Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mazhar-ı Cân-ı Cânân* hazretlerinin 25.ci mektûbunda buyuruyor ki: 


İnsanların başına gelen her *Dert* ve *Belâ*, her *Musîbet*, her *Sıkıntı*, kötü amellerimizin karşılığıdır. Cezâ, karşılık demekdir. 


Yâni başımıza bir *Dert*, bir *Musîbet* geldiyse, muhakkak *Kötü* bir amel yapmışızdır. Bir *Günâh* işlemişizdir, onun karşılığıdır. 


Ne yapacağız peki? Hemen *Pişmân* olup, *Tövbe* edeceğiz, *Af* dileyeceğiz, *İstiğfâr* edeceğiz. İstiğfâr edince o kötülük gider. Demek ki en birinci ilâç, *İstiğfâr*’dır. 


*Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû. El hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*. 


Bunu okudun mu, yapdığın *Kabâhat* affolur. Kabâhat afvolunca da, o başına gelecek olan *Derd-ü belâ* artık gelmez, *Geri* gider. 


Bir gün Peygamber Efendimiz, Eshâbı ile oturmuş sohbet ederlerken; *Biraz sonra buraya çok kötü biri gelecek, onun zulmeti şimdiden gelmeye başladı*, buyurmuş. 


Biraz sonra *Biri* girmiş içeri. Efendimiz, onu gâyet *Güzel* karşılamışlar. *Güler yüz* göstermişler. Yanında *Gülmüş*’ler, *Neş’elenmiş*’ler. Biraz sonra bu kimse gitmiş. 


Hazret-i Ömer radıyallahü anh; Yâ Resûlallah! *Kötü biri gelecek* buyurmuşdunuz. Siz bu adamın yanında *Güldünüz, neş’elendiniz*. Yoksa bu adam, o bahsetdiğiniz *Kötü kişi* değil miydi? diye sormuş. 


Resûlullah Efendimiz de aleyhisselâm; *O kötü kişi bu idi*, buyurmuşlar ve böyle davranmasının sebebini şöyle *Îzah* etmişler:


Bunun yanında, birçok *Müslümân* kardeşlerimiz var. Ben o kişiye *Kötü* davransaydım, bana bir *Şey* yapamazdı. Fakat yanındaki müslümânlara *Eziyet* ederdi. 


Ona *Güler yüz* göstererek *Müdârâ* etdim, o da sevindi, memnun oldu. Böylelikle yanındaki müslümânlara *Eziyet* etmez artık, buyurmuşlar.

İsmin müsemmâya te’sîri çokdur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıyâmet* alâmetlerinin şimdi *Çoğu* çıkmış, her yere yayılmış. Bu alâmetlerden biri de, *Câhil*’ler çoğalacak, *Âlim*’ler azalacak. 


Câhiller, dinde *Söz sâhibi* olup, herkese *Yanlış Yol*’u gösterecekler. O hâlde müslümânlar *Uyanık* olmalı. Herkesin *Sözü*’ne güvenmemeli. 


Kime güvenmeli öyleyse? Sâdece *Ehl-i sünnet Âlimleri*’ne ve onların yazmış olduğu *İlmihâl Kitapları*’na güvenmeli. 


Neden? Çünkü o *Büyük*’lerin sözleri ve yazıları *Hak*’dır, *Doğru*’dur. Bundan altmış sene evvel bir ahbâbımız vardı. Onun da bir *Oğlu* vardı, oniki yaşında.


*Sârâ* gibi bir hastalık geldi çocuğa. Muâyene, muâyene, muâyene. *Çâre*’sini bulamadılar. Nihâyet bir *Hoca*’ya göstermişler. Eski zamânın hocaları *Âlim*’di. 


O hoca demiş ki: Bu *İsim*, bu çocuğa *Ağır* geliyor, ismini değişdirin. Bu isme, bu *Beden* tahammül edemiyor. Çocuğun ismini *Nihad* koyun! demiş. 


*İsmi*’ni değişdirdiler, *İyi* oldu çocuk. İsmin te’sîri çokdur. Müslümân olan, *Evlâd*’ına müslümân ismi koymalıdır. 


İbni Âbidîn; En iyi isim *Abdurrahmân* dır, diyor. Allahü teâlânın kulu demek. *Abdullah* ve *Abdülhalîm* gibi isimler de böyle.


Allahü teâlânın *Kulu* olduğunu bildiren *İsim*’lerdir. Ondan sonra Peygamber Efendimizin ismleri; *Ahmed*, *Mehmed*, sonra Peygamberlerin isimleri.


Ondan sonra da Eshâb-ı kirâmın ismleri kıymetlidir, diyor. *Çünkü ismin, müsemmâya te’sîri çokdur*, diyor İbn-i Âbidîn hazretleri.

Allah indinde zemân yokdur

 *“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Tedbir ve Takdir

_Efendi “kuddise sirruh hazretleri buyuruyorlar;_


_*Tedâbir, tekada-yı tekadirdir.* Alınan tedbir ve sebebler ezeldeki takdîrin iktizâsıdır. Takdîr ekseriya irâde-i cüziyyeye uymaz._


_Yine buyurdular ki; “rahmetullahi teâlâ aleyh “_


_*Her türlü sebebe yapıştım ama takdîr yine böyle oldu._* 


_Yine  buyururdu ki;_


_*“Tecrir riyâh bi-ma lâ teştehis süfün.”*  _Rüzgâr gemicilerin arzûsu zıddına eser.”_


*_Yine Buyurdular ki:_ 


_*“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Efendi hazretlerinin *Kabr*’ine girdim efendim. *Kefen*’in başını, ayaklarını *Çözdüm* ve dışarı çıkdım. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Yâni mü’minin kabri, *Cennet* bahçelerinden bir *Bahçe*’dir. 


Peygamber aleyhisselâm yine buyuruyor ki: *Kabr-ül kâfiri hufratün min huferün nîrân*. Yâni kâfirin kabri, *Cehennem* çukurlarından bir *Ateş çukuru*’dur. 


O hâlde ben Efendi hazretlerinin *Kabr*’ine girdiğime göre *Cennet Bahçe*’sine girdim. Şimdi ben; Cennet bahçesine girdim diye *Yemîn* etsem, yalan olmaz. 


Çünkü şâhidim Peygamber Efendimizdir. O, aleyhisselâm buyuruyor ki: *Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. 


Elhamdülillah, işte ben, Efendi’nin *Kabr*’ine girince *Cennet Bahçesi*’ne girmiş oldum. Onun için çok seviniyorum. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Yâni mü’minin kabri, Cennet bahçesidir kardeşim. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, *Karanlık* değildir.


*Nûrlu*’dur ve *Aydınlık*’dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir. İnsan Cennet bahçesini ziyârete gitmez mi? Onun için *Mü’min*’lerin kabrini ziyâret etmek lâzım. 


Cennet bahçesini ziyâret etmek için, bir *Mü’min* in kabrine gitmeli. Hele ki evliyâ *Zât*’ların kabrini. Onları ziyâret eden, *Feyz*’lerinden de istifâde eder. 


Biz *Peygamber* Efendimizi aleyhisselâm *Seviyoruz* efendim. Peki, sevdiğimiz nerden belli? 


Çünkü Peygamber aleyhisselâmın *Sevdiği* kimseleri de seviyoruz. Kimdir onlar? *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz. 


Peygamber Efendimizi gören müslümânlara, *Sahâbe* denir. Bir tânesine *Sahâbî* denir. Hepsine birden *Eshâb-ı kirâm* denir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Duâ-yı zahr-ül-gayb icâbete makrûndur*, diyor kitaplar. Yâni uzakdan, arkadan yapılan duâlar *Kabûl* olur. Mü’minler, birbirlerine arkadan *Duâ* ederlerse, Allahü teâlâ o duâyı *Kabûl* eder. 


Birinin yüzüne karşı *Duâ* edilince, belki niyete *Riyâ* karışabilir, riyâkârlık olabilir. Ama arkadan yapılan duâda *Riyâ* olmaz, bu duâlar *Hâlis* olur. 


Onun için birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben ediyorum. Beş vakit *Namaz*’da bütün kardeşlerimize, hepinize *Duâ* ediyorum. 


Bu dünyâ böyle; *İyi*’ler de var, *Kötü*’ler de var. Dâima *Kötü*’ler, *İyi*’lere saldırır. *Bu, böyle gelmiş, böyle gider*, diyor kitaplarda. 


Dâima *İyi*’lerle *Kötü*’ler arasında bir mücâdele vardır. *Âdem* aleyhisselâmdan *Kıyâmet*’e kadar da devâm edecekdir. Her zaman olacakdır bu. 


Onun için çok *Uyanık* olmak lâzım. Herkesle *Samîmî* konuşmamak lâzım. Her *Söz*, her *Yer*’de söylenmez. Herkesi anlamalı, tartmalı, ona göre konuşmalı. 


*Büyük*’lerimiz, mânevî olarak bizden çok yukarlarda. Allahın *Sevgili* kulları onlar. Onların *Kalp*’leri, vefâtlarından sonra da *Feyz* kaynağıdır. Onlara bağlanan *Kalp*’lere feyz verirler. 


Peki, bağlanmak ne demek? *Sevmek* demek. Sevmek demek de, *İtâat* etmek, yâni Onun *Yolu*’nda bulunmak demekdir. 


Onları *Seven*, kalplerinden *Feyz* alır kardeşim. Ne diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri? *Onları seven, onlar gibi olur*. Bu, ne büyük *Müjde* yâ Rabbî! Onları seven, onlar gibi olur. 


Onların *Kölesi* olalım yeter. Onlar gibi olmak şöyle dursun, onların *Kölesi* olalım. Rabbimiz hepimize hayrlı *Ömür*’ler versin de, O’nun dînine *Hizmet* edelim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri öyle buyuruyor. *Fitne fesat zamânında yapılan hizmetler çok kıymetlidir*, diyor. 


Bu *Büyük*’lerin bulunduğu *Cemâat*’de olalım da, isterse kenarda köşede olsun. Bizim *Kitap*’larımız, o *Büyük*’lerin kitaplarından alındığı için çok *Kıymetli*’dir, çok *Güzel*’dir.  


Bunlar ne güzel *Kitap*’lar yâ Rabbî! Bu kitaplar, Allahü teâlânın bu millete büyük bir *Ni’met*’i, ve *Lutf-ü ihsân*’ı dır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’minler bir araya toplanınca, *Kalp*’lerindeki *Nûr*, birbirine *Aks* eder, yâni *Te’sîr* eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği *Velî* bir kulu varsa, Onun kalbindeki nûr, şu *Lâmba* gibi herkesi aydınlatır. 


Aralarında öyle biri yoksa, o *Büyük*’lerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, o *Zât*’ın yanlarında olması, hattâ *Diri* olması da şart değildir. 


*Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti *Feyz* almağa sebep olur. O Büyüklerin *Sevgi*’sini kazanmak, ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. 


*Kibr* ve *Azamet*, Allaha mahsûsdur. İnsan neyine güvenip de büyüklenir? *Büyüklenenleri, hiç acımadan Cehenneme atacağım!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Yasîn sûresinde; *Nu’ammirhü nünekkishü*, buyuruyor. Ne demek bu? *Nu’ammirhü*, yâni muammer olmak, uzun ömürlü olmakdır. 


*Nünekkishü*, yâni birine çok ömür verirsem, sonunda eski hâline *Nüks* ettiririm, yâni *Döndürürüm*, buyuruyor. 


*Çocuk*’ken kuvveti yokdu. Büyüdü, gücü ve kuvveti oldu. Yaşlanınca *Kuvveti* geri alındı. Sonra da bir avuç *Toprak* oldu. Bu insan nasıl *Gurûr*’lanır, nasıl *Kibir*’lenir? 


Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan birini *Üzüntü*’lü görünce, sebebini sormuşlar. *Dünyevî* bir sebep olduğunu anlayınca; 


*Ben de, bir namâzı vaktinde kılamadın da onun için üzülüyorsun sandım*, buyurmuşlar. 


Ayrıca, namazı hiç geciktirmeden, vaktinde kılmanın *Kıymet*’ini bildirmek için;


*Birinin binlerce devesi olsa, hepsini dağıtsa, hediye etse, bir namâzın evvel vaktinde kılınması sevâbına kavuşamaz*, buyurmuşlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, *Allah*’ın kuluyuz. Bâzıları ise, *Nefs*’lerinin kulu. Çünkü nefslerine *Tatlı* geleni kabûl ediyorlar, nefslerine *Güç* geleni kabûl etmiyorlar. 


Biz, *Nefs*’e tâbi değiliz. Nefsimize ister *Tatlı* gelsin, ister *Acı* gelsin. Çünkü nefs, bizim *Düşman*’ımız. Düşmana tatlı gelen *Şey* hiç kabûl edilir mi? 


Bizim en büyük düşmanımız, *Nefs*'imiz. Mahlûkların içinde en *Ahmak* olan kimdir? İnsanların *Nefs*’i. Nefs, ahmakdır. Çünkü dâima kendi *Zarar*’ını ister, onun için *Ahmak*’dır. 


Bu istekleri de *Bitmez*. Bir şeye kavuşmak ister. O *İstediği*’ne kavuşdurursun, daha *Fazla*’sını ister. Daha fazlasını verirsin, ondan da *Fazla*’sını ister. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Hulikal insâne helû’a!* buyuruyor Allahü teâlâ. *Helû’a* denilen bir hayvan varmış, hiç *Doymaz*’mış, doymak nedir *Bilmez*’miş. 


Allahü teâlâ; *Sizin helû’a dediğiniz hayvan nasılsa, nefsiniz de öyledir!* buyuruyor. Ver ver, yine *Doymaz*. 


En *Son* ulûhiyyete, yâni *İlâhlık* dâvâ etmeye kadar gider, Allah korusun. Onun için şimdiki insanlar hep nefslerinin *Kulu*, nefsinin *Kölesi* kardeşim. 


Yâni *Nefs*’leri ne isterse, *Onu* yapıyorlar, nefslerine *Tapınıyor*’lar. Allahü teâlâ hepimize *Selâmet* versin. 


Hepimizi, *Nefs*’imizin şerrinden, *Düşman*’ların şerrinden ve bir de *Şeytan*’ın şerrinden muhâfaza buyursun. Nefsin yardımcısı *Şeytan*’dır. 


Şeytan, nefsin *Asker*’idir. Rabbimize ne kadar *Şükr*’etsek, azdır kardeşim. Onun için Rabbimize sonsuz *Şükür*’ler olsun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Düşman*’a tâbi olmak, *Ahmak*’lıkdır. Nefsine tâbi olan, islâmiyeti beğenmez, kabûl etmez, mâzallah *Kâfir* olur. *Küfr*’ün sebebi de budur işte.


*Küfr*’ün asıl sebebi, *Nefs*’dir. Herkesi aldatmak, *İçki* içmek, zevk-i sefâ peşinde koşmak, *Çalgı*’lar, *Oyun*’lar. Bunlar hep, *Nefs*’in istediği şeylerdir işte. 


*Nefs*, günâhlardan *Zevk* alıyor. Hâlbuki Allahü teâlâ bunları *Yasak* etmiş. Allahü teâlâ; *Size yasak etdiğim şeyleri yapmayın!* buyuruyor. 


İnsanın *Nefs*’i ise; *Yap!* diyor. Allahü teâlâ *Yapma!* diyor. Ama o, nefsini tercîh ediyor, onun sözüne *Peki* diyor. Ve onun *Dediği*’ni yapıyor. 


Allahü teâlânın *Yasak* etmesini kabûl etmiyor. Neden? Çünkü *İşine* gelmiyor. Allahü teâlânın *Emr*’etdiği şeyleri beğenmiyor. 


Bunları *Yapmak* hoşuna gitmiyor, *İçki* içmek hoşuna gidiyor, ama *Ayran* içmek hoşuna gitmiyor! Demek ki *Îmân* ne imiş? 


Îmân, *Âmentü*’nün altı *Şart*’ına inanmak, bir de Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasak*’larını beğenmek ve *Kabûl* etmekdir. 


Ama, bu altı şeye *İnanmak* ve Allahü teâlânın emrlerini, yasaklarını *Kabûl* etmek, bâzı insanların *İşine* gelmiyor. Kimlerin işine gelmiyor? *Nefs*’ine uyanların. 


*Akl*’ı olanlar, *Akl*’ına uyanlar, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını *Beğenir*, kabûl eder. Ama *Nefs*’ine uyanlar kabûl etmez. 


Bunlar, Allahın *Emr*’ine uymayı değil de, *Nefs*’ine uymayı, nefsine *İtâat* etmeyi tercîh eder. Demek ki bu gibiler, *Allah*’ın kulu değil de, *Nefs*’inin kuludur, nefsinin *Köle*’sidir.

Hüseyin Hilmi Işık efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor

Hüseyin Hilmi Işık efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şirketimizin bütün işlerinin, *Girdi* ve *Çıkdı*’larının, vekîlim *Enver Ören*’in izni, muvâfakati ve *Emri* ile yapılmasını, bütün arkadaşlarımdan önemle *Ricâ* ediyorum. 


*Îmân* demek; *Âmentü*’de bildirilen altı tâne îmânın şartına *İnanmak*, İslâmiyeti *Kabûl* etmek ve *Beğenmek*’dir. 


Pekiii İslâmiyet nedir? Allahü teâlânın *Emir*’lerine ve *Yasak*’larına, *İslâmiyet* denir. 


Demek ki, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını *Kabûl* edip, *Beğenmek*, bir de *Âmentü*’nün şartlarına inanmak. İşte *Îmân* budur. 


*Âkıl* olan, yâni *Akıllı* olan insan, bunları hemen *Kabûl* eder. Allahü teâlâ, *Fâide*’li olan şeyleri emretmiş, elbette yapacağız. *Fâide*’si bizedir. 


*Zarar*’lı olan şeylerden de sakınacağız ki, *Zarar*’ı bizedir. Ama bir insan, aklına uymayıp da *Nefs*’ine uyarsa, o zaman *Felâket*’e gider. 


İnsanın nefsine *Tatlı* gelen şeyleri Allahü teâlâ *Yasak* etmiş, nefsine *Güç* gelen şeyleri ise *Emr* etmişdir. 


O’nun *Emr*’etdiği şeyler, nefse *Zor* geliyor. Aksine Rabbimizin *Yasak* etdiği şeyleri, *Nefs* seviyor, onlardan *Lezzet* alıyor. 


Kim *Nefs*’ine uyup da mâzallah Allahü teâlânın *Emir*’lerini ve *Yasak*’larını beğenmiyor, kabûl etmiyorsa, işte buna *Kâfir* denir. 


İsterse *Âmentü*’nün altı şartına da inansın, yine *Kâfir*’dir. Peki, *İslâmiyet* nedir? 


Allahü teâlânın *Emir*’lerine ve *Yasak*’larına *İslâmiyet* denir. İslâmiyeti kabûl etmiyen, beğenmiyen, *Kâfir* olur. 


Niçin islâmiyeti kabûl etmiyor? *Nefs*’ine tâbi oluyor da onun için. Hâlbuki *Nefs*, insanın *Düşman*’ıdır. İnsan, düşmanına *Tâbi* olur mu?