KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z-2

– Z –

● Zâhirin gafleti, doğru niyyet ile olursa, zikrdir. 1/295. [Mektûbât Tercemesi: 473.]


● Zâhir nisbeti [yakınlığı] bâtına te’sîr eder. Tevbe ve istigfâr etmelidir. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Zıll-ı şey [bir şeyin zıllı], şey’in ikinci, üçüncü..... sonraki mertebelerde görünmesidir. 3/89.


● Zıl kendini asl olarak gösterip [takdim edip], sâliki kendine bağlar. 3/122.


● Zıl demek, Allahü teâlânın varlığının aşağı mertebelerde görülmesidir. Her mertebede, Allahü teâlâya vücûd denilebilir. Fekat mevcûd denilemez. Bununla berâber, Allahü teâlâ vücûd değildir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zıllin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. O ismin aslı, aslın aslıdır ki, i’tibârîdir. 3/118.


● Zıl dâiresinin üstü, cehl ve hayretdir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Zıll-ı ilâhî mevcûd değildir. Hiçbir mahlûk Hâlıkın zıllı değildir. 3/122.


● Zıl olmak ve mazhar olmak bakımından varlıklar çokdur. Varlık bir olup, başkaları evhâm ve hayâldir demek yanlışdır. Eski yunan felsefecilerinden sofistâilerin sözüdür. 1/125. [Mektûbât Tercemesi: 170.]


● Zulm, şeyi asl yerinden başka yere koymakdır. [Hakkı başka yere vermekdir.]. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Zuhûr-ı şey, birşeyin aksi, bir diğer şeyde olmak ma’nâsınadır. Zeydin ayna içinde olması gibi. 3/121. [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Zuhûr-ı şey, o şeyin hakîkatinin karşısında olur, [görünür]. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zuhûr-ı esmâ ve sıfat [Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının zuhûru] sâlikin aynasında seyr-i enfüsîde zuhûr eder. O zuhûr, esmâ ve sıfatın zıllerinden bir zıllin zuhûrudur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


Elhamdülillâhi alâ ni’metil islâm ve alâ tevfîk-il îmân ve alâ hidâyetil Rahmân!

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -T-2

 – T –

● Bu tâifeyi hor ve zelîl zan eylemeyeler. 1/68. [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Takıyye, mezhebini, inancını saklamakdır ki, şî’îlerin yoludur.


● Tâlibin nefse uymaması lâzımdır ki, bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, harâmlardan kaçınmakdır. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tâlib, sâdık olmalıdır. Sâdık olmak için yirmi senede melek yazacak bir günâh bulmamalıdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahî, yalnız ihlâs ve muhabbeti ile ilerler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tâlib uyanık olmalı, mürşidinin yanında rü’yâlara hiç kıymet vermemelidir. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Tâlibin ilerlemesi [yükselmesi], kâmil ve mükemmil olan [yetişmiş ve yetişdirebilen] şeyhin tasarruf ve teveccühüne bağlıdır. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Tâlib, başlangıcda pis ve aşağıdır. Ve Hak teâlâ çok temiz ve çok yüksekdir. Yolu bilen bir vâsıta lâzımdır. Her iki tarafı anlıyan bir mürşid-i kâmil, tâlibe aracılık yapar. Pîr vâsıtadır. Sona varanlar, mürşid olmadan ilerler. 1/169. [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Tâlibin pîrine karşı edebini beyân eden mektûb. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlibde, dîn-i islâmın sâhibine ittibâ’ ve şeyhine muhabbet oldukda, herşey kolaydır. 3/13. [Se’âdet-i Ebediyye: 401.]


● Tâlib, i’tikâdını düzeltdikden ve zarûrî fıkh ahkâmını öğrenip, îcâbı ile amel etdikden sonra, bütün vaktlerini zikre sarf eyleye, o şart ile ki, zikri, kâmil ve mükemmil olan şeyhden almış ola. 3/84.


● Tâlib, mürşidin huzûrunda zikr ve nâfile ile meşgûl olmamalıdır ki, feyzden mahrûm kalmıya. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlibe lâzımdır ki, nefsindeki ve dışardaki bâtıl tanrıları yok ede, hak ma’bûd olarak, akla, vehme, hayâle, fikre gelen herşeyi de kovmalı, yok etmelidir. 1/126. [Mektûbât Tercemesi: 172.]


● Tâlibin, evvelâ yalvarması, çok sevmesi, sığınması lâzımdır ki, teveccüh te’sîr eyleye. 1/157. [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● Tâlibde zevk zâil olup [gidip], nisbetin te’sîri kalmamış zân eder. Cesede te’sîr kalmamışdır, ammâ, rûha te’sir meydâna gelmişdir. 2/43.


● Bir tâlib, kutb-ı irşâda [mürşide] teveccüh edip, ona bağlanırsa, o dahî tâlibe müteveccih olsa, teveccühde tâlibin kalbinde bir pencere açılır. Ve buradan teveccüh ve ihlâsı kadar, o deryâdan kalbine feyz akar. Ve ilâhî zikre müteveccih olur, kavuşur. O mürşidi bilmediği hâlde teveccüh etmese, yine fâidelenir ammâ, azdır.


Fekat inkâr ederse veyâ mürşid ondan incinirse, zikr etse de hidâyetden mahrûmdur. Mürşid onun zararını istemese dahî, o inkâr ve üzmek onun feyzine mâni’ olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tâlib, niyyeti düzeltirse ve sâdık ve hâlis olursa ve zikre de devâm ederse, tezkiye hâsıl olur. Kötü huyları iyi huylara dönüşür. Tevbe ve bağlanma nasîb olur. Dünyâ sevgisi çıkar. Ve sabr ve tevekkül ve rızâ hâsıl olur. Bunlar kendini âlem-i misâlde müşâhedeye vesîle olup, her latîfe için bir nûr müşâhede eder. Böylece seyr-i âfâkî temâm olur. Bu seyr hakîkatde sâlikin kendindedir. [Kendi kalbindedir.] Sâlik, seyrini âlem-i misâlde görür. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tâlib, fenâ ve bekâya kavuşdukdan sonra, mürşide uyması lâzım gelmez. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlib, vilâyet yolu ile yaklaşmakdan, nübüvvet yolu ile yaklaşmağa ulaşması câizdir. 3/124.


● Tâlibe lâzım olan edebler. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlib olmıyan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’metdir. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Tabi’ati ile alâkalı arzûlar, kulluğa mâni’ değildir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Tarîkatden maksad, islâmiyyetin üçüncü kısmı olan ihlâsı elde etmekdir. İslâmiyyetin dışında birşey değildir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîk-ı vilâyetde [vilâyet yolunda] vâsıta lâzımdır. Bu vâsıta, oniki imâmdır ve sonra Abdülkâdir-i Geylânîdir. 3/124.


● Tarîk-ı nübüvvetde [nübüvvet yolunda], fenâ, bekâ, cezbe ve sülûk yokdur. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Tarîk-ı nübüvvetde [nübüvvet yolunda], mahlûklara gönül bağlamak yasakdır. Mahlûkların unutulması lâzım değildir. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Tarîk iki parçadır. Cezbe ve sülûk. Tasfiye ve tezkiye de denir. Sülûkden önce olan cezbenin kıymeti yokdur. Sülûkun yardımcısıdır. 1/62. [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Tarîkate sülûkden maksad, îmânda yakîn, amelde yüsrdür. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Tarîkat ve hakîkat, islâmiyyetin hâdimleridir. [Hizmetcileri, yardımcılarıdır.] 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat, mahlûkâtı yok etmek yolu, hakîkat, vâcib-i teâlânın isbâtıdır. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Tarîkat, izâfe edilen şeylerin ortadan kaldırılması [mahlûkları unutmak] için çalışmakdır. Hakîkatde ise, zorluk çekmeden, kendiliğinden unutulur ki, ikisi birdir. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Tarîkat ve hakîkat vilâyete bağlıdır. İslâmiyyet nübüvvetdedir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tarîkatde tul-i emel [uzun emelli olmak] küfrdür. 1/136. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Tarîkatde hâsıl olan telvînler [hâller] ve tecellîler hayâlî ve vehmîdir. 3/109.


● Tarîk-i sülûkda [sülûk yolunda] bağlanma sâlik tarafındandır. Vâsıta lâzımdır. Çâre yokdur. 3/124.


● Tarîk-i cezbede [cezbe yolunda], çekilme, matlûb tarafındandır. Başkaların vâsıtalığını kabûl etmezler. 3/118.


● Tarîk-i cezbe [cezbe yolunun] temâm olması, sülûka bağlıdır. Sülûksuz cezbe temâm olmaz ve netîcesizdir. 3/118.


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, Eshâb-ı kirâmın yoludur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye nisbeti, bu zemânda yok gibi olmuşdur. [Ankâ kuşu hükmündedir.] 1/168. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede zikr, Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radıyallahü anh” gelmişdir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, islâmiyyetin yasak etdiklerinden kaçınmak zarûrîdir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, simâ’, raks, vecd ve tevâcüd [kendinden geçme] yasakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede farzların edâsı, yaklaşmağa sebebdir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, elbette kavuşdurur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin başlangıcı cezbeden, diğer tarîkatlerinki sülûkdendir. Bu tarîkatde şeyh, teveccüh ve tasarruf ile, başlangıcda olana, nihâyet devletinden aks etdirir. 2/43.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sonundan kimse haber vermemişdir. Başlangıcını bildirmişlerdir ki, nihâyeti başlangıca yerleşdirilmişdir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, nefse muhâlefet çok olduğundan, çabuk kavuşdurucudur. [En kısa yoldan kavuşdurur.] 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, Peygamberlik kemâlâtına kavuşdurur. Başka tarîkatler kavuşduramaz. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin medhi. 3/9.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin temeli [işinin esâsı], sohbet ve muhabbetdir. 3/70.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ifâde ve istifâde [feyz vermek ve feyz almak] susarak, kendiliğinden olur. [Zorluyarak olmaz]. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin medârı [işinin esâsı] ahkâm-ı islâmiyye üzere olmak ve pîre muhabbetdir. 2/30.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede şeyh tâlibe zikr veyâ murâkabeyi veyâ yalnız sohbeti emr eder. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede zikr edebilmek, başlangıcda nasîb olur. 1/190. [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede başlangıçda zikr, ortada Kur’ân-ı kerîm okumak, sonda nemâz emr olunur. 3/25.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, cehrî zikrden kaçınmak emr olunmuşdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk teveccüh zât-i ehadiyyet iledir. [Allahü teâlânın zâtınadır.] 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede sülûk, tâlibin dilemesi ile değildir. Mürşidin tesarrufu ile olur, ona bağlıdır. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrlik, mürîdlik ta’lîm iledir. Külâh ve elbise ile değildir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede nisbetden murâd, Allahü teâlânın hâzır olmasını anlamak demekdir. Hiç aralıksız hâzır olmasını anlamak demekdir. İsmler ve sıfatlar karışmadan, zât-i ilâhînin tecellîsidir ki, (Yad-ı daşt) derler. 1/27. [Mektûbât Tercemesi: 45.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sonu, vasl-ı uryânîdir ki, matlûba kavuşmakdan ümmîdi kesilir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyüklerine, tecellî-i zâtî devâmlı olup, başkalarına (berkî), şimşek gibi gelip-geçicidir. 2/30.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede seyr-i âfâkîyi seyr-i enfüsî ile birlikde yaparlar. 1/145. [Mektûbât Tercemesi: 184.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyükleri, gaybetden önce olan huzûra ehemmiyyet vermezler. 1/131. [Mektûbât Tercemesi: 175.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin nisbeti, hiçbirşeye benzemiyen makâmadır. Mahlûklar ile alâkası yokdur. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye yolu, insanın yedi latîfesidir ki, ikisi âlem-i halkdan, beden ile nefsdir.


Beşi âlem-i emrdendir. [Kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ]. Önce âlem-i emrden başlanır. 1/196. [Mektûbât Tercemesi: 234.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye riyâzeti. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Makâmât-i aşere 1/38 [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilerlemek, kalbden başlar. Sonra rûh, sır, hafî ve ahfâdan geçilir. Bunların herbiriyle ayrıca hakîkatlendikden sonra, âlem-i kebîrdeki asllarını seyr ederek, fenâya vâsıl olur. Bundan sonra, vücûb ile imkân arasında olan sıfat ve ismlerin zıllerini kat’ederek, esmâ ve sıfata başlıyarak, ismlerin ve sıfatların tecelliyâtı vukû’ bulup, âlem-i emrin beş aslının mu’âmelesi temâm olur. Sonra, nefsin itmînânı ile rızâ makâmı hâsıl olur. Sonra, ism, sıfat ve şu’ûnların aslı olan bir dâire ve bunun aslı olan diğer bir dâire ve sonra bir kavs hâsıl olur ki, bu üç asl, zât-i teâlâda mücerred i’tibârâtdır ki, onun ele geçmesi, nefs-i mutmainneye mahsûs olup, şerh-i sadr ve islâm-ı hakîkî hâsıl olur ki, vilâyet-i kübrânın sonudur. Buraya kadar ism-i zâhirin seyridir. İsm-i zâhir, sıfata, ism-i bâtın sıfat ile zâta tealluk eder. Esmâ-i bâtinîde seyr, vilâyet-i mele-i a’lâdır. Bundan sonra da, kemâlat-ı nübüvvet vardır ki, Enbiyâya mahsûsdur. Ve tâbi’ olanların büyüklerine hisse vardır ki, toprak unsurunun nasîbidir. Vilâyetin kemâlâtı makâmât-i nübüvvetin zıllerinin kemâlâtıdır. Bu seyrden sonra, bir adım ileri atılsa sâlik yok olur. Toprak unsuru hepsinden dahâ yükseğe gider. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Ta’âm [yemek]leri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmeğe kuvvet bulmak niyyeti ile yimelidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Taleb büyük ni’metdir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Taleb dahî matlûba kavuşmanın müjdecisidir. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ”, Cemel günü onüçbin âdem ile katl olunmuşlardır. Aşere-i mübeşşeredendirler. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Talha ve Zübeyr, Fârûkun “radıyallahü anhüm” vasıyyetinde, hilâfeti rızâları ile terk eylediler. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -S-2

 – S –

● Sâ’im-i Ramezâna [Ramezânda oruclu olana] iftâr veren müslimânın günâhları magfiret ve Cehennemden âzâd olur. 1/45. [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● Sâhib-i Avârif [Avârif kitâbının sâhibi], sahv ehlinin kâmillerindendir. Kitâbında o kadar sekr ile ilgili ma’rifet vardır ki, şerh olunamaz. 3/118.


● Sâhib-i Avârif imâm-ı Sühreverdînin, “Limen kâne lehü kalbün, âyetini tefsîri. [Bu sûredeki nasîhatler, idrâk sâhibi kalbi olan içindir. Kaf Sûresi 37.A.] 3/119.


● Sâhib-i Avârif. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sâhib-i Avârifin [Avârif kitâbının sâhibinin], vâsıl olan [nihâyete kavuşan] sofînin, Kur’ân-ı kerîm okumakda, Mûsâ aleyhisselâma ağaç cihetinden gelen kelâm-ı ilâhî gibi olmasının takrîri. 3/120.


● Sâhib-i şühûd olanlar [şühûd sâhibi olanlar], erbâb-ı temkindir. [Temkin ehlidir]. 3/120.


● Sâhib-i mükâşefe olanlar, ehl-i telvindir. [Mükâşefe sâhibi olanlar telvin ehlidir]. 3/120.


● Sâliha hanımlardan birine akâid beyânı 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Sabâh nemâzını cemâ’at ile edâ eylemek ki, bir sünnetin yerine getirilmesidir. Bütün sene nâfile nemâz kılmakdan bir-kaç mertebe üstündür. 1/53. [Mektûbât Tercemesi: 89.]


● Subbet aleyye, mesâibü lev ennehâ.

Subbet alel eyyâmi sırne leyâlehâ.


(Üzerime yağan musîbetler bellidir herkesce,

Eğer gündüzlere yağsalardı, hepsi olurdu gece.)


Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi vesellem” vefâtlarında buyurmuşlardır. 1/195. [Mektûbât Tercemesi: 233.]


● Sohbetin fazîleti, bütün fazîletlerin ve kemâlâtın üstündedir. 3/69.


● Sohbet-i şeyh [şeyhin sohbeti] mevcûd oldukda, zikre ihtiyâc yokdur. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Sohbet netîcesinde mübtedîye [başlangıcda olana] devâmlı olan bereket, evvelâ, hakîkî maksad olan Allahü teâlâya kalbin teveccühünün devâmlılığıdır. Az bir zemânda bu şeklde teveccühün devâm etmesi, mâsivâyı unutdurur. [Mahlûkları unutmağa kavuşdurur.] 2/83.


● Sohbeti ganîmet bileler. 3/69.


● Sohbet-i mürîdân [mürîdlerin kendi aralarındaki sohbet], birbirlerinde fânî olmak şartı ile, uzletden dahâ iyidir. 1/122. [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Sohbet-i agniyâda terakkî [zenginler ile sohbetde dünyâ menfeati] çok olsa düşünmek lâzımdır ki, hâsıl olan yüksekliklerden netîce nedir. Ba’zı hizmet zararsız olur. Ammâ, sonra bir hizmet dahî emr ederler ki, tam bir vebâl olur. 3/55.


● Sahv-ı hâlis nasîb-i avâmdır. [Hâlis sahv avâmın nasîbidir.] Her kim ki sahvı tercîh eyleye, murâdı sahvın galebe çalmasıdır. Sahv-ı hâlis [hâlis sahv] değildir ki, o âfetdir. 3/118.


● Sahvda, sekrden bir mikdâr eser kalması tuz gibidir ki, tuz olmaz ise yemeğin tadı olmaz. 3/118.


● Sahv, sekre tercîh edilir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Sırâtın [sırât köprüsünün] Cehennem üzerine konması hakdır. Mü’minler geçip, Cennete giderler. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Sagîre üzere ısrar eylemek kebîredir. [Küçük günâha ısrar, büyük günâhdır.] 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Sıfât-i ilâhî. 3/100.


● Sıfât-i sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm, kudret, irâdet, semi’, basar, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlar hâricde mevcûdlardır. Fekat, Allahü teâlânın zâtından ayrı da değillerdir, gayrı da değillerdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Sıfatın zât-i ilâhîden ayrılması, ârifin düşüncesi i’tibâriyledir. Yoksa işin aslı i’tibâriyle değildir. 2/91.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] ne zâtının aynıdır, ne de gayridir. 3/114.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları], kemâlât-i münderece-i zât-i sübhânehunun tafsîlidir. İcmâl şol mertebedir ki, tafsîl ol mertebede kâin değildir [yokdur]. Belki mertebe-i tafsîl, mertebe-i icmâlden aşağıdır. Ol celle sultânehu da bu ma’nâ yokdur [düşünülemez]. Ve tafsîl, ayn-ı mertebe-i icmâldedir. Bu ma’rifet aklın ötesindedir. 3/114.


● Sıfât-i semâniyye-i hakîkiyye [sekiz hakîkî sıfat], zât-i ilâhî ile mevcûdlardır. Vücûd ile değillerdir ki, vücûdun ve belki vücûbun da, o mertebede yeri yokdur ki, vücûbun ve vücûdun ikisi de i’tibârâtdandır. Hub [sevgi] ve vücûd i’tibârları, âlemin yaratılmasının başlangıcıdırlar. Zîrâ zât-i celle ve şânehu bu i’tibâr-ı hub ve bu i’tibâr-ı vücûd mevcûd değil iken, âlemden ve yaratılan âlemden müstagni [münezzeh] idi. 3/122.


● Sıfât-i semâniyye-i kâmile [sekiz kâmil sıfat], kadîmlerdir. Ve kemâlât-i zâtiyyenin zılleridirler. Ve o kemâlâtın zâhir olduğu [göründüğü] ve kemâlâta perde, ya’nî o gizli nûrların perdeleridir. 3/26.


● Sıfatın birbiriyle mugâyeretleri tahkîkîdir. [Sıfatlar birbirinden başkadır.] Bir sıfatda fenâya kavuşmak, her sıfatda fenâ bulmak olmaz. İ’tibârlar böyle değildir. Bir i’tibârda fenâ, hepsinde, hattâ zât-i ilâhîde fenâdır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Sıfat ve esmâ’i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları ve ismleri], zât-i teâlânın zılleri gibidir. Her zıl, âsâr [eserler] ve âyâtda [âyetler, işâretler] dâhildir. 2/4.


● Sıfât-i ilâhîde [Allahü teâlânın sıfatlarında] iki i’tibâr vardır. İ’tibâr-ı evvel oldur ki, fî hadd-i zâtihâ [hadd-i zâtında, aslında] sâbitdirler. Âleme münâsebeti olup, mebâdî-i te’ayyünâtdırlar. [Başlangıçların te’ayyünâtıdırlar]. Zât-i teâlâ ve tekaddesden münfek [ayrı] görünürler. Ve zât-i teâlâya hicâbdırlar [perdedirler]. İ’tibâr-ı sânî [ikinci i’tibâr] oldur ki, zât-i teâlâ ile kâimlerdir [vardırlar]. Âleme teveccühleri yokdur. Zâta hicâb [perde] değildirler. Câmenin [elbisenin] beyâzlığı gibidirler. 3/73.


● Sıfatın zâta perde olması, zıllerin zuhûruna mahsûsdur. Zîrâ ki, zıllerin zuhûru, ilm mertebesindedir. Ve asl zuhr, makâm-ı ayndedir. [Makâmın tâ kendisindedir.] Meselâ Zeydin ilmde zuhûru sıfat iledir. [Meydâna çıkması, görünmesi sıfat iledir.] Bu sıfat düşünülünce Zeydin zâtına hicâb olur. Zeyd görününce mu’âmele asla karar bulur. Zeydin ilmde sûreti, hâricde mevcûd olan Zeyd için zıl idi. Rü’yet makâmında, Zeydin sıfatı, perde değildir. [Zeydin sıfatları mâni’ değildir.]. 2/11.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] her ne kadar Zât-i teâlâya perdedir. Ammâ, kemâlât-i zâtiyyenin açığa çıkması da, onların vücûduna bağlıdır. Sıfatın perde olmaları, ayn’ın [aslın] perde olması gibidir ki, görme sebebidir.


Bu görünüş ve açığa çıkış, her zemân zıllîdir. Ammâ çâre yokdur ki, bizim vücûdumuzu zılle bağlı kılmışlardır. Vücûdumuz perde ile örtülmüşdür. 3/26.


● Sıfât-i ilâhînin varlıkda durmaları, Allahü teâlânın zâtı iledir. Sıfât-i ilâhî, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olması sebebi ile, mümkinâtın sıfatlarına benzemez. Onlarla münâsebeti yokdur. Zîrâ mümkinâtın sıfatları sonradan var olmuşdur. Varlıkda durmaları madde iledir. Hâlbuki maddelerin varlıkda durmaları sıfât-ı ilâhî iledir. Mümkinlerin sıfatı kendi nefsleri ile, hay, alîm ve kâdir olmayıp, o kadar var ki, mümkin onların tavassutlarıyle hayâtda durur ve bilir. Sıfât-i ilâhî dahî, zât-i ilâhî gibi hay, alîm ve kâdirlerdir. 3/113.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] eğerçi mümkinât dâiresinden hâriclerdir, ammâ, zât-i teâlâya ihtiyâcları olduğundan ve onlara tekâbül eden yoklukların herbiri için, şân olmakla, imkânın sâbit olmasından dışarı [hâriç] değildir. Eğerçi başlangıçları yokdur. Lâkin imkânın delîline ihtiyâcları vardır. Vâcib olmaları, zâtın vücûbundan aşağıdırlar. Varlıkları da, zâtın vücûdundan aşağıdır. 3/100.


● Sıfât-i ilâhînin tavassutu [vâsıta olması] olmasaydı, hiçbir şey’in hâsıl olması tasavvur olmazdı. Zîrâ ki zât-i teâlânın nûrlarının aydınlatmasında, helâk ve fenâ ve inhirak [yanmak] ve yok olmakdan gayri eşyânın nasîbi yokdur. 3/26.


● Sıfat ve ef’âl-i ilâhînin [Allahü teâlânın sıfatlarının ve fi’llerinin] zuhûru [açığa çıkması] için, Allahü teâlâ mahlûkâta muhtâc değildir. 3/114.


● Sıfât-i ilâhî şu’ûnât-i ilâhînin zılleridir. 3/73.


● Sıfât-i ilâhînin [Allahü teâlânın sıfatlarının] ilmi, ilm-i husûlîye münâsibdir. [Mahlûkların ilmine uygundur.]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Sıfât-i ilâhî ile ahlâklanmanın ma’nâsı. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Sıfât-i beşerînin ve imkânın [beşerî sıfatların ve mümkinâtın] temâmen yok olması, tasavvur edilemez ki, kalb-i hakâyık-ı müstelzimdir. [Ya’nî hakîkatların değişmesi olur.]. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Safâ-yı kalb [kalbin tasfiye bulması], Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Safâ-yı nefs [nefsin safâsı], açlık ile hâsıl olur. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Safâ-yı nefs [nefsin safası] dalâlet yoludur. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sıfât-ı irâde [irâde sıfâtı], takdîr olunan iki şeyden birisini seçmekdir. 3/114.


● Sıffîn vak’ası, hilâfet için değil, kâtillere kısâs yapılması için idi. “Gazâlî” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Sınâ’âtın tekmîli, telâhuk-ı efkâr iledir. [Sanatların temâmlanması, fikrlerin birbirine ilâve edilmesi iledir.] 3/89.


● Sanemleri [putları, heykelleri], kâfirler, şefâ’at vesîlesi kabûl ederler. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Savt-ı hasen [güzel ses] ile Kur’ân-ı kerîm ve kasîdeler, na’t ve menkıbeler okumakda sıkıntı yokdur. Yasak olan, Kur’ân-ı kerîmin harflerini bozarak okumak, [müzik makâmlarına uyuyorum diyerek] ve şarkı gibi (elhân ile) okumakdır ki, şi’rde dahî mubâh değildir. Kasîdelerde bu şartlara riâyet lâzım değildir. 3/72.


● Suveri ilmiyyeyi [ilmdeki sûretleri], başkası ile mevcûd olan sıfatlar gibi tasavvur eylemeyeler. Bu ilâhî ilmin sûretleri, maddelerin aslı ve belki mebâdi-i te’ayyünleridir. İlmî sûretler sâbite olup, ilm sıfatı ile kâimlerdir. İlmde sâbit ve hâricî olan hiçbirşey bunlarda yokdur. Belki, ilmî ve hâricî varlık onlara, ârdır ki, mümkinâtın sıfatlarından ve hâdiselerin ismlerindendir. 3/114.


● Sofiyyenin sekr ve muhabbet istilâsından dolayı sözleri câizdir. 3/100.


● Sofiyye vahdet-i vücûda, ulemâ kesret-i vücûda kâildir [kabûl eder]. Ayrılık sözlerdedir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Savm [oruc], Cehennem ateşinden siperdir. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Suyun yaratılması, göklerin ve yerin yaratılmasından evveldir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Sıkıntılı zemânlarda “Lâ havle” ile ve “Muavvizeteyn” ile def’ edeler [bunları okuyalar]. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Zıddeyn [iki zıd] aynı zemân ve aynı mekânda bir arada bulunamaz. Ammâ, iki zıddın, birinin diğerinde bulunması ve birinin diğeri ile buluşması, imkânsız değildir. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Zarar ihtimâli ile çok menfa’at terk edilir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Ş

 – Ş –

● Şâkir [şükr eden] ve mü’min olanlara Allahü teâlâ azâb etmez. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Şân-ül-hayât, cemî’ şü’ûnâtın akdemi [en evveli]dir. Ondan sonra şânül-ilmdir ki, ona tâbi’dir. 3/88.


● Şân-ül-ilm, bütün şü’ûnları topluca ve etrâflıca içinde bulundurur. [Hayât şânından sonra]. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şân-ül-ilmin, sıfat-i zâideden olan ilm ile hiç münâsebeti yokdur. 3/73.


● Şâh-ı Nakşibend, Ya’kûb-ı Çerhîye ta’lîme izn verdiği hâlde, benden sonra Alâüddînin hizmetinde ol demişdir. 1/119. [Mektûbât Tercemesi: 167.]


● Şâh-ı Nakşibend “kuddise sirrûh” buyurmuşlardır ki, Minâ pazarında bir tâcir, elli bin altınlık eşyâ satıyordu. Bir an Hakkı unutmuyordu. 1/33. [Mektûbât Tercemesi: 58.]


● Şâh-ı Nakşibend buyurdular ki, bizim tarîkimiz sohbetdir. 3/69.


● Şü’ûnât ile sıfat arasında kâbiliyyetler vardır ki, bunlar hem şü’ûnlara, hem sıfatlara benzerler. 1/287.[Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şü’ûnât-i ilâhî zât-i ilâhîye bağlıdır. [Onunla alâkalıdır.] Mâsivâ ile alâkalı olmakdan uzakdır. Sıfât-i ilâhînin te’alluku mâsivâya maksûrdur. [İlâhî sıfatlar mâsivâya tealluk eder.] 3/73.


● Şü’ûnlar ile sıfatlar arasında fark çok incedir. Bu farkı kimse bildirmemişdir. (Bu farkdan bir kulun konuşması ma’lûm değildir.) 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şecere-i Mûsâdan mesmû’ olan kelâm, kelâmullahdır. [Mûsâ aleyhisselâmın Tûr dağında ağaç tarafından işitdiği kelâm, kelâmullahdır]. İnkâr eden kâfirdir. 3/20.


● Şirb-i züyût-i tayyibe [halâl olan nebâtlardan çıkan suları] ya’nî karanfil, tarçın, çay ve sâireden elde edilen, her dürlü şerbeti içmek yasak edilmemişdir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Şerh-i sadr, zâtın tecellîsi zemânında, nefsin itmînânında hâsıl olur ki, adı geçen bu kemâlât, ism-i zâhire te’alluk eder [bağlıdır]. İsm-i bâtına uygun olan kemâlât, örtülmesi lâzım olan kemâlâtdır. Bu iki ismin kemâlâtı temâmen hâsıl oldukda, kudsî âleme uçmak ve nihâyetsiz yükselmeler olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● (Şerh-i lemeât) kitâbı Mevlânâ Câmi’nin olup, burada tecellî-i zâtînin nihâyetsiz olduğu açıkca yazılıdır. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Şirkin ma’nâsı. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Şirk, Allahü teâlâdan başka şeye ibâdet etmeğe tutulmakdır. Eğer, Allahü teâlânın varlığını kabûl etse de. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Şirk öyle bir küfrdür ki, mutlak küfrün aslıdır. İslâmiyyet hükmlerini inkâr küfrdür. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Şirk, ibâdetde ortaklıkdır. Eğer bir maksûdun ele geçmesinde, islâmiyyetin bağından boynunu kurtarıp [islâmiyyetin sınırını aşıp], onun hâsıl olmasında, islâmiyyetin hudûduna tecâvüz olunursa, o şey ma’bûd ve ilâh olur. Ve eğer o maksûd böyle olmayıp, onun ele geçmesinde, islâmiyyetin yasakladığı şeyler işlenmezse, o maksûd, dînî bir yasak olmaz. O şeye tabî’î meylden ziyâde maksûd olmamışdır. Tabî’î ve yaratılışa uygun bir meyldir ki, insanlık ve beşerî özelliklerdendir, ammâ, hırs, arzû ve acele istek ve taleb gibi rezîl hâller meydâna gelmemişdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● İslâmiyyet lâzımdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Dîn-i Muhammediyyeye “sallallahü aleyhi ve sellem” [Muhammed aleyhisselâmın dînine] ihtiyâc yok zan etmek küfrdür. 3/118.


● Hiçbir kimse, hiçbir vaktde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan kurtulamaz. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● İslâmiyyete kıl ucu kadar muhâlefet mevcûd ise, ahvâl ve mevâcid dahî zuhûr eylese [hâller, kerâmetler meydâna gelse] istidrâcdır. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● İslâmiyyetin teklifâtında kemâl-i yüsr ve gâyet-i sühûlet vardır. 3/53.


● İslâmiyyete inanmıyan kimse, şekerin tadına inanmıyan, safrası bozuk hastaya benzer. Kalb hastalığı var iken olan îmân, îmânın sûretidir. Nefs-i emmâre küfrünü bildirmekdedir. Şekerin tadlı olmasına inanması için, şeker hastasının tedâvîsi îcâb eder. Nefsin tedâvîsinden, ya’nî tezkiye ve itmînânından sonra, hakîkî îmân hâsıl olur. 1/46. [Mektûbât Tercemesi: 79.]


● Muhammed aleyhisselâmın dînini tasdîk, geçmiş bütün dinleri tasdîk demekdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin aksine sözler ve işler insanı felâkete sürükler. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● İslâmiyyetin bir mes’elesini [bilgisini] yaymak, Allah yolunda hazîneler harc ederek fakîrleri doyurmakdan dahâ sevâbdır. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Muhammed aleyhisselâmın dîni kıyâmete kadar bâkîdir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● İslâmiyyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak ve kalbi karartanları [zulmetleri] def’ etmek demekdir. 1/42. [Mektûbât Tercemesi: 71.]


● İslâmiyyete uygun olarak, dünyâ ni’metlerinden fâidelenilebilir [yinebilir], halâldir. Yoksa üzeri şeker kaplanmış zehr hükmündedir ki, aklsızı onun ile aldatırlar. Dünyânın aldatıcı lezzetleri, islâmiyyetin emrlerinin ve nehylerinin acılığı [ilâcı] ile telâfî eylemelidir [giderilmelidir]. 3/54. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● İslâmiyyet olmasa, herkes kendi istediğini yapsa, ortalık karışır, düzen bozulur, netîcesi fesâd olan hâl zuhûr eder. Güçlü olanlar, başkasının cânına ve malına saldırıp, hem kendini, hem de onları felâkete sürükler. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ahkâm-ı islâmiyye ile mükellef olan, dil, bütün organlar ve kalbdir. Diğer latîfeler mükellef değildir. 1/172. [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● İslâmiyyete uygun olan riyâzet ve mücâhede, nefs-i emmâreyi tahrîb eder. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● İslâmiyyete uygun olmıyan riyâzetler ve mücâhedeler hor ve hakîrdirler [fâidesi yokdur]. Eğer birkaçının fâidesi olur ise de, yalnız dünyâda fâide hâsıl eder [az bir fâidesi vardır]. 1/206. [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● İslâmiyyetin emriyle olan, bayramın birinci günü yiyip içmek, islâmiyyete uymaksızın, senelerce oruc tutmakdan dahâ fâidelidir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan ameli, Allahü teâlâ sever. Uygun olmıyanı sevmez. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Ahkâm-ı islâmiyyeye uymanın kemâli, ilm, amel ve ihlâsa bağlıdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● İslâmiyyetin hakîkati ve sûreti vardır. İslâmiyyetin sûretinde, îmân ve hükmleri yerine getirmek ile berâber, nefs isyân hâlindedir. Nefs itmînân makâmına vâsıl olunca, islâmiyyetin hakîkati müyesser olur. 2/54.


● İslâmiyyete uygun olan her amel, zikr demekdir. 2/30.


● İslâmiyyetin, gerek red ve gerek kabûl ile hükm eylemediği bilgiler lüzûmsuzdur. İnsanlara lüzûmsuz şeyleri yapmak emr olunmadı. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● İslâmiyyet, zâhir ve hakîkat-i islâm [islâmiyyetin hakîkati] olarak iki kısmdır. Ulemâ-ı râsihîn her kısma vâkıfdır. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● İslâmiyyet, tarîkat ve hakîkatden maksad, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesidir. 1/91. [Mektûbât Tercemesi: 139.]


● İslâmiyyetin iki cüz’i vardır. [İki kısmdır.] İ’tikâdî olan üsûl-i dindir. Amelî olan fürû-i dindir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları demekdir. Kötülüklerin yapılmasını yasak eder. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● İslâmiyyet, mâsivânın ubûdiyyete hiç hakkı olmadığını bildirir ki, bu tahakkuk etmedikçe [Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığına inanmadıkça], şirkden kurtulunmaz. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● İslâmiyyet, bozuk âdetleri [ve çirkin modaları] ve nefs-i emmârenin benlik ve izzet-i nefs çılgınlıklarını önlemek için gönderilmişdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● İslâmiyyet, nefs-i emmârenin islâh edilmesi için gönderilmişdir. 3/118.


● İslâmiyyetin da’veti tenzîh-i sırf iledir. [Allahü teâlâyı tam tenzîh içindir]. 3/32.


● İslâm dîninin revâc bulması, sultânların alâka göstermelerine bağlıdır. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Şi’r okumak ve hikâye anlatmak, [ve spor maçlarını seyr etmek] boşuna vakt geçirmekdir. Kalbin temizliğine çalışmak ve susmak lâzımdır. 1/176. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Şifâ ve diğer ihtiyâclar için, izn ile okumak lâzımdır. 2/36.


● Şefâ’at-i Kur’ân [Kur’ân-ı kerîmin şefâ’ati] bütün şefâ’atlerin üstündedir. 3/100.


● Şükr-ü mün’im [ni’metleri gönderene şükr] aklen vâcibdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Şükr, ni’metin artmasına sebebdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Şemsin [güneşin] batıdan doğması, kıyâmet alâmetidir. Hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Şevâhik-ı cibâl [Dağda yaşayıp, dîni işitmiyenler] ki putlara taparlar. Cennet ve Cehennemde ebedî kalmayıp, âhıretde diriltilip, hakları alınıp-verildikden sonra, mükellef olmıyan hayvanlar gibi, yok edilirler. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Şühedânın [şehîdlerin] kefenleri kendi elbiseleridir. 2/16. [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Şühedânın [şehîdlerin] yıkanmağa [gasl edilmeğe] ihtiyâcları yokdur. Ve şehîdlere cenâze nemâzı kılınması emr edilmemişdir. Kur’ân-ı kerîmde buyurulmuşdur ki: “Şühedâyı siz ölü zan etmeyiniz. Diridirler.” 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Şehîdlik niyyete bağlıdır. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Şöhret âfetdir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Şühûd ve müşâhede kelimeleri zât-i ilâhîye kavuşanlar için söylenir. Sıfatların mertebesinde hâsıl olan hâllere mükâşefe, keşf denir. Bunlar erbâb-ı kulûbdur. 1/118. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Şühûd ve müşâhede zıllerde olur. 1/118. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Şühûd-ı hak. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Şühûd-ı hak, sülûkun nihâyetinde hâsıl olan mutlak fenâdan önce olamaz. Buna şühûd denilmesi, kelime bulunmadığı içindir. Ve yoksa, bilinenden bilinmiyene yol yokdur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şühûd, ma’rifet ve hayret, sâlikin kendisindedir. Dışarıdan değildir. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Şühûd vilâyetde olur. Rü’yet nübüvvetde olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Şühûd, Allahü teâlâya kavuşmak [görmek] ma’nâsına kullanılmışdır ki, bu devlet [ni’met] dünyâda bâtına [kalbe] mahsûsdur. Kâmil kimsenin kalbi [bâtını] Allahü teâlâya teveccüh etmiş olup, zâhiri, ehl-ü i’yâlin [çoluk-çocuğun] işlerinde olur. 2/77.


● Şühûd-i tenzîhî matlûbdur. [Tenzîh edilen şühûd istenilir.] Kesretin şühûdü lezzet verirse de, i’tibârı yokdur. [Şühûdün mahlûklar ile alâkası olmamalıdır.]. 1/174. [Mektûbât Tercemesi: 216.]


● Şehvet mâni’aları ve nefsin gadabının istilâsı mevcûd iken, islâmiyyetin emri üzere amel etmek, bu vaktin gayrisinde yapılan amelden kat-kat üstün ve kıymetlidir. Zîrâ, zahmet sebebi ve mihnet sebebi ile olan mâni’ler, onun şânını göklere çıkarır. 3/35. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Şey, zıddiyle anlaşılır. Hayra şer, kemâle naks aynadır. 3/58.


● Şey’in kendisi ile ilmdeki sûreti arasında fark vardır. İlmdeki sûret, şey’in benzeri ve misâlinden gayri değildir. [Televizyondaki şekller ve ho-parlördeki sesler de, bunların kendileri değildir.] 3/100.


● Şeyhlik ve halkı Hak celle ve a’lâya da’vet makâmı için, hâlleri, makâmları, müşâhedeleri ve tecellîleri ve keşfleri ve ilhâmları ve rü’yâ ta’bîrlerini bilmek lâzımdır. [Sahte tarîkatcılar, böyle anlaşılır] 1/224. [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Şeyh-ül-islâm lakâbıyla meşhûr olan Abdüllah-il-Ensârînin, “Menâzilis-sâyirîn” kitâbında buyuruyor ki: Ma’rifet ehlinin firâseti, tâliblerin isti’dâdını anlamak, riyâzet ehlinin firâseti ise, mahlûkâta âid gizli şeyleri bilmekdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Şeyh İbni Hacer buyuruyor ki: Alî ile Mu’âviye “radıyallahü anhümâ”nın ayrılıkları ictihâd ile idi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Şeyh ibni Sekînenin bir mürîdi gusl için Bağdâdda Dicleye girip, Mısrda Nilden çıkdı. Ve Mısrda evlenip, evlâdları olup, yedi sene sonra Nil’e girip, Dicleden çıkdı. Ve elbisesini terk eylediği yerde buldu. Elbisesini giyip, evine geldi. Hanımı, (müsâfirler için hâzırlanmasını tenbîh eylediğin yemek hâzırdır) dedi. Birkaç senelik işin bir ânda hâsıl olması, şeklen mümkin değildir ki, zemân uzaması kabîlindendir. Bu hikâyenin rü’yâ kabîlinden olması muhtemeldir. [Bu hikâyenin güc gelen yeri, yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması değildir. Güc olan yeri, Bağdâdda bir an olan kısa zemân, Mısrda yedi sene uzamakdadır. Onun için bir rü’yâ olabilir.] 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Şeyh Abdülkebîr-i Yemenînin ilm-i ilâhî hakkındaki kelâmının afv olunacak tarafı yokdur. 1/100. [Mektûbât Tercemesi: 151.]


● Şeyhaynın [Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü anhümâ”nın] üstünlükleri, sahâbe ve tâbi’înin icmâ’ları ile sâbit olmuşdur. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Şeytân, insanı, farzları yapmakdan alakoyup, [sonraya bırakdırıp], nâfileler ile meşgûl eder. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Şeytân, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sûretine giremez.


Fekat, hakîkî olmıyan bir sûretde Peygamberim diyebilir. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Şeytân, insanın vücûdunda ve damarlarında kan gibi dolaşır. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Şeytân, kötülükleri, iyilik şeklinde gösterip, insanları aldatır. 1/224. [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Şeytân, “Allahü teâlâ rahîmdir, afv eder” diyerek ve Allahü teâlânın afvını behâne edip, günâha sürükler. Hâlbuki, kıyâmet gününde, düşmanları rahmetden mahrûm ederler. Rahmet, âhıretde, ehl-i islâmın ebrârına [iyilik yapanlarına] mahsûsdur. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● Şî’îler, hâricîler ve mu’tezile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbını kötüledikleri için, kurtuluşları mümkin değildir. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -S

 – S –

● Sâbikûn, temâm Enbiyâ olup, eshâbı ve hakîkî vârisleri de dâhildir. 2/39. [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]


● Sârıkların [hırsızların] büyüğü, nemâzından çalandır. Ya’nî nemâzın rükû’ ve sücûdunu temâm eylemiyendir. Hadîs-i şerîf. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sâlike lâzım olan, devâm-ı zül [devâmlı alçalma] ve iftikâr [alçak gönüllülük] ve inkisâr [kırıklık] ve tedarru’ [kendini alçaltma, yalvarma] ve ilticâ’ [sığınma] ve kulluk vazîfelerini yapıcı, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdunu muhâfaza edici ve sünnet-i seniyyeye mütâbe’at [uyucu], hayrlı işlerde niyyeti düzeltici, kalbini [bâtınını] temizleyici ve zâhiri teslim ve ayblarını ve günâhlarını görücü ve Allahü teâlânın intikâmından korkucu ve titrer olmakdır.


Ve işlerine ve niyyetine dikkat etmesi ve ahvâl ve mevâcîde güvenmemesi lâzımdır. Dîni kuvvetlendirmesine ve islâmiyyeti yaymasına ve insanları Allahü teâlâya da’vet etmesine i’timâd edip, bunlara güvenmemeli ki, bunlar kâfir ve fâcirlerden de zuhûr eder. 1/171. [Mektûbât Tercemesi: 212.]


● Sâlik kendini, uyuz köpekden üstün bilirse, bu büyüklerin kemâlâtından mahrûmdur. 1/202. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Sâlik, hâllerini ve rü’yâlarını üç gün içinde şeyhine arz eylemese, Kübreviyye tarîkatinin büyükleri ta’zîr buyururlar. 1/122 [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Sâlikde hâsıl olan ahvâl [hâller] pîr ahvâlinin aynıdır ki, mir’ât-i istidâdında [onun istidâd aynasında] zuhûr eylemişdir. 3/16.


● Sâlik, yüksek gayretli olmak gerekdir. [Çok yüksekleri istemelidir.] Ve hiç hâsıl olan hâle baş eğmeyip [dönüp, bakmayıp], ötelerin ötesini istemelidir. İşte böyle bir himmetin hâsıl olması, kendisinin bağlı olduğu şeyhinin teveccühüne bağlıdır. Ve onun teveccühü, kendisine uyan müridin ihlâsı ve muhabbeti mikdârıncadır. 1/285 [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Sâlike bir zulmet ve sıkıntı gelince, onun ilâcı cenâb-ı Hakka ilticâ [sığınma] ve tedarru’ [yalvarma] ve niyâz ve şikestelikdir [kırıklıkdır]. Kendi mürebbîsine [yetişdiricisine] teveccühü tâmdır ki, bu devletin husûline [bu ni’metin ele geçmesine] sebeb olur. 1/218. [Mektûbât Tercemesi: 264.]


● Sâliklere yolda hâsıl olan hâller, mevâcid ve bilgiler ve ma’rifetler asl maksaddan değildir. [Özenilecek şey değildirler]. Belki evhâm ve hayâldirler ki, tarîkat yolcuları onunla terbiye olunurlar. Cümlesinden geçip, sülûk ve cezbe makâmının nihâyeti olan, rızâ makâmına varmak gerekdir. Tarîkatin maksadı ve gâyesi, rızâ makâmında hâsıl olan ihlâsı ele geçirmekdir. 1/36. [Mektûbât Tercemesi: 63.]


● Sâlikler, bu yolun başında da, sonunda da, hâllerin telvîninden [envâından] kurtulamaz.


Telvînler kalbde ise, sâlik [erbâb-ı kulûb]dan olur. Bunlara (ibnül vakt) de denir. Eğer kalb telvînden kurtulmuş, temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller, artık nefse gelir. Nefs de temkîne ulaşmış ise, kalıba [bedene] gelir. 1/175. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Sâlikin, aslı, esmâ’i ilâhîden [ilâhî ismlerden] bir ismdir. Ve sâlik onun zıllıdir. 3/118.


● Sâlike feyzlerin gelmesi, Hayrülbeşerin “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası ve onun perdesi [vâsıtası] iledir. Hakîkî sâlik, tâm tâbi’ olmak sebebi ile ve belki sâdece fadl ile hakîkat-i Muhammedî ile ittihâd etdikde [birleşdikde] vâsıta ortadan kalkar. Çünki, vâsıta başka olmakdadır. İttihâd [birleşme] olan mahâlde mu’amele şirket üzeredir. 3/122.


● Sâlik seyrinin derecesini hayâlde canlandırdığı şeklde anlar. [Hayâline gelenler ile anlar.] 3/119.


● Sâlik, sülûk menzillerini geçdikden sonra, mebde-i te’ayyünü olan isme ulaşır ve o ismde fânî olur. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Sâliklerin kemâli başka-başka olup, kalbin selâmeti, rûhun kurtuluşu, sırrın şühûdü, hafînin hayreti ve ahfânın birleşmesinden bir veyâ birkaçı veyâ hepsi ile olur. Ve ismi geçen mertebelerin birisinde kemâl hâsıl oldukdan sonra, yâ geri inilir veyâ o makâmda kalınır. Birincileri, tekmil ve irşâd ve da’vet için Hakdan halka rücû’ makâmı ve ikincisi kendini gayb etme ve insanlardan uzlet [uzaklaşma] makâmıdır. 1/158. [Mektûbât Tercemesi: 193.]


● Sâlik-i kâmil [kâmil olan tesavvuf yolcusu], Allahü teâlânın zâtına ayna olunca, sıfât ve şu’ûndan onda hiç görünmez [rü’yet edilmez]. 2/11.


● Sâlik, Allahü sübhânehunun inâyeti ile, hazret-i Hakka urûc etse [yükselse], hâlis yokluk makâmına iniş de çok olur. Lâkin, urûc vaktinde [yükselme vaktinde] o makâm kendini yok [helâk olmuş] bilmek makâmıdır ki cehl lâzımdır. Sahva nüzûlde [inişde] makâm-ı ilm ve ma’rifetdir.


Bu iniş makâmında, zıl makâmının bulaşıklıklarından ayrılmış [uzaklaşmış] ve şu’ûn ve Allahü teâlânın zâtına âid i’tibârâtdan kurtulmuş, sırf Allahü teâlânın tecellîsi ile müşerref olur. Ve bu tecellîden önce hâsıl olan her tecellîyi, ârif her ne kadar esmâ ve sıfât ve şu’ûnât ve i’tibârât düşünmeksizin olduğunu bilir ve tecellî-i zâtî sayarsa da, zıllerin, ismlerin, sıfât, şu’ûn ve i’tibârâtdan bir perde arkasındadır. 3/79.


● Sâlik-i meczûb, ya’nî cezbesi sülûke tekaddüm etmemiş [önce sülûk yapmış, sonra cezbelenmiş] olan pîrler de, nâkısları fenâ ve bekâya ulaşdırırlar. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Sübhânî ve enel-Hak gibi ekâbir kelâmları [büyüklerin sözleri] Îşânın [onların] orta hâllerine haml olunmak [yolda iken, ilerleme zemânındaki hâllerine âid olduğunu anlamalıdır ki] ve onların kemâlleri bu sözlerinden sonradır diye ta’bîr lâzımdır. 3/75.


● “Sübhânallahi ve bi hamdihî”, Cenâb-ı Hakkı şirk ve naksdan tenzîh ve ni’metlerine şükr etmekdir. Hergün ve gece yüz kerre okumalıdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● “Sabekat rahmetî alâ gadabî” (Rahmetim gadabımı aşmışdır) Hadîs-i kudsîsindeki gadabdan murâd, mü’minlerin günâhkârlarına karşı olan gadab sıfatımı aşmışdır, demekdir. Müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Sultâna secde etmek câiz ise de, terk etmelidir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Secdeye diz ve el koydukda, önce sağını koyalar. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● “Secde, Hudâdan gayriye câiz olsaydı, zevcine secdeyi, zevceye emr ederdim.” Hadîs-i şerîf. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sihr, müslimândan vücûda gelmez. [Müslimân sihr yapmaz.] Îmân ondan ayrıldığı zemân sihr tehakkuk eder. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sihr, kat’î harâmdır. Ve sihr yapan küfrde kuvvetlidir. Sihr yapıcılıkdan şedîd küfr yokdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sirâyet-i maraz [hastalığın geçişi] muhakkak değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Se’âdet, ömrü uzun ve ameli de çok olan kimsenindir. 1/89. [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Se’âdet-i ma’nevî [ma’nevî se’âdet] kalbin Hakdan gayriden [mahlûka bağlılıkdan] halâs olmasıdır [kurtulmasıdır]. 1/49. [Mektûbât Tercemesi: 85.]


● Se’âdetin sermâyesi, sünnete [ahkâm-ı islâmiyyeye] tâbi’ olmakdır. 1/74. [Mektûbât Tercemesi: 119.]


● Se’âdet-i insan [insanın se’âdeti] ve felâh ve halâsı temâmen Allahü teâlânın zikrindedir. 1/190. [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Sekrden önce olan sahv [uyanıklık] avâmın hâli olup, sekrden sonra olan sahv, seçilmişlerin [büyüklerin] makâmıdır. 3/49.


● Sekr, tesavvuf yolunda olur. Nihâyetin nihâyetine kavuşmak hep uyanıklık hâlindedir. 1/84. [Mektûbât Tercemesi: 134.]


● Son nefesin selâmeti için fâtiha okumayı unutmayalar. 3/103.


● Sülûk, seyr-i ilallah ve seyr-i âfâkî aynı ma’nâyadır. 3/100.


● Sülûk, seyr-i âfâkîden ibâretdir. Cezbe, seyr-i enfüsîdir. 3/100.


● Sülûk, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan, ya’nî tevbe, zühd ve gayrı emrleri yapmakdan ibâretdir. 3/122.


● Sülûk, tarîkatın levâzımındandır. [Lüzûmlu şeylerindendir.] 3/107.


● Sülûkda inâbet [teslim olmak] tâlib tarafındandır. Vâsıta elbette lâzımdır. Başka çâre yokdur. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Sülûk, toplu bilgiyi yaymak ve delîl ile anlaşılanı kalb ile anlamakdır. Şâh-ı Nakşibend. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Sülûkde ba’zı mübtedi’lerin gevşekliği ve ilâcı. 1/145. [Mektûbât Tercemesi: 184.]


● Sülûkun nihâyeti, seyr-i ilallahdır ki, fenâ-ı mutlak ta’bîr olunmuşdur. Ondan sonra, makâm-ı cezbeye dönmekdir ki, seyr-i fillah ve bekâbillah ta’bîr eylemişlerdir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Sülûk esnâsında, sekr vakti ve galebe-i hâl vâsıtasiyle, Ehl-i sünnet i’tikâdının hilâfı [uygun olmıyan] zuhûr eder. Lâkin sâliki o makâmdan geçirip, işin sonuna ulaşdırırlarsa, o muhâlefet yok olur, gayb olur. Yoksa, o muhâlefet üzere kalır. Ammâ, ümmîddir ki, onu o muhâlefet sebebi ile hesâba çekmezler. Zîrâ onun hükmü, hatâ eden müctehidin hükmü gibidir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Sülûk bir kaç nev’dir. Ba’zısı için sülûk cezbeden öncedir. Ba’zılarında, cezbe sülûkden öncedir. Bir cemâ’at için dahî, sülûk konaklarını geçerken cezbe hâsıl olur. Bir tâife ise, sülûk konaklarını geçer, fekat cezbeye ulaşamazlar. Cezbenin önce hâsıl olması mahbûblar ve murâdlar içindir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Sülûksuz cezbe yokdur. [Cezbe için sülûk lâzımdır.] Mümkin değildir. Cezbenin önce olması efdaldir ki, sülûk cezbenin hizmetcisi olmuşdur. Cezbenin te’hîr edilmesinde, sülûk cezbenin yardımcısıdır. [Onunla sağlanır.] Ve sülûk devleti ile ona cezbe müyesser olmuşdur. 3/118.


● Sülûku temâmlamıyan meczûblar, sülûksuz ve nefsini tezkiye etmeksizin, kalb makâmından geçip, kalbin sâhibine varamazlar. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Simâ’, raks ve sayha [bağırma] ve ızdırâb ve bunların emsâli, bu nev’ görünen işler, hâller ve görünen zevkler, görünen hâller, bâtındaki hâllere nisbet ile, bilinenin bilinmiyene nisbeti hükmündedir. 2/43.


● Simâ’ ve raks, lehv ve la’ba dâhildir. 1/266.[Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Simâ’, raks ve zikr-i cehri, tarîkatde sonradan ihdâs edilmiş bid’atdir. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Simâ’ ve vecd, bir cemâ’at için [ibnül-vakt olanlar için] fâide verebilir. Onlar ibnül-vaktdirler. Tecelliyât-ı sıfâtiye makâmında, bir sıfatdan bir sıfata geçerler. Bir zemân kabzda, bir zemân bastdadırlar. Erbâb-ı kulûbdurlar. Hâlbuki, zâtın tecellîsine kavuşanlar, kalb makâmından kurtulup, kalbin sâhibine ulaşmışlardır. Bunlar simâ’ ve vecde muhtâc değildirler. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Sem’ ve basarın simâ’ ve rü’yetde hiç medhali yokdur. [Göz ve kulak mahlûk, görmek ve işitmek de mahlûkdur.] Göz ve kulak, görmekde ve işitmekde rol oynamaz. Allahü teâlâ gözü ve kulağı yaratdığı gibi, görmeği ve işitmeği de yaratmışdır. 1/18.


● Sünneti ihyâ ederken dikkat lâzımdır ki, fitnenin uyanmasına sebeb olmıya. Bir iyilik, birçok kötülüğün çıkmasına sebeb olmıya. 3/105. [Se’âdet-i Ebediyye: 397.]


● Sünnete uymak sebebi ile, gün ortasında bir mikdâr uyumak, sünnete uymadan gece boyunca ibâdetden efdaldir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Sünnet ile bid’at arasında şübheli olan bir işin terki çok iyidir. Ya’nî bid’atin terki efdaldir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birinin ihyâsı, diğerinin ölmesini gerekdirir. [Ortadan kaldırır.] 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Sofistâiyye mezhebi, mâsivâyı [âlemi] Hak teâlânın yaratması ile bilmezler. Âlemi evhâm ve hayâl bilirler. 3/97, 1/125, 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 170, 426.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, tezkiye-i nefs-i emmâredir. 1/35 [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, ihlâsı ele geçirmekdir ki, islâmiyyetin üçüncü kısmıdır. 1/40. [Mektûbât Tercemesi: 68.]


● Seyr-i âfâkî, seyr-i ilallah olup, sülûk ta’bîr ederler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkînin hâsılı [aslı, netîcesi] odur ki, sâlik, vasflarının değişmesini ve ahlâkının değişmesini âlem-i misâl aynalarında müşâhede eder [seyr eder]. Sâlik aslında kendi nefsinde seyr eder. Lâkin kendi hâllerini, kendi dışında olan âlem-i misâlde müşâhede edip, güyâ âfâkda seyr eylemiş olur. Seyr-i âfâkî seyr-i ilallahdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i ilallah temâm oldukdan sonra, sâlik hakîkati olan ismin zılline ve sonra da aslına vâsıl olur ki, isti’dâdının son derecesidir. 3/102.


● Seyr-i ilallah fenâ, seyr-i fillah bekâdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Seyr-i ilallahdan sonra seyr-i fillah başlar ki, iş cezb iledir [çekilme iledir]. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî fenâ-i etem [tam fenâ] ve bekâ-yı ekmelden [olgun bekâdan] sonradır. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Seyr-i enfüsî, seyr-i fillah olup, sülûkdan sonra olan cezbe bu seyrdedir. Bu seyre onun için enfüsî derler ki, enfüs, zıllere ve ismlerin zıllerinin akslerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlikin seyri nefsinde olduğu için, enfüsî demezler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsîde sâlik, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklandığından, seyr-i fillah denir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî, zarûrî olup, seyr-i âfâki onun zımnında [onunla birlikde] müyesser olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkî, rü’yâ gibi isti’dâda alâmetdir. Seyr-i enfüsî lâzımdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkî ile başka şeylere olan bağlılıkdan, seyr-i enfüsî ile, kendine düşkün olmakdan kurtulunur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî, vilâyetin rüknleridir ki, ikisi hâsıl olmadıkça, vilâyet tasavvur edilemez. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî, ilmül-yakîn dâiresinden dışarıya çıkamaz. 2/57.


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî nihâyete ulaşdıkda, sülûk ve cezbe işi temâm olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i ilallahı ve seyr-i fillahı geçdikden sonra, ancak zûlmânî perdeler fark edilmiş [aradan kaldırılmış] olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i fillahdan sonra, yükselme hâsıl olursa, ismlerin ve sıfatların ve şu’ûnâtın aslı olan bir dâire ve sonra bunun aslı ikinci bir dâire, nihâyet bunun aslı bir kavs açığa çıkar. Bu üç asl zât-i teâlânın zâtında değildir. [Zâtı bunlardan münezzehdir.] Bu üç aslın tam hâsıl olması nefs-i mutmainneye mahsûsdur. 2/91.


● Seyr ve sülûkda her ne ki görülür ve işitilirse, i’tibâr edilmemesi lâzımdır. Eğer, bu, çoklukda birliği görmek olsa da, kıymet vermemeli, yok etmelidir. Çünki o vahdet hiçbir çoklukda bulunmaz. Görünen vahdetin kendi değil, benzeridir. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Seyr ve sülûkde tam ifâde, bu âyet-i kerîmedir. “Sizin yanınızdaki tükenir. Allah indindeki bâkîdir.” Seyr ve sülûk ilmde hareketden ibâretdir ki, nasıl olduğundan bahs etmekdir. Bu mahalde hareketin yeri yokdur. Ve seyr-i ilallah ilmin hareketinden ibâretdir ki, aşağı ilmden, yüksek ilme gidip, geçip, o yücelikden başka bir yüceliğe varır. Tâ mümkinler ilminin temâmını geçmek ve cümlesini geçdikden sonra vâcib-i teâlâya âid ilmlere ulaşılır ki, buna da fenâ denir. Seyr-i fillah demek, Allahü teâlânın ismleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârâtı ve takdîsâtı ve tenzîhâtı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demekdir. Böylece anlatılamıyan, işâretle bildirilemiyen ve ism verilemiyen ve birşeye benzetilemiyen, kimsenin bilemediği, anlıyamadığı mertebeye varılır. Bu seyre, Bekâ denir.


Üçüncü seyre, Seyr-i anillahı billah denir. Bu da ilmin hareketinden ibâretdir ki, yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûb mertebelerinin bilgileri unutulur. Bundan sonra, dördüncü seyr başlar ki, buna seyr-i eşyâ denir. Birinci seyrde unutulmuş olan eşyânın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin, üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]


● Seyr-i ilallah ile seyr-i fillah, vilâyeti ele geçirmek içindir ki, fenâ ve bekâdan ibâretdir. Seyr-i anillah-ı billah ve seyr-i der eşyâ [üçüncü ve dördüncü seyrler] da’vet makâmını elde etmek için olup, Enbiyâ ve Mürselîne mahsûsdur. Ve bunların tâbi’ olanlarının da nasîbi vardır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]


● Seyr ve sülûk, [erbâbı sona varanlar indinde] Hak sübhânehunun ihâta ve sereyan, kurb ve ma’iyyeti ilmi olup, ehl-i sünnetin rey’lerine uygundur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Seyr ve sülûkde, nihâyetin nihâyeti olan mertebelerden sonra, bir mertebe zuhûr eder ki, o yerde [mertebede] zerre kadar sülûk yapılsa, imkân dâiresinin kat-kat fazlası gidilmiş olur. 2/41.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z

 – Z –

● Zânî-i bekrin [zinâ yapan bekârın] haddi [had cezâsı] yüz tâziyânedir. [Yüz sopadır.] Eğer, yüzbir değnek darb olunsa [vurulsa] zulmdür. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığından, insanların en akllısıdır. 1/50, 1/215. [Mektûbât Tercemesi: 86, 258.]


● Zekâtın kalîli [çok azı] yüzbinlerce nâfile sadakadan efdaldir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zekâtın verilmesinde, açıkdan [âşikâre] vermek evlâdır ki, insan iftira’dan kurtulur. Nâfile sadakayı gizli vermelidir ki, kabûl ihtimâli fazla olur. 2/82. [Se’âdet-i Ebediyye: 100.]


● Zekâtdan mahsûb olmak üzere, bir dank tasadduk eylemek, nâfile altından dağ kadar tasadduk eylemekden bir kaç mertebe efdaldir. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Zekâtın verilmesinde kolay yol budur ki, malından fukarânın hakkı olanın bir seneliğini zekât niyyeti ile ayırıp, [zekâta niyyet edip], dilediği zemânlarda fakîrlere vermelidir.


Bu takdîrde, her verişde niyyet lâzım değildir. Zîrâ, bir senede fukarâya ne kadar vereceği ma’lûmdur. Ama verdiği mal zekât niyyeti ile ayrılmış olmasa, zekât olmaz. [Ayırırken niyyet etmek yetişir.] 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Zemân-ı cehâletde [câhiliyye zemânında], nisvân [kadınlar], fakîrlikden korkup, kızlarını öldürürlerdi. Bu kötü amel, haksız yere câna kıymak olduğu gibi, evlâd hakkını da tanımamakdır. Bu her ikisi de büyük günâhdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zemân, o makâmda yokdur. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Zemânı üç şeyden biri ile ihyâ etmelidir. 3/2.


● Zemîni iki günde ve ondan sonra semâvâti de iki günde halk etmişdir. Ya’nî yoklukdan vücûde getirmişdir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Zinâ, bütün dinlerde çirkin ve men’ edilmişdir. Zinâ edenlerden, yüz güzelliği, parlaklık, nûrâniyyet ve safâ yok olur. İkinci olarak, fakîrliğe mübtelâ olur. Üçüncü olarak, ömrün noksan olmasına sebeb olur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zinây-ı basar [gözlerin zinâsı, görmek zinâsı], harâmlara bakmakdır. Elin zinâsı, harâmları tutmakdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenân [kadınlar] zevcelerinin mallarından, onlardan iznsiz tasarruf ve çekinmeden telef ve sarf eylemekle, hırsız olmuş olup, hırsızlık büyük günâhını işlemiş olurlar. Ve bu hâl, bütün kadınlarda sâbit ve bu hıyânet bütün kadınlarda var demek mümkindir. Bu günâhda, onların, bunu halâl saymaları ile küfr korkusu vardır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zen [kadın] ve ferzendden [çocukdan] geçip, onların idâresini Allahü teâlâya bırakmak gerekir. 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Zenânın [kadınların] yabancı erkekle, nezâket ile ve yumuşak sesle konuşmalarını Kur’ân-ı kerîm men’ buyurmuşdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenân [kadınlar] gerek erkek, gerek kadından olsun, ehlinden gayrileri için, kendini süslemesi doğru değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenânın [kadınların] zînetleri olan altın ve gümüş dahî, erkeklerin istifâdesi içindir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Zındık, gâyesi hakkı iptâl etmek olandır ki, ahkâmın pek çoğunda Hadîs-i şerîfler söyleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bunlara [ya’nî söylediklerine] münhasır kılmışlardır. Kendi bilmediklerini dinden kabûl etmezler. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Zevce Cennetde zevcinin yanındadır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Zeynüddîn-i Taybâdî, tarîk-i ilmden [ilm yolundan] vâsıl olmuşdur. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zeynüddîn-i Taybâdî, mevlânâ Nizâmeddîn-i Hirevînin talebesi idi. Ahmed Nâmıkînin rûhâniyyetinden feyz aldı. 271 de vefât etdi. 2/46.


● Zîver-i zenânda dahî [Kadınların zîneti için de] zekât vermek lâzımdır. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -R

 – R –

● Râbıtanın hâsıl olması, se’âdete kavuşmuş olanlara nasîbdir ki, bütün hâllerde, râbıta sâhibini arada [vâsıta] bilirler. 2/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 426.]


● Râbıta-i muhabbet. 2/30


● Râfizîler oniki fırka olup, cümlesi, eshâb-ı Resûli [Resûlullahın eshâbını] tekfîr ederek, dalâlet fırkalarının en kötüsü olmuşlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Râfizîlik, Emîr “radıyallahü anh”ın muhabbeti değildir. Eshâb-ı kirâmdan uzaklaşmakdır ki, kötülenmişdir. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Ram ve kerşen, hindûların putlarıdır. Anne ve babadan tevellüd eylemişlerdir. 1/167 [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Râh-ı ictibâ [ictibâ yolu, çekip, götürülmek yolu] Peygamberlere mahsûsdur. 1/117 [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Râh-ı mürîdîn [mürîdân yolu], râh-ı inâbetdir [inâbet yoludur] ve râh-ı murâdân [murâdlar yolu], râh-ı ictibâ’dır [ictibâ yoludur]. 1/117 [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Râh-ı inâbetin, kavuşmaları az, râh-ı ictibânın, kavuşmaları pekçokdur. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Rü’yâda vâki’ olan şeyler, âlem-i misâlde görülmüşdür. Rü’yâda görülen elemin, eğer farazâ hakîkati varsa, dünyevî elemler kısmındandır. Kabr azâbı âhıret azâblarındandır. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Rü’yet [görmek], dünyâda; hissiz ve hareketsiz olan iki parça içi boş sinirden ibâret (gözün), karşısına gelip, hizâlanma şartiyle görmekdir. Bu fânî ve za’îf dünyâ hayâtında eşyâyı hissetme ve görme olduğu hâlde, niçin mümkin değildir ki, devâmlı ve kavî olan âhıret hayâtında o iki parça sinire bir kuvvet ihsân ede ki, karşısına ve hizâsına gelmeden, her cihetde ve cihetsiz olarak, kişiyi görücü eyleye. Her şeyi yaratan Allahü teâlâ mertebelerin en yücesindedir. Ba’zı mekân ve zemânda, ba’zı hikmet ve fâideler vâsıtasıyla, hizâya gelme şartı ve cihet ta’yînine riâyet edilmişdir. Diğer ba’zı mekân ve zemânlarda dahî bu şarta i’tibâr olunmayıp, bu şart hâsıl olmadan, rü’yet hâsıl olmuşdur. Bunun gibi rü’yetde, karşı karşıya gelmek şart olsa, gerekdir ki, gören tarafda dahî şart ola. Netîce i’tibâriyle, Hak teâlâ eşyâyı görmez. Bu sûretde, Kur’ândaki naslara muhâlefet vardır. Ve bu i’tirâz, Allahü teâlâ için dahî vardır. Allahü teâlânın varlığını [vücûdunu] inkâr etmek olur. 3/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Rü’yet-i uhrevîde [âhıretdeki rü’yetde] mü’minlerin kendileri temâmen basar olurlar. 3/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ismler ve sıfatlar perdesi olmadandır.


Her şahsın rü’yeti, o şahsın mebde’i te’ayyünü olan ism-i ilâhî mikdârıncadır. Mebde-i te’ayyünü ism-i câmi’ olan devlet sâhibinin rü’yeti, ilâhî i’tibârâtın hepsi ile alâkalıdır. 3/100


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ayın [bedr hâlinde görülmesi gibi] görülmesine benzer; hadîs-i şerîfi. 3/79


● Rü’yet, âhiretde mevcûddur. Ve rü’yete yakîn-i vicdânî hâsıl olur. Fekat mer’î [görünen] hiç müdrek olmaz. 3/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Rü’yet dünyâda câiz ve vâki’ olmamış ve âhiretde vâki’ olacakdır. 3/123 [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Rü’yet ne kalb ile, ne basar ile dünyâda vâki’ değildir. 3/119


● Rü’yet, Cennet ehlinin cümlesi içindir. Ba’zısının görmesi, ba’zısının görmemesi bildirilmedi. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Rü’yet, Hak teâlânın mahlûkudur ki, îcâd ve temsil tarîkiyle [yolu ile] izhâr eyledi [açığa çıkardı]. 3/74


● Rubbe tâlin yel’anühül-Kur’ân hadîsi. [Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerîm bunlara la’net eder.] 2/53 [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Rıbâda [fâizde] malın hepsi harâmdır. Yalnız fâizi harâm sanmamalıdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● Rıbânın harâm olması, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Muhtâca ve muhtâc olmıyana harâmdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● (Rubâiyyât) kitâbını Muhammed Bâkî “rahimehullah” yazmışdır. 1/290 [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Ricâlin libâsı [erkeklerin elbisesi], zenânın libâsına [kadınların elbisesine] müşâbih olmamalı. Ya’nî, kadınlar ne giyerse, erkekler aksini giymeli. 1/313 [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Ricâl nisvâna [erkekler kadınlara], nisvân ricâle teşebbüh [kadınlardan erkeklere benzeyenler] mel’ûndur. 1/313 [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Rücû’ sâhibi kendi isteği ile inmez. Hak celle ve âlânın murâdıyla yüksek makâmdan aşağıya inmişdir. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Rücû’dan evvel ârifin îmânı bedîhi iken, geriye indikden sonra, müntehîlere o yakîn örtülür. 1/181 [Mektûbât Tercemesi: 220.]


● Rahmet-i ilâhîden ümmîdi kesmek küfrdür. 3/13


● Ruhsat ile amel etmiyeler ki, hem tarîka-i aliyyeye zıd ve hem sünnet-i seniyyeye uymak da’vâsına tersdir. 1/227 [Mektûbât Tercemesi: 279.]


● Razzâk-ı âlem olan Allahü teâlâ, kereminden kulunun rızkına kefîl olmuşdur. Bizleri bu tereddüdden [sıkıntıdan] kurtarmışdır. 1/224 [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Risâlet, nübüvvet ve Peygamber lafzları, bizim Peygamberimizin da’veti vâsıtasıyla arab ve fâris lügatlarından gelmişdir ki, bu elfâz-ı lügat [bu kelimeler] hind lisanında yokdur. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Risâle-i kudsiyye kitâbı, Muhammed Pârisânındır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Rusûm ve âdât [merâsim ve âdetler], ar [utanma] ve nâmus, nefs-i emmâre hevâsındandır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, sarığının ucunu, beynelketfeyn irsâl buyururlardı [arkaya sarkıtırdı]. (İki kürek arasına sarkıtmak sünnetdir.) 1/186 [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yehûdî evinden yemek yidi. Ve bir müşrikin kabı ile tahâretlenmişdir. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ahmed ismi, semâ ehli yanında meşhûrdur. 3/96


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hüsni ve cemâli, hüsn ve cemâl-i Hak teâlâya müsteniddir [seneddir]. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” uykusu abdestini bozmazdı. Çünki, Nebî çoban gibidir. Kendi ümmetini muhâfazada gaflet, Onun, Peygamberlik makâmına uygun değildir. 1/99 [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” riyâzet çekmesi, ni’metlere şükr için idi. Vâsıl olmak için değildi. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, her sözü vahy ile değil idi. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” maraz-ı mevtinde [ölüm hastalığında] kâğıd talebi hakkında..... 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sehv ve nisyan etmesi [unutma ve yanılması] câiz ve vâki’dir. Lâkin, hatâ üzere kararda olmak [devâm etmek] câiz değildir. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, ilm şânıdır. 1/294 [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i vücûdînin merkezi ki, eşref-i a’zâsıdır. 3/114


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hakîkati, sıfât-i izâfiyedendir. Ve menşe-i zuhûr-i Kur’ânî, sıfât-i hakîkıyedendir. Bu sebebden Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”e hâdisdir derler, Kur’âna kadîmdir denir. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, sıfât-i ilmden [ilm sıfatından] olup, eslâbdan erhâma intikâl ile [insana intikâli ile, ana rahmine intikâl ile] insan sûreti ile zuhûr eyledi [açığa çıkdı]. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sâyesi [gölgesi] yok idi.


Âlemde Ondan eltaf [dahâ latîf] olmayınca, sâyesi [gölgesi] nasıl olur. 3/100


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” urûcunda [yükselmesinde] cümleden bâlâter [yükseklere] gidip, nüzûlde dahî [inişde dahî] cümleden ziyâde tenezzül buyurdu [inmişdir]. 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında eshâbdan otuzüçbin kimse hâzır idi. 1/80 [Mektûbât Tercemesi: 127.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” olan muhabbet-i ilâhî, muhabbet-i zâti olup, bütün nisbet ve i’tibârâtdan muarrâ [soyulmuş]dur. 2/33 [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Leyle-i mi’râcda [mi’râc gecesinde] Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabrinde nemâz kılar gördü. 2/16 [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Leyle-i mi’râcda [mi’râc gecesinde] zemân ve mekân dâiresinden çıkdı. Ezelî ve ebedî, bir an olarak buldu. Başlangıçı ve sonu [bidâyet ve nihâyeti] bir noktada müttehid [birleşmiş] gördü. Cennete gidecekleri Cennetde gördü. 1/283 [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mi’râcda rü’yet ile müşerref oldu. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mi’râcdan avdet buyurdukda [gelince], henüz mahall-i hâb’ın harareti zâil olmayıp [yatağı soğumayıp], ibrik-i tehâretden hareket-i âb teskîn yâb olmadı. [Abdest aldığı suyun hareketi durmamış idi.] 1/210 [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, serin ve lezîz şeyleri içmeği severlerdi. 3/27 [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sıfatların ve ismlerin bütün kemâllerine mâlik idi. 1/79 [Mektûbât Tercemesi: 125.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at olmadıkça, [tâbi’ olunmadıkça], yapılan her iş fâidesizdir. 1/165 [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için salât, eğer riyâ ve süm’a [gösteriş] dahî olsa makbûldür. 3/28


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Âişe-i Sıddîka yoluyla hâsıl olan ezâ [eziyyet vermek], Emîr [Alî “radıyallahü anh”] yoluyla hâsıl olandan ziyâdedir [fazladır.] 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ameli [yapdığı işler], ibâdet veyâ örf ve âdet olmak üzere ikidir. İbâdet yolu ile olanların hilâfı bid’atler münkerdir. [İbâdetlerine uymıyan şeyler zararlıdır, kötüdür.] Men’ ediliyor ki merdûddur. Örf ve âdete bağlı olan işlerin hilâfına olanlar kötü değildir. Bunlar dîne âid değildir. Onları yapmak âdete bağlıdır. Ma’mâfih, âdetlerde de, sünnete uymak iyidir ve se’âdetlere yol açar. 1/231 [Mektûbât Tercemesi: 283.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” vâris olan âlim, ahkâm ve esrâr ilmlerinin ikisine de vâkıf olması lâzımdır. Yoksa, birinden nasîbi olup, diğerinden nasîbi olmamak vâris olmağa mâni’dir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmı übûvvetle [babalık ile] yâd edip ve diğer Enbiyâyı “aleyhimüsselâm” ühuvvetle [kardeşlik ile] zikr etdiler. 3/88


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlarına ve Hak teâlânın düşmanlarına şiddet gösterip, bunlara ihânet edip ve bâtıl ilâhlarını [putlarını] hor tutmak [aşağılamak] en makbûl ibâdetdir. 1/268 [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâma buyurdular ki, “sizler bir zemânda vücûda geldiniz ki, emrlerin ve yasakların onda birini terk eyleseniz helâk olursunuz. Sizlerden sonra dahî bir gürûh [zümre] gelse gerekdir ki, emrlerin ve yasakların onda birini yapınca, felâketden kurtulurlar.” İşte şimdi, o vaktdir. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Benden mukaddem [evvel] ba’s olunan [gönderilen] Peygamberlerin ümmetinde elbette havâriyyûn ve eshâb vardı ki, sünnetlerine yapışıp, emrlerine uyarlardı. Dahâ sonra onların halefleri [onlardan sonra gelenler], Onların işlemedikleri ve yapmadıkları amelleri ve emr olunmadıkları işi yaparlar. Onlarla eliyle mücâdele eden kimse mü’mindir. Ve lisânı ile mücâhid olan zât dahî mü’min ve kalbi ile cihâd eden şahıs dahî mü’mindir. Onun ötesinde îmândan hardal dânesi mikdârı nesne yokdur.” Hadîs-i şerîf. 1/129. [Mektûbât Tercemesi: 174.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir kimse bana vasiyyet buyurun dedikde, “Lâ takdab” buyurdular. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hakk-ı cıvâra [komşuların haklarına] o kadar mübâlağa buyururlar idi ki, Eshâb-ı kirâm, komşuların mîrâs almasında şübhe etdiler. [Komşulara mîrâs düşecek zan etdiler.] 1/178. [Mektûbât Tercemesi: 218.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” muhâcirînin fakîrleri ile tevessül edip, feth ve nusret taleb buyurdu. 3/94.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âviye “radıyallahü anh”a buyurdu ki, “İnsanlara hâkim olduğun zemân [Melik olduğun zemân] yumuşak davran.” Mu’âviye “radıyallahü anh” bunun için, halîfe olmak istedi. Fekat ictihâdda hatâ etdi. Zîrâ hilâfet sırası, Emîrden sonra idi. Fekat ictihâdda hatâya bir derece, haklı olana iki ve belki on derece [sevâb] vardır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, imâmeyni [hazreti Haseni ve Hüseyni] kucağına alıp, öperdi. Birgün bir şahıs, Yâ Resûlallah! Ben onbir evlâd sâhibiyim. Hiçbirini takbîl eylemedim [öpmedim] dedikde, buyurdu ki, (Bu rahmetdir, Allahü teâlâ, dilediğine ihsân eder). [Kendi bendelerine ihsân eder.] 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görünmesi, Server-i enâmın latîfelerinin sûret şeklinde görünmesidir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Resûllerin mikdârı yüzyirmidörtbin [den ziyâde]dir. 1/167. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Resûller, herhangi bir dinde harâm olan fi’li irtikâb etmez. [İşi işlemezler.] 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Rüsûm-ı küfre mübtelâ olan mü’minler [küfr âdetlerine mübtelâ olan mü’minler], ümmiddir ki, kelime-i tevhîdin şefâ’ati ile kıyâmet gününün dehşetinden kurtulalar. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Reşehâtda ba’zı nakller, sıdkdan dûrdur. [Doğrulukdan uzakdır.] 2/28. [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Rızâ makâmında mahbûbun îlâmının kerâheti ref’olur. [Rızâ makâmında olan, sevgilinin yapdığı elemi çirkin görmez.] Muhabbet devleti ile müşerref olanlara elemden lezzet alma vardır ki, rızâ makâmının fevkı’dir [üstüdür]. 2/33. [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Rızâ makâmı muhabbet ve hub [sevgi] makâmının fevki’dir [üstüdür]. 2/7.


● Rızâ makâmı. 3/108.


● Rıfk ve mülâyemet lâzımdır. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Rükû’da parmakları açmak ve sücûdda [secdede] birbirine zam eylemek [yapışdırmak] sünnetdir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Rükû’ ve sücûdda [secdede] tumânînet elbette lâzımdır. Çâre yokdur ki, farz ve vâcibdir. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Rükû’da ve celsede her uzvu kendi mahallinde karar eylemedikçe [her uzv yerine yerleşmedikçe], nemâz temâm olmaz, hadîsi. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Ramezân ayındaki nâfile ibâdet, sâir zemândaki farz gibidir. Ramezândaki farz, sâir zemândaki yetmiş farz gibidir. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayının her gecesinde bir kaç bin Cehennemlik kişi, Cehennemden azâd olur. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayında terâvîh ve hatm-i Kur’ân, sünnet-i müekkededir. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayında, hayrların ve bereketlerin hepsi toplanmışdır. 1/162 [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Ramezân ayının cem’iyyeti, bütün senenin cem’iyyetine sebeb [bu ayı iyi ve bereketli geçirenin, bütün senesi iyi ve bereketli olur], onu iyi geçiremiyenin bütün senesi iyi geçmez. 1/162. [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Rûh nefse âşık oldu, tutuldu. Ve bu sebeble önceden Hak teâlâya olan bilgisini unutdu. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Rûh-ı insânînin [insan rûhunun] bu bedene tutulmadan evvel, yükselecek yolu yokdur. Bedene gelince, yolu açıldı. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Rûha lezzet veren şeyden, cism acı duyar. Cisme lezzet veren herşeyde rûha elem vardır. Dünyâda rûh, cism makâmına iner ve cisme tutulursa, cismin lezzeti ile lezzetlenir, kendi elemini lezzet zan eder. Safra hastasının tatlıyı acı sanmasına benzer. 1/159. [Mektûbât Tercemesi: 194.]


● Rûh bedene bağlanmadan önce, maksada doğru idi. Bedene bağlanınca, teveccühü zâil oldu; [maksadı unutdu]. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Rûh bedene bağlanmadan önce, hâricde âlem-i ervâhda idi. Sevgi sebebi ile cesed âlemine [âlem-i ecsâda] gelmişdir. 3/31. [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Rûh mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Fekat, Allahü teâlânın mekânsızlığına göre, mekânlı gibidir, madde gibidir. İki tarafın rengi onda vardır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Rûhâniyyât-i evliyâdan [Evliyânın rûhundan] istifâde birkaç şarta bağlıdır ki, bunları herkes yapamaz. 1/45. [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● Ravda-i mutahhera, harem-i Mekkeden efdaldir. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Riyâzet çekmek, i’tidâl üzere olmakdan kolaydır. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Riyâzât ve mücâhedât [Nefsin arzûlarını yapmamak, arzû etmediklerini yapmak], füzûliyyâtdan [fuzûlî şeylerden] ictinâb [kaçınmak], zarûriyyât-i mubâha [mubâh olan zarûrî şeyleri] kullanmakdan ibâretdir. 3/86. [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Riyâ ve süm’adan [gösterişden] pak olmayıp [kurtulmayıp], Hak teâlâdan başkasından ve lev bil-kavl [söz ile olsa bile] ve zikr-i cemil ile taleb-i ecr [ecr taleb etme] fitnesinden müberra olmıyan [kurtulmayan] amel sâhibi, şirk dâiresinden bîrûn olmaz [kurtulmaz] ve muvahhid ve muhlis değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z

 – Z –

● Zâtdan murâd mâhiyyet ve hakîkatdir. 2/45 [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Zât-i şey oldur ki [birşeyin aslı oldur ki], şey’in cemî’i vücûh ve i’tibârâtından her ne ki i’tibâr oluna, zât-ı şey, onların cemî’inin mâverâsıdır. Her ne ki onda isbât oluna, vücûh ve i’tibârâtda dâhildir. 3/80


● Zât-i teâlâya hiç adem mukâbil değildir. 3/64


● Zât-i teâlâ, nefs-i vücûdda ve vücûdün tevâbi’ı olan [Zât-ı teâlâ, vücûdün kendisinde ve vücûdun tâbi’leri olan] diğer kemâlâtda [Hayât, ilm, kudret, sem’, basar ve irâdet ve kelâm ve tekvîn gibi] kendi kâfîdir. Ve bu kemâlâtın husûlinde [meydâna gelmesinde] sıfât-i zâideye muhtâc değildir.


Böyle olmakla berâber, sıfât-ı kâmile-i zâide dahî Hak teâlâ için kâindir [diğer sıfat-ı kâmile dahî Hak teâlâ için vardır]. 3/26


● Zât-i teâlâ muvâtât ile söylenir, iştikâk ile söylenmez. Ya’nî Zât-i ilâhî ilmdir denir, âlimdir, denemez. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zât-i ilâhînin arada ismler olmadan, mahlûklar ile hiç ilişiği yokdur. 1/208 [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Zât-i ilâhîde mertebeler düşünmek, felsefecilerin sözlerine benzer. Keşfleri doğru olan Evliyâ, Zât-i ilâhîyi tam basît bilirler. Ayrılık, gayrılık ismlerde olur, derler. 1/125 [Mektûbât Tercemesi: 170.]


● Zât-i Hak teâlâ, bir emri bir i’tibârı mülâhazasız câmi’i cemî’i kemâlâtdır [zâtında bütün kemâlâtlar vardır]. Belki aynı kemâldir. Zât-i ilâhî, sıfât-ı kemâlden herbiri renginde zuhûr buyurursa, zâtın ba’zısı bir sıfatla ve ba’zı diğeri sıfatı uhra ile muttasıf demek değildir. Zât-i teâlâ hep ilm, hep kudret, hep irâde.... ilâhirdir. 3/100


● Zât ve sıfat-ı ilâhî mertebesinde sıfat ve ittisâf mülâhazası kâin değildir. Ne zâtda mevsûfiyyet ve ne sıfatda sıfâtıyyet mevsûfdur. Vücûdün ve vücûb-i vücûdün bulunmadığı vaktde, sıfat için mecâl muhâl olur ki vücûdun nev’leridir. Ol mertebede hayât, ilm.... ve ilâhire hep nûrdur. 3/113


● Zât-i teâlâ ve tekaddes, husûl-ı kemâlâtda kâfî ise de eşyâyı tekvîn ve tahlîkde sıfât-ı zâide lâzımdır. Çâre yokdur. Zîrâ, Zât-i teâlâ nihâyet-i tenzîh ve takdisdedir ve gâyet azamet ve kibriyâîdedir. Ve onunçün kemâl ve gınâ ve eşyâya kemâl-i adem münâsebeti sâbitdir. Eğer tevassut-ı sıfât olmasa, bir şeyin husûli mutasavver olmaz idi. Zîrâ ki, Zât-i teâlânın satevât-i eşi’a-i envârında eşyânın helâk ve fenâ ve inhirak ve inhidâmından gayri nasîbi yokdur. Âlemin vücûd-ı hâriciyesine vesîle olmağa sıfat-ı hakîkî gerekdir ki, kemâlât-i zâtiyeyi kendi vesâili ile merâyây-ı âlemde cilvesâz edeler. 3/26


● Zât-i sübhânehu için âlemden gınâ-yı zâtî vardır. Ba’zı merâtib-i esmâ ve sıfatda bu nisbet mutasavver değildir. 3/110


● Zât-i teâlâya vusûl-i bîçûnî ile vusûlda, bir şeyin tavassut ve haylûleti yokdur. 3/118


● “Zâkirleri [zikr edenleri] ve onlarla birlikde olanları Hak teâlâ magfiret buyurdu.” Hadîs-i şerîf. 1/203 [Mektûbât Tercemesi: 241.]


● Zikr, gafleti tart etmekden ibâretdir. Zâhir [beden] başlangıcda ve nihâyetde zikre muhtacdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zikrin ta’rîfi. 3/84


● Zikrin fadlı. 3/13


● Zikr, salevâtdan efdaldir. 2/57


● Zikr lâzımdır, çâre yokdur. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Zikr-i lisânî [dil ile yapılan zikr] de fâidelidir. 3/13


● Zikr ile evkâti [vaktleri zikr ile] ma’mur edeler. [Vaktleri zikr ile geçireler]. Ammâ, zikri aldığı şekl üzere amel eyleye. Ve onun zıddı olan her ne olursa, düşman bilip, sakına. 3/34 [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Zikrde tad, lezzet, islâmiyyetin emrlerine dikkat nisbetindedir. 3/34 [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Zikrin fâidesi, islâmiyyetin emrini yapmağa bağlıdır. 1/190 [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Zikre ol mertebe devâm edeler ki, kalbinde mâsivâdan [mahlûklardan] nâm ve nişân kalmıya ve kalbine birşey gelirse, getiremiye. 3/84


● Zikr-i nef-yü ve isbâtı [Lâ ilâhe illallah] o kadar tekrâr edeler ki, isteklerden kurtulup, Hak teâlâyı istemek ile kâim olalar. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zikr-i nef-yü ve isbâtı ol kadar devâm edeler ki, fenâ hâsıl ola. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Zikr, Allahü teâlânın ismi ile yapılırken, ismler ve sıfatlar düşünülürse, ahvâl ve mevâcid hâsıl olur. 1/264 [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Ba’zı zemânda zikr-i zât [ALLAH], ba’zı vaktlerde zikr-i nef-yü isbât [LÂ İLÂHE İLLALLAH] münâsibdir. 1/241 [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Zikr-i nefyü isbât [lâ ilâhe illallah zikri] nemâzın şartı olan abdest makâmındadır. Mu’âmele-i nefy [Allahdan gayri her şeyi yok bilmek] netîceye ulaşmadıkça, farzlar, vâcibler ve sünnetden gayri nâfileler, vebâl dâhilindedir. Hastalığı [kalb hastalığını] kaldırmak lâzımdır ki, zikre bağlıdır. 3/12


● Zikr-i nefyü isbâtda [lâ ilâhe illallah zikrinde] lâ derken istekleri ve maksadları kaldırıp, vücûdü ve ona tâbi’ olan şeyleri yok bilmek lâzımdır. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Zikr-i nefyü isbâtın [lâ ilâhe illallah zikrinin], isbât tarafında, Allahü teâlâdan başka, ki bunlar [mahlûkâtın ötesinde] ve hayâl edilen şeylerdir ki, bunlar hiç olmıya. 3/2


● Zikr netîcesinde sâlik [tesavvuf yolcusu], nefsânî ilâhlara [putlara] tutulmakdan kurtulup, emmâre mutmainne olur. Ondan sonra, zikr eylemekle, terakkî hâsıl olmaz. Zikr o mahalde ebrârın virdleri gibi olur. O makâmda terakkî, kurb dereceleri, Kur’ân-ı kerîm okumak ve kırâ’eti uzun okuyarak nemâz kılmağa bağlıdır. Bu vaktde zikr, Kur’ân-ı kerîm okumak ile tekrar olunursa, Kur’ân-ı kerîm okumakdan ele geçen fâide hâsıl olur. 3/25


● Zikr-i kalbî [kalb ile zikr] ahkâm-ı islâmiyyenin yapılmasını kolaylaşdırır ve nefs-i emmârenin azgınlığını kaldırır. 1/275 [Mektûbât Tercemesi: 402.]


● Zikr, Hakkullahın [Hak teâlânın hakkının] edâsıdır. Halkı irşâd, hem Allahü teâlânın, hem de kulların hakkının edâsıdır ki, efdaldir. 2/46 [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zikr-i zât [Allahü teâlânın zikrinde] sıfat ve ismleri düşünmemelidir. Hayrete, ya’nî anlıyamıyacağını anlayıncaya kadar zikre devâm etmelidir. 1/264 [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Zikrde ahfâ latîfesi de zikre başlarsa, zikri bırakmalı, mücerred vukûf-ı kalbi ile, kalbe teveccüh etmelidir. [Nasıl olduğu bilinmiyen bir teveccüh ile râhat bulalar]. 1/129 [Mektûbât Tercemesi: 174.]


● Zikr telkîni, çocuğa elif ve bâ ta’lîmi gibidir. 2/26


● Zikr, yalnız nef-yü isbât [lâ ilâhe illallah] veyâ ism-i zâtın [ALLAH] tekrarına münhasır [sâdece bu] değildir. [Her işinde] ahkâm-i islâmiyyenin hudûdunu gözetmek zikrdir. 2/46 [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zemâyım-ı ahlâk [kötü ahlâk], kadınlarda erkeklerden dahâ çokdur. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zevk-i vüsûl [kavuşma zevki] başlangıçda mevcûd, yolda [ortada] ve nihâyetde yokdur. 1/274 [Mektûbât Tercemesi: 401.]


● Zevk-i bâtınî [bâtınî zevkı] âlem-i bîçûnîden hissedârdır. [Bilinmiyen âlemden nasîb alır]. Zâhir [beden] onu bilmez [anlamaz]. 2/43


● Zevk ve vecde cesedin ilgisi vardır [pek azdır]. Adem-i zevkin [zevk yokluğunun] rûha tealluku [bağlılığı] ziyâdedir [çokdur]. 1/250 [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Zeheb [altın] ve fıdda [gümüş] kadına süs için câizdir. Kullanılmaları harâmdır. 1/163 [Mektûbât Tercemesi: 200.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -D

 – D –

● Dâire-i selâsenin (üçüncü dâirenin) üstü, dördüncü dâire olup, vilâyet-i kübrâdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Dank, bir dirhemin altıda biri [veyâ takrîben ikibuçuk kırat-ı şer’î, yarım gram] gümüş para. [İslâm Ahlâkı: 533.]


● Deccalın çıkması, kıyâmet alâmeti olup, hakdır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Derd dahî maksada kavuşmanın başlangıcıdır. 1/61 [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Derd-i âhıret [âhıret derdi], nübüvvet kemâlâtında medh edilmiş olup, vilâyetde mevcûd değildir. Eshâb-ı kirâm âhıret derdine tutulmuşlar idi. Dâvüd-i Tâî, âhıret derdine (Kerâmetdir) dedi. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Derd-i dünyâdan [dünyâ derdinden] ve bedene gelen sıkıntılardan dolayı, kalbler sıkılmaya ki, bu hâller temâmen geçicidir. Ve bu zorluğun altında [karşılığında] kolaylık vardır. 1/150 [Mektûbât Tercemesi: 187.]


● Derd-i dünyâ [dünyâ derdi] hatâlara keffâretdir. Yalvarma ve sığınma ile Cenâb-ı kudsîden afv taleb eylemelidir. 2/75.


● Derd ve belâdan halâs için, günâhlarına istigfâr için lâbüddür. 2/99, 5/80, 4/119. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Derd ve belâ, günâhların çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok olduğunu göstermez. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Düâ kazâyı red eder [engeller] ki, Lâ yerüddül kazâ il-led-düâ [Kazâ, ancak düâ ile geri çevrilir,] Hadîs-i şerîfdir. 3/47 [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Düâ ile me’mûruz. Hak sübhânehu ve teâlâya düâ ve iltica, tadarru’ [boyun bükerek yalvarmak] ve zârî [ağlamak] hoş gelir. 3/15


● Düâları ve istigfârı abdestli okumak müstehabdır. [Se’âdet-i Ebediyye: 64.]


● Da’vet-i sâliha [sâlih kimsenin da’vetine] îcâbet lâzımdır, sünnetdir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Delîl, medlûlden ezhârdır. [Delîl, delîl getirilmiş şeyden açıkdır]. Hak sübhânehudan dahâ açık birşey yokdur. 1/247. [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Defâtir-i a’mâl [amel defterlerinin] uçarak, sağdan ve soldan verilmesi hakdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Defn olmıyan mevtâ dahî, kabr hayâtı ile, azâb ve elemi his ederler. Fekat, hareket ve titreme olmaz. 3/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Dünyâ [harâmlar] semm-i kâtil [öldürücü zehr] ve helâk edici bir hastalık ve büyük bir belâ ve bulaşıcı bir hastalıkdır. 1/171 [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Dünyâ [islâmiyyete uymıyan şeyler] vefâsızdır. Vefâlı olmasına imkân yokdur. Cümleyi Hak teâlâ irâdesinin zuhûru bileler. 2/64


● Dünyâ [hayâtındaki harâm] malının, eğer kıl ucu kadar i’tibârı olsaydı, düşmânı olan kâfirlere verilmezdi. [Kâfirlere kıl ucu kadar vermezdi.] 1/89 [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Dünyâ [harâmlar], Allahü teâlânın buğz etdiği şeylerdir. [Allahü teâlâ dünyâyı sevmez]. 1/233 [Mektûbât Tercemesi: 285.]


● Dünyâyı deniyye [alçak dünyâ] mu’teber değildir. Mal ve mevki’in ele geçmesini asl maksâd zan etmemelidir. 1/75 [Mektûbât Tercemesi: 120.]


● Dünyâ, nefsin isteklerinin meydâna gelmesine yardımcı olan şeylerdir. Bunun için, la’netlenmişdir. 1/52 [Mektûbât Tercemesi: 87.]


● Ed-dünyâ mel’ûnetün “Dünyâ mel’ûndur”. Hadîs-i şerîf. 3/100


● Dünyâda her nev’i zarûrî, ihtiyâc olan [mubâh] şeyler dünyâdan değildir. Fudûl olanlar dünyâdandır. 3/86 [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Dünyânın ta’rîfi. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Dünyâyı denînin [alçak dünyânın, ya’nî harâmların] tadına ve güzelliğine sakın aldanma. Onun yalancı gösterişine kapılma. Çünki hepsi geçici ve kıymetsizdir. Bugün böyle olduğuna belki inanmazsın. Fekat yarın ölünce, doğru olduğu anlaşılacakdır. O zemân inanmanın fâidesi olmıyacakdır. 1/189 [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Dünyânın lezzeti ve elemi ikidir. Cisme [nefse] lezzet verenden rûha elem vardır. Ve aksi de vâki’dir. 1/64 [Mektûbât Tercemesi: 101.]


● Dünyânın [harâmların] muhabbeti, günâhların başıdır. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyânın [harâmların] kötülüğü ortaya çıkmadıkca, ona tutulmakdan kurtulmak muhaldir. Ve ondan kurtulmadıkca, felâh ve uhrevî kurtulma zordur. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyâ hayâtının, Cenâb-ı Hak beş şey olduğunu bildirdi. [Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, elbette la’b, ya’nî oyun ve lehv, ya’nî eğlence ve zînet, ya’nî süslenmek ve tefâhur ya’nî öğünme ve malı, parayı, evlâdı [harâm yollardan] çoğaltmakdır) buyurdu.] İslâmiyyete yapışınca, bunlardan kurtulmak nasîb olur. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyâ, ni’met ve lezzet için değildir. Âhıret, ni’met ve lezzet için hâzırlanmışdır. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Dünyâyı [harâmları] terk mümkin olmazsa, hükmen terk etmelidir ki, bu da sözlerde ve işlerde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. [Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olur]. 2/82 [Se’âdet-i Ebediyye: 100.]


● Dünyâda, zarûrî işleri yapmakda ve zarûret mikdârı meşgûl oluna. Bütün gayreti ona sarf etmek, aklsızlıkdır. 2/31. [Se’âdet-i Ebediyye: 77.]


● Dünyâ [hayâtında], doğru ile yalancı ve hak ile bâtıl birbirine karışdırılmışdır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Dünyâda, avâmın hâlini havâsa [seçilmişlere] benzetmek, hikmet ve maslahatdır [bir fâide ve hikmeti vardır.] 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Dünyâda zuhûrlar sûretdedir. Âhıretde hakîkîdir. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Dünyâyı [harâmları] ihtiyâr edenler, münâfık hükmündedir. Sûretde olan îmân âhıretde fâide vermez. 1/215 [Mektûbât Tercemesi: 258.]


● Dünyâda hiçbir mahal yokdur ki, oraya bir Peygamber gönderilmemiş ola. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Dünyânın [harâmların] muhabbetinin izâlesi için ilâc, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakdır. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyânın [memleketlerin] temâmına dört kimse mâlik oldular.


İkisi mü’min, ikisi kâfir. Zülkarneyn ve Süleymân “aleyhimesselâm”, Nemrûd ve Buhtunnasar. Beşincisi Mehdîdir “aleyhirrahme”. Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Dostluğa yakışmaz ki, üzmemek için sükût oluna. 1/233 [Mektûbât Tercemesi: 285.]


● Duman, sıcak sıvı ve katı zerrelerden mürekkebdir. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Dinde harac [zor şey] yokdur. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Deynden bir dankı sâhibine vermedikçe, sâlih mü’min Cennete giremez. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Deynden [borcundan] bir dankı sâhibine vermek, pekçok dirhem sadaka vermekden dahâ iyidir. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Deynden [borcundan] bir dank gümüşü sâhibine vermek, altıyüz kabûl olunmuş ve makbûl [nâfile] hacdan efdaldir. 2/66 [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Dünyâ hayâtı çok azdır. Ve ebedî azâb buna [buradaki küfre] karşılıkdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -H-2

 – H –

● Hatm-i Kur’ân, nâfile nemâz, tesbîh ve tehlîl edince, sevâbını, mevtâlara hediyye etmek, etmemekden efdaldir. 2/77


● Hatm-i tehlîl, ancak meyyitin magfireti için olup, bundan başkası bid’atdir. 2/14 [hâşiyesinde].


● Hademe ve ma’iyyet istihdâmı câizdir. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hademeye ikrâm eylemek [kıymet vermek], efendisine i’zâz ve ikrâmdır. 3/28


● Hurma, benî Âdemin halasıdır. [Âdem oğullarının halasıdır.] Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmışdır. “Hadîs-i şerîf.” 3/100


● Hurma ile iftâr eylemek sünnetdir. 1/162 [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Hızır aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değil, geçmiş ümmetlerdendir. 2/55 [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Huzûr-ı bî-gaybet [huzûrun devâmlı olması], devâmlı olan tecellî-i zâtîdir, şu’ûn ve i’tibârât perdeleri araya girmeyen, hiç gayb olmıyan devâmlı olan tecellî-i zâtîdir. Bu yolun sonunda müyesser olur. Perdeler araya girmez. 1/151 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Hutbede, hulefâ-i Râşidîni zikr etmek, ehl-i sünnetin şiârıdır. 2/15 [Eshâb-ı Kirâm: 78.]


● Hutbede sultânların ismlerinin bir kademe aşağıda okunması, sultânların tevâzu’larındandır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Hulefâ-i erba’ada [dört halîfede] nübüvvetden gayri, Enbiyânın fazîletleri vardır. 1/151 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Hulefâ-i erba’a [dört halîfe] arasındaki fazîlet, hilâfet sırasına göredir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● “El-hılâfetü ba’dî selâsûne seneten”. Benden sonra hilâfet, otuz senedir” Hadîs-i şerîfi Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti ile temâm oldu. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Hallâc-ı Mensûr, her gece zindanda ağır zincir ile beşyüz rek’at nâfile nemâz edâ ederdi. 2/95


● Hallâcın enel-Hak kavli, mevcûd Hakdır, ben değilim demekdir. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hallâc-ı Mensûrun kelâmı, hâllerin galebe çalmasından dolayı olduğu için, ma’zûrdur. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hallâc-ı Mensûrun enel-Hak kavli, yolda iken söylenmişdir. [Tesavvuf yolcusu iken söylenmişdir.] Vefâtından sonra terakkî etdi [yükseldi]. 3/75


● Hıllet [dostluk] makâmı, asl i’tibâriyle, İbrâhîm aleyhisselâma mahsûsdur. 3/88


● Hıllet âm’dır. Muhabbet onun ferd-i kâmilidir. 3/88


● Hılkat-ı insâniyyeden maksûd [insanın yaratılmasından maksad], kulluk vazîfelerini yapmakdır. Ve cenâb-ı Hak sübhânehu ve teâlâyı devâmlı istemekdir. Bu ma’nâ, zâhiren ve bâtınen [bedenen ve kalben] seyyidil evvelîn vel âhırîn aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâtü ekmelühâya tam tâbi’ olmağı gerçekleşdirmedikçe müyesser değildir. 1/110 [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Halkla [insanlar ile] hakları yerine getirmekden ziyâde karışmak zararlıdır. 3/102.


● Halkı tazyîk ve rencîde etmek [dara düşürmek (sıkıştırmak) ve incitmek] harâmdır. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Halkın ezâsına [eziyyetlerine] sabr lâzımdır. Ve onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Bu azîmet yoludur. Kaçarak eziyyetden kurtulmak da ruhsatdır. 3/7 [Se’âdet-i Ebediyye: 426.]


● Halk ile görüşmekden kurtuluşa çâre yokdur. 1/37 [Mektûbât Tercemesi: 64.]


● El-halku ıyâlullah ehabb-ü halkın ilallahi men ahsene ilâ iyâlihi.


[İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir. Allahü teâlâya en sevimli olan, Onun ıyâline iyilik edendir.] Hadîs-i şerîf. 2/90


● Halk [insanlar] ile mu’âmele tarzı. 1/170 [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Halk eylemeğe [yaratmak için] ilm lâzımdır. Hak teâlâ küllîleri de, cüz’îleri de ve sırları [gizli olan şeyleri] bilir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hılkat-i insandan [insanın yaratılmasından] maksad. 3/114


● Halvet der encümen [Halk arasında Hak ile olmak], kalabalıkda, söyliyene ve dinleyene gönül bağlamamakdır. 1/221 [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Halvetde [yalnızlıkda] şöhret, şöhretde âfet vardır. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Hamr [şerâb] satışı âdet olsa, halâl olur diye fetvâ verilmez. 2/54


● Hamr ve ihticâb [kadınların açık gezmeleri], ba’zı dinlerde harâm, ba’zılarında halâl idi. 2/55


● Hâce-i Ahrâr buyuruyor ki; bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fekat Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229, Herkese Lâzım Olan Îmân: 52.]


● Hâce-i Ahrârın zâhirde pîri var iken [Ya’kûb-ı Çerhî], Abdülhâlık Goncdüvânînin “kuddise sırrûh” rûhâniyyetinden istifâde ederek de üveysî oldu. 3/118


● Hârikaların fazla zuhûra gelmesi, efdaliyyete delâlet eylemez [efdâl olmayı göstermez]. 3/86 [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Hârikaların efdal olanı, zât, sıfat ve ef’âl-i vâcibeye te’alluk eden ulûmdır. [Allahü teâlâyı bilmekdir.] 1/293 [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● Hataralardan kurtulmak ve vesveseleri kovmak, tarîka-i hâcegânda [hâcegân yolunda] çok kolay olur. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Hataraların def’inden murâd, matlûba teveccühe mâni’ olan hataralar [zararlı düşünceler]dır. Yoksa, her hatara değildir, diye hâce-i Ahrâr buyurmuşdur. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Havf [korku] gençlikde, recâ [ümîd] ihtiyârlıkda çok olmak lâzımdır. 1/88 [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Havf [korku] zemânında Li-îlâfi [sûresini] okumalıdır. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Hıyârüküm fil-câhiliyyet-i hıyârüküm fil islâmı izâ fekahe. [Câhillikde en ileride olanınız, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur.] Hadîs-i şerîf. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hayâl-i beşer [beşer hayâli], âlem-i misâlin nümûnesidir. Zîrâ bütün eşyâ için hayâlde sûret vardır. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]