Fakir

"Allâh'tan başkasına ihtiyaç duyan 

Herkes fakirdir..." 

(Abdülkadir Geylani Hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor*. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Efendi, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her an, bizi varlıkda tutan kimdir? Allahü teâlâdır. Meselâ ben şu takkeyi elimle burada durduruyorum. Bu takke yere düşüyor mu? Düşmüyor, havada duruyor. Neden? 


Çünkü ben tutuyorum. Bunu havada durduran kimdir? Benim elim. Ben bunu bir an bıraksam, hemen yere düşer. 


İşte Allahü teâlâ da, bizi ve bütün bu kâinâtı, kendi kudretiyle, her an varlıkda durduruyor. 


Bir an bıraksa, bir an kudretini çekse, biz de Yok oluruz, bütün bu kâinât da hepsi Yok olur… 


Meselâ bir an için ceryan kesilse, elektrik gitse, lâmbalar söner. Allahü teâlâ da, bir an bizi bıraksa, kudretini çekse, hemen Yok oluruz. Bütün bu kâinat da Yok olur. 


İşte Allahü teâlâ, her an bizi ve bütün bu kâinâtı varlıkda durduruyor kardeşim. Âyet-el kürsîde var bu. *Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm*, buyuruluyor. 


Her namazdan sonra *âyet-el kürsî* okuyoruz ya. İşte orada geçiyor. *El hayyül* demek, Allahü teâlâ hayâtdadır, diridir, demekdir. 


*Kayyûm* ise, bütün mahlûkları her an varlıkda durduruyor mânâsınadır. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ne buyuruyormuş, Mektûbât’da var bu.


Her an, bütün bu kâinât, yerler, gökler, dağlar, güneşler, her an, *Var* olur, *Yok* olur buyuruyor. 


Allahü teâlâ her an yaratıcıdır ve yok edicidir. Her an yaratıyor, ve her an yok ediyor. *Yuhyî*, yaratıcı demek. *Yümît*, yok edici demek. Allahü teâlâ her an yok edicidir. 


Bizi, her an *Yok* ediyor, her an da *Var* ediyor. Ne gibi? Elektrik cereyânının frekansı gibi. Elektrik cereyanı, her an, her sâniye, 50 kere yanıp sönüyor. 


Her sâniyede, bu lâmba elli kere sönüp yanıyor. Yâni elektrik yön değişdiriyor, kesiliyor. İşte bunun gibi, Bu kâinât da her sâniyede, bir *Var* oluyor, bir *Yok* oluyor. Böyle diyor Muhyiddîn-i Arabî hazretleri.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hocam Seyyid *Abdülhakîm Efendi* hazretleri bir gün buyurdular ki: 


Başkale şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede 20-30 talebe okutuyordum. Talebenin yemesi, içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana âit idi. 


Bir gün medresede ders veriyordum ki, kapı açıldı. Gâyet temiz giyinmiş bir beyefendi içeri girdi, selâm verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi.


Ve *Efendim, kaç talebeniz var? Hangi kitapları okutuyorsunuz? Hangi kitaplara ihtiyâcınız var?* diye sordu. Ben de, lâzım olan birçok kitap ismi verdim. 


Cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyâçlarımı o deftere yazdı. Sonra da vedâ edip ayrıldı. Konuşması gâyet nâzik, elbisesi gâyet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir *İstanbul beyefendisi* olduğunu anladım. 


Aradan iki ay geçdi. Ben artık bunu unutmuşdum. Bir gün medreseye postacı geldi ve *Seni postâneden istiyorlar*, dedi. Hemen kalkıp gitdim. 


Postânedeki memurlar; *Bunlar sana geldi*, dediler ve bana iki büyük *sandık* gösterdiler. Bakdım, koca koca iki sandık. İki sandık da *Kitap* doluymuş. Kitapları, sandıkları aldım.


Hayvana yükletip medreseye getirtdim. Sandıklar açıldı. Bir de ne göreyim, sandığın içinde, iki ay evvel, İstanbul’dan gelen o beyefendiye isimlerini yazdırdığım *Kitaplar* bunlar. 


Üzerine de bir kâğıt konulmuş. Alıp okudum. Kâğıtda; *Halîfe-i müslimîn sultân Abdülhamîd Hân’ın hediyesidir*, yazılıydı. Çok sevindim. Efendi hazretleri, bize böyle anlattı efendim. 


Efendim, ben *albay* idim. Beşiktaş’da, Hamîdiye câmiini ziyârete gitdim. İhtiyâr bir imâm beni gezdirdi. Câmi-i şerîfde, Sultân Abdülhamîd Hâna hediye edilmiş *Kâbe* örtüsünü ve *Levha*’ları gezdirdi.  


Sonra da, *Hünkâr*’ın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve afedersiniz abdesthâneye girdik. Abdesthâne taşının üstünde, iki tâne *Nalın* [takunya] vardı. 


İmâm bana; *Bu nalınları, Sultân Abdülhamîd Cennetmekân giyerdi*, dedi. Sultân Abdulhamîdin mübârek ismini işitince, gözlerim sulandı. 


Halîfe-i müslimînin mübârek ayaklarının temas etdiği o nalınlara eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öpdüm. Gözlerimin *Yaşı* nalınlara damladı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edecek kişiler yetişiyor. Bu kişileri kim yetişdiriyor? Allahü teâlâ yetişdiriyor. Allahü teâlâ; *Bu dîni, ben muhâfaza ederim*, buyuruyor. 


Muhâfaza etmek için de sebebini yaratıyor. Bu sebep de, işte bu *Mücâhid*’lerdir, yâni *Sizler*'siniz. Allah yolunda hizmet eden mücâhidler, bir kişi daha yanmasın diye uğraşanlardır. 


Onun için, kelime-i şehâdet getiren bir insan, bir mü’min, Allahü teâlânın *Velîsi*’dir, *Dostu*’dur, *Evliyâsı*’dır. Derecesini Allah bilir. 


Ama ona karşı *Hasımkâr* davranmak, *Düşman* gibi bakmak, tepeden bakmak, çok tehlikelidir. Hele hele Allah korusun ona hakâret etmek, kalbini incitmek, onu üzmek, felâketlerin en büyüğüdür. 


Eğer bir mü’mini üzersek, Peygamberimiz üzülür ve böylece Peygamberimizi kendimize *Hasım* yapmış oluruz, *Düşman* yaparız, Allah korusun. 


Peygamberi kendimize hasım yaparsak, bu defâ Allahü teâlâya *Hasım* oluruz. Amân, amân! Sakın ola ki, bir müslümânı incitmiyelim kardeşim. 


Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde; *Benim bir mü’min kuluma, bir evliyâ kuluma düşmanlık, bana karşı harp îlân etmekdir*, buyuruyor. 


Muhammed Ma’sûm hazretleri de Mektûbât kitâbında; *Mü’min kardeşlerinizle münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir müslümân kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi yetmiş kerre *Yıkmak*’dan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. 


Efendim, bugün bir *Mürşid-i kâmil* görmiyen, hattâ onun bir *Talebesi*'ni görmiyen kimse, denizin ortasında yüzen bir *Tahta* parçasına benzer. Tahta, bir batar, bir çıkar.


Sonra tekrar batar, sürüklenir, velhâsıl her an tehlikededir. Ama bir *Mürşid-i kâmil* gören, yâhut Onun bir *Talebesi*’ni gören, hattâ Onun *Kitâbı*’nı okuyan, böyle değildir.


O, denizde bir *Kaya* gibidir, bir *Ada* gibidir, yerinden oynamaz, hiç kıpırdamaz. Tehlikelerden emîndir, ona bir şey olmaz. Sonra efendim mürşid-i kâmil ne demek? 


Mürşid-i kâmil, *İslâm âlimi* demekdir. İslâm âlimi demek de, islâmiyeti *Yaymak* demekdir. İşte Allahü teâlâ, bize bu hizmeti nasîb etdi kardeşim, ne kadar şükretsek, azdır.

Allahü teâlâ nasıldır bilinemez

 İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki;

Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yoktur. Nasıldır denilemez. Allahü teâlâ, Âdemin ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yarattı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekânsızdır. Ruh da madde değildir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ruh insanın ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişikdir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde herkes, kitaplarımızı dağıtan bu âbilere, bu arkadaşlara gıpta edecek. *Keşke, biz de bu ekibe dâhil olsaydık*, diyecekler. Neden? Çünkü bu kardeşlerimize *Cennet*’de çok büyük dereceler ihsân edilecek. 


Hocasından, bir dînî mesele öğrenmek için yola çıkan talebenin ayaklarının altına, melekler gelir, kanatlarını döşerler. Niçin? Şereflenmek için. 


Karadaki bütün *Hayvanlar*, yalnız kelebek türü bir milyondan fazla, havadaki bütün *Kuşlar* ve denizdeki bütün *Balıklar*, onun için duâ ve istiğfâr ederler. Bu, öğrenmek için gidene.


Ya öğretmeye giderse. Ya birine bir *Kitap* vermek için giderse, düşünün artık. Öğretmek için gitmek, emr-i mârufdur. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, deryâ’da damla bile değildir. 


Bu zamanda en iyi emr-i mâruf şekli, kitap vermekdir kardeşim. Birini sevindirmek mi istiyorsun? Ona, bir *Namaz Kitâbı* ver, o kadar. 


Bunu yapmak, hem *Cihad*’dır, hem de en güzel *Emr-i mâruf*’dur Bunu yapana, Allahü teâlâ, yüz şehîd sevâbı veriyor kardeşim. 


Bir genç, köyünden çıkıp mübârek bir zâta geliyor ve hizmet istiyor. Hoca Efendi; *Sana verecek bir iş yok*, dese de, o genç; Efendim, beni parçalasanız da gitmem buradan, ben size hizmete geldim, diyor. 


Allah Allaah! Hoca Efendi ne yapsın; *Al o zaman baltayı, git dağa, çalı çırpı topla, denk yap getir, birikdir, kışın yakar ısınırız*, diyor. 


Genç; *Emrin olur hocam*, diyor ve gidiyor dağa. Her sabah, hava buz gibi, yağmur, çamur dinlemiyor, soğukda karda kışta gidiyor, çalı çırpı topluyor, *Denk* yapıp getiriyor, biriktiriyor. 


Bir müddet sonra, kendi kendine; *Ben buraya hizmete geldim, ama şu denklerden başka bir faydam olmadı*, diye düşünerek, hocaya da sormadan köyüne geri dönüyor. Gitdiği gece bir *rüyâ* görüyor. 


Mahşerde hesâbı görülüyor. Günahları çok olduğu için melekler Cehenneme götürüyorlar. Tam ateşe atacaklar, o esnâda gökden bir sürü *Denk*’ler, patır patır yere düşüyor. Cehennemle o genç arasında *Perde* oluyor. 


Bir de bakıyor ki, kendi yapdığı, biriktirdiği  denkler. O anda uyanıyor. Tabii anlıyor hatâ ettiğini. *Eyvaah! Ben ne yapdım!* diyor. O gün dergâha geri dönüyor ve daha büyük bir aşkla, şevkle, denk yapmaya devam ediyor.

Allahü teâlâ tevbe eden kullarını sever

 Allahü teâlâ tevbe eden kullarını sever

Efendim insanlar vefât etdiği zemân muhakkak ki pişmân olacaklar. Her şey için pişmân olacaklar. Kaçırdıkları fırsatlar için, günâhlar için, tevbe imkânı varken yapmadıkları için. Ama şimdiden pişmân olanlar, şimdi pişmânlığını ifâde edenler ve de arkasından tevbe istiğfâr edenler, anadan doğmuş gibi tertemiz olurlar. Allahü teâlâ tevbe eden kullarını seviyor, ayrıca Allahü teâlânın sevgisi var. Sûre-i Hûd'da Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki; Tevbe ve istiğfâr ederseniz imdâdınıza yetişirim. Ya'ni, yardım ederim değil, imdâdınıza yetişirim, buyuruyor. İnsan perişân olunca imdâd der ya, cenâb-ı Allah tevbe et, imdâdınıza yetişirim diyor.

Allah bir kuluna hayr murâd ederse ya'nî iyilik murâd ederse, ona iyi iş nasîb eder. Eğer Allah celle celâlüh bir kulunu kovmuş ise, onun hâli yapdığı işden belli olur.

(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, her insanın, doğumundan ölünceye kadar yapacaklarının hepsini ezelde biliyordu. Hepsini biliyor. Meselâ *Kâfirler*’in, sonsuza kadar yaşasalar da, yine *Îmân* etmiyeceklerini biliyor. 


Yâni bir kâfirin, sonsuz hayâtının bir devresinde îmân edeceğini bilse, o kimse sonsuz yanmakdan kurtulur. Nitekim *Mıhrik* böyle kurtuldu. 


Fakat Cehennemde *Sonsuz* yanacakların hiçbirinin kurtulma ümîdi yok. Neden yok? Çünkü *Elli* sene değil, *Elli katrilyon* sene yaşasa, hattâ *Sonsuz* yaşasa, gene îmân etmiyecek.


Yine kâfir olacak. Herhangi bir gün *Îmân* etme ihtimâli olsa, sonsuz yanmıyacak. Ama *Yok*. Îmân etme ihtimâli *Yok* ve cenâb-ı Hak, bunu biliyor. 


Hiçbir zaman, hiçbir şekilde îmân etmiyeceğini, Allahü teâlâ ezelde biliyor. Hayâtının her hangi bir devresinde îmân edecek olsa, sonsuz yanmakdan kurtulacak, ama böyle bir ihtimâl *Yok*. 


Kâfirlerin sonsuz yanmalarının sebebi, işte bu. Sonsuz yaşasalar da yine îmân etmiyeceklerini, Allahü teâlâ biliyor. 


*Kitap* vermekde, dört türlü *Sevap* var kardeşim. Birincisi, *Hediye* sevâbı. Adam oturuyor köyünde, ona bir *Kitap* geliyor, hem de parasız, hediye olarak. 


İki, hediyeyi aldığı zaman bu adam *Seviniyor*. Bir mü’mini sevindirmek, Allahı sevindirmekdir. Bu da ayrı bir sevap. Sonra, gönderdiğiniz kitap, bir roman değil.


Hikâye değil, bir *Din kitâbı*. Yâni ilim yayıyorsunuz. İslâmiyeti öğretiyorsunuz. Bu da *Cihâd*’dır, mal ile cihad. Çünkü para sarf ediyorsunuz. 


En mühimi de, *Emr-i mâruf* yapıyorsunuz. Emr-i mâruf sevâbı yanında cihâd sevâbı, deryâda bir *Damla* bile değildir. Bir de emr-i mâruf yapmış oluyorsunuz. Ne güzel işte. Bir *Taş*’la kaç *Kuş*. 


Zamânımızda düşmanlar çok kuvvetli, müslümânlar ise zayıf ve çalışmıyor. Ne demişdik? Düşmanda olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar keyfinde, herkes dünyâ kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın emrini düşünen, yapan yok. Evet, kendisi ibâdet ediyor. Fakat din kardeşlerinin fısk-ı fücûra, zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaz, çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese dağıt. Bu gün, en büyük emr-i mâruf nedir biliyor musunuz? *Kitap* vermek’dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah.

Seyyid Abdurrahman Arvasi’nin (Kuddise sirruh) Van ili Gürpınar ilçesi Hoşab köyündeki kabri

 Neslinden gavs Sıbğatullah Arvasi,allame hazreti şeyh Fehim Arvasi,manzur-u nazar-ı piran-ı kiram Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruhum) gibi mümtaz şahsiyetlerin geldiği Seyyid Abdurrahman Arvasi’nin kuddise sirruhu Van ili Gürpınar ilçesi Hoşab köyündeki kabri