Başarı İmanla ölmektir.
Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh
Buyruldu ki;
"Kalb sevgisi tekellüfle (zorlama) ile elde edilmez, o ancak Allahu te'âlânın fadlındandır"
(Nâdir Risâleler, sf. 152)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, *(Silsile-i aliyye)* dendir. Silsileyi okurken;
*(Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî)* diyoruz ya hani.
Böyle, *(Şiir)* şeklinde olursa, akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek zor olabilir. *(İnde zikrissâlihîn tenzîl-ür rahme.)*
Yâni, evliyânın *(İsmi)* anıldığı yere *(Rahmet)* yağar. Bütün arkadaşlar müsâit zamanlarda toplanıp kitap okusunlar. *(Kitap okumak)* şartdır. Öğreneceğiz.
İslâmiyetin en büyük düşmanı *(Cehâlet)* dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: *(Beşikden mezara kadar ilim öğreniniz!)*
İlm öğrenmek farzdır. Farzları öğrenmek (Farz), vâcibleri öğrenmek (Vâcib), sünnetleri öğrenmek (Sünnet), harâmları öğrenmek de (Farz) dır.
Öğreneceğiz ki, sakınacağız. *(Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin.)* Ne demek bu?
Yâni, *(Müslümânların, erkek olsun, kadın olsun, ilim öğrenmesi farzdır)* diyor Peygamber Efendimiz.
Ben, *(Yedi)* yaşımdan beri okuyorum, hâlâ da okuyorum. *(Kitap)* okumadan duramıyorum, *(Gece)* okuyorum, *(Gündüz)* okuyorum.
Ehl-i sünnete *(Hizmet)* etmek, kime *(Nasîb)* olur bu zamanda? Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir efendim. Bu ni’metin kıymetini bilelim. Rabbimize *(Şükr)* edelim.
Bir müslümân, bizim *(Kitap)* ları sevgi ve muhabbetle tutsa, o tutan *(Eli)* Cehennem ateşi yakmaz. El yanmayınca, *(Vücûd)* da yanmaz.
Eskiden müslümânlar, *(Günâh işlememek)* için çırpınırlardı, korkarlardı. Şimdiyse, günâh bir yana, *(Küfr)* tehlikesi var. Bu zamanda, *(Küfr’e)* düşmek çok kolay.
Onun için, her sabah ve akşam muhakkak *(Îmân Duâsı)* nı, yâni tecdîd-i îmânı ve *(Nikâh Duâsı)* nı okuyun kardeşim. Kitaplarımızda yazılı bunlar.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Minel kalbi ilel kalbi sebîlâ.)* Yâni kalpden kalbe *(Yol)* vardır. Asıl iş, o *(Yolu)* ele geçirmekdir. O yolu ele geçirdin mi, sen de *(Sevdiğin)* le berâbersin demekdir.
*(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîf bu. Sohbet demek, illâ bir *(Şey)* ler dinlemek, bir *(Şey)* ler öğrenmek demek değildir kardeşim.
*(Sohbet)*, berâber olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın.
Nitekim, *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş. Bakmış ki, mübârek *(Zât)* hiç konuşmuyor, *(Sükût)* ediyor.
Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. İçinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş.
O anda, Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış ve o tüccara; *(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* buyurmuş.
Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, o *(Sükût)* ânında, mübârek *(Kalb)* inden ordakilere *(Feyz)* akıtıyormuş.
Müslümânın sîmâsında *(Feyz)* vardır. Bu *(Sîmâ)* ya bakan, bu feyzden *(İstifâde)* eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok *(Fâideli)* olur.
Hele *(Çocuk)* ların kalbi, henüz pisliğe bulaşmadığı için çok *(Temiz)* dir. Hepimiz, Efendi hazretlerinin *(Himâye)* sindeyiz, elhamdülillah.
Onların *(Feyzi)* hepimizin kalbine akıyor inşallah. *(Muhabbeti)* çok olana, *(Feyz)* çok gelir. Onlardan feyz ala ala *(Dünyâ)* yı unutur.
Bu dünyâyı *(Unutdu)* mu, o zaman Allahü teâlânın *(Feyz)* leri ve *(Muhabbet)* leri kalbe yerleşir.
*(Kalb)* ine feyz gelen kimse, hiç kimsenin görmediği şeyleri *(Görür)* , hiç kimsenin işitmediği şeyleri *(İşitir)*, hiç kimsenin bilmediği ma’rifetleri *(Söyler)*.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendi hazretleri bana yazdığı bir mektupda; *(Pek çok sevilen Hilmi)* diye yazmış. Sâdece *(Sevilen)* deseydi *(Kâfi)* idi. Ne büyük müjde efendim.
Bunlar, *(Kalbin)* den gelmese, *(Yazmaz)* efendim. Kalbinden geliyor bunlar Mübâreğin. Bunları *(Niçin)* böyle yazıyorum? Bir maksadım var.
Çünkü büyükler buyuruyor ki: *(İnde zikrissâlihîn tenzîl-ür rahme)* Yâni Allahü teâlânın sevdiği kullarının *(İsmi)* anılınca, oraya *(Rahmet)* yağar.
Efendi hazretlerinin *(İsmi)* ni, buraya rahmet *(Yağsın)* diye söyledim kardeşim.
Bu büyüklerin oturduğu *(Yer)* ler, kıyâmet gününde *(Şefâat)* eder. Geçdiği *(Sokak)* lar şefâat eder. Molla Nâmık-i Câmî hazretleri böyle diyor.
● ● ●
Peygamber Efendimize; *(Allah nasıldır?)* diye soruyorlar. Efendimiz, nasıl cevap veriyor?
Şöyle gözünü kapat ve *(Allah)* de, hâtırına, hayâline ne gelirse, Allah o *(Değil)* dir diyor.
Yâni, *(Allah, hiçbir şeye benzemez)* buyuruyor. Akıl, ermediği şeyi nasıl anlasın? Küçük bir çocuk, büyük adamların işinden anlar mı? O, ancak *(Oyun)* dan anlar.
Peygamber aleyhisselâma; Allahü teâlâ, *(Şöyle)* değildir, *(Böyle)* değildir, ya *(Nasıl)* dır? diye soruyorlar.
Efendimiz cevâben; *(Küllü mâ hatara bi bâlike. Allahü gayru zâlike)* buyuruyor.
Ne demek bu? Yâni, *(Küllü)*, hepsi; *(Mâ)*, şol şeydir ki; *(Hatara)*, hutûr etdi, yâni geldi.
*(Bi bâlike)*, Arabcada bâl *(Kalp)* demekdir. Yâni Allah de, gözlerini kapat. Hâtırına, hayâline ne geliyorsa.
*(Allahü gayru zâlike)*. Allah, o değildir. Ne güzel cevap yâ Rabbî. Ne hakîmâne bir cevap.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Birgün Efendi hazretleri bana; *(İkindiyi kıldın mı?)* dedi. Hayır efendim kılmadım, dedim. *(Ben abdest alayım, mescidde berâber kılalım)* dedi.
Hemen şadırvanda *(Abdest)* aldı. İkimiz mescide girdik, sünnetleri kıldık, kâmed getirdim. Farzı kılacağız. Efendi bana; *(Sen geç, imâm ol)* dedi.
(Olmaz) denir mi? *(Başüstüne efendim)* dedim. Beni imâm yapdı Mübârek. İkimiz namaz kıldık. Hiç unutmam, ne *(Tatlı Namaz)* dı o yâ Rabbî.
Mehmet Ma’sûm hazretleri, birgün talebelerinin arasına geliyor ve; *(Ne konuşuyordunuz?)* diye soruyor.
Diyorlar ki; Efendim birbirimizin yaşını merak ediyorduk, *(Sen kaç yaşındasın?)* *(Sen kaç yaşındasın?)* diye soruyorduk. Halîfelerinden biri de *(Rükneddîn Hân)*.
(Hân) demek, bir memleketin *(Vâli)* si demek. Mehmed Ma’sûm hazretleri, Vâli Rükneddîn Hâna dönüp; *(Yâ Rükneddîn sen kaç yaşındasın?)* diye soruyor.
Rükneddîn Hân cevâben; *(Efendim, bendeniz üç yaşındayım)* diyor. Herkes şaşırıyor tabii. Koca adam üç yaşında olur mu diye.
Rükneddîn Hân; Yâni efendim, sizinle tanışalı *(Üç sene)* oldu. Daha evvelki *(Hayâtı)* saymıyorum, çünkü o vakitler *(Ölü)* gibiydim, diyor.
Üç senedir anladım *(Hayât)* ın ne olduğunu, onun için üç yaşındayım diyorum, diye arz ediyor. İşte *(Sevgi)* böyle olacak kardeşim.
Rabbimiz hepimize din ve dünyâ *(Seâdeti)* vermiş. Ne *(Ni’met)* dir bu. Bu zamanda bu *(Büyük)* leri tanımak, ne büyük *(Şeref)* dir.
*(El-ulemâ vereset-ül enbiyâ)* Yâni bizim Büyüklerimiz, Peygamberlerin *(Vâris)* leridir, *(Vekîl)* leridir. Ne mutlu onları tanıyanlara. *(Sevmek)* şöyle dursun, *(Tanımak)* bile ne büyük ni’met.
Hele tanıdıkdan sonra bir de *(Sevdi)* mi, o zaman seâdete kavuşdu demekdir. Çünkü *(Feyz)* yolu açılır, feyz gelmeye başlar, *(Kalp)* den kalbe akar.
Zî-hicr-i dositân hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,
Firâk-ı hem-nişînân suht mağz-ı istehân-ı men.
[Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde rûhum kan ağlıyor.
Birlikde oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor.]
*İki şey* var ki, bu iki şeye, göz ne kadar çok *Ağlasa*, yeridir. Nedir bu iki şey? Biri, *Firkat-i şebâb*, öbürü, *Firkat-i ahbâb*. Ne demek bunlar?
Yâni *Gençlik*’den ayrılmak ve *Dostlar*’dan ayrılmak. Bu iki şeye, *Göz* ne kadar *Kan* ağlasa yeridir, Gençlik gidince, bir daha geri gelmez.
*Ahbap*’dan, yâni din *Kardeş*’inden ayrılmak da öyle. Bu söz, tam *Bana göre* kardeşim. Hem *Gençlik*’den ayrıldım, hem de *Abdülhakîm* Efendi hazretlerinden ayrıldım.
(Hüseyin Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?
Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler.
Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler.
Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim.
Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için
Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki.
Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Efendi hazretleri ile oturuyorduk.
Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim.Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim.
Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.
Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi.
Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar.
İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye.
İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?
Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu.
Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu.
Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*.
Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni.
Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir.
İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır.
*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi?
Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir.
Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(İslâmiyet)*, iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, *(Evet)* ve *(Hayır)* dır. Ama bunun için de *(İlim)* lâzım, yâni *(Bilmek)* lâzım. Nerede [evet] diyecek, nerede [hayır] diyecek?
Bunu **(İyi)* bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak *(Allah dostları)* yâni *(Evliyâ zâtlar)* bilir. Meselâ *(Evet)* denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim.
Yine Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize *(Evet)* yerine [Hayır] deseydi, *(Ebû Cehil)* den daha *(Tehlike)* li olurdu.
Yâhut da Ebû Cehil, *(Hayır)* diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha *(Üstün)* olurdu. Bu iş *(Nasip)* meselesidir kardeşim.
*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, Resûlullah Efendimizden *(Mûcize)* beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna *(İhtiyaç)* ları yokdu.
Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *(Sohbet)* inde bulunmakla *(Şeref)* lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi *(Kıymetli)* olamaz.
O *(Sohbet)* de bulunmakdan daha büyük *(Kerâmet)* yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. Evliyânın *(Sohbet)* inden istifâde etmenin de şartları var.
Nedir onlar? Önce, o zâta karşı *(Edeb)* li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *(Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.)*
Sonra o büyüklerden *(Kerâmet)* beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, *(Efendi)* hazretlerine olan *(Edeb)* imiz sâyesinde kazandık.
Efendi hazretleri çok *(Sevimli)* idi. Ama çok da *(Heybet)* liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu *(Büyük)* lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı *(Zikr)* eder.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *(Hak gelirse, bâtıl gider)*. Hakkın gelmesi için de gayret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım.
Osmânlılar, *(Viyana)* ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *(Hak)* gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar *(İslâmiyet)* le şereflenemezdi.