*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyor ki: Ben gençliğimde, *tasavvuf* nedir, *evliyâlık* nedir, hiç bilmezdim. Ama benim bir huyum vardı, hastalara giderdim, *ilâç* alır verirdim.
Borçluların borcunu öderdim, evlenecekse yardım ederdim. Yâni Allahın kullarına *hizmet* ederdim. Bu hâlim, Allahü teâlânın hoşuna gitdi.
Mükâfat olarak, beni *sevdiği* kimselere kavuşdurdu ve tasavvufun zirvesine çıkardı.
Allahü teâlânın, bir kulunu sevip sevmediği nereden anlaşılır? Bu, bir şeyden belli olur. Eğer Allahü teâlâ o kuluna, *sevdiği* bir kulunu tanıtmış ve sevdirmişse, onu *seviyor* demekdir.
Bizim arkadaşlar böyle meselâ. Onlar, eğer Peygamber aleyhisselâmın zamânında olsalardı, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı.
Bu gün, bu *Büyük*'leri inkâr edenler de, eğer Resûlullahın zamânında olsalardı, *Ebû Cehil* gibi, *Ebû Leheb* gibi olurlardı. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki:
Bu yolun *Büyük*'lerini tanıyanlar, sevenler, kitaplarını okuyup, yollarında yürümeye gayret edenler, *edebsiz* de olsalar, *saygısız* da olsalar, *pervâsız* da olsalar, *patavatsız* da olsalar, yine azîzdirler, makbûldürler, kıymetlidirler.
Niçin? Çünkü îmânları ve îtikatları *sağlam*'dır da ondan.
Allahü teâlânın dînine *hizmet* niyetiyle yaşıyanlar, bu yolda gayret gösterenler, yâni derdi bu olanlar, yataklarında ölseler bile, *şehîd*’dirler kardeşim.
Yeter ki, niyetleri bu olsun. Allahın dînini, Onun kullarına anlatmak, yaymak olsun. Bu niyetle yaşasın.
Böyle olan bir mü’min, ölürken Resûlullahın *nûr cemâl*'ini görür ve onun zevkiyle hiç acı hissetmeden *şehîd* olarak Rabbine kavuşur.