bir hâlleri var ki, kelime ve ifâdeye sığmaz. Bildim ki, başka tarîka girmekten men'e işârettir. Bu rüyâyı gördükten sonra hâtırım o sıkıntı ve telâştan kurtuldu. Ayağımı uzatıp huzur ile uyudum. Sabahleyin şeyhin meclisine geldim. Ben rüyâmı anlatmadan söze başlayıp buyurdular ki: "Bütün yollar birdir. Bir yere çıkarlar. Yine eski yolunda meşgul ol. Bir vâkı'an veyâ bir müşkülün olursa, bize bildir. Elimizden geldiği kadar yardım ederiz" buyurdular.

Mevlânâ Câmî hazretleri Nefehat-ül Üns'te bundan fazla bildirmeyip şeyh hazretlerinin istihâresine işâret etmiştir. Lâkin bazı büyüklerden işitilmiştir ki, şeyh hazretleri de, bizde istihâre edelim, sözüne binaen, istihâre eylemişler ve rüyâlarında gayet yüksek ve büyük bir ağaç görmüşler ki, sayısız dalları var. Hazreti şeyh o ağaçtan bir büyük dal koparmak istemiş de, ne kadar uğraştıysa koparamamış. Sabahleyin Mevlânâ hazretleri ile buluştuklarında, buyurmuşlar ki: Yol birdir. Siz yine kendi yolunuzla meşgul olun.

Mevlânâ Muhammed Rûcî buyurdu: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden, Hicâz yolculuğu için izin istediğim zaman, bana: "Sahrada kafileyi [kervanı] gördüm. Sen onlarla beraber değildin" buyurdular. Sustum. Birkaç gün sonra yine izin istedim. İzin verdiler ve buyurdular ki: Var git. Lâkin bizden bir vasiyyet [nasîhat] kabûl eyle: Zinhâr, o vasiyet edip men' eylediğim işi işleme! Zirâ biz işledik, pişmân olduk ve bu pişmanlığın mahcûbiyetini kıyâmete kadar çeksem gerektir. O vasiyet budur ki; ne zaman Allahu teâlânın kahrının eseri sende zâhir olur, o kahir kuvvetini faaliyete getirip kullanma. Ya'nî Hâce Usameddin ve bazı münkir ve ehil olmayanlar için benim yaptığımı sen yapma! Bu hikâyeleri Mevlânâ Nizâmeddin'in bâtın kuvveti bahsinde anlatmıştık.

Mevlânâ Sadeddin buyurdular: Ben onlardan bu vasiyeti kabûl eyledim. Birkaç zamandan sonra bende acâib bir hâl ortaya çıktı. Şöyle ki, gözüm kime alsa, düşer bayılır, yanıma gelse helâk olurdu ve ben bu hâlin başladığı zaman evin bir bucağına gizlendim. On dört gün ne gece, ne gündüz dışarı çıkmadım. Uzaktan görünüp benimle bir araya gelmek ve sohbet etmek isteyen olsa, elimle işâret edip mâni' olurdum. Yanıma gelmesine müsâde etmezdim. O hâl ve keyfiyet benden kalkıncaya kadar böyle devam ettim.

(Reşahât,185-186-187-188)

Müellif: Alî Bin Hüseyn

Mütercim: Süleyman Kuku 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sevgi*, itâati gerekdirir. İtâat ne kadar çoksa, sevgi de o kadar çokdur. İtâatdan maksat, söz dinlemekdir. *Söz* dinlemesi ne kadarsa, *Sevgi* si de o kadardır. 


Bu, çok mühim kardeşim. Söz dinlemesi günden güne *Azalır* sa, bir gün gelir, *Biter* Allah korusun. Velhâsıl itâat, *Peki* demekdir, yâni sevdiğinin yolunda olmakdır. 


Meselâ *Ehibbâ* dan biri var, Efendi hazretlerini çok sevdiğini söylüyor, ama Efendi’yi dinlemiyor. Öyle *Sevgi* olmaz efendim. Seven, *Sevdiği* ni dinler, hattâ emrinden çıkmaz. 


Küçük bir çocuk, akrebin *Zehirli* olduğunu bilmez ve eliyle onu yakalamak ister. O da onu sokar, öldürür. Onun *Akrep* olduğunu ve *Kötü* olduğunu, çocuğun bilmesi lâzım. 


İşte biz de, bu çocuklar gibi kötü insanları bileceğiz. Onların *Kötü* olduklarını, İslâma *Düşman* olduklarını bileceğiz. Böylece kendimizi onlardan koruyacağız kardeşim. 


*Nefs* doymaz. Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruluyor? *Hulikal insânü helû’a!* Yâni, helû’a denilen bir hayvan varmış. Hiç doymazmış bu. Devâmlı yermiş. *Hiç* doymak yok. 


İşte, insanların nefsi de böyledir! diyor Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde. *Hulikal insânü helû’a*. İnsanın nefsi, *Helû’a* olarak yaratılmışdır. En büyük düşmanımız, kendi *Nefsimiz* dir. 


Allahü teâlânın sevgisinden ve rızâsından bizi uzaklaşdırana, *Düşman* denir. Asıl düşman budur. Evet, *Canı* nı alan da düşmandır, ama *Dîni* ni ve *Îmânı* nı alan, daha büyük düşmandır. 


Allahü teâlânın *Sevgi* sinden insanı mahrum bırakan şeye ne denir? *Şeytân* denir. Şeytân, arabca bir kelime. Sülâsîsi, yâni üç harflisi *Şatane* dir. Şatane ne demek? uzaklaşdırıcı demek. 


İşte şeytan, uzaklaşdırıcıdır. İnsanı *Allah* dan uzaklaşdırdığı için ona *Şeytân* denmiş. Şeytân nedir? İnsanı, Allahü teâlânın *Sevgi* sinden uzaklaşdıran. 


Peki, Allahü teâlâya *Yakın* olmak, Allahü teâlâdan *Uzak* olmak ne demek? Çok geçer bu kitaplarda. Allahü teâlâ *Cism* değil ki, yâni bir *Yerde* değil ki. 


Öyleyse O’na *Yakın* olmak, O’ndan *Uzak* olmak ne demek? Bunun mânâsı, O’nun *Sevgi* sine yakın olmak, O’nun *Sevgi* sinden uzak olmak demekdir. Yâni *Sevgi* dir yakın veyâ uzak olan. 


Yoksa Allahü teâlâ *Cism* değil ki hâşâ! İşte insanın Allahü teâlânın *Sevgi* sine kavuşmasına mâni olan şeye *Şeytân* denir. Şeytân da üç türlüdür. Üç türlü şeytân vardır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar. 


İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbi* nden gelmiş. 


Resûlullahın kalbindeki o *Feyz* ler, o *Nûr* lar ve *Mârifet* ler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir. 


Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir. 


Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir. 


Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. *Harâm* lardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâh* lardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur. 

Bu Dünyâ yı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni Hayâl gibi görür. Kalbinde Dünyâ ya yer kalmaz. 


Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük Ni’met karde-şim. Ne mutlu büyüklerin Feyzi ne kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor? 


A’reftü şerre lâ Lişşerri, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için. 


Lüzûmsuz konuşanı, Gıybet edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ Nasîhat edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla Arkadaşlık etmeyin. 


Allahü teâlâ, Sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar Cömert dirler. Allahın kullarına İnfak ederler, İhsân ederler, onları sevindirirler. 


İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, Kin ve Nefret yokdur. Yâni bütün müslümânları Sever ve muhabbet beslerler. 


Üçüncüsü de, onlar Emr-i mâruf yaparlar. Yâni insanlara İslâmiyeti öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.

Geçim darlığından şikayetçi olmak

 Sevgili Peygamberimiz "aleyhissalatü vesselam" buyurdular ki;

*Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur.* (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) *Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur.* (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) *Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider.* (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.

*İbn-i Hacer-i Askalani Hazretleri*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İlme* güvenilmez kardeşim. Nasıl güvenilsin ki, *Hâfıza* dan silinebilir. İnsan, *Evini* bile bulamaz. Biz böyle kimseleri gördük. İmâm-ı Gazâlî ve bu büyükler diyor ki: *Akla da güvenilmez*. 


*Akıl*, bir mürşid-i kâmil bulana kadar yardımcı olabilir. Ondan sonra akıl, düşünce, arzû olmaz. Peki ne olur? O *Mürşid-i kâmile* teslîmiyet olur. Edeb, *Söz Dinlemek* dir. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, bir gün talebeleriyle evde oturuyormuş. Bir ara pencere dibinde bir *Hışırtı* olmuş. Biraz sonra sormuş talebelerinden çok *Sevdiği* biri. 


Herkes soramaz ki, utanır. İşte Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin sevdiği bir talebesi de soruyor; *Efendim, az önce pencerenin dibinde bir hışırtılar duyduk, ne oldu?* diyor.


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri cevap veriyor. Diyor ki: Cezâyir-i hâlidât’ın yâni *Kanarya* adalarının *Kutb’u*, yâni o yörenin evliyâlarının *Reîsi*, deniz kenarında talebeleriyle oturuyorlarmış.


Derken bir *Yağmur* başlamış, hem de bardakdan boşanırcasına. Fakat toprağa yağmıyor da, sâdece *Denize* yağıyor. O anda, o *Kutb’*un aklından bir şey geçmiş. İçinden demiş ki:


*Yâ Rabbî*, senin kulların, hem insanlar, hem de hayvanlar, *Afrika* çöllerinde susuzlukdan *Yanıyor* lar, *Kavruluyor* lar. Bu yağmuru bu denize yağdıracağına, o *Çöle* yağdırsaydın ya.


Böyle diyor, kalbinden böyle geçiyor. Allahü teâlânın işine *Îtiraz* oluyor bu tabii. *Büyükler* in işine karışılır mı? *Allah* ın işine hiç karışılmaz. O anda *Derece* sini kaybediyor. 


*Kutb* luk derecesinden aşağı düşüyor. Ama evliyâlığı hepden *Gitmiyor*. Allahü teâlâ yine *Seviyor* onu. Fakat derecesini az da olsa kaybedince; *Eyvâh, ben ne yapdım?* diyor. 


*Hatâ* etdiğini anlıyor. Oradan, *Buhâra* daki Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerine ilticâ ediyor. *İspanya* nerdeee, *Buhâra* nerde? Derecesini kaybetseydi, ilticâ edemezdi. 


Buhâra’ya nasıl gidicek? *Rûhu* gidiyor. Demek ki *Derece* si gene var. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, talebesi ile oturmuş sohbet ediyorlarmış.


O anda o *Kutb* pencereye geliyor. Ve yalvarmaya başlıyor; *Yâ şeyh*, ben bir *Hatâ* etdim, derecemi kaybetdim. *Amân* bana *Şefâat* et de, Allah beni affetsin! diyor. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, büyük *Evliyâ*. Hemen *Yalvarıyor* Allahü teâlâya. Allahü teâlâ da onu affediyor. Yine eski *Derece* sine kavuşuyor.

BAZI PEYGAMBERLERİN MESLEKLERİ

Âdem aleyhisselâm: İlk ziraat mühendisi ve çiftçiydi.


İdris aleyhisselâm: İğneyi ilk keşfeden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzilerin, örücülerin piri sayılır.


Nuh aleyhisselâm: Marangozların, gemicilerin piriydi. Tufan’ı ile meşhurdur.


Hûd aleyhisselâm: Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.


Salih aleyhisselâm: Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini hem içer, hem de satardı. Devesi meşhurdur.


İbrâhim aleyhisselâm: Kabeyi yeniden inşa edişiyle, Süleyman aleyhisselâm’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir. Çok zengindi.


Lût aleyhisselâm: Tarihçi idi. Seyyahların piridir.


İsmâil aleyhisselâm: Avcılık ile geçimini sağlardı. Avcıların piriydi. Kurban edilmek istendi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


İshak aleyhisselâm: Çobandı. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


Yâ’kub aleyhisselâm: Çobandı. Oğlu Yûsuf’dan ayrı kaldı.


Yûsuf aleyhisselâm: Köle olarak satıldı. Sabretti, sultan oldu. Saati ilk keşfetti. Bolluk zamanında mahsulleri depolayıp, kıtlık zamanında dağıttı.


Eyyûb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Sabrı ile meşhurdur.


Şu’ayb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Hatipti. Kendisine Hatibu’l-Enbiya denilmiştir.


Mûsâ aleyhisselâm: Çobanlık yapmıştır. Allahü teâlâ ile Tûr dağında konuştu.


Hârun aleyhisselâm: Vezirdi. Mûsâ aleyhisselâmın abisiydi.


Dâvud aleyhisselâm: Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut’un ordularını mağlup eden bir kumandandır.


Süleymân aleyhisselâm: Hükümdardı. Her hayvanın dilini bilirdi. Bakırı ilk işleyen odur. Dâvud aleyhisselâmın oğludur.


Yunus aleyhisselâm: Balık avlardı. Balıkçıların piriydi. Balık karnında 40 gün kaldı.


İlyas aleyhisselâm: Dokumacı ve iplikçilerin piriydi.


Elyesa’ aleyhisselâm: Mûsâ’nın dinini İsrâiloğullarına yaydı.


Zülkifl aleyhisselâm: Ekmek pişirirdi, fırıncıların piriydi.


Zekeriyyâ aleyhisselâm: Marangozdu. İbâdete son derece düşkün bir âbiddi.


Yahya aleyhisselâm: Temiz kalbli, son derece iffetliydi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu idi.


İsâ aleyhisselâm: Avcıydı. Av âleti ile geçimini temin ederdi. Avcıların piriydi. Aynı zamanda doktorların piridir.


Muhammed aleyhisselâm: Peygamberlerin sonuncusu ve her bakımdan en üstünüdür.


Türkiye Takvimi

Cenaze, nasıl yıkanır?

Teneşir etrafında, önce buhur otu yakılıp üç veya beş defa dolaştırılır.

Cenaze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay olan şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Çünkü, kadının kadınlar için avret yeri, erkeğin erkekler için olan avret yeri gibidir. Teneşire, kıbleye karşı yatırmak sünnettir.


Teneşir, göbeğe kadar yüksek ve az eğik olmalı. Su, pek sıcak olmamalı, tuzlu olmalı. Serin ve tuzlu su, çürümeyi geciktirir. Ölü, çocuk da olsa, önce abdest aldırılır. Fakat, ağzına, burnuna su verilmeyip, bez ile temizlenir. Ağzına su kaçarsa, çabuk çürümesine sebep olur. Önce yüzü yıkanır. Sonra, kolları yıkanıp, başı, kulakları ve ensesi mesh edilir ve ayakları yıkanır. Kâfurlu su ile, bu yoksa, yalnız su dökerek, başı ve sakalı, sabun ile yıkanır. Sonra sol yanına çevrilip, sağ yanına su dökülür.


Su, teneşir tahtasına değen yerlerine kadar akıtılmalı, sonra, sağ yanına yatırılıp, sol tarafına, omuzdan ayağa kadar su dökülür. Sonra oturtulup, karnı hafifçe bastırılır. Bir şey çıkarsa, yıkanır, yani su döküp giderilir. Sonra sol yanına yatırıp, sağ yanı tekrar yıkanır, yani omuzdan ayağa kadar su dökülür. Böylece sünnete uygun, yani üç kere yıkanmış olur. İki yanı yıkanırken de, üç defa su dökülür.


Hasta, cünüp olarak vefat etmiş olsa da, bir defa yıkanır. Yıkandıktan sonra, abdesti bozan şeyler çıkarsa, tekrar yıkanmaz ve abdest aldırılmaz. Yalnız çıkan şeyler, su dökerek giderilir. Ölüyü yıkarken, niyet etmek sünnettir. Niyetsiz, temiz olur ise de, farz sakıt olmaz.


Yıkama yerine, yıkayıcılardan başkası girmez. Velisi girebilir. Yıkayanlar, emin kimse olmalı. Cenazede gördüğü iyi şeyleri söylemeli, kötü şeyleri söylememeli. Ölünün ayıbını açığa çıkarmamalıdır.


Zaruret yoksa, kokmaması için, morga koymak yerine, çabuk gömmeli, yolcu gelecek diye bekletmemeli. Canlıya eziyet veren şey, ölüye de verir. Bunun için, çok soğuk ve çok sıcak su ile yıkanmaz. Zemzem ile yıkamak, caiz değildir. Saçları dökülürse, kefeni içine konur. Çünkü, insanın her parçası muhteremdir, gömülür. Diri insandan düşen ve kesilen tırnakları, saçları ve dişleri de, gömmek sünnettir.


Yıkandıktan sonra, teneşir üzerinde, bez ile kurulanır. Saçları ve sakalı arasına kâfuri konur. Secde ettiği organlarına [alnına, burnuna, dizlerine, el, ayak parmaklarına], kâfuri serpilmiş pamuk konur.


Ölünün saçlarını taramak, saç, sakal, bıyık ve tırnaklarını kesmek, Hanefi mezhebinde caiz değildir. Ağız, burun ve kulak deliğine, gözlere pamuk koymak caizdir.


Su bulunmadığı zaman, teyemmüm yaptırılıp, namazı kılınır. Sonra su bulunursa, yıkanır. Fakat, namazı tekrar kılınmaz. Ölü yıkayacak kimsenin, önce gusletmesi müstehaptır. Cünübün ve özürlü kadının yıkaması, mekruhtur. Cenaze yıkanmış su, müstamel su olur. Necis olur. Bunun için, yıkayanların üstüne sıçramaması, peştamal sarınmaları gerekir. [Başka bir kavle göre ise, cenazenin üstünde necaset yoksa, necis olmaz.] Cenaze, yıkandıktan sonra temiz olur.

İnsan dünyada kimi seviyorsa ahirette de onunla beraber olacaktır

Bir hadîs-i şerîfde, (İnsan, dünyâda kimi seviyorsa, âhıretde onun yanında olacakdır) buyuruldu. Onun yolunda bulunmazsa, sevgisi sahîh olmaz. İnsan, dînine ve emânetine güvendiği sâlih kimselerle arkadaşlık etmelidir...


Yüksek rûhlar, sevdikleri rûhları yukarı çekerler. Alçak rûhlar da, aşağı çeker. İnsan, öldükden sonra, rûhunun nereye gideceğini, dünyâda sevdiklerinin hâlinden anlamalıdır. İnsan, başkasını tabî'at îcâbı veyâ akl îcâbı veyâ kendisine yapdığı iyilikler îcâbı veyâ Allahü teâlânın rızâsı için sever.


Dünyâda birbirini seven kimselerin rûhları birbirlerini cezb etdiği gibi, kıyâmetde de birbirlerini cezb ederler. Enes bin Mâlik "radıyallahü anh" diyor ki, müslimânları yukardaki hadîs-i şerîf sevindirdiği kadar, hiçbir şey sevindirmemişdir.


Kâfirleri seven onlarla birlikde Cehenneme gidecekdir. Sevgilisine tâbi' olmamak, insanın elinde değildir. Sevmenin en kuvvetli alâmeti, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.


İslâm Ahlâkı

AHÎRET ŞEHİTLERİ YIKANIR VE KEFENLENİRLER

Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, dıvâr ve enkâz altında kalarak ölenler ve ishâlden, tâ’ûndan [sârî hastalıklardan], 

lohusalıkda, 

sar’a hastalığında, 

Cum’a gecesinde ve gününde, 

din bilgilerini öğrenmekde, öğretmekde ve yaymakda iken ölenler 

ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmûsunu saklarken ölenler, 

zulm ile habs olunup ölenler, 

Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, 

islâmiyyete uygun ticâret yaparken, 

çoluk çocuğuna din bilgisi öğretirken ve ibâdet yapmaları için çalışırken vefât edenler, 

hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ ba’d-el-mevt) okuyanlar, 

Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, 

her ay üç gün oruc tutanlar, 

yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, 

ölüm hastalığında, kırk kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, 

her gece Yasîn okuyanlar, 

abdestli olarak yatanlar, 

devâmlı olarak mudârâ edenler [ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], 

gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar, 

soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, 

her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar (Âhıret şehîdi) olurlar. 


[Tâm şehîd yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defn olunur. Cenâze nemâzı, Hanefîde kılınır. Şâfi’î mezhebinde kılınmaz. Âhıretde de şehîd sevâbına kavuşurlar. 

ÂHİRET ŞEHÎDLERİ İSE YIKANIR VE KEFENLENİRLER]

[Bu yazının temamı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının 998. Sahifesindedir.]

Nefsimi müdâfaa edecek değilim

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı.


Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; "Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır." dedi.


Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; "Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?" diye sordu.


Zünnûn-i Mısrî hazretleri; "Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim." dedi.


Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; "Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır." diyerek onu serbest bıraktı.