Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) buyurdu: "Biz zelîl bir kavim idik, Allahu Teâlâ bizi İslâm ile azîz etti. Her ne vakit Allahu teâlâdan, bizi azîz ettiği şeyin gayrisiyle izzet taleb edersek, Allahu teâlâ bizi zelîl eder". Ne muazzam bir teşhîs ve ifâde!
-"Ok [silah] atmasını öğrenip de unutan bizden değildir". Hadîs-i şerîf.
Ey sırr-ı ilâhîyi öğrenmek isteyen, bil ki, âfâk âleminde [kendi dışındaki âlemde] ne varsa, enfüs âleminde [insanın kendisinde] de vardır. Âfâkta kıyamet alâmetleri olduğu gibi -ki Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuştur- insan âleminde de vardır. Ve bize bilmesi lâzım olan kendi vücûdumuzda olandır. Yoksa âfakta [kendi dışında] olacak olana bakmaktan ele ne geçer.
Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi, diğer peygamberler de ümmetlerini Deccâl ile korkutmuşlardır, diye buyurulan hadîs-i şerîfde, enfüsî olmasını iş'âr ederler. Zirâ Deccâl meşhûrdur. O peygamberler kendi zamanlarında zuhûr etmeyeceğini bilirlerdi. Bildikleri halde, niçin ümmetlerini ondan korkuttular. Halbuki o peygamberler cehilden ve yalandan beri idiler. Zerre imanı olan bunda şübhe etmez.
Şimdi evvelâ sarı ırk çıkmak, insanda hayvânî sıfatların zuhurundan ibârettir. Zirâ insanda en evvel yaratılan bu sıfatlardır.
Ye'cûc me'cûc çıkması, insanda ahlâk-ı zemîmenin ve fâsid insanların tamamen ortaya çıkması ve hucûmundan ibârettir.
Deccâl'in çıkması, akl-i meaşın [dünya aklının] rubûbiyyet sıfatına bürünüp, kibir ve istilâ ile ve yükseklik, yücelik arzusuyla zuhûrundan ve; Hazret-i Îsa aleyhisselâmın yere inmesi kinayedir, akl-ı meadın [âhıret aklının] yakîn nûru ile zuhurundan ve Deccâl'i öldürmesi ibârettir onun hükmünü ibtâlden. Nitekim Şeyh Sadreddin Konevî buyurdular ki, Deccâl dünyânın hakîkatinin görünüşüdür. Onun içindir ki, sağ gözü kördür, ya'nî hakkı görmez. Hazret-i Îsa aleyhisselâm âhıretin hakîkatinin aynasıdır, görüldüğü yerdir. Onun zuhûru vakti öbür fecrin tulu'u zamanıdır.
Mehdî'nin çıkması, akl-ı küllün yardımından ve rûh-i azamın zuhurundan ibârettir ki, o ruh hassaten Rahman'ın üfürmesiyle olur. "Ona rûhumdan üflediğim zaman" [Hicr-29] bu ruha işarettir. Bu rûhu mürşid-i kâmil, Allahu teâlâdan halîfe olup tâlibe üfler. Buna mâye-i Muhammediyye [Muhammedilik özü] de derler.
Dâbbet-ül ardın çıkması, nefs-i levvâmenin zuhûrundan ibârettir. Bir elinde Mûsâ'nın asâsı, bir elinde Süleyman aleyhisselâmın mührünün bulunması ve gadabla müminin yüzünü sığayıp Cennet ehli olduğu ve mührü kâfirin yüzüne dokundurup kâfir olduğunu bildirmesi odur ki, nefsin bir yüzünün nefs-i mülhimeye, bir yüzünün nefs-i emmâreye olduğudur. Saîd imkânı vardır. Mülhimeye tâbi' olursa, saîd olduğu anlaşılır ve hâlinin salah üzere olduğu yüzünden okunur. Emmâreye tâbi' olursa, şakî olduğu bilinir de, fesâd hâli yüzüne bakanlar tarafından okunur.
Güneşin batıdan doğması, rûhun bedenden mufârakatından [alakasını kesip, ayrılmasından] ibârettir. Zirâ cisme taalluk ettiği zaman dolundu; taallukü kesilince, yine mağribden doğdu.
Bu sözleri duymak için, kişinin aşağı tabîati ile semâvat-ı melekûta vülûc etmesi [girmesi] gerektir. Âlem-i melekûta yol bulmak için iki kere doğmak gerektir. Bir kere anasından, bir kere kendinden nitekim Îsâ aleyhisselâm buyurmuşlar: "İki kere doğmayan, göklerin ve yerin hakîkatine eremez". Ya'nî eşyanın cevherini anlayamaz, nefsini ve Hakkı tanıyamaz.
İşte kişinin nefsinde [kendinde], bulunan bu enfüsî kıyâmet alâmetlerini,sülûk ehli anlayabiliyor. Avam halk bunlardan bîhaberdir". "Onlar hayvan gibidir, belki de daha sapık" onlar hakkındadır.
Peygamberlerin rumuz ve işâretlerini anlamak insan-ı kâmil işidir. Onların sözünü dinleyen, dünyada ve âhırette onların yoldaşıdır. Dinlemeyen ise, hiçbir şey değildir.
(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı 2.cild,sf: 306-307)