İmâm-ı Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin esasları

Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî’dir. (Diğeri İmam-ı Eş’aridir)  Semerkand’ın Mâtürid kasabasında doğup,  944’de Semerkand’da vefât etti.


İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan naklederek izah ve isbât etti.


Yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek Müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır.


Peygamber efendimiz; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu.


Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.


İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:


“Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Herşeyi, O yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da ezelidir.


Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Mahluk değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur.


Allahü teâlâyı mü’minler Cennette görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeği akıl anlıyamaz.


Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işde, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te’sîre “kesb” denir.


Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.


İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur.


Dîni delîller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, icmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukâha. Avamın delîli müctehidin fetvâsıdır.


Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette herşeyin yok olması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır.


Cennet, mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış; Cehenmem kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhırete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmıyacaktır.


Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.


Muhammed aleyhisselama îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.


Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.


Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir.


Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.


Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. (Bid’at, dine sonradan ilave edilen şey demektir.)


Mest üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.”


Bu hususların çoğunu günümüz ilahiyatçıların haylisi kabul etmez. Buna rağmen, imam-ı Matüridi ve İmam-ı a’zam Ebu Hanife sempozyumları düzenlemeleri düşündürücü değil mi?

Çay ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri

Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri ,çayı çok severdi. Yoğurtla beraber ve tek şekerli açık içerdi. Saatin aksi istikâmetinde karıştırır; dibinde biraz şeker kalınca karıştırmayı bırakırdı. Çay bittiğinde dibinde şeker de kalmamış olurdu. Çayı, bardağı baş, üçüncü ve dördüncü parmaklarının arasına kıstırarak içerdi. Çay “lebrenk (dudak renginde), lebrîz (dudaktan taşan) ve lebsûz (dudak yakan) olmalı” derdi ve “bir bardak ne kadar küçük ve ince olursa, çayın lezzeti o kadar büyük olur” buyururdu. [Seyyid Fehim efendi çayı çok sever ve buyururdu ki: “Çay, Resulullah efendimizin zamanında olsaydı, sünnet olurdu. Çünki sohbete sebeptir.”] Tütün içmez, ancak zaman zaman mübahlığını göstermek üzere eline çubuk alıp bir iki nefes çektiği olurdu. Yoğurdu çok sever, üzerine bal koyup yerdi. Ehibbâdan Râmi’de terzi Muhyiddin efendi taze yoğurt getirirdi. Van’dan otlu peynir gelirdi. Efendi hazretleri peynir demezdi de, şark şivesiyle “piynir” derdi. Hatta peynirleri alır, ekmek lokmasını iki kat edip sarar, öyle yerlerdi. Ekseriya sabah kahvaltısında çay, yoğurt, peynir ve domates bulunurdu. Efendi hazretleri bamya yemeğini ve domates dolmasını severdi. Yağda yumurtayı da severdi, üzerine yoğurt kordu. “Kızgın yağın zehirine karşı yoğurt panzehirdir” buyururdu. Makarnanın ve pilavın üzerine eliyle peynir ufalardı. Tabağına yemeği az alır; ekmeği bunun üzerine bükerek parçalar; severse yine alır; yutmadan yeni lokmayı yemezdi. Havucu da çok severler; “Al sarıyı, ver sarıyı” [yani bir havuç tanesi bir altın da olsa, alın] buyururlardı. Zeytinyağlı pek yemezlerdi. Dergâhda yemekler Van’dan gelme sade yağ veya Urfa yağı ile yapılırdı. Efendi hazretleri, “yemeği gösteren yağıdır” derdi. Abdülhakîm efendi, yemeklerden sonra, şu düâyı okurdu: (El-hamdülillâhillezî eşbe’anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at’im-hüm kemâ at’amûnâ!). Efendi hazretleri masada ve ayrı ayrı tabaklarda yemek yerler, çatal-kaşık kullanırlar, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yerlerdi. Va’zlarında ve hususî sohbetlerinde sık sık: Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevkı’ ve hürmet sâhibi olan kimseler gibi giyininiz! Halâl olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzûmu kadar kullanınız! Gitdiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle islâmın vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! Çeşidli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedeninizi, nefslerinizi râhat ve hoş tutunuz!” buyururdu.

Hala Sultan (Ümmü Hırâm)

Ümmü Hırâm (radıyallahü anha) Ensârın (Medîneli Müslümanların) büyüklerinden olan Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) teyzesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin de teyzeleri tarafından akrabâsı olup süt teyzesidir. 647 (H. 28) senesinde Kıbrıs’ta şehid oldu... RESÛLULLAHA HİZMETLE ŞEREFLENDİ

Ümmü Hırâm, İslâmiyetten önce Amr bin Kays ile evlendi. Ondan Kays ve Abdullah adlı iki oğlu oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğe başlayınca Müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince ayrıldılar. Daha sonra Ensar’ın büyüklerinden olan Ubâde bin Sâmit ile evlendi. Nikâhlarını Peygamber efendimiz kıydı. Bu evlilikten de Muhammed adında bir oğlu oldu. Medîne-i münevveredeki evini Resûlullah efendimiz ziyâret eder, o ise Resûlullah efendimize ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi... 

Peygamber efendimiz bir ziyâreti esnâsında evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. Ümmü Hırâm; “Yâ Resûllallah! Niçin güldünüz?” diye sorunca Peygamber efendimiz; “Yâ Ümmü Hırâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gâzaya gider gördüm” buyurdular. “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de onlardan olayım” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle” diye duâ buyurdular...

Hazret-i Osman zamânında hazret-i Muâviye’nin emrinde Kıbrıs Adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Sâmit’le birlikte gönüllü olarak katılan Ümmü Hırâm seksen altı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa katlanarak Kıbrıs Adasına geçti. Şiddetli çarpışmalar oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı. Rum donanması kaçınca çarpışmalar sâhilde devâm etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle iç kısımlara daldılar... 


“MÜJDEYE KAVUŞMAK ÜZEREYİZ”

Askerlerle birlikte savaşa katılan Ümmü Hırâm genç askerleri gayrete getirmeye çalıştı. “Resulullah efendimizin müjdesine kavuşmama az kaldı” diyerek düşman üzerine atını sürüyordu. Ümmü Hırâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek şehid oldu. İslâm ordusu da zafere ulaştı... 

Ümmü Hirâm’ın kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adasını 1570 (H. 978) senesinde fethedince, Ümmü Hırâm’ın kabrini îmâr ettiler. “Hala Sultan” adını verip kabri üzerine bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaptırdılar...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, her insanın, doğumundan ölünceye kadar yapacaklarının hepsini *Ezel* de biliyordu. Hepsini biliyor. Meselâ *Kâfirler* in, sonsuza kadar yaşasalar da, yine *Îmân* etmiyeceklerini biliyor. 


Yâni bir kâfirin, sonsuz hayâtının bir devresinde *Îmân* edeceğini bilse, o kimse sonsuz yanmakdan kurtulur. Nitekim *Mıhrik* böyle kurtuldu. 


Fakat Cehennemde *Sonsuz* yanacakların hiçbirinin kurtulma *Ümîdi* yok. Neden yok? Çünkü *Elli* sene değil, *Elli katrilyon* sene yaşasa, hattâ *Sonsuz* yaşasa, gene *Îmân* etmiyecek. Yine *Kâfir* olacak. 


Herhangi bir gün îmân etme İhtimâli olsa, sonsuz yanmıyacak. Ama yok. Îmân etme ihtimâli *Yok* ve cenâb-ı Hak, bunu *Biliyor*. 


Hiçbir zaman, hiçbir şekilde *Îmân* etmiyeceğini, Allahü teâlâ *Ezel* de biliyor. Hayâtının her hangi bir devresinde îmân edecek olsa, sonsuz yanmakdan kurtulacak, ama böyle bir *İhtimâl* yok. 


Kâfirlerin *Sonsuz* yanmalarının sebebi, işte bu. Sonsuz yaşasalar da yine *Îmân* etmiyeceklerini, Allahü teâlâ *Biliyor*. 


********

*Kitap* vermekde, dört türlü *Sevap* var kardeşim. Birincisi, *Hediye* sevâbı. Adam oturuyor köyünde, ona bir *Kitap* geliyor, hem de parasız, *Hediye* olarak. 


İki, hediyeyi aldığı zaman bu adam *Seviniyor*. Bir mü’mini sevindirmek, *Allahı* sevindirmekdir. Bu da ayrı bir *Sevap*. Sonra, gönderdiğiniz kitap, bir roman değil.


Hikâye değil, bir *Din kitâbı*. Yâni ilim yayıyorsunuz. İslâmiyeti öğretiyorsunuz. Bu da *Cihâd* dır, mal ile cihad. Çünkü *Para* sarf ediyorsunuz. 


En mühimi de, *Emr-i mâruf* yapıyorsunuz. Emr-i mâruf sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, *Deryâ* da bir *Damla* bile değildir. Bir de emr-i mâruf yapmış oluyorsunuz. Ne güzel işte. Bir *Taş* la kaç *Kuş*. 


********

Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvetli*, müslümânlar ise *Zayıf* ve çalışmıyor. Ne demişdik? Düşmanda olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf* inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emri* ni düşünen, yapan *Yok*. Evet, kendisi ibâdet ediyor. Fakat din kardeşlerinin fısk-ı fücûra, zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaaz, çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük emr-i mâruf nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek* dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim vazîfemiz, *Doğru* yu bildirmekdir kardeşim. Nasıl bildireceğiz? *Kitap* vermekle. Bu kitapları dağıtmak, en büyük *Cihad* dır. En güzel *Emr-i mâruf* dur. 


*Hidâyet*, Allahın elinde. *Kalpleri* çeviren, Allahü teâlâdır. Bu gün, birine bir *Namaz Kitâbı* vermek, insana yüz *Şehîd sevâbı* kazandırır. Yüz şehîd sevâbı. 


Yâni *Yüz* defâ, Viyana kapılarına kadar gidip, düşmanla dövüşüp, kan revân içinde *Şehîd* düşen askere verilen sevâpdan, *Bin* kat fazla *Sevap* alır. Niçin? 


Çünkü bu, hem *Emr-i mâruf* dur, hem de *Cihâd* dır. Asker inki ise yalnız cihâd. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında cihâd sevâbı, *Deryâ* nın yanında *Damla* gibi kalır. 


********

Bakın kardeşim evleniyorsunuz. *Hanımla* iyi geçinmeniz lâzım. Onu *Üzmemek* lâzım. 


Çünkü hanım, erkeğe *Emânet* dir. Allahü teâlânın emânetidir. Mutlaka onunla *İyi* geçinmeli. Peki, nasıl iyi geçineceğiz? 


İyi geçinmenin, *Çâresi* var, *Yolu* var kardeşim. Nedir o? Kadınlar *Hassas* dır, *Nâzik* dir. Onu üzmemeye bakın, anlaşmaya çalışın. 


Meselâ ona, sevdiğinizi söyleyin. *Seni seviyorum* deyin. Ayrıca *Tenkit* etmek yok, *Münâkaşa* hiç yok. Ne derse *Peki* deyin.


Ama bunun da bir *Sınırı* var kardeşim. *Şer’î* sınır içerisinde her dediğini yapın. Sınıra yaklaşıldığı zaman kesin *Tavır* koyun. 


Yâni *Dînî mevzû* larda sizin dediğiniz olsun. Diğer işlerde, o ne derse öyle yapın. Onu üzmeyin. O zaman *Mutlu* olursunuz. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hilmi! Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm. 


Hemen ardından da; *Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında, münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden nedir bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da, -hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım!* demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit *Çocuk* imiş. Bunu duymuş.


Ve gidip, Peygamber aleyhisselâma söylemiş. Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz, hemen babasına koşmuş. 


Ve olanca hiddetiyle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile! Demediysen, demediğini söyle!* demiş. O da korkup, söylediğini *inkâr* etmiş. 


Bir de *Yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini çok iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için İzin istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine, münâfık babasına koşmuş ve yolunu kesip, yine olanca hiddetiyle; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir demedikçe, sana hayat yok!* demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

********

*Efendi* hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri *ameliyat* olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; 


*Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. Ben de cevâben; 


*Efendim, sizin, onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz!* buyurdular.

********

Şimdiki Lise hocaları hep *Çocuk*. Bizim zamânımızda oturaklı *Hocalar* vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce *Müdürlük* yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük* dü. Ama ne zamana kadar? *Efendi* hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi* hazretlerini gördüm, *Sohbetini* dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, *Efendi* hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hâtim-i Esâm

Evliyânın büyüklerindendir. Belh şehrinde doğdu. Doğum târihi kesin belli değildir. Hâtim-i Esâm, Şakîk-i Belhî’nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh’in hocasıdır. 237 (m. 852) senesinde Vaşcer’de vefât etmiştir.
Kendisine “Esâm” (kulağı duymaz) denilmesinin sebebi şudur: “Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esâm o şahıs utanmasın diye “Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum” dedi. Bu yüzden ona Esâm denilmiştir.
BİRAZ MÜHLET TANI
Muhammed Râzî anlatır? “Senelerce Hâtim-i Esâm’ın hizmetinde bulundum. Sadece bir kere hariç, hiç kızdığını görmedim. O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış, “Malımı alıp yedin, parasını ver” diyordu. Hâtim bunu görünce, “Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı” dedi. Fakat bakkal, “Olmaz” diye dayattı. Bunun üzerine çok sinirlenen Hâtim-i Esâm, yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın ortası altınla doldu. Hâtim-i Esâm bakkâla: “Alacağın ne kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin kurur” dedi. Bakkal alacağını aldı: Fakat para hırsından biraz daha almaya kalkınca derhal eli kurudu ve çolak oldu.
Buyurdu ki: “Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya isyân edince, kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın olmayışındandır.”

NAMAZI GÜZEL KILIYOR MUSUN?
Rebâh bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ bin Yûsuf bir mecliste konuşan Hâtim-i Esâm’a uğradı ve şöyle sordu: “Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?” Hâtim, “Evet” dedi. O, “Nasıl kılıyorsun?” diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: “Emre uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum, tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı Allaha hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölmek kadar onu muhafaza ediciyim.” Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf: “Sen namazını güzel kılıyorsun” buyurdu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ *Bizim Kitap* larımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın *Dînini* öğretenlere veyâ öğretilmesine *Sebep* olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk* ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


Allah Allaaah! Bu *Köşkler*, acabâ hangi *Peygamber* in köşkü? Hangi *Evliyâ* nın köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


Bizim *Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet *Âlimleri* nin kelâmlarıdır. O *Büyükler* in sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *Tam İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin* den fazla kıymetli *Kitâplar* dan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek* den, tek tek toplanarak yapılan tatlı ve şifâlı *Bal* gibidir kardeşim. 


Bu *Tam İlmihâli* okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine *Cevap* olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, Bu güne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu *Kitâbın* içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl* dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm de, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. *Benim İşim* bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, *1000* defâ da dinleseniz, *1001* inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler* in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz *Nûr* lanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalp* dir.

Ebû Bekr-i Şiblî Hazretleri

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, Büyük velîlerdendir. 861 senesinde Samarrâ’da doğdu. Bağdât’a gelip, buraya yerleşti. Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebesidir. Aynı zamanda Mâlikî mezhebinin fıkıh âlimlerinden olup, İmâm-ı Mâlik’in Muvattâ’sını ezbere bilirdi. Zamanının bir tânesi olan Ebû Bekr-i Şiblî 945 (H.334) senesinde Bağdât’ta vefât etti. BİR HADİSİ SEÇTİM

Şiblî hazretleri buyurdu ki: “Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünkü, kurtuluşu ve ebedî seâdete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerîf şudur: Peygamber efendimiz bir Sahâbîye buyurdu ki: “Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya muhtâç olduğun kadar itâat et! Cehennem’e dayanabileceğin kadar günâh işle!”

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri güneş batarken güneşin sararmasına, şöyle bir benzetme yapardı: “Tıpkı mümin de böyledir. Dünyâdan göçeceği zaman, varacağı makam sâhibinden çekindiği için, nasıl karşılanacağını bilmeyip, böyle sararır.” Sonra da ilâve edip: “Gün doğarken de, çok aydın olarak doğar. Bu da, bir müminin öldükten sonra kabrinden kalkışına benzer. Bir mümin kabrinden kalktığında, yüzü güneşin doğduğu gibi parlar.”

“Cehennemlik olmanın alâmeti; Allahü teâlânın rızâsı için bir fakire bir parça ekmek vermemek. Fakat nefsin isteklerini tatmin etmek için, bir ziyâfette yüz altın harcamaktır. Cennetlik olmanın alâmeti ise bunun tam tersidir.”

Bir âh çekerek vefât etti

Bir gün, Ebû Bekr-i Şiblî; “Allah Allah!” deyip duruyordu. O sırada bir genç; “Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek, “(Lâ ilâhe) der de (illallah) diyemeden vefât ederim diye korkuyorum.” dedi. Bu sözler gence çok dokundu ve orada bir âh çekerek vefât etti.

Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Seyyid Alâüddîn Efendi’nin torunudur. 1062 (m. 1652) senesi Receb ayında İstanbul’da doğdu. 1160 (m. 1747) senesinde İstanbul’da vefât etti. Sünbül Efendi dergâhının bahçesine defnedildi.

Nûreddîn Efendi altı yaşında iken babası vefât etti. Küçük yaşta öksüz kalan Nûreddîn Efendi, zamanın büyük velîlerinden olan Şeyh İbrâhim Nakşî Sünbülî hazretlerinin terbiyesinde yetişti. Yirmiyedi yaşında hocasından aldığı maddî ve manevî ilimleri tamamlayarak hilâfet makâmına yükseldi. Hocasının vefâtı üzerine Sünbül dergâhının şeyhi oldu. Bu dergâhda altmışdokuz sene yedi ay insanlara doğru yolu gösterdi ve talebe yetiştirdi. “EVLADIM HOCANLA OL!”

Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi, birgün Sünbül Efendi dergâhına gelerek, Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebelerinin hâllerine imrenerek bakıyordu. Kendi kendine; “Keşke Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebesi olsaydım” demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaşça o talebenin yanına geldi ve; “Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme” buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşf etti. Hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

Buyurdular ki:

“Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır.”

“Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir.”


SABRIN ALAMETİ

“Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir.”

“Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü Hakk’a dönmüş olmanın alâmetlerindendir.”

Nûreddîn Efendi, talebeleri ile birgün Allahü teâlâyı zikrederken, herkesi hislendiren derin bir; “Allah!” dedi. Sonra da vefât etti. Vefâtına zamanın pâdişâhı Birinci Sultan Mahmûd Hân ve bütün halk üzülerek göz yaşı döktüler. Cenâzesi, Fâtih Câmii’ne götürüldü. Cenâze namazını Şeyhülislâm Zeynel’âbidîn Efendi kıldırdı. Cenâzesi çok kalabalık oldu. Nûreddîn Efendi’yi kabre, Sadr-ı a’zam Mahmûd Paşa indirdi. Daha sonra mezarının üzerine bir türbe inşâ ettirildi.

YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK

Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'danKonya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.