SALGIN HASTALIK DUASI

Bağdat'ta bir veba salgını oluyor, binlerce kişi ölüyor. Hastalığın evine hiç uğramadığı bir tüccarı işiten Halife Harun Reşid huzuruna çağırıp sebebini soruyor.

O da İmamı Azam Hazretleri'nden rivayet edilen bir duayı beyan ediyor. Bu duayı okuyana, üzerinde taşıyana veya evinde bulundurana ve ailesine sâri hastalığın zarar vermeyeceği rivayet olunuyor. 

(Levha Hattat Nazif'in eseridir ve 1901 tarihlidir. Orjinali merhum Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri'ne aittir.)

Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)

 Müslüman olup kölelikten kurtulduktan sonra geçimini sağlamak için ince hurma dallarını toplardı.


Onlardan sepet örüp satardı.


Böyle para kazanırdı.


Ve bol sadaka verirdi.


Resûlullahın yakınlarındandı.


Çoğu geceler huzûrunda bulunur, saatlerce baş başa sohbetinde kalır, çok istifâde ederdi.


Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) Efendilerimiz tarafından da çok sevilip hürmet görürdü.


Zîra dünyâdan kaçardı.


Paraya rağbet etmezdi.


Çok ibâdet ederdi.


Şöyle ki, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılardı.


Yorulunca otururdu.


Bu defâ diliyle zikrederdi.


Dili de yorulurdu.


Bu defâ tefekkür ederdi.


Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretinin sonsuzluğunu, Cehennemin şiddetini düşünüp ağlardı.


● ● ●


Resûl aleyhisselâm, bir gün eshâb-ı kirâmına;


"Bir miktar tefekkür etmek, bin sene ibâdetten hayırlıdır" buyurmuşlardı.


O, bunu biliyordu.


İbâdette yoruluyordu.


Bu defa tefekkür ediyordu.


Böyle dinleniyordu.


Sonra kendi kendine;


"Ey nefsim! İyi dinlendin, şimdi kalk, Rabbine ibâdet et" derdi.


Diline de;


“Ey lisânım! Sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.

Resulullah efendimiz ağlıyordu

 İmam-ı Gazali hazretleri “rahmetullahi aleyh” zamanında Mustafa Bekri diye bir seyyid vardı ki, Mescid-i Nebevi’de hizmet ediyordu.


O anlatıyor:

Hemen hemen her gece Resul-i kibriyayı “aleyhisselam” rüyada görüyordum.


Her gördüğümde bana tebessüm buyuruyordu.

Hizmetimden memnun diye seviniyordum ben de.


Fakat bir gece gördüğümde, ağlıyordu.

Çok üzüldüm.

“Acaba bir kusurum mu oldu?” diye düşündüm.


Senin kusurun yok


Ben böyle düşünürken, Efendimiz “aleyhisselam” bana dönüp;

- Senin kusurun yok, buyurdu.


Çok sevinip, sordum:

- Niçin ağlıyorsunuz öyleyse yâ Resulallah?

- İsmi, benim ismimden olan mübarek bir âlim vefat etti. Ona ağlıyorum, buyurdu.


O esnada uyandım.

Hayırdır inşallah dedim.


Bir müddet sonra duyduk acı haberi.

İmam-ı Gazali hazretleri vefat etmiş meğer.


Emrin baş göz üstüne!


Vefat edeceği günün gecesi, sabaha kadar namaz kıldı.

Kur’an-ı kerim okudu.


Sabah vakti girince, abdestini tazeleyip kefenini istedi yakınlarından.

Getirip arzettiler.


Öpüp yüzüne sürdü ve;

- Emrin baş göz üstüne yâ Rabbi, dedi yavaşça.


Sonra odasına girdi.

Uzun zaman çıkmayınca, ev halkı merak ettiler.

Kapısını açıp da girdiklerinde vefat etmiş buldular büyük İmamı.


Baş ucunda, yazılı bir kağıt vardı.

Ey beni ölmüş gören ehl-i beytim! Bilin ki, ben ölmedim. Asıl şimdi hayat başladı. Ruhuma bir Fatiha okuyun. Ben ahirete gittim, sırada siz varsınız yazıyordu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allah*, bir kuluna *İyilik* murâd ederse, onun önüne, sevap kazanacak bir *İş* koyar. Yâni önüne bir iyilik yapma fırsatı çıkartır. Meselâ; *Şunu yap da, sana bir sevâp vereyim!* buyurur. 


Ne *Güzel* şey. Cenâb-ı Hak, sevdiklerine böyle *Fırsat* lar çıkarır. Yapsın da *Sevap* kazansın diye. İşte bu fırsatları kaçırmamak lâzım efendim. 


Çünkü o *Fırsatı* Allahü tâlâ koydu önümüze. Bir *İmtihân* dır bu. Tabii orda vereceğimiz karar, *Îmânımız* ın gücünü veyâ zayıflılığını gösterir. 


Bir kimse, karşısındakinin kalbinden neler geçiyor, neler düşünüyor, onları *Anlasa*, her etdiği duâ *Kabûl* olsa, bu, Allahü teâlânın o kimseyi sevdiğine *Alâmet* değildir. 


Allahü teâlânın sevgisi, şerîata *Uymak* dadır. Farzları, sünnetleri *Yapıyor* mu? Harâmlardan *Sakınıyor* mu? İşte Allahü teâlânın sevgisine *Alâmet* budur. 


Bunu, büyük *Velî* Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri, *Avârif* kitâbında uzun anlatıyor. 


Meselâ; Şu adam *Çok* mübârek, duâları *Kabûl* oluyor, herkesin ne düşündüğünü *Anlıyor*, kaybolan şeylerin nerde olduğunu *Biliyor*. Çok büyük evliyâ, diyorlar. 


Hayır, bu *Yanlış* Evliyâlık bu değil. Çünkü bu gibi hâller *Evliyâ* da olduğu gibi, *Kâfirler* de de olabilir. 


Evliyâda olursa *Kerâmet* denir. Kâfirlerde, fâsıklarda olursa, *İstidrac* denir. Bu ikisi, riyâzet çekenlerde de olur, riyâzet çekmiyenlerde de olur. 

● ● ● 

● ● ● 

Pâkistân'dan bir *Mektup* geldi. Yazmış ki: Âcizâne nakşibendî ve müceddidîyim. Çok talebelerim var. Geliyorlar, onlara *Mektûbât* dan okuyoruz, anlatıyoruz ve *Mektûbâtın* gösterdiği yolda çalışıyoruz, diyor. 


Bir gün talebelerim toplanmışlar, oturuyoruz. Ben onlara, *Mektûbât* dan anlatırken, postacı geldi. Bana bir paket getirdi. Bir de açdım ki, *Hakîkat Kitâbevi* nden geliyor. 


İçinde *Kitaplar* var, hem de İngilizce. Açdım bir kitâbınızı, bakdım İngilizce *Seâdet-i Ebediyye* Endless Bliss kitâbını alıp bir sayfasını açdım, seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* nin mektûbu çıkdı.


İngilizce bir mektup. O anda, Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin *Rûhâniyeti* salonu kapladı. Mübârek *Rûh’u* burada hâzır oldu. *Vallahi* senin şeyhinin rûhâniyeti salonu doldurdu! diyor. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İki mü’min, *Sevgi* ile bir araya gelseler, kalpleri arasında bir *Akım* başlar, birinden diğerine *Feyz* akar. Feyz nedir? *Muhabbet* dir, Allah *Sevgisi* dir. 


Ve o yere melekler *İmrenir* efendim. Mühim olan, *Muhabbet* dir, *Huzûr* dur. Huzûr nedir? *Huzûr*, bir an olsun, günâh işlememekdir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, ara ara; *Beni her zaman aranızda bulamazsınız, ayrılık zamânı yaklaşdı!* buyururdu. Ben de buna çok üzülürdüm. 


Ve içimden; *Niye böyle üzüntülü şeyleri söylüyor, inşallah daha çok yaşıyacak!* derdim. Şimdi bakıyorum da, sözleri doğruymuş. 

● ● ● 

*Besmele* çekilerek yapılan bir iş, bir amel, bir icraat, dâimâ *Muvaffak* olur, *Hayırlı* olur kardeşim. 


İstemediğimiz şekilde netîcelense bile, yine *Hayır* dır. Neden? Çünkü biz neyin *Hayır* lı olduğunu bilemeyiz ki. 


*Muvaffak* olmadık zannederiz. Hâlbuki onun olmamasında, bizim için *Hayır* vardır. Kur’ân-ı kerîmde öyle buyuruluyor çünkü: 


Siz, bir şeyi *Hayırlı* zannedersiniz, hâlbuki o size *Zararlı* dır. Bir şeyi de *Zararlı* görürsünüz, ondan kaçarsınız, hâlbuki o, sizin için daha *Hayırlı* dır, buyuruyor. 


Onun için Allahü teâlâya; Yâ Rabbî, bana şunu ver, bunu ver, demiyeceğiz. Ne diyeceğiz? *Hayırlı olanı ver yâ Rabbî!* diyeceğiz. 

● ● ● 

Herkese diyorum ki: *Bizim kitaplarımız çok kıymetlidir, çok değerlidir*. 


Böyle söyleyince, işitenler; *Yâ amma da kendi kitâbını beğeniyor, ne kadar da çok methediyor!* derler. 


Ama ben böyle söyledikden sonra, *Çünkü* diyorum. Yâni devâmı var bu sözümün. Ben *Çünkü* deyince, ağzıma bakıyorlar, acabâ *Ne söyliyecek*, diye. 


Ben de diyorum ki: Çünkü bizim *Kitaplar* da, bana âit tek bir satır *Yazı* yokdur. Hepsi, *Büyükler* in yazısıdır. Onun için *Kıymetli* dir. 


Eğer bana âit bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman *Kıymet* den düşerdi! diyorum. O zaman bir şey diyemiyor, bana *Hak* veriyorlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın, mutlaka birşeyler *Öğrenmesi* ve bunu, başkalarına da *Öğretmesi* lâzımdır efendim. Öğrenmek neyse de, *Öğretmek* hassas bir mevzû. 


Öğretmek için, çok iyi *Bilmek* lâzım. Çünkü yanlış bir şey söylerseniz, *Mes’ul* olursunuz. Öyleyse en iyisi *Kitap* vermek. Verin kitâbı, geri çekilin. 


Anlatmaya kalkmayın, *Kitap* verin. En *Doğru* su bu. *Kitâbı* verin, siz aradan *Çekilin*, işi büyüklere havâle edin. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz araya girersek, belki *Yanlış* bir şey söyleriz. Böylece ya kendimizi veyâ karşımızdakini *Yakarız*, Allah korusun. 

********

Bir kitapda okudum. Allahü teâlânın en *Sevdiği*, en çok *Râzı* olduğu ibâdet, onun dînini, Onun kullarına *Yaymak* dır. 


Her mü’min, elinde ne *İmkân* varsa, ilmiyle, parasıyla, mevkîsiyle, mutlaka bir şekilde *Teblîğ* etmek zorundadır. Bunu yapmazsa, çok büyük *Günaha* girer. 


Çünkü bu teblîğ *Farz* dır. Yâni, Allahın *Emri* dir. Bu teblîği yapmıyan, bir *Farzı*, yâni Allahın emrini terk etmiş olur Allah muhâfaza. 


İşte, bizim arkadaşların *Kıymeti* bundan ileri geliyor kardeşim. Çünkü *Cihâd* yapıyorlar, Allahın dînini *Yayıyor* lar. Ne mutlu bu hizmete iştirak edenlere.

Aklı bırakmak ne demektir?

Eski devirlerde yaşamış, mürşid-i kâmil denilen zatlar, sıradan kimseler değildi. Basiretleri açık, selim akıl sahibi kimselerdi. Mürşide tâbi olan insanın aklı ve ilmi, hocasının aklı ve ilmiyle kıyas kabul etmezdi.


Akıl göz, İslamiyet ise ışık gibidir. Işık olmayınca göz görmediği gibi, aklımız almasa da, İslamiyet’in bildirdiklerini hiç şüphe etmeden kabul etmek gerekir. Allahü teâlâ, koca karı imanı gibi inanan akıllı Müslümanları övüyor. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(O müttekiler, gayba inanırlar.) [Bekara 3]


Yani Allah’tan korkup günahtan sakınan Müslümanlar, görmeden ve tecrübe etmeden Resulullah’ın bildirdiklerine inanırlar. Demek ki akıllı Müslüman, hocaların hocası olan Resulullah’a kayıtsız şartsız inanan, (O söylediyse doğrudur) diyen kimsedir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Allahü teâlâ, hayrı murat edilen kulun kalb gözünü açar, o kul da gayba inanır.) [Deylemi]


Basireti yani kalb gözü açılınca, gayba [görmediğine], güvendiği zatların sözüne inanıyor. Bunun en meşhur örneği, Mirac olayı üzerine, hiç aklını kullanmadan, (O söylemişse doğrudur) diyen ve Sıddık ismini alan Hazret-i Ebu Bekir’dir. Allahü teâlâ, onu Zümer suresinin 33. âyetinde mealen, (Doğru haber veren ve Resulullah’ı tasdik eden) diye övüyor. (Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin)


Aklı bırakmak demek, haddini bilmek demektir. Aklın her şeyi bilemeyeceğini ve bilenlere tâbi olmak gerektiğini anlamak demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Dini hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)


Kâmil ve mükemmil [yetişmiş ve yetiştirebilen] bir zat ele geçerse, bütün arzuları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde, teneşirdeki ölü gibi olmalı. Ancak böyle olan kimse maksada kavuşur. (1/61)


Allahü teâlâ da, Resulü de, doğru yoldaki âlimlere tâbi olmamız gerektiğini bildiriyor. Tâbi olmak, her konuda ona itaat etmek demektir. Kendi aklına uymaya, tâbi olmak denmez. Bir âyet-i kerime meali:

(Allah’a itaat edin, Resulüne ve sizden olan ülül-emre itaat edin!) [Nisa 59]


Yine Nisa suresinin 83. âyet-i kerimesinde, ülül-emre uyulması, sorulması gerektiği bildiriliyor.


Bu âyet-i kerimelerde geçen ülül-emrin âlimler demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)


Peygamber efendimiz de, âlimleri rehber edinmemizi emrediyor. İki hadis-i şerif meali şöyledir:

(Âlimlere tâbi olun!) [Deylemi]


(Âlimler birer kılavuz, birer rehberdir.) [İ. Neccar]


Âlime tâbi olunca, kendi görüşümüzü, kendi aklımızı bırakmamız gerekir. Kendi görüşümüzde ısrar edersek, âlime tâbi olmamızın ne önemi olur ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hediye*, başlı başına bir *Sevap* dır, sadaka sevâbıdır. En büyük *Sadaka* da, birine bir şey vermekdir. Verenin ömrünü uzatır efendim. 


Allahü teâlâya çok *Şükr* edelim ki bize, kendi dînine *Hizmet* yolunu açdı. Kendi *Dînine* hizmeti, bize *Nasîb* etdi. Allahın kullarına yapılan her türlü hizmet makbûldür. 


Meselâ birine *Yemek* yedirmek veyâ *Para* vermek, *Sıkıntısı* varsa, gidermek, hattâ bir mü’mine gülümsemek bile *Sevap* dır.


Ama, birine bir *Kitap* vermek veyâ verilmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Kıymetli* dir, daha makbuldür. Yâni bir insanın dînini öğrenmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Sevap* dır. 


Onun için, bir kimsenin tek maksadı, yegâne gâyesi bu ise, onun her nefesi *İbâdet* dir. O kimse, tam *Cihâd* ın içindedir, mübârek olsun. 


Biz, o *Büyükler* den değiliz, ama o büyüklerin *Sözleri* ni yayıyoruz, *Kitapları* nı yayıyoruz kardeşim. Hepimiz, o büyükleri *Seviyoruz*. 


O büyükleri *Seven*, eğer harâm işlemez ve haram da yemezse, o büyüklerin kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir, *Allah sevgisi* demekdir. 


Duâsının kabûl olmasını istiyen, bu büyükleri *Sevsin*, ismini *Ansın*, kitâbını *Okusun*. Bu, çok mühim kardeşim.


Bu *Büyükler* sevilince, *İsmi* anılınca, *Kitâbı* okununca, Allahü teâlâ merhamet eder, duâsını *Kabûl* buyurur. Bir mü’min, bir mü’mine *Selâm* verirken;


Bütün *Peygamber* lere, bütün *Melek* lere, bütün *Eshâb-ı kirâma* ve *Evliyâ* nın hepsine de selâm veriyorum diye düşünürse, bunların hepsi de o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Bâzı meleklerin husûsî *Vazîfesi* olduğundan cevap veremezler. Çünkü kimi *Kıyâm* da, kimi *Rükû* da, kimi *Secde* de, kimi de başka mühim bir *İşte* dir. 


*Bütün Meleklere* diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. Efendi hazretleri buyururdu ki: *Keşke diğerlerinin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*.

Amberiyye Mescidi

 Osmanlı sultanları bazı sebeplerden dolayı hac görevlerini yerine getirmezlerdi. Bundan dolayı yerlerine bazı kimseleri Hac’a gönderirlerdi. Bir hac mevsiminde sultan Abdülhamit han, hac farizasını yerine getirmek üzere vezirini görevlendirir. Yıldız sarayından vezirini dualarla ve kutlu toprakların insanlarına verilmek üzere türlü türlü hediyelerle uğurlar. Ve vezirinden bir istekte bulunur. Hac dönüşünde Ravza-i Mutahhara’dan’ bana bir avuç toprak getir’ der.


Vezir, hac ibadetini yerine getirir. Mekke-i Mükerreme de tavaf eder. İslam dünyasından gelen Müslümanlarla tanışır. Büyüklere saygılı, küçüklere sevecen davranır. Fakirlere, Sultan’ın vermiş olduğu emanetleri dağıtır. Arafat’ta vakfeye durur. Mina’da şeytan taşlar. Mekke’den Medine’ye giderken, peygamberimizin çektiği sıkıntıları düşünür. Baki Kabristanı’nda dünyanın geçiciliğini anlar. Vezir, hac görevini tamamlar. yorgun bir şekilde, Arafatta ilahı affa uğramış yüzlerce hacı birlikte İstanbul’a gelmek için trene biner. Trende padişahın ricası aklına düşer. Tren hareket etmek üzeredir. Mescidi- nebeviye gidip toprak almaya zaman kalmamıştır. Trenden inerek istasyonun yanındaki boş araziden bir avuç toprak alır.


İstanbul’a vardığında padişah onu bir kardeşi gibi karşılar. Sarılır. Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem)in kokusunu hissetmeye çalışır. Ve sözü, Ravza-i Mutahhara toprağına getirir. Vezir, kadife bir kesenin içine koyduğu toprağı sultan Abdülhamit Han’a verir. Abdülhamit han itinalı bir şekilde ve hürmet ile toprağı avuçlarının içine alır. Koklar, bir daha koklar… Döner, Vezir’ine’bu toprağın amberi var. Lakin miski yok’ der. Vezir şaşırır. Ve doğruyu itiraf eder. Bunun üzerine padişah, vezir’in toprak aldığı yere bir mescit inşa edilmesini talep eder. Bir sonraki hac mevsimine kadar Medine-i münevvere tren istasyonu karşısına beyaz kubbeli mescit inşa edildiğinde ismi hazırdır: Amberiyye Mescidi.....

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım

 Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz Buyurdu ki:

Şeytan yalan yere yemin etti

Âdem aleyhisselâmın Cennet’ten çıkarılmasının sebebi, şeytanın yemin etmesi oldu. Yani şeytan yemin etmeseydi, Âdem aleyhisselâm inanmazdı ona. Âdem aleyhisselâm, “Allahü teâlânın  ismine yemin eden, yalan söyleyemez” diye düşündü. Şeytan, “Bu meyveden yersen, burada ebedî kalırsın. Vallahi bunda şifâ var” dedi ve Allah’ın ismine yemin etti. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm meyveyi yedi.

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım. Allahü teâlânın ismini üç beş paralık dünya için kullanmamak lâzım. Hele yalan yere yemin etmek çok tehlikeli. Daha büyük tehlike olamaz.

Allahü teâlâ onu zayi etmedi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Fransız* büyük elçisi, yardımcıları ile birlikde *Piyerloti* de kahve içiyor. Oradan aşağı inerlerken Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Câmisi* ni ve *Evini* görüyor. Diyor ki: *Burası nedir?* 


Diyorlar ki: Efendim, burda bir İslâm âlimi oturuyor. Büyükelçi; *Allah Allah, gitsek kabûl eder mi?* diye soruyor. Soralım diyorlar. Ve gidip soruyorlar. 


*Efendi* hazretleri kabûl ediyor ve onları, gâyet *Şık* bir kıyâfetle karşılıyorlar, berâber *Çay* içiyorlar. Hâl hâtır sordukdan sonra *Efendi* hazretleri buyurmuşlar ki: 


*Siz Alman’lara mağlup oldunuz. Onlar Pârise girdi. Bu mağlûbiyetinizin sebebini biliyor musunuz?* 


Büyükelçi, *Bilmiyorum* demiş. Efendi hazretleri, *Peki öyleyse ben söyliyeyim!* buyurmuş ve şöyle anlatmış:


Siz *Krallığı* bırakdınız, *Demokrasi* ye geçdiniz. Hâlbuki kral, *Baba* gibidir, ülkesine *Sâhip* dir ve milletine bir *Baba* şefkatiyle bakar. 


Ama dört senede bir *Seçimle* gelen kişiler, daha yarısındayken, *Kendi* hesaplarını yapmaya başlar. Memleket meselesi, *İkinci* dereceye kalır. Kaybetmenizin sebebi işte budur, buyurmuş. 


Adam hayret içinde ayağa kalkmış ve *Vallahi doğru!* demiş. *Siz bunları nerden biliyorsunuz?* demiş. İşte böyle kardeşim. Bu büyükler, herşeyi, herkesden daha iyi bilirler. 

********

Efendi hazretleri, *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Bu *Cümle* yi kullandılar kardeşim. Bizzât işittim. Ben zâyi oldum, buyurdu. *Efendi* hazretlerinin bu sözü, *Gayretullaha* dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim!* buyurdu. Ve işte bütün bu *Âbiler*, bütün bu *Hizmetler* ondan sonra meydana geldi. 


Bütün dünyaya, milyonlarca *Kitâbın* dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum!* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Velhâsıl bütün bu *Hizmet* ler, bu *Gayret* ler, hep Efendi’nin *Bereketi*, Onun *Himmeti* ile meydana geldi kardeşim. Allahü teâlâ, Onu *Zâyi* etmedi.