EL-AFUVV Celle Celâluhu

Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâid isimli eserin Esmâ-i hüsnâ bahsinde (el-afuvv) ism-i şerîfinde izahen şöyle yazar:

“Seyyiâtı (günahları) mahv edici demektir. Ğafûr’dan daha eblağdır (açık) . Zîrâ ğufrân setr (örtmek) ma’nâsını iş’âr eder (gösterir), afv ise mahv ma’nâsını ifâde eder.”

MELEKLERE ÎMÂN

Ferâidü’l-fevâid fî beyâni’l-akâid isimli eserin “meleklere îmân” faslında yazar ki;

“Bil ki Hakk teâlânın melekleri vardır. Onlar cism-i latîfdir. Eşkâl-i muhtelife (çeşitli şekillerde) ile müteşekkil olmakla kâdirlerdir. Kimi iki kanadlı ve kimi üç kanadlı ve kimi dört kanadlı ve kimi daha fazla kanadlıdır. 

Cumhûr-i ehl-i sünnet indinde (Ehl-i sünnet alimlerinin çoğuna göre) melâike (melekler) hakkında üç sıfatı bilmek vâcibdir

- Evvelkisi, bütün melekler mü’mindir, hâşâ küfürden ve şirkden münezzehlerdir (beridir),

- İkincisi, evâmir-i rabbâniyyeye (Allahu teâlânın emirlerine) ittibâ’ (tâbi’) ve menhiyyâtyan (yasaklardan) ictinâb ederler (uzak olurlar) ki cümlesi muti’dirler (Allahu teâlâya itaatkardırlar), asla âsî olmazlar,

- Üçüncüsü, Hasâis-i insâniyyeden (insânî özelliklerden) münezzehdirler. Meselâ, yemekden ve içmekden, erkeklikden ve dişilikden, doğmakdan ve doğurmakdan münezzehlerdir. Elemden ve kederden, tekâsülden (tembellik) ve yorulmakdan, uykudan ve sâir levâzım-ı beşeriyyeden (insânî ihtiyaçlardan) münezzehlerdir.”

Hak teâlâ gaybı bilmez

 Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri buyurdular:

Bir gün şeyh hazretleri (Şeyh Abdülkebîr Yemeni) buyurdular. Benim babam su üzerinde yürürdü, havada uçardı, lâkin tevhîdin kokusunu almamıştı. Yine bir gün ulema, urefa ve fukaradan [evliyâdan] çok kimselerin bulunduğu bir mecliste, Şeyh hazretleri, bir konuda konuşurken dediler ki: "Hak teâlâ gaybı bilmez". Meclistekilerin ekserisi bu sözden sıkıldılar. Çünkü nassın zâhirine muhâlif idi. Şeyh hazretleri anladı ki, bu söz bazılarının havsalasına sığmadı. Kendi kasdından tenezzül edip [inip], buyurdular ki: Hak teâlâya göre gaib yoktur. Her şey şehâdettir, açıktır. Ona gizli, saklı bir şey yoktur ki, gayb denilsin. Eğer gayb dediğimiz ma'dûm ise [yok ise] yok zaten bilinmez. O hâlde Kur'ân-ı kerîmde gaybı bilir ifâdesi, biz kullara göre gayb demektir. Hak teâlâya göre değildir. 

Reşahât sâhibi der ki: Bir başka gün, yalnız bir yerde Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerinden sordum ki, geçende buyurmuştunuz ki, Şeyh o sözün izâhında kendi kasdından tenezzül eylediler [daha aşağı bir derecede izaha koyuldular]. Tenezzül etmeseler di, O zaman muradları ne idi. Buyurdular ki: Zât-ı baht ve Hüviyet-i sırf mertebesinde bütün nisbet ve izafetler bulunmaz. Bir mertebede ilmî nisbet ve izâfet yoksa, o mertebede gaybları bilen sözü kullanılmaz. 

(Reşahât)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzeinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi ve Lâdikli Hacı Ahmet Efendi

Anadolu’nun mânevi mimarlarından olan Mevlana Celaleddin Rumi'nin, Şems-i Tebrizi'nin, Sadreddin Konevi'nin ve Seyyid Harun Velinin (rahmetullahi aleyhim) hemşehrisi, Evliyalar Ansiklopedisi’nden  öğrendiğimiz kadarıyla pek çok kerametleri görülen, Hızır aleyhisselamın dostu Lâdikli Hacı Ahmet Efendi 1967’de hayatta iken, Ladikli Hacı Ahmet Efendiye Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin talebesinden olan Suphi Birpınar, ehli sünnet âlimlerinin nurlu yolunu tüm dünyaya yayan ve telkin eden ve bilcümle âlim ve evliyayı bütün dünyaya tanıtan ve böylelikle milyonlarca insanın hidâyetine vesile olan büyük islam âlimi HÜSEYİN HİLMİ IŞIK  (rahmetullahi aleyh) Efendiyi sormuşlar.

O da: “Ben bilmiyorum. Ama haftaya gelin, sorayım, ne söylerse size söylerim” buyurmuş. Haftaya gidince demiş ki: “Hızır aleyhisselâma sordum; O zat ÇOK BÜYÜK, ÇOK MÜBAREK BİRİ imiş. Talebesi olanlara ne mutlu.” buyurmuşlar.

Allahü teala, bizleri de cümlesinin şefaatlerine nail eylesin! Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Seçilmiş)* iz kardeşim. Sen, birşeyi *(Seçebilir)* sin, olabilir. Ama sen *(Seçilemez)* sin. Seçilmek, elinde değildir. 


Elhamdülillah, bütün arkadaşlar *(Seçilmiş)* dir. Şâh-ı Nakşibend hazretleri; *(Mâ fadliyânim)* diyor. Yâni, *(Biz seçildik)*, buyuruyor. 


Nasîbi olan, ehl-i sünnet *(Îtikâd)* ında olur, bu *(Büyük)* leri tanır. Tanımakla tanımamak arasındaki fark nedir? Gözü *(Kör)* olanla, gözü *(Açık)* insan arasındaki fark gibidir. 


*(Âmâ)* bir insan ile, gözü *(Açık)* bir insan hiç bir olur mu? Allahü teâlâya sonsuz *(Hamd)* ve *(Şükür)* ler olsun ki, ölmeden evvel gözümüzü açtı kardeşim. 


Nereden anlıyoruz bunu? *(Îmân)* ımızdan anlıyoruz. *(Îtikâd)* ımız ehl-i sünnet üzere oldu. *(Âhirete)* inancımız tam oldu. *(Büyük)* leri tanıdık ve sevdik, çok büyük *(Seâdete)* kavuşduk. 


Bu büyükleri *(Sevmek)* Rabbimizin bize *(İhsânı)* kardeşim. Çünkü onlar *(Bizi)* sevmedikçe biz *(Onları)* sevemeyiz. Onlar bizi seçmeseydi, biz seçilemezdik. 


Elhamdülillah, Allahü teâlâ, bize sevdiklerini *(Tanıt)* tı, onları *(Sevdir)* di. Bu, çok büyük ni’met kardeşim. Ama her bir ni’met, *(Şükür)* ister. 


Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ; *(Verdiğim ni’metin kıymetini bilmezseniz, elinizden alırım)* buyuruyor. 


Peki, bu *(Ni’met)* in şükrünü nasıl yapacağız? Ne yapmalıyız ki, bu ni’met elimizden gitmesin? Birbirimizi *(Seveceğiz)* kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *(Hizmet)* ediyorsunuz kardeşim. Fakat biz, bu hizmetlerin *(Devâm)* ını istiyoruz. Peki, bu hizmetlerin devâmı nasıl olur? 


Bir *(Şart)* la olur. Birbirinizi kırmıyacaksınız ve üzmiyeceksiniz. Eğer birbirinizin *(Kıymet)* ini bilmezseniz, Allah alır bu *(Ni’met)* ini. 


Elhamdülillah, ben Rabbimizi, hep *(Cemâl)* sıfatıyla anıyorum, hâtırlıyorum. Rabbimizin *(Rahmet)* ini umuyorum. Affedeceğini *(Ümîd)* ediyorum. 


Hiç *(Celâl)* sıfatı aklıma gelmiyor efendim. Hep *(Afv)* edici, hep *(Merhamet)* edici olarak düşünüyorum. Kendisi de zâten; *(Kullarım beni, zannetdiği gibi bulur)* buyuruyor. 


Ben de hep affedeceğini zannediyorum, *(Rahmet)* ini umuyorum, öyle *(Ümîd)* ediyorum. İnşallah öyle olacak kardeşim. 

● ● ●

*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm.)* 

Sabahları okuyoruz bu *(Duâ)* yı. 


Her *(Sabah)* üç kere okuyan, akşama kadar her türlü *(Belâ)* dan *(Emîn)* olur kardeşim. İnanarak okumak lâzım. 


*(Bismillâhillezî)* bu, öyle bir *(Besmele)* dir ki: *(Lâ yedurru)* zarar vermez. 


*(Me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâ)* yerde ve gökde, hiçbir şey ona zarar vermez. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh buyuruyor ki: *(En güzel şifâ, Kur’ân-ı kerîmdir.)* Yâni Allahü teâlâdan sonra en yüksek makâm, Kur’ân-ı kerîmdir. 


*(Namaz)*, çok kıymetli bir ibâdetdir. Niçin kıymetlidir? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okunduğu için. 


Efendi hazretleri buyuruyor ki: *(Kur’ân-ı kerîmin her bir harfinde, yüz bin derde, yüz bin şifâ vardır.)* Kim buyuruyor? Efendi hazretleri buyuruyor.

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 115. Mektûb

 Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında:

Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duası, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Subhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama birşeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır. 

Mısra':

Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın.

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 114. Mektûb

 Mevlânâ Muhammed Sıddîk Peşâverî'ye. Ulvî himmet, muhabbet ve hüzünden bahseder:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Azîz kardeşim Mevlânâ Muhammed Sıddîk'ın kıymetli mektûbu geldi. Bizi sevindirdi. Size olan inâyetler, gelen bereketler, yüksek himmetler ve tatlı çılgınlıklardan yazdıklarınız kalbimize lezzet ve kuvvet verdi. İnsanlık cevherinin kıymeti, himmeti mesabesindedir. Cevher ne kadar kıymetli ise, o kadar sevgili ve değerlidir.

Bunun için hadîs-i şerîfte:

"Allah himmeti yüksek olanları sever ve düşük himmetlileri sevmez" buyuruldu. Yüksek himmet, hub ve cünün özü ile birleşirse, hüzün ve aşk ile bir araya gelirse, nûr üstüne nûr, değer üstüne değer olur ve terakkî yolu tamamen açılmış olur.

"Allahu teâlâ bir kuluna iyilik dilerse, kalbine hüzün verir" ve yine "Allah her üzüntülü kalbi sever" ve yine " Ümmet içinde bir üzüntülü kimse ağlasa, Allahu teâlâ o millete onun ağlamasıyla merhamet eder" buyuruldu. Mısra':

İçinde senin gamın olan kalbe ne mutlu!

Aşk ve üzüntüdür insanı sâir mahlûklardan üstün kılan ve kurb ve ma'rifetle süsleyen. Kalbinde muhabbet, cünün ve üzüntü olmayan, hayvanlara dahildir. Eğer insanın fazîlet ve meziyetini aşk ve muhabbete bağlasalar, ne iyi ve ne güzel iş yapmış olurlardı.

Uzağı göremeyen, eksik ve kısa akla bel bağlamamalı, bu bağdan mümkün mertebe kurtulmağa çalışmalıdır. Bu bağlarla bir yere varmak zordur.

Leylâ'nın zülfüyle gönlünü bağla,

Sen de aklı bırak, Mecnun ol biraz,

Âşıkların işi başkadır dostum,

Akıllı sözlerden onlar tad almaz.

Kardeşim Molla Muhammed Şerîf Kâbilî'ye deyiniz ki, bu günlerde epeyi ıslah oldu, hâlini düzeltti, eski beğenilmeyen halleri değişti. Bunun için hatasını afv edebilirsiniz. Sohbeti rüşde sebep olur ve nefesinde te'sîr bulursanız, işinin başına geçirebilirsiniz.

Hâline bu fakîrden daha ziyâde vâkıf olmak isterseniz, yeteri kadar düşünüp ve istihâre edip, kalb yolu verdikten sonra onu halkanın başına geçirir ve telkîn için icâzet verirsiniz. İhlâstan sâhib olduğu her derece ve vâridât büyük ni'mettir. Olur da, ondan kendisinden daha iyileri yetişir. Siz câiz gördükten sonra, fakîrin de o işe uygun gördüğünü ona yazarsınız. Vesselâmü aleyküm.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Hizmet)* lerin zerresini kendimizden bilsek, *(Helâk)* oluruz kardeşim. Bütün bu hizmetleri, Efendi hazretlerine *(Borçlu)* yuz. 


Hattâ, *(Îmân)* ımızı bile Ona *(Borçlu)* yuz kardeşim. 


Allahü teâlâ, insanların dışına değil, içine *(Bakar)*, yâni *(Niyet)* ine bakar. Bu işi *(Kim)* için yapıyor? *(Allah)* için mi, yoksa dünyâlık bir *(Menfaat)* için mi? 


Eğer *(Allah)* için yapıyorsa, yâni Rabbinin *(Rızâ)* sını kazanmak için, *(Âhiret)* menfaati için yapıyorsa, onun *(Mükâfât)* ını Allahü teâlâ kat kat verir. 


Yok, insanlar *(Beğensin)* diye yapıyorsa, *(On para)* etmez. Âhiretde eline bir şey geçmez. 

● ● ●

Herkesle *(İyi)* geçinin kardeşim, hiç kimseyi kendinize *(Düşman)* etmeyin. Bu, çok önemli. Kimse ile *(Münâkaşa)* etmeyin. 


Münâkaşa *(Yasak)*, faydası yok çünkü. *(Dost)* ile münâkaşa, dostluğu azaltır. *(Düşman)* ile olursa, düşmanlığı artdırır.


Öyleyse ne faydası var? Hiç. Bir *(İhtilâf)* varsa, *(Sen haklısın!)* deyin geçin. Bir şey kaybetmezsiniz, bilâkis kazanırsınız kardeşim. 

Birbirinizi çok *(Sevin)*. Birbirinizi *(Üzmeyin)*, kırmayın. Mü’min üzülürse, *(Arş-ı âlâ)* titrer kardeşim, o kadar tehlikeli. 


*(Mü’min)*, Allahın *(Dostu)* dur, onu incitirsen, *(Allah)* incinir. Çok fenâ. 


*(Seâdet-i Ebediyye)* kitâbını çok okuyun. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur, içindekileri yaparsa *(Evliyâ)* olur. 


Ne güzel işte. Dînini *(Bilmiyen)* ve ona göre *(Yaşamıyan)*, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. 


Muvaffak olmuş görünür, ama sonu *(Hüsrân)* dır. Ya *(Hanım)* ından, ya *(Kız)* ından, râhat edemez, *(Huzûr)* bulamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kabir azâbı, *(Mü’min)* lere, perşembe günü *(İkindi)* vaktinde kalkıyor ve bir daha olmuyor. 


*(Kâfir)* lerin azâbı ise, *(Cumâ)* günü geçdikden ve *(Ramezân)* ayı geçdikden sonra tekrar başlıyor. 


Kabir azâbı, *(Kâfir)* lere ve *(Ehl-i îmân)* ın bâzı *(Âsi)* lerine yapılacakdır. Demek ki, kabir azâbı müslümânların *(Hepsi)* ne değil. 


Mü’minler, kabirde *(Râhat)*, hiç korkmasınlar. O hâlde *(Ölüm)* den korkulmaz ki. Kabir, (*Mü’min)* lere nedir? *(Cennet)* bahçelerinden bir *(Bahçe)* dir. 


Kabirden *(Maymun)* ve *(Hınzır)* şeklinde kalkacak olanlar, harâmlara ehemmiyyet vermeyip, *(Nehy’e)* kâdir iken *(Nehy)* etmiyenlerdir. 


Bu, hadîs-i şerîfdir efendim. *(Harâm)* işliyenleri görüyor, ama *(Men)* etmeye *(Kâdir)* değil, o zaman *(Mâzur)* dur. 


*(Kâdir)* olduğu hâlde bir şey demiyorsa, kızmıyarak, tatlılıkla onları günahtan *(Men)* etmeye kâdir iken men’etmiyorsa, o zaman *(Mes’ul)* olur, günah olur. 

● ● ● 

Ankara’da *(Bağlum)* da bulunuyorduk. *(Zelzele)* den sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *(Kitap)* okuduk, *(Sohbet)* etdik.


*(Büyük)* lerden bahsetdik. Büyüklerin *(İsmi)* nerede anılırsa, *(Rûh)* ları orada *(Hâzır)* olur efendim. 


Bakın *(Gelir)* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince *(İrtibât)* başlar. Çünkü *(Rûh)* zamansızdır, ruh’da zaman yok. 


Yeter ki, o *(Büyük)* lerin ismi anılsın, o anda irtibât kurulur ve *(İstifâde)* başlar. Ne gibi? 


*(Radyo)* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda *(İrtibat)* kuruluyor ve *(Yayın)* başlıyor, onun gibi.