KABİRLERDE KUR’ÂN OKUMAK

 Vehhâbî ve mezhebsizlerin zehirli sözlerine aldanarak “kabrin başına gidip Kur’ân okumak dinde yoktur, uydurmadır” diyenlere cevab olarak:

Târih-i Taberî’de bildirilmektedir ki; Ebûbekr-i Sıddîk (radıyallahu teâlâ anh) hazretleri, her gün sabah nemazını mescidde kılar, ardından Resûlullah’ın (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) kabr-i şerîflerinin bulunduğu odaya girerdi. Kapısı mescide açılırdı. Orada okur ve dua ederdi.”

Bu mes’elede an açık delîl budur.


(Takvâ Yolu, sh 314)

Ölü yıkanmadan başında Kur'ân okunmamalı

Takvâ Yolu kitabının 300. sahifesinde buyruluyor ki;

“Ölünün akraba ve komşularına, ölüyü yıkamadan önce yanında Kur’ân okumamalarını, yıkandıktan sonra Kur’ân-ı kerîmin şânını ta’zîm için okumalarını bildirmelidir.”

İNSANIN KENDİ BÜNYESİNDE BULUNAN KIYAMET ALAMETLERİ

 Ey sırr-ı ilâhîyi öğrenmek isteyen, bil ki, âfâk âleminde [kendi dışındaki âlemde] ne varsa, enfüs âleminde [insanın kendisinde] de vardır. Âfâkta kıyamet alâmetleri olduğu gibi -ki Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuştur-  insan âleminde de vardır. Ve bize bilmesi lâzım olan kendi vücûdumuzda olandır. Yoksa âfakta [kendi dışında] olacak olana bakmaktan ele ne geçer.


Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi, diğer peygamberler de ümmetlerini Deccâl ile korkutmuşlardır, diye buyurulan hadîs-i şerîfde, enfüsî olmasını iş'âr ederler. Zirâ Deccâl meşhûrdur. O peygamberler kendi zamanlarında zuhûr etmeyeceğini bilirlerdi. Bildikleri halde, niçin ümmetlerini ondan korkuttular.  Halbuki o peygamberler cehilden ve yalandan beri idiler. Zerre imanı olan bunda şübhe etmez.


Şimdi evvelâ sarı ırk çıkmak, insanda hayvânî sıfatların zuhurundan ibârettir. Zirâ insanda en evvel yaratılan bu sıfatlardır.


Ye'cûc me'cûc çıkması, insanda ahlâk-ı zemîmenin ve fâsid insanların tamamen ortaya çıkması ve hucûmundan ibârettir.


Deccâl'in çıkması, akl-i meaşın [dünya aklının] rubûbiyyet sıfatına bürünüp, kibir ve istilâ ile ve yükseklik, yücelik arzusuyla zuhûrundan ve; Hazret-i Îsa aleyhisselâmın yere inmesi kinayedir, akl-ı meadın [âhıret aklının] yakîn nûru ile zuhurundan ve Deccâl'i öldürmesi ibârettir onun hükmünü ibtâlden.  Nitekim Şeyh Sadreddin Konevî buyurdular ki, Deccâl dünyânın hakîkatinin görünüşüdür. Onun içindir ki, sağ gözü kördür, ya'nî hakkı görmez. Hazret-i Îsa aleyhisselâm âhıretin hakîkatinin aynasıdır, görüldüğü yerdir. Onun zuhûru vakti öbür fecrin tulu'u zamanıdır.


Mehdî'nin çıkması, akl-ı küllün yardımından ve rûh-i azamın zuhurundan ibârettir ki, o ruh hassaten Rahman'ın üfürmesiyle olur.  "Ona rûhumdan üflediğim zaman" [Hicr-29] bu ruha işarettir. Bu rûhu mürşid-i kâmil, Allahu teâlâdan halîfe olup tâlibe üfler. Buna mâye-i Muhammediyye [Muhammedilik özü] de derler.


Dâbbet-ül ardın çıkması, nefs-i levvâmenin zuhûrundan ibârettir. Bir elinde Mûsâ'nın asâsı, bir elinde Süleyman aleyhisselâmın mührünün bulunması ve gadabla müminin yüzünü sığayıp Cennet ehli olduğu ve mührü kâfirin yüzüne dokundurup kâfir olduğunu bildirmesi odur ki, nefsin bir yüzünün nefs-i mülhimeye, bir yüzünün nefs-i emmâreye olduğudur. Saîd imkânı vardır. Mülhimeye tâbi' olursa, saîd olduğu anlaşılır ve hâlinin salah üzere olduğu yüzünden okunur. Emmâreye tâbi' olursa, şakî olduğu bilinir de, fesâd hâli yüzüne bakanlar tarafından okunur.


Güneşin batıdan doğması, rûhun bedenden mufârakatından [alakasını kesip, ayrılmasından] ibârettir. Zirâ cisme taalluk ettiği zaman dolundu; taallukü kesilince, yine mağribden doğdu.


Bu sözleri duymak için, kişinin aşağı tabîati ile semâvat-ı melekûta vülûc etmesi [girmesi] gerektir. Âlem-i melekûta yol bulmak için iki kere doğmak gerektir. Bir kere anasından, bir kere kendinden nitekim Îsâ aleyhisselâm buyurmuşlar: "İki kere doğmayan, göklerin ve yerin hakîkatine eremez". Ya'nî eşyanın cevherini anlayamaz, nefsini ve Hakkı tanıyamaz.


İşte kişinin nefsinde [kendinde], bulunan bu enfüsî kıyâmet alâmetlerini,sülûk ehli anlayabiliyor. Avam halk bunlardan bîhaberdir". "Onlar hayvan gibidir, belki de daha sapık" onlar hakkındadır.


Peygamberlerin rumuz ve işâretlerini anlamak insan-ı kâmil işidir. Onların sözünü dinleyen, dünyada ve âhırette onların yoldaşıdır. Dinlemeyen ise, hiçbir şey değildir.


(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı 2.cild,sf: 306-307)

Efendi Hazretlerinin H.Hilmî Bey hocamıza yazmaları için verdikleri defterden bir bölüm

 Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) buyurdu: "Biz zelîl bir kavim idik, Allahu Teâlâ bizi İslâm ile azîz etti. Her ne vakit Allahu teâlâdan, bizi azîz ettiği şeyin gayrisiyle izzet taleb edersek, Allahu teâlâ bizi zelîl eder".  Ne muazzam bir teşhîs ve ifâde!

-"Ok [silah] atmasını öğrenip de unutan bizden değildir". Hadîs-i şerîf.

Ey sırr-ı ilâhîyi öğrenmek isteyen, bil ki, âfâk âleminde [kendi dışındaki âlemde] ne varsa, enfüs âleminde [insanın kendisinde] de vardır. Âfâkta kıyamet alâmetleri olduğu gibi -ki Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuştur-  insan âleminde de vardır. Ve bize bilmesi lâzım olan kendi vücûdumuzda olandır. Yoksa âfakta [kendi dışında] olacak olana bakmaktan ele ne geçer.

Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi, diğer peygamberler de ümmetlerini Deccâl ile korkutmuşlardır, diye buyurulan hadîs-i şerîfde, enfüsî olmasını iş'âr ederler. Zirâ Deccâl meşhûrdur. O peygamberler kendi zamanlarında zuhûr etmeyeceğini bilirlerdi. Bildikleri halde, niçin ümmetlerini ondan korkuttular.  Halbuki o peygamberler cehilden ve yalandan beri idiler. Zerre imanı olan bunda şübhe etmez.

Şimdi evvelâ sarı ırk çıkmak, insanda hayvânî sıfatların zuhurundan ibârettir. Zirâ insanda en evvel yaratılan bu sıfatlardır.

Ye'cûc me'cûc çıkması, insanda ahlâk-ı zemîmenin ve fâsid insanların tamamen ortaya çıkması ve hucûmundan ibârettir.

Deccâl'in çıkması, akl-i meaşın [dünya aklının] rubûbiyyet sıfatına bürünüp, kibir ve istilâ ile ve yükseklik, yücelik arzusuyla zuhûrundan ve; Hazret-i Îsa aleyhisselâmın yere inmesi kinayedir, akl-ı meadın [âhıret aklının] yakîn nûru ile zuhurundan ve Deccâl'i öldürmesi ibârettir onun hükmünü ibtâlden.  Nitekim Şeyh Sadreddin Konevî buyurdular ki, Deccâl dünyânın hakîkatinin görünüşüdür. Onun içindir ki, sağ gözü kördür, ya'nî hakkı görmez. Hazret-i Îsa aleyhisselâm âhıretin hakîkatinin aynasıdır, görüldüğü yerdir. Onun zuhûru vakti öbür fecrin tulu'u zamanıdır.

Mehdî'nin çıkması, akl-ı küllün yardımından ve rûh-i azamın zuhurundan ibârettir ki, o ruh hassaten Rahman'ın üfürmesiyle olur.  "Ona rûhumdan üflediğim zaman" [Hicr-29] bu ruha işarettir. Bu rûhu mürşid-i kâmil, Allahu teâlâdan halîfe olup tâlibe üfler. Buna mâye-i Muhammediyye [Muhammedilik özü] de derler.

Dâbbet-ül ardın çıkması, nefs-i levvâmenin zuhûrundan ibârettir. Bir elinde Mûsâ'nın asâsı, bir elinde Süleyman aleyhisselâmın mührünün bulunması ve gadabla müminin yüzünü sığayıp Cennet ehli olduğu ve mührü kâfirin yüzüne dokundurup kâfir olduğunu bildirmesi odur ki, nefsin bir yüzünün nefs-i mülhimeye, bir yüzünün nefs-i emmâreye olduğudur. Saîd imkânı vardır. Mülhimeye tâbi' olursa, saîd olduğu anlaşılır ve hâlinin salah üzere olduğu yüzünden okunur. Emmâreye tâbi' olursa, şakî olduğu bilinir de, fesâd hâli yüzüne bakanlar tarafından okunur.

Güneşin batıdan doğması, rûhun bedenden mufârakatından [alakasını kesip, ayrılmasından] ibârettir. Zirâ cisme taalluk ettiği zaman dolundu; taallukü kesilince, yine mağribden doğdu.

Bu sözleri duymak için, kişinin aşağı tabîati ile semâvat-ı melekûta vülûc etmesi [girmesi] gerektir. Âlem-i melekûta yol bulmak için iki kere doğmak gerektir. Bir kere anasından, bir kere kendinden nitekim Îsâ aleyhisselâm buyurmuşlar: "İki kere doğmayan, göklerin ve yerin hakîkatine eremez". Ya'nî eşyanın cevherini anlayamaz, nefsini ve Hakkı tanıyamaz.

İşte kişinin nefsinde [kendinde], bulunan bu enfüsî kıyâmet alâmetlerini,sülûk ehli anlayabiliyor. Avam halk bunlardan bîhaberdir". "Onlar hayvan gibidir, belki de daha sapık" onlar hakkındadır.

Peygamberlerin rumuz ve işâretlerini anlamak insan-ı kâmil işidir. Onların sözünü dinleyen, dünyada ve âhırette onların yoldaşıdır. Dinlemeyen ise, hiçbir şey değildir.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı 2.cild,sf: 306-307) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahın dînini yaymak nasıl olur? Bir kelime dahî olsa, öğretmek, bu seâdeti kazandırır insanlara. Hazret-i Alî ne buyuruyor? 


*(Bir kimse, Allahın dîninden bana bir kelime, yâni bir mesele öğretirse, ben onun kölesi olurum)* diyor. 


Îmân, çok kolay kolay korunacak, çok kolay kolay devâm edecek bir unsur değildir. Çok dikkatli olmak lâzım, çünkü hırsızları büyük. 


*Hubb-u fillah* ve *buğd-u fillah*, Allah için olacakdır. Enver âbideki ihlâs, bütün arkadaşlara aks etmiş. 


Çünkü: *(İnsanların dîni, reîslerinin, başkanlarının dîni gibi olur)* buyuruluyor. Onun için arkadaşların ihlâsı, Enver âbi’den geliyor. 


Bugün gazetede resmini görünce sevindik, neş’emiz yerine geldi. Allahü teâlânın gücüne gitmesin, namâzımız bile neş’eli oldu. 


Elhamdülillah, Allahü teâlâ bizi *îmânlı* yaratdı kardeşim. Herşeyi Allahü teâlâ bir sebeple yaratır. Îmânın da çeşidli sebepleri var, ilk sebebi, *ana-baba*. Ana-baba ocağı yâni. 


İlk îmânımızı, anamızdan, babamızdan öğrendik. Ana-baba hakkı çokdur bizim dînimizde. Çok büyükdür ana-baba hakkı. İlk mürşidimiz, onlardır. 


Kalbimize *îmânı* ilk aşılıyan, *Besmeleyi* bize ilk aşılıyan, anamız, babamızdır. Onun için İslâm düşmanları şimdi âile yuvasını yıkıyorlar. (Âile yuvasının yıkılması lâzım) diyorlar.


(İslâmı kökünden kazımak için, âile yuvasını yıkmak lâzım) diyorlar. Hazret-i Alî ne buyuruyor? *(Men allemenî harfen, sayyerenî abden)* buyuruyor. Ne demek bu?


*(Men alleme)*, bir kimse öğretdi, *(nî)*, bana. *(Men allemenî)* bir kimse bana öğretdi. *(Harfen)*, bir harf, yâni bir kelime, dinden bir mesele. Bir kimse bana, islâmiyetten bir mesele öğretirse.


*(Sayyere)*, yapdı, *(sayyerenî)* beni yapdı, *(abden)*, kendine köle. Yâni, *(Bana bir kelime öğretenin kulu kölesi olurum)*. Hazret-i Alî söylüyor bunu. 


Ecdâdımız, analarımız, babalarımız, dedelerimiz, bize bir kelime değil, kaç kelime öğretdiler. İlk mürşidimiz, ilk hocamız kimdir? Analarımız ve babalarımızdır. 


Bize ninni söylerken, *Allah* kelimesini ilk defâ annemizden işitdik. Babalarımız, dedelerimiz, bize masal anlatır, menkîbe söylerlerdi. Sevgili Peygamberimiz’den anlatırlardı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Mahşer)* meydanı, Ortadoğu’da olacak, mahşerin merkezi orası. O zaman dünyâ dümdüz olacak ve Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar her insan, o meydanda toplanacak. 


Yer, beton olacak, tek bir ağaç olmıyacak. Güneş, bir mızrak boyu alçalacak. İnsanlar sıkış sıkış olacak. Zamânı ise, *(elli bin)* âhiret senesi olacak. 


Âhiretin bir günü, dünyânın *(bin)* senesi gibi olacak. Ama bu kadar uzun müddet, ehl-i sünnet bir müslümân için, iki rekât namaz kılacak kadar kısa olacak kardeşim. 


Hele *(mücâhid)* ler, yâni dünyâda iken İslâmın yayılması için çalışanlar, bu süreyi Cennetde geçirecekler. Onlar için hiç sıkıntı yok. 


Bu, zor değil ki, bunu Allahü teâlâ yaratıyor. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun gücünün yetmediği bir şey yokdur kardeşim. 


En büyük günâh, kalb kırmakdır. Kâfire dahî güzellikle emr-i mâruf yapacağız. Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin en son iki kelimesi şu idi: *(Kimseyi incitmeyin!)* 


Dolayısıyla, müslüman olmak, çok güzel bir şeydir. Hakîkî mü’min olmak, kendisinin bir *(Hiç)* olduğuna inanmak ve bütün varlığıyla hizmet etmekdir. 


Kendinin *(hiç)* olduğunu anlıyan bir mü’min, *(kâmil)* bir mü’mindir. 


Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. Kitap okuduk, sohbet etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *(ismi)* nerede anılırsa, ruhları orada hâzır olur efendim. Bakın gelir demiyorum, çünkü zâten oradadır, ismi söylenince irtibât başlar. 


Çünkü rûh zamansızdır, ruh’da zaman yok. Yeter ki o büyüklerin ismi anılsın, hattâ onları düşününce bile, o anda *(irtibât)* kurulur ve istifâde başlar. 


Ne gibi? Radyo dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibât kuruluyor ve yayın başlıyor, onun gibi.   


*(Îmân)* ın bir kişide varlığı veyâ yokluğu nasıl anlaşılır? Bunun birkaç yolu vardır. Bir insanda îmânın asıl varlığı veyâ yokluğu, hubb-u fillah ve buğd-u fillaha bağlıdır. 


Eğer bir insan, Allahın düşmanlarıyla *(dost)* olur, onlarla samîmî görüşür, Allahın dostlarına ise soğuk olur, onlardan uzak olursa, bu adam ne işe yarar ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma; (Siz mi, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı daha güzeldi?) diye sordular. Efendimiz aleyhisselâm cevâbında; 


*(Kardeşim Yûsüf daha güzeldi. Ben ondan daha sevimliyim)* buyurdular. Hazret-i Ebû Bekr radıyallahü anh, bu hususda buyurmuşdur ki: 


(Peygamber aleyhisselâmın güzelliğinin hepsi görülmedi, sâdece bir *(zerre)* si görüldü. Yûsüf aleyhisselâmın ise güzelliğinin *(hepsi)* görüldü.) 


Rûh üç çeşiddir kardeşim: Biri *(bitki)* rûh’u, biri *(hayvan)* rûh’u, biri de *(insan)* rûh’u. İnsana mahsûs olan rûh, arş-ı âlânın altından gelmişdir. 


Bugün, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdında olanların hepsi, ya eshâb-ı kirâmın soyundandır veyâ büyük bir evliyânın soyundandır. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm öyle şereflidir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Çeşitli yerlerden toplandılar. Selmân-ı Fârisî *(Îran)* dan geldi.


Bilâl-i Habeşî *(Afrika)* dan gelip sahâbî oldular. Hâlbuki Resûlullahın en yakın akrabâları, amcaları, *(Îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


*(Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz)* buyuruluyor hadîs-i şerîfde. Dolayısıyle herkes çobandır ve emri altındakilerden mes’uldür. 


Öğretmen *(talebe)* den mes’uldür. İşyeri sâhibi, *(işçiler)* den mes’uldür. Enver Bey de bizim gazetede çalışanlardan ve bütün âbilerden mes’uldür. 


Hubb-u fillah, *(Îmân)* ın alâmetidir kardeşim. Îmânın şartı altı derler. O, inanılacak şeyler altı. Îmânın esas şartı, hubb-u fillah ve buğd-u fillahdır. 


Yâni mü’minleri, ehl-i sünnet yolunda olanları, Allahın dînine hizmet edenleri, Allahın dînine tâbi’ olanları sevmeye, *(Hubb-u fillah)* denir. 


*(Buğd-u fillah)* ise, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemekdir. Kâfirleri, 72 fırkada olanları, Allahü teâlâ sevmez. Çünkü onları Cehenneme sokacak. 


Allah, sevdiği kulunu Cehenneme sokar mı? Elbette sokmaz. Demek ki, onları sevmiyor. Öyleyse biz de onları sevmiyeceğiz. 


Ama sevmemek demek, döğüşmek veyâ kavga çıkarmak demek değildir. Döğüşmek şöyle dursun, münâkaşa etmek bile yok. 


Evet, *(Dost)* larla münâkaşa etmiyeceğiz, *(Düşman)* ları sevmiyeceğiz. Düşmanları sevmiyeceğiz ama, onlarla da münâkaşa etmiyeceğiz.

Antakya

 - " Onlara şu şehir halkını misâl getir" [Yâsin-13] âyet-i kerîmesinde ki şehir Antakya'dır. Kehf sûresindeki şehirden murad da Antakya'dır.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî)

Ecdâd-ı Peygamberî

 - Ecdâd-ı Peygamberî (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  hâmil-i bâr-i nübüvvet [nübüvvet gününü taşıyan] idiler. Nübüvvet taşıyıcılığı putlara tapmağa mâni' idi. Onun için Peygamber efendimizin baba ve dedelerinden hiçbiri puta tapmadı.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî)

Allahu teâlâ çok yüksektir

 - Allahu teâlâ çok yüksektir. İnsanların, meleklerin, cinlerin taakkulünden, tefekküründen, tezekküründen, idrâkinden çok yüksektir.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Kürre-i kamer

 -Kürre-i kamer [ay] günde kırksekiz dakîka güneşten geri kalır.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî)