Mezhep imamına uymak

*Sual: Bir mezhep imamına mı uymalı, yoksa Kur’ân-ı kerime mi uymalıdır?*


Cevap: Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiğini, Hadîka, dil afetlerini anlatırken yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir.

Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh

 Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendi şeydir.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, “Benim için ne amel yaptın?” diye sordukda, “Yâ Rabbî!

Senin için namaz kıldım, oruc tuttum, zekât verdim, ismini çok zikr ettim” deyince, “Yâ Mûsâ,

namazların sana burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün

sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni

aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydası hep sanadır. Benim için ne yapdın?” buyurdukda,

Mûsâ “aleyhisselâm”, “Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!” diye yalvardı. Cenâb-ı Hak:

“Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin

mi?” meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için amelin,

“Hubb-i fillâh” ve “Buğd-ı fillâh” olduğunu anladı.

Bd'atler hep kötüdür

 İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

(Bid’at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bid’atler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur. (m.260)

SEYYİD SÂLİH HAZRETLERİ

Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen büyük âlim ve evliyâların otuz ikincisidir. İsmi Muhammed Sâlih'tir. Babasının ismi Molla Ahmed'dir. Büyük velî Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1865 (H.1281) senesinde Nehrî'de vefât etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin ayak ucundadır.


Seyyid Sâlih, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdersûr'a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurarak Seyyid Sâlih'i yerine bıraktı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk'a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.


Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem'de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.


Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Bir gece, hırsızın biri Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. "Herhâlde bu defâ aydınlık olmaz." düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin pençeresine baktığında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; "Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin." buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlayıp, yaptığına pişmân oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp diğer halîfesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım." dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, kardeşim Sâlih'e götür." buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet ateşinden, amcası; "Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.


Seyyid Sâlih, 1865 (H.1281) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi ağabeyim Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabr-i şerîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek ayakları başamın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehîm'e tâbi olun." buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş taşıdır.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin nesli, Seyyid Nûreddîn ve Seyyid Muhammed Emin isminde iki oğlu vâsıtasıyla devâm etmiştir.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin vefâtından sonra yerine Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri geçip vazîfesini devâm ettirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesîle oldu. Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Azrâil, Girit'e oradan da Brezilya'ya hicret edip orada İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Şeyh Azrâil'in kızı, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin zevcesi ve Seyyid Reşîd Efendinin annesiydi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah, bu büyük *(Ni’met)* in karşısında, dünyâ *(Zevk)* leri, dünyâ *(Mal)* ları ne kalır ki, *(Hiç!)* 


Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, *(Varlığı)* na ve *(Yokluğu)* na hiç üzülmemelidir kardeşim. Olsa da *(Hiiiç)*, olmasa da *(Hiç)*. 


*(Allah dostları)* nın isimlerini öğrenmek, Onların varlığına inanmak, Onların buyurduklarına inanmak, bu asrın en büyük *(Kerâmet)* idir. 


Çünkü artık inanan kalmadı. Dinliyen zâten yok. Onun için, biz çok *(Şanslı)* yız kardeşim. Biz çok şanslıyız. 


Çünkü Allahü teâlâ bizi *(İnsan)* olarak yaratdı. Sonra *(Müslümân)* olarak, yâni Muhammed aleyhisselâmın dîninde olarak yaratdı. 


Üçüncü olarak *(Ehl-i sünnet)* îtikâdında yaratdı. Dördüncü olarak da en çok sevdiği kullarını, yâni *(Allah dostları)* nı tanıtdı. Bu dört maddeden dolayı çok şanslıyız. 

● ● ●

Hiçbir ev *(Temel)* siz olmaz. Hiçbir ağaç *(Kök)* süz olmaz. İsterse en büyük evliyâ olsun. 


En önce yapılacak şey, ehl-i sünnete uygun, doğru bir *(Îmân)* ele geçirmekdir. İşte bu, *(Temel)* dir. Sonra üstüne ilâveler yapılır. 


Yâni *(Dîn)* in temeli, ilk başda öğreneceğimiz şey, *(Âmentü)* dür, yâni doğru *(Îmân)* dır. Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. 


Velhâsıl ilk başda öğreneceğimiz şey, *(Taklîdî)* de olsa, görünüşte de olsa, doğru *(Îmân)* dır ve çok mühimdir kardeşim. 


*(Fıkh)* da söz söylemek kolay bir şey değildir. Bir kelime için aylarca *(Kitap)* karışdırılır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri müctehid olduğu hâlde, *(Fıkh)* kitaplarına bağlıydı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm *(Sekiz)* yaşında iken dedesi vefât edince, amcası *(Ebû Tâlib)* in yanında kaldı. İşte bunları okumak, konuşmak *(Mevlîd)* oluyor kardeşim. 


İllâ ki *(Kasîde)* şeklinde okumak şart değildir. Hattâ paraya, altına, gümüşe, mala ve yiyeceğe *(Mevlîd)* okunsa, o şeyin *(Bereketi)* artar. 


Eshâb-ı kirâm, *(Mevlîd)* geceleri toplanır, bu hâlleri konuşurlardı. Tâbiîn de böyle yapardı. Ama vehhâbîler mevlîde bid’at diyorlar, hâlbuki *(Sünnet)* dir ve çok *(Sevap)* dır.


Bu kâinatda yaratılan her şey, insana *(Fâideli)* olması için yaratılmışdır. Ama insanoğlu, ihtiyâcı olduğu her şeye *(Kalbi)* ni bağlar. 


Bağladığı müddetçe de, bağladığı mikdarda Allahü teâlâdan *(Uzak)* laşır. Böylece insan, mahlûkatın en *(Kötü)* sü olur. Ölçü, Allahü teâlâya *(Yakınlık)* ve *Uzaklık)* dadır. 


Eğer işlenen günâhlarda *(Küfr)* bulaşığı varsa, kâfirleri *(Övmüş)* se, veyâ ağzından *(Küfr)* sözleri çıkmışsa, bu hâl üzere ölenler için, Cehennem azâbı, *(Küfr)* den dolayı vardır. 


Müslümâna hizmet, *(İbâdet)* dir kardeşim. Elden geldiği kadar, mü’min, mü’minlere *(Hizmet)* etsin. 


Allahü teâlânın dînine hizmet eden bir mücâhide az bir *(İyilik)* eden, meselâ ona bir bardak *(Su)* veren kimse, *(Ölüm)* acısı, *(Kabir)* azâbı, *(Mahşer)* azâbı çekmez. 


Evliyâdan *(Feyz)* alabilmek için, bâzı şartlar vardır. Önce *(Müslümân)* olması, sonra *(Bid’at)* ehli olmaması ve *(Harâm)* lardan sakınması lâzımdır. Harâmla feyz bir arada olmaz. 


Sonra *(Farz)* ları yapması lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerine uymıyan, *(Feyz)* alamaz. Ayrıca boğazından bir *(Lokma)*, bir *(Zerre)* harâm gıdâ vücûda girmemesi lâzımdır. 


Eğer *(Harâm)* girerse, insan vücûdunda o harâm lokma *(Buhar)* olur ve bütün *(Feyz)* kapılarını kapatır. Delikleri tıkar, hiç feyz alamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* u okuyorlardı. Yâni değişmiyecek olan *(Kazâ-i mübrem)* i görüyorlardı, buralarda şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?

Sen muallim olunca talebeye bol not ver

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün dergâhın bahçesinde Efendi hazretleriyle oturuyorduk, kanepede yan yana. Bana dönüp; *(Sen muallim olunca talebeye bol not ver. Bu sözümü unutma)* dedi Mübârek. 


Ben de; Efendim, bizi *(Öğretmen)* yapmazlar, bizi *(Hastâne)* lere tâyin ederler, biz *(Eczâcı)* lık yaparız, öğretmen sınıfı ayrıdır, dedim. 


Ben öyle söyleyince, Mübârek gülümsedi ve; *(Sen şimdi eczâcısın, ama zararı yok, öğretmen olunca benim bu sözümü unutma)* dedi. 


Efendi hazretleri vefât etdikden dört *(Sene)* sonra, 1947 de, buyurdukları *(Gerçek)* oldu. Beni, Bursa Askerî lisesi’ne *(Kimyâ)* muallimi olarak tâyin etdiler. 


Bir müddet sonra Genelkurmayda işimiz kalmadı. *(Bu kimyâ mühendisini ne yapalım?)* diye düşünmüşler.


Sonra; *(Askerî mekteplere kimyâ muallimi yapalım)* demişler. Askerî Liseye sokak kapısından girerken, Efendi hazretlerinin bu sözü hâtırıma geldi. 

 

*(Bu sözümü unutma!)* buyurmuşdu bana. Bunu hâtırlayınca hüngür hüngür ağladım. Benim ilerde *(Muallim)* olacağımı haber vermişdi. 


Efendi hazretleri *(Ölüm)* hastalığında sık sık; *(Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz)* derlerdi. Yatak üstünde konuşurduk. Beni imtihân bile etdi. 


Vefâtına iki *(Gün)* kala, yatağın içinde oturuyordum, o gün de pazardı. *(Bu gün günlerden ne?)* dedi. (Pazar efendim) dedim. 


Peki, Pazar *(Arabca)* mı, *(Farsça)* mı? dedi. Yatakda beni imtihân ediyor. 


Ben de; (Efendim Arabca) dedim. Efendi; *(Ooo olmadı, Fârisîdir)* dedi. Bilemedim orada. İmtihânı kazanamadım.

ESHÂB-I KİRÂM

 ESHÂB-I KİRÂM “Radıyallahu teâlâ ‘anhum ecmâin”


Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâid  kitabındaki bir hadîs-i şerifde şöyle buyrulmaktadır:

“Kim ki eshâbım hakkında hüsn-i i’tikâd etse (güzel i’tikâdı olsa), (o kimse) mü’min-i sâdıktır. Ve kim ki onlara fenâ kelam söylese münâfıktır.”

CENNETE GİRMEK

Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâidde yazar:

“Duhûl-i cennet (cennete girmek), ancak Hakk teâlânın rahmetiyle ve fadlıyledir. Amel-i sâlih ref’et-i dereceye (yüksek derecelere kavuşmaya) sebeb olur, duhûl-i cennete sebeb olmaz. Nitekim Sahîh-i müslimdeki bir hadîs-i şerïfde Resûl-i kâinat (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) şöyle buyurdu ki;

“Ey mü’minler! Amel-i sâlih sizden biriniz(i) cennete idhal (dahil) etmez ve cehennemden necat (kurtuluş) vermez. Benim amelim dahi böyledir. Duhûl-i cennet ancak Allahu teâlânın rahmeti ile olur. Îmân bu rahmete sebebdir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

 

Kıyâmete yakın, çok dehşetli, büyük (Zelzele) ler olacak. Dağlar (Pamuk) gibi atılacak. Dünyâ, yörüngesinden çıkacak ve yavaş yavaş (Güneş) e doğru yaklaşacak. 

 

Sonra (Mîzân), yâni terâzî, ortadoğu taraflarında kurulacak. (Sırat) köprüsü, dünyâdan Cennete giden bir (Merdiven) olacak. 

 

(Zaman) olmıyacak. Zaman, dünyâda olur efendim. Orada zaman duracak. O mahşer azâbının (Şiddeti) ne insanlar dayanamıyacaklar. 

 

Yâ Rabbî, azabsa (Azab), Cehennemse (Cehennem), ne olur, şu (İzdiham) dan bizi kurtar, bu (Azâbı) bizden kaldır, diyecekler. Kolay değil kardeşim. 

 

(Güneş) alçaklara inmiş, hiç (Gölge) yok, yer (Beton). Ama bütün bu sıkıntılar, (Kâfir) ler için. Mü’minler râhat. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyuruyorlar ki: 

 

Mahşerde, (Ehl-i sünnet) îtikâdında olan mü’minler için hiç azap yok. (Mahşer), kâfirler için elli bin (Sene) sürerken, bu, mü’minler için birkaç (Dakîka) olacak. 

 

Onlar, (Arş) ın gölgesinde iki rekât (Namaz) kılacaklar, selâm verince, elli bin sene (Bitmiş) olacak. Onun için, bu doğru (Îtikâd) çok kıymetli kardeşim. 

 

Çünkü düşmanı çok. Doğru îtikâdın (Üç) düşmanı var. Biri, (İblîs), o mâlum, bütün şeytanların (Baba) sı. Bir de, onun evlâtları olan cin (Şeytan) ları var. 

 

Bir de insanın (Nefsi) var. Nefs en (Kötü) sü. İnsanı (Kâfir) yapmadıkça râhat etmez. Onun nihâî hedefi, sâhibini (Küfr) e sokmakdır, Allah korusun.