Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(İslâmiyet)*, iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, *(Evet)* ve *(Hayır)* dır. Ama bunun için de *(İlim)* lâzım, yâni *(Bilmek)* lâzım. Nerede [evet] diyecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu **(İyi)* bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak *(Allah dostları)* yâni *(Evliyâ zâtlar)* bilir. Meselâ *(Evet)* denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Yine Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize *(Evet)* yerine [Hayır] deseydi, *(Ebû Cehil)* den daha *(Tehlike)* li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, *(Hayır)* diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha *(Üstün)* olurdu. Bu iş *(Nasip)* meselesidir kardeşim. 


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, Resûlullah Efendimizden *(Mûcize)* beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna *(İhtiyaç)* ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *(Sohbet)* inde bulunmakla *(Şeref)* lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi *(Kıymetli)* olamaz. 


O *(Sohbet)* de bulunmakdan daha büyük *(Kerâmet)* yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. Evliyânın *(Sohbet)* inden istifâde etmenin de şartları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı *(Edeb)* li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *(Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.)* 


Sonra o büyüklerden *(Kerâmet)* beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, *(Efendi)* hazretlerine olan *(Edeb)* imiz sâyesinde kazandık. 


Efendi hazretleri çok *(Sevimli)* idi. Ama çok da *(Heybet)* liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu *(Büyük)* lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı *(Zikr)* eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *(Hak gelirse, bâtıl gider)*. Hakkın gelmesi için de gayret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, *(Viyana)* ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *(Hak)* gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar *(İslâmiyet)* le şereflenemezdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ölürken, para demek istiyorsan, şimdiden *(Para)* de! Ama ölürken Allah demek istiyorsan, şimdiden *(Allah)* de. Allah, *(Mü’min)* leri seviyor ve *(Sevdiği)* ni de bildiriyor. 


O severken biz *(Nasıl)* sevmeyiz. O hâlde birbirimizi seveceğiz kardeşim. Bu *(Ni’met)* in devâmı, birbirimizi çok *(Sevme)* ye bağlı. Yoksa Allahın *(Gücü)* ne gider. 


Diyeceksiniz ki; (Ama efendim, o bana şöyle şöyle söyledi). Söylesin, o senin *(Din)* kardeşin. Sen onu, *(Allah)* için sev, *(Nefs)* in için değil. 


O, *(Mü’min)* çünkü. Yâni Rabbimin *(Evliyâ)* sı. Cenâb-ı Hak, onu seçmiş, sevmiş, ona *(Îmân)* nasîb etmiş. Böyle kimse *(Sevilmez)* mi? 


Hastalıkda *(Şifâ)* vardır. Ama hakîkî hastalık, *(Kalp)* hastalığıdır, beden hastalığı değil. Beden hastalığı o kadar *(Mühim)* değil. 


Asıl mühim olan, *(Kalp)* hastalığıdır, *(Gönül)* hastalığıdır. Çünkü kalbin hastalığı tedâvî olmazsa, karşılığı Cehennemdir, yâni *(Ateş)* dir. 


Yârın âhirette *(Ateş)* le temizlenecek. Kalbin tedâvîsi eğer dünyâda yapılmazsa, *(Âhirete)* kalırsa, onun telâfîsi ve tedâvîsi *(Ateş)* dir. 


Cehennem *(Ateşi)* dir. Onun için bedene gelen her hastalık, kalbe *(Şifâ)* verir. 

● ● ●

Birgün Fâtih câmiinden geliyordum. Eski bir arkadaşıma rastladım. Bana dedi ki: *(Hilmi, ben bir şey duydum, doğru mu acabâ?)* Ne duydun? dedim. O da dedi ki:


Ben kelime-i tevhîd söylüyorum. Fakat biri bana dedi ki: *(Bu zikrin, seni Allahın sevgisine kuvuşdurması için, bir büyükden izin alman lâzım.)* 


Böyle bir şey var mı? dedi. Ben de ona dedim ki: Doğru söylemiş. Bütün kitaplar diyor ki, insan *(Kelime-i tevhîdi)* söylerse, çok *(Sevap)* alır. 


Ama *(İzin)* li söylerse, hem çok *(Sevap)* alır, hem de Allahın *(Sevgi)* sine kavuşur. Böyle dedim.


Ayrıca, Efendi hazretlerinin *(Zikr)* le ilgili bir *(Mektûbu)* var ya, işte o mektûbu okursanız, Efendi hazretleri, size *(İzin)* vermiş olur, dedim.

ŞERÎF KAYACAN anlatıyor

ŞERÎF KAYACAN anlatıyor:

(Seyyid Münir amca bir def’asında dedi ki: “Babamın [Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin] çorbasından abim birkaç kaşık aldı. Ziyâ beğ bir kaşık aldı. Hâlid beğ bir kaşık aldı. Kalanı da Hilmi abi [=Hüseyin Hilmi Işık] başına dikip içdi. Babamdan hakkıyla ençok o istifâde etmişdir” dedi ve elleriyle çorba kâsesini başına dikme hareketi yapdı.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Enver)* bey bana anlatdı. Birgün, bâzı *(Zengin)* lerin iftârındaymış. On-onbeş kişi varmış. Biri kalkmış, Enver beye demiş ki: 


Sayın Ören, filân hoca diyor ki: *(Namaz beş vakit değildir, üç vakitdir. Kur’ân-ı kerîmde beş vakit diye geçmiyor.)* Siz ne diyorsunuz bu konuda?


Enver bey birden *(Sinir)* lenmiş, vücûdunu *(Öfke)* basmış, rengi gitmiş. Sonunda cevap verip; *(Kur’ân-ı kerîm, o adama mı nâzil oldu?)* demiş. 


*(Kur’ân-ı kerîm)* Peygamber aleyhisselâma *(İnmiş)* dir. Muhâtap Odur. O anlamadı da, bu *(Adam)* mı anladı? demiş. 


O böyle söyleyince; *(Tamam tamam, doğru söylüyorsun, iftâr vakti sinirlenme!)* demişler. 

● ● ● 

*(Râbia-i Adviyye)* rahmetullahi aleyhâ hazretleri bir gün *(Hasta)* olmuş. Yanındakiler kendisine; 


*(Anacığım, siz her gelene duâ ediyorsunuz, onlar da şifâ buluyorlar. Bir de kendinize duâ etseniz)* diyorlar. Mübârek şöyle cevap veriyor: 


Size, sevdiğiniz biri, bir *(Hediye)* gönderse, siz onu kabûl etmeyip *(Geri)* gönderseniz, *(Yakışır)* mı? O kimsenin gücüne *(Gitmez)* mi? diyor. 


Rabbim bana bir hediye göndermiş. Ben; *(Yâ Rabbî, ben bu hediyeni beğenmedim, al sen bunu geriye!)* dersem, uygun olur mu? diyor. 

● ● ● 

Âhirette, *(Beş)* yerdeki *(İmtihânı)* başarıyla vermiyen bir insan, nasıl *(Yatar)*, nasıl *(Uyur)* kardeşim? 


Hepimiz bu *(İmtihân)* lara gireceğiz. Bundan *(Kaçış)* yok. Bunlardan biri de *(Ölüm)* imtihânı. 


Ölürken, *(Amân doktor!)* mu diyeceğiz? yoksa *(Allah)* mı diyeceğiz? Öyleyse, ölürken ne söylemek istiyorsak, şimdiden *(Onu)* söyliyelim efendim.

Tekkeler cahillerin eline düştü

Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. 

Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. 


Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak 

“Dine hurafeler karışmıştır, İslam dini bozulmuştur” dediler. 


Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır.

Dini bilmemek, anlamamaktır. 


Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i Sünnet alimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup iyi anlayabilmek ve anladığını da yapabilmek lazımdır. 


Böyle bir alim bulunmazsa, din düşmanları meydanı boş bulup, din adamı şekline girerler. 

Vaazları ile kitabları ile gençlerin imanını çalmağa saldırarak, millet ve memleketi felakete götürürler.


(Esseyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim arkadaşlar, *(Sevgi)* ve *(Muhabbet)* le bir araya geldiği zaman, hiç konuşmasalar da, açıp bir *(Kitap)* okumasalar da, dînî *(Sohbet)* etmeseler de.


Hattâ başka *(Şey)* lerden konuşsalar da, gene birbirlerinden *(Feyz)* alırlar. Bu, ellerinde değildir. *(Kalp)* leri arasında kendiliğinden bir *(Akım)* başlar. 


Bileşik kaplar usûlü, kalpden kalbe *(Feyz)* akar. *(İhlâsı)* fazla olanın *(Kalb)* inden, diğerlerine akar. Tâ ki *(Eşit)* leninceye kadar. 


*(Feyz)*, sevgi demekdir. *(Allah)* sevgisi, *(Resûlullah)* sevgisi demekdir. Sûre-i Bekara’da Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: 


İnsanlar, âhiretde şeytânın yakasına yapışacaklar ve; *(Ey mel’ûn, biz senin yüzünden bu Cehennemde yanıyoruz!)* diyecekler. 


O da, onlara cevap verip; Siz, beni gördünüz mü? Hayır. Siz dünyâda *(Ezân)* sesini duyardınız, *(Câmi)* ye gitmezdiniz. 


Size, islâmiyeti anlatan *(Kitap)* verirlerdi, siz *(Kabûl)* etmezdiniz. Şimdi gelmiş, beni *(Suçluyor)* sunuz, diyecek. 


Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, *(İlmihâl)* dir, *(Fıkh)* dır kardeşim. Bu bozuk *(Fırka)* lar, hep Kur’ân-ı kerîmin yanlış *(Tefsîr)* inden çıkmışdır. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Men fesseral kur’âne bi re’yihî, fekad kefere)* buyuruyor. 


Yâni, kim Kur’ân-ı kerîmi, kendi kafasına göre *(Tefsîr)* etmeye kalkarsa, *(Kâfir)* olur. O, *(Âlim)* lerin işidir, *(Bizim)* işimiz değil. 


*(İlk)* müfessir, Peygamber Efendimizdir. İlk *(Müfessir)* Odur. Peki, nasıl tefsîr etmiş? 


Hadîs-i şerîfleriyle, *(Yaşayış)* ıyla, *(Konuşma)* sıyla, *(Anlatma)* sıyla, her *(Hâli)* yle. Kur’ân-ı kerîmi O anlatdı bize. 


Çünkü O, *(İslâmiyet)* in tâ kendisiydi, *(Yaşıyan)* şekliydi. O, *(Eshâb-ı kirâma)* öğretdi. Eshâb-ı kirâm da *(Âlimlere)* öğretdi, mezheb imâmlarına öğretdi. Bu iş bitdi.

Nûreddîn Mahmûd Zengi

Selçuklu atabeglerinden. Künyesi Ebü’l-Kâsım Mahmûd bin İmâdeddîn Zengi’dir. 1118’de Haleb’de doğdu. Musul ve Haleb Atabegi İmâmeddîn Zengi’nin oğludur. İyi bir eğitim ve öğretim görerek, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Gençliğinden îtibâren babasının seferlerine katılarak kumandanlık vasıflarını geliştirdi.


Babası İmâmeddîn Zengi’nin 1146’da öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddîn Gâzi ile Nûreddîn Mahmûd arasında paylaşıldı. Seyfeddîn Gâzi Musul merkez olmak üzere Fırat Nehri’nin doğusunda kalan yerleri alırken, Nûreddîn Haleb merkez olmak üzere Fırat Nehrinin batısında kalan yerleri aldı.


Bu sırada Zengi’nin ölümünü fırsat bilen Haçlı liderlerinden İkinci Joscelin, bir kısım Hıristiyan halkla anlaşarak Urfa’yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Nûreddîn Mahmûd bu haberi duyunca süratle gelerek kaleyi tekrar ele geçirdi. İhânet eden Hıristiyanları cezâlandırdı. Haleb bölgesine hâkim olup, Hıristiyanların elindeki Keferlâsa ve Artak’ı aldı.


1148’de Seyfeddîn Gâzi Musul’da vefât edince bâzı komutanlar Nûreddîn’in atabeg olmasını istediler. Fakat Kutbüddîn Mevdûd atabeg oldu.


Sincar Vâlisi Nûreddîn’i dâvet ederek şehri teslim edince, Mevdûd ordusuyla harekete geçti. Fakat iki kardeş arasındaki anlaşmazlık barış ile netîcelendi. Nûreddîn Humus ve Rakka’yı alıp Sincar’ı kardeşine verdi (1149).


Haçlılarla Mücadele Etti


Bu târihten îtibâren iki kardeş Haçlılara karşı Müslümanları birleştirmek için çalıştı. Nûreddîn, Antakya topraklarını zapt etti. Harim civârını yağmalatıp, İnnib Kalesini kuşattı. Sıra ile Harim’i ve Fâmiye Kalesini aldı. Mevdûd da Nûreddîn’in bu muhârebesine katıldı. 1153’de Hıristiyanlardan Askalan’ı aldı. Askalan’ı kaybeden Hıristiyanların Şam’a yönelmeleri üzerine Şam’ı Emir Mucirüddîn’den alarak kendi toprakları arasına kattı (1154). Esediddîn Şirkûh’u Şam vâlisi yaptı ve Haçlıların saldırılarını bertaraf etti. Sonra Mısır işleriyle alâkadar olmaya başlayan Nûreddîn Zengi Şirkûh ve yeğeni Selâhaddîn Eyyûbî’yi Mısır’a gönderdi. 1164 yılında Harim’i yeniden Haçlılardan aldı. 1169 yılında Şirkûh Mısır’da hâkimiyeti ele geçirdi. Selâhaddîn Eyyûbî, Nûreddîn Zengi’nin emriyle 1171 yılında Fâtımîleri tamâmen ortadan kaldırdı.


Selahattin Eyyübiyi Yetiştirdi


1173 yılında Anadolu’ya giren Nûreddîn Zengi, İkinci Kılıç Arslan’a âit bâzı kasabaları ele geçirdi. Bu esnâda Bağdad Abbâsî halîfesi kendisine Musul, Elcezire, İrbil, Hilât, Sûriye, Mısır ve Konya hükümdârlığını tasdik ettiğini belirten bir menşûr verdi. Fakat çok geçmeden Sultan Nûreddîn Zengi, Şam’da vefât etti (1174). Kendi yaptırdığı Nûriye Medresesine defnedildi.

1147-1149 yılları arasında gerçekleşen İkinci Haçlı Seferlerini netîcesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nûreddîn Zengi, kurduğu eğitim kurumları, sosyal tesisler ve yaptığı îmâr faaliyetlerinin yanında, güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddin Eyyûbi’yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Haleb, Şam, Hama, Humus, Baalbek, Menbic ve diğer şehirlerde büyük medreseler, câmiler, imâretler, kervansaraylar, hastâne ve dâr-ül-hadîsler yaptırdı. Masrafların karşılanması, tâmirâtı ve yaşatılması için büyük vakıflar bıraktı. Şam’da yaptırdığı büyük hastâne, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis üniversitesi mâhiyetindeki ilk Dâr-ül-hadîsi o kurdu ve pek çok kitap vakfetti. Rasadhâne kurdurarak, güneş saati yaptırdı.


Adîl İdi


Dindâr olup, ilim adamlarının hâmisiydi. Karargâhında dahi Kur’ân-ı kerîm okutup, hürmetle dinlerdi. Ülkesini adâletle idâre ettiği için“Melik-ül-âdil” lakabıyla tanındı. Haftada iki gün halkın huzûruna çıkarak şikâyetleri dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için, hassas bir haber alma teşkilâtı kurdu. Haberleşmede güvercinlerden de faydalandı. Kendisinin ve âile çevresinin ihtiyaçlarını, ihsanlarını, şahsî malından karşılardı. Ganîmetten, âlimlerin helâl dediklerinden başkasını almaz, altın, gümüş kullanmaz ve ipek giymezdi. Sultanlığı devrindeki siyâsî hâdiseler büyük, bulunduğu çevre çok karışık bir yapıya sâhip olmasına rağmen ülkesinde şarabın satılmasını ve içilmesini yasaklayarak, Allahü teâlânın emrine riâyet edip halkının sağlığını ve memleketin huzûrunu korudu. Şehit olmayı çok arzu ettiğinden Nûreddîn eş-Şehit diye de tanındı. Ancak arzusuna kavuşamadı.


Bir defasında bir şahıs onu mahkemeye verdi. Davacı ile birlikte Hakim Kemâleddîn Şehrezûrî’nin huzûruna çıktı. Hakime; “Ben davalı olarak geldim. Davalılara nasıl davranıyorsan bana da öyle davran” dedi. Mahkeme sonunda haklı çıktı. Hakkını davacıya bağışlayıp dedi ki: “ İddia ettiği şeyi ona verip gitmek istedim. Fakat bunun beni kibre ve gurura sevk edip adalet meclisine girmeme mani olmasından korkup da geldim. Şimdi iddia ettiği şeyi ona verdim” dedi. Bu onun adalete ve hukuka saygısını gösteren en güzel örneklerden biridir. Çeşitli mahkeme binaları yaptırdı. Müslim gayr-i Müslim herkesin hakkını korurdu. Huzuruna fakir ve yoksullar rahatça gelir derdini anlatırdı. Hanefi fıkhını iyi bilmesine rağmen yine de âlimlere danışırdı.


Savaşlarda en ön saflarda savaşırdı. Kendisini böyle tehlikeye atmasını istemeyen Neşsavi dedi ki: “Allah aşkına ne olursun kendinî ve İslâm’ı tehlikeye atma. Eğer savaşta şehit düşecek olsan, Müslümanlardan tek kişi kalmamak üzere hepsi kılıçtan geçirilir” deyince; “Sultan Nureddin de kim oluyor. Benden önce İslâm’ı ve Müslümanları kim korumuş ise yine o korur.” Diye karşılık verdi.


Rüyasında Peygamberimizi Gördü


Nûreddîn Zengi bir gece rüyâsında Resûlullah Efendimizi gördü. Peygamber Efendimiz; “Ey Nûreddîn beni bu iki kişiden kurtar” buyurarak karşısındaki iki kır saçlı adamı işaret etti. Bu rüyâyı üç gün üst üste gördü. Bunun üzerine yanına bol miktarda mal ve para alarak Medîne’ye gitti. Mescid-i Nebevî’yi ve Ravda-i mutahharayı ziyaret etti. Bütün insanlara sadaka ve hediye dağıtacağını îlân etti. Gelenlere altın ve gümüş dağıttı. Başka kimse kalıp kalmadığını araştırdı. Cevaben Hazreti Ömer’in evinin dış tarafında mübarek hücrenin arka cihetinde Aşre diye meşhur olan yerde iki Endülüslü var dediler. Onları da huzûruna çağırdı. Onlar bizim sadakaya ihtiyacımız yok diye gelmek istemediler. Ancak Nûreddîn Zengi gerekirse zorla getirin dedi.


Bunlar huzûra gelince Resûlullah efendimizin rüyâda gösterdiği kişiler olduğunu gördü. Bunları sorguya çekince Hristiyan oldukları; Papazlar tarafından Peygamber Efendimizin mübarek naşını çalmak için gönderildikleri anlaşıldı. Mescidin kıble tarafından bir tünel kazıp toprağını avludaki kuyuya attıklarını ve mübarek kabre yaklaştıklarını gördüler. Bunun üzerine bu iki kişinin boynunu vurdurdu. Böylece İslâm dünyâsına büyük hizmet etti.

EL-AFUVV Celle Celâluhu

Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâid isimli eserin Esmâ-i hüsnâ bahsinde (el-afuvv) ism-i şerîfinde izahen şöyle yazar:

“Seyyiâtı (günahları) mahv edici demektir. Ğafûr’dan daha eblağdır (açık) . Zîrâ ğufrân setr (örtmek) ma’nâsını iş’âr eder (gösterir), afv ise mahv ma’nâsını ifâde eder.”

MELEKLERE ÎMÂN

Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâid isimli eserin “meleklere îmân” faslında yazar ki;

“Bil ki Hakk teâlânın melekleri vardır. Onlar cism-i latîfdir. Eşkâl-i muhtelife (çeşitli şekillerde) ile müteşekkil olmakla kâdirlerdir. Kimi iki kanadlı ve kimi üç kanadlı ve kimi dört kanadlı ve kimi daha fazla kanadlıdır. 

Cumhûr-i ehl-i sünnet indinde (Ehl-i sünnet alimlerinin çoğuna göre) melâike (melekler) hakkında üç sıfatı bilmek vâcibdir

- Evvelkisi, bütün melekler mü’mindir, hâşâ küfürden ve şirkden münezzehlerdir (beridir),

- İkincisi, evâmir-i rabbâniyyeye (Allahu teâlânın emirlerine) ittibâ’ (tâbi’) ve menhiyyâtyan (yasaklardan) ictinâb ederler (uzak olurlar) ki cümlesi muti’dirler (Allahu teâlâya itaatkardırlar), asla âsî olmazlar,

- Üçüncüsü, Hasâis-i insâniyyeden (insânî özelliklerden) münezzehdirler. Meselâ, yemekden ve içmekden, erkeklikden ve dişilikden, doğmakdan ve doğurmakdan münezzehlerdir. Elemden ve kederden, tekâsülden (tembellik) ve yorulmakdan, uykudan ve sâir levâzım-ı beşeriyyeden (insânî ihtiyaçlardan) münezzehlerdir.”

Hak teâlâ gaybı bilmez

 Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri buyurdular:

Bir gün şeyh hazretleri (Şeyh Abdülkebîr Yemeni) buyurdular. Benim babam su üzerinde yürürdü, havada uçardı, lâkin tevhîdin kokusunu almamıştı. Yine bir gün ulema, urefa ve fukaradan [evliyâdan] çok kimselerin bulunduğu bir mecliste, Şeyh hazretleri, bir konuda konuşurken dediler ki: "Hak teâlâ gaybı bilmez". Meclistekilerin ekserisi bu sözden sıkıldılar. Çünkü nassın zâhirine muhâlif idi. Şeyh hazretleri anladı ki, bu söz bazılarının havsalasına sığmadı. Kendi kasdından tenezzül edip [inip], buyurdular ki: Hak teâlâya göre gaib yoktur. Her şey şehâdettir, açıktır. Ona gizli, saklı bir şey yoktur ki, gayb denilsin. Eğer gayb dediğimiz ma'dûm ise [yok ise] yok zaten bilinmez. O hâlde Kur'ân-ı kerîmde gaybı bilir ifâdesi, biz kullara göre gayb demektir. Hak teâlâya göre değildir. 

Reşahât sâhibi der ki: Bir başka gün, yalnız bir yerde Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerinden sordum ki, geçende buyurmuştunuz ki, Şeyh o sözün izâhında kendi kasdından tenezzül eylediler [daha aşağı bir derecede izaha koyuldular]. Tenezzül etmeseler di, O zaman muradları ne idi. Buyurdular ki: Zât-ı baht ve Hüviyet-i sırf mertebesinde bütün nisbet ve izafetler bulunmaz. Bir mertebede ilmî nisbet ve izâfet yoksa, o mertebede gaybları bilen sözü kullanılmaz. 

(Reşahât)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzeinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.