Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: Mesh, şeklî ve manevî olmak üzere iki türlüdür. Şeklî değişme, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) hürmetine ümmet-i davetten kaldırılmıştır. Manevî değişme ise devam etmektedir. Ancak günah işlemek suretiyle manevî değişmeye duçar olanlar, manen çevrildikleri hayvanın ahlâkına müptela olurlar. İşte böyle kimselerin tövbe istiğfar etmeleriyle tekrar eski suretlerine dönmeleri mümkün olabileceği gibi, tövbe etmedikleri takdirde bu hal üzerine ölmeleri de mümkündür. Şeklî değişmeye gelince; şeklen değişen bir kimsenin eski haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında bu fakire (Hâlid- Şirvânî) sordu. Ben “bunun mümkün olup olmayacağı hususunda herhangi bir bilgimin olmadığını” söyledim. Gavs (kuddise sırruhu) kendisi de bu konuda bir açıklamada bulunmadı.
BÂTINÎ KUVVETİ OLMAYAN ŞEYHLERİN SOHBETİ
Bir gün Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) meclislerde kıssa anlatmanın ve vaaz vermenin şeyhlikle bağdaşmayacağını ifade ettikten sonra şöyle buyurdu: “Günümüz halifelerinin, meclislerini vaaz ve hikaye türü şeylerle süslemeleri, onlarda şeyhliğin sermayesi olan bâtınî kuvvet ve nisbet gibi şeylerin yokluğundan ileri gelmektedir. Onların bu yaptıkları silsiledeki meşâyihlerin hiçbirinde görülmemiştir.
Bakınız, bizim tarikatımızın kurucusu Şah-ı Nakşibend (kuddise sırruhu) ne buyuruyor: “Tarikatımız sohbetten ibarettir.”
SAHTE ŞEYHİN DURUMU
Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) münkiri, sahte şeyhlik iddiasında bulunanlara tercih eder ve,
- Münkirin hatasını anlayıp doğru yola dönmesi mümkün iken, iddia sahibi sahte kişinin dönmesi ve iddiasını bırakması mümkün değildir. Çünkü iddiacılık bütün menfaatleri örten bir perdedir, derdi.
MELEKLER SOHBET MECLİSLERİNE GELİR
Gavs (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştu: “Melekler, sohbet yapılan meclislere teşrif ederler. Bu nedenledir ki sohbet eden şeyhe, ‘pîr-i muğan’ denilmiştir. Çünkü keşif veya rüya yoluyla görülen muğan, melek diye tabir edilmiştir.”
Bunun ardından mecliste bulunan sâliklerden biri Gavs hazretlerine, “Melekler ne maksatla şeyhlerin sohbetlerine gelirler? Şayet huzur elde etmek içinse, zaten onlar daima huzur halindedirler. Yok, terakki (manevi yükselme) içinse, zaten onların belli bir makamları vardır ve bundan ilerisine de geçemezler” diye sordu.
Gavs (kuddise sırruhu) cevabında şöyle buyurdu: “Onlar bu meclislere lezzet almak için gelirler.”
SOHBET İMANIN KUVVETLENMESİNE VESİLEDİR
Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) şöyle derdi: “Sohbet, müridin dünya ile olan alakalarını keser ve onu hakiki imana erdirir. Nitekim Pîr-i Nessâc Azîzân Râmîtenî (kuddise sırruhu) sohbeti, mesleğine uygun olarak şöyle tefsir etmişti:
“Sohbet, çözmek ve bağlamaktır.”
Gavs-ı Hizânî hazretleri bazı sahabilerin,
“Gelin bir saat iman edelim” sözlerindeki (iman edelim) kelimesini yani “imanı”, imanın kuvvetlenmesine sebep olan sohbet ile tefsir etmiştir (Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) bu teville, “Gelin bir saat sohbet edelim de imanımız kuvvetlensin” demek istemiştir.)
HALİFELİĞİN MAKAMLARI
Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyurdu ki:
İşârî (Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) veya sâdât-ı kiramın herhangi birinin işaretiyle verilen halifelik). Bu, halifeliğin en üstün mertebesidir.
İbârî (Mürşidin halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi sözlü, şifahi olarak vermesidir). Bu ise halifeliğin orta derecesidir.
Kitâbî (Mürşidin, halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi bir kitabe şeklinde yazılı olarak vermesidir). Bu da halifeliğin en alt derecesidir.
(Seyyid Sıbgatullah Arvâsî kuddise sirruh)
GERÇEK SEVGİ
Evliyadan birine sormuşlar:
"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"
"Bakın göstereyim." diyerek önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Ortaya çorba tası gelmiş ve arkasından da bir metre uzunlukta kaşıklar. O zat onlara demiş ki:
"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz!"
Sofradakiler çorba içmeye teşebbüs etmişler. Fakat kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü ağızlarına götürememişler. Beceremeyince, sofradan aç olarak kalkmışlar.
Daha sonra sevgiyi gerçekten bilenler yemeğe çağrılmış. Onlar da sofraya gelip oturmuşlar. Aynı şey onlara da söylenmiş. Her biri uzun olan kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece karınlarını doyurup şükrederek kalkmışlar sofradan.
Sonunda evliyâ zât buyurmuş ki:
- İşte, kim bu sofrada yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de, onu doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şunu da unutmayın ki, dünyada alan değil, veren daha kazançlıdır.
NÂKIS ŞEYH KÖRELTİR
Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) tarikata girmek isteyen kimsenin kâmil bir şeyhe intisap etmesi ve nâkıs şeyhten de uzak durması gerektiğini belirtmek üzere şu noktalara değindi:
“Kâmil olmayan mürşid, tarikata yeni giren kimsenin kabiliyetini köreltir ve şevkini de öldürür. Oysa şevk her türlü gayenin öncüsüdür. Çünkü insandaki şevk, ancak kendisinin içinde bulunduğu durumdan daha yüksek ve yüce hallere vâkıf olmakla gelişir. İşte kâmil olmayan nâkıs ve miskin kimse, tarikata yeni giren kimselere bu yüce halleri göstermeye güç yetiremez.”
Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra şöyle buyurdu: “Rücû halinde, âlem-i emirden âlem-i halka dönen ve şevki sönmüş olan sâlik, peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmekle kaybetmiş olduğu şevke tekrar kavuşabilir.”
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Resûlullah* sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, âhir ömürlerinde, Cennete teşrîf etmeden önce, bir *Ordu* hâzırladı. Hem de rumlarla harb etmek için.
Rum imparatorluğu, o zamanın en büyük devletiydi. O ordunun başına, kölesinin, yâni hizmetçisinin oğlu olan hazret-i *Üsâme’yi* kumandan yapdı.
Resûlullah efendimizin hizmetçisi, *Zeyd*. Zeyd’in oğlu, *Üsâme*. Onu kumândan yapdı. Peki, o kumândanın emrinde kimler vardı? Hazret-i *Ebû Bekr* vardı, hazret-i *Ömer* vardı. *Aşere-i mübeşşere* vardı.
Onun emrinde sefere gitdiler. Ama Resûlullahın vefâtından sonra, müslümânların başına kim geçdi? *Hazret-i Ebû Bekri* geçirdiler. Geçdi değil, geçirdiler.
Bütün eshâb-ı kirâm, severek ve istiyerek Onu *Halîfe* seçdiler. Ona *Bîat* etdiler ve emrine girdiler. Biz de, bize verilen vazîfeyi yapacağız kardeşim.
*Emîr* yaparlarsa, emîrlik yapacağız. *Nefer* yaparlarsa, neferlik yapacağız. Bu hizmetlerde nefer olmak da büyük *Şeref’dir* efendim.
*Emîr’e* itâat edene, yüz şehîd sevâbı var kardeşim. *Emîr’in* hatâsı, kusûru olabilir. İçinizde, *Emîr*’den daha iyisi de olabilir. Yâni, siz öyle bilirsiniz.
Fakat onu seçen, sizin bilmediklerinizi bilir. Benim, Bursa’da vekîlim *Sâim bey*’dir. Ona itâat, bana itâatdır. Ona itaatsizlik, bana itâatsizlikdir.
Size son olarak söylüyorum, Emîr’in sözü dinlenince, *Vâcib* sevâbı kazanılır kardeşim.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Hazret-i Ömer*’in zamânında radıyallahü anh, bir adam varmış efendim, düğün düğün dolaşır, elinde *Çalgı* âleti, *Türkü* söyler, para toplarmış.
Yaşlanınca sesi değişmiş. Kimse bunun yüzüne bakmıyor. Tabii para da alamıyor, açlıkdan ölecek, kimsesi de yok. Kalbine *Pişmanlık* gelmiş. Kendi kendine; *Yâ Rabbî!* demiş.
Her gün sana isyân etdim. Bir gün bile yüzüme vurmadın, rızkımı kesmedin, hastalık vermedin. Ama benim işim bitdi, kimsem yok, gidecek yerim de yok. Kabûl edersen, sana *Misâfir* gelmek istiyorum, diyor.
Gidiyor mezarlığa, çalgısını koyuyor başının altına, *Yâ Rabbî, al emânetini*, diyor. O gece, hazret-i Ömer bir rüyâ görüyor. Hak teâlâ katından bir nidâ!
Bir *Has kulum*, bana misâfir geldi. Ben, misâfirimi şânıma göre ağırlarım. Derhâl hazîneden 700 dînar al, mezarlıkdaki o *has kuluma* götür ver. Ve ona de ki: *İhtiyâcın olursa, bana gel!*
Uyanıyor, 700 dînarı alıp koşuyor mezarlığa. *Bu has kul kim?* diye bakıyor etrâfa, öyle biri yok. Sonra bakıyor ki, o çalgıcı orada yatmış. Perîşân, baygın vaziyetde.
*Yâ Rabbî, yoksa bu mu?* diyor. O anda çalgıcı gözünü açıyor, hazreti Ömer’i görünce titremeye başlıyor. *Hazret-i Ömer* bu! *Tamam yâ Rabbî, şimdi sana geliyorum*, diyor.
Hazret-i Ömer işitiyor bunu; *Yok yok, korkma. Sen ne şanslı adamsın?* diyor. Adam şaşırıyor. Hiç beklemediği şey. Hayretler içerisinde; *Ne oldu yâ Ömer?* diyor.
Hazret-i Ömer; Rabbim sana *Selâm* söyledi, sana *Has kulum* dedi ve şu 700 dînarı sana gönderdi. Bitince de yine bana gelmeni emretdi.
Böyle diyor ve, *Bu bitince doğru bana gel!* diyor.
Adam zorlukla doğruluyor ve; *Bunları bana mı söyledi?* diyor. Evet, sana söyledi. Başlıyor ağlamaya. Alıyor o çalgı âletini eline.
*Ey mel’ûn! 70 senedir Rabbimle arama girdin!* diyor ve onu kayaya vurup parçalıyor. Sonra ellerini kaldırıp;
*Yâ Rabbî, bütün yapdıklarıma pişmân oldum, tövbe etdim, beni affet. Ben, bu kadar ihsânın, bu kadar lütfun altından kalkamam*, diyor.
Ve *Allaaah!* deyip, rûhunu teslîm ediyor.
Hüseyin Hilmi bin Saîd İstanbuli hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar.
*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.
Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar.
Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var.
Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var.
Biz *Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!*
Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz?
Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz.
Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor.
Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz.
Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim