MELEKLER SOHBET MECLİSLERİNE GELİR

Gavs (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştu: “Melekler, sohbet yapılan meclislere teşrif ederler. Bu nedenledir ki sohbet eden şeyhe, ‘pîr-i muğan’ denilmiştir. Çünkü keşif veya rüya yoluyla görülen muğan, melek diye tabir edilmiştir.”


Bunun ardından mecliste bulunan sâliklerden biri Gavs hazretlerine, “Melekler ne maksatla şeyhlerin sohbetlerine gelirler? Şayet huzur elde etmek içinse, zaten onlar daima huzur halindedirler. Yok, terakki (manevi yükselme) içinse, zaten onların belli bir makamları vardır ve bundan ilerisine de geçemezler” diye sordu.


Gavs (kuddise sırruhu) cevabında şöyle buyurdu: “Onlar bu meclislere lezzet almak için gelirler.”

SOHBET İMANIN KUVVETLENMESİNE VESİLEDİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) şöyle derdi: “Sohbet, müridin dünya ile olan alakalarını keser ve onu hakiki imana erdirir. Nitekim Pîr-i Nessâc Azîzân Râmîtenî (kuddise sırruhu) sohbeti, mesleğine uygun olarak şöyle tefsir etmişti:

“Sohbet, çözmek ve bağlamaktır.”

Gavs-ı Hizânî hazretleri bazı sahabilerin,

“Gelin bir saat iman edelim” sözlerindeki  (iman edelim) kelimesini yani “imanı”, imanın kuvvetlenmesine sebep olan sohbet ile tefsir etmiştir (Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) bu teville, “Gelin bir saat sohbet edelim de imanımız kuvvetlensin” demek istemiştir.)

HALİFELİĞİN MAKAMLARI

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyurdu ki:

    İşârî (Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) veya sâdât-ı kiramın herhangi birinin işaretiyle verilen halifelik). Bu, halifeliğin en üstün mertebesidir.

    İbârî (Mürşidin halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi sözlü, şifahi olarak vermesidir). Bu ise halifeliğin orta derecesidir.

    Kitâbî (Mürşidin, halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi bir kitabe şeklinde yazılı olarak vermesidir). Bu da halifeliğin en alt derecesidir.

(Seyyid Sıbgatullah Arvâsî kuddise sirruh)

GERÇEK SEVGİ

Evliyadan birine sormuşlar:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

"Bakın göstereyim." diyerek önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Ortaya çorba tası gelmiş ve arkasından da bir metre uzunlukta kaşıklar. O zat onlara demiş ki:

"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz!"

Sofradakiler çorba içmeye teşebbüs etmişler. Fakat kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü ağızlarına götürememişler. Beceremeyince, sofradan aç olarak kalkmışlar.

Daha sonra sevgiyi gerçekten bilenler yemeğe çağrılmış. Onlar da sofraya gelip oturmuşlar. Aynı şey onlara da söylenmiş. Her biri uzun olan kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece karınlarını doyurup şükrederek kalkmışlar sofradan.

Sonunda evliyâ zât buyurmuş ki:

- İşte, kim bu sofrada yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de, onu doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şunu da unutmayın ki, dünyada alan değil, veren daha kazançlıdır.

NÂKIS ŞEYH KÖRELTİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) tarikata girmek isteyen kimsenin kâmil bir şeyhe intisap etmesi ve nâkıs şeyhten de uzak durması gerektiğini belirtmek üzere şu noktalara değindi:

“Kâmil olmayan mürşid, tarikata yeni giren kimsenin kabiliyetini köreltir ve şevkini de öldürür. Oysa şevk her türlü gayenin öncüsüdür. Çünkü insandaki şevk, ancak kendisinin içinde bulunduğu durumdan daha yüksek ve yüce hallere vâkıf olmakla gelişir. İşte kâmil olmayan nâkıs ve miskin kimse, tarikata yeni giren kimselere bu yüce halleri göstermeye güç yetiremez.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra şöyle buyurdu: “Rücû halinde, âlem-i emirden âlem-i halka dönen ve şevki sönmüş olan sâlik, peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmekle kaybetmiş olduğu şevke tekrar kavuşabilir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Resûlullah* sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, âhir ömürlerinde, Cennete teşrîf etmeden önce, bir *Ordu* hâzırladı. Hem de rumlarla harb etmek için. 


Rum imparatorluğu, o zamanın en büyük devletiydi. O ordunun başına, kölesinin, yâni hizmetçisinin oğlu olan hazret-i *Üsâme’yi* kumandan yapdı. 


Resûlullah efendimizin hizmetçisi, *Zeyd*. Zeyd’in oğlu, *Üsâme*. Onu kumândan yapdı. Peki, o kumândanın emrinde kimler vardı? Hazret-i *Ebû Bekr* vardı, hazret-i *Ömer* vardı. *Aşere-i mübeşşere* vardı. 


Onun emrinde sefere gitdiler. Ama Resûlullahın vefâtından sonra, müslümânların başına kim geçdi? *Hazret-i Ebû Bekri* geçirdiler. Geçdi değil, geçirdiler. 


Bütün eshâb-ı kirâm, severek ve istiyerek Onu *Halîfe* seçdiler. Ona *Bîat* etdiler ve emrine girdiler. Biz de, bize verilen vazîfeyi yapacağız kardeşim. 


*Emîr* yaparlarsa, emîrlik yapacağız. *Nefer* yaparlarsa, neferlik yapacağız. Bu hizmetlerde nefer olmak da büyük *Şeref’dir* efendim.


*Emîr’e* itâat edene, yüz şehîd sevâbı var kardeşim. *Emîr’in* hatâsı, kusûru olabilir. İçinizde, *Emîr*’den daha iyisi de olabilir. Yâni, siz öyle bilirsiniz. 


Fakat onu seçen, sizin bilmediklerinizi bilir. Benim, Bursa’da vekîlim *Sâim bey*’dir. Ona itâat, bana itâatdır. Ona itaatsizlik, bana itâatsizlikdir. 


Size son olarak söylüyorum, Emîr’in sözü dinlenince, *Vâcib* sevâbı kazanılır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hazret-i Ömer*’in zamânında radıyallahü anh, bir adam varmış efendim, düğün düğün dolaşır, elinde *Çalgı* âleti, *Türkü* söyler, para toplarmış. 


Yaşlanınca sesi değişmiş. Kimse bunun yüzüne bakmıyor. Tabii para da alamıyor, açlıkdan ölecek, kimsesi de yok. Kalbine *Pişmanlık* gelmiş. Kendi kendine; *Yâ Rabbî!* demiş. 


Her gün sana isyân etdim. Bir gün bile yüzüme vurmadın, rızkımı kesmedin, hastalık vermedin. Ama benim işim bitdi, kimsem yok, gidecek yerim de yok. Kabûl edersen, sana *Misâfir* gelmek istiyorum, diyor.


Gidiyor mezarlığa, çalgısını koyuyor başının altına, *Yâ Rabbî, al emânetini*, diyor. O gece, hazret-i Ömer bir rüyâ görüyor. Hak teâlâ katından bir nidâ! 


Bir *Has kulum*, bana misâfir geldi. Ben, misâfirimi şânıma göre ağırlarım. Derhâl hazîneden 700 dînar al, mezarlıkdaki o *has kuluma* götür ver. Ve ona de ki: *İhtiyâcın olursa, bana gel!* 


Uyanıyor, 700 dînarı alıp koşuyor mezarlığa. *Bu has kul kim?* diye bakıyor etrâfa, öyle biri yok. Sonra bakıyor ki, o çalgıcı orada yatmış. Perîşân, baygın vaziyetde. 


*Yâ Rabbî, yoksa bu mu?* diyor. O anda çalgıcı gözünü açıyor, hazreti Ömer’i görünce titremeye başlıyor. *Hazret-i Ömer* bu! *Tamam yâ Rabbî, şimdi sana geliyorum*, diyor. 


Hazret-i Ömer işitiyor bunu; *Yok yok, korkma. Sen ne şanslı adamsın?* diyor. Adam şaşırıyor. Hiç beklemediği şey. Hayretler içerisinde; *Ne oldu yâ Ömer?* diyor. 


Hazret-i Ömer; Rabbim sana *Selâm* söyledi, sana *Has kulum* dedi ve şu 700 dînarı sana gönderdi. Bitince de yine bana gelmeni emretdi.


Böyle diyor ve, *Bu bitince doğru bana gel!* diyor. 


Adam zorlukla doğruluyor ve; *Bunları bana mı söyledi?* diyor. Evet, sana söyledi. Başlıyor ağlamaya. Alıyor o çalgı âletini eline. 


*Ey mel’ûn! 70 senedir Rabbimle arama girdin!* diyor ve onu kayaya vurup parçalıyor. Sonra ellerini kaldırıp;


*Yâ Rabbî, bütün yapdıklarıma pişmân oldum, tövbe etdim, beni affet. Ben, bu kadar ihsânın, bu kadar lütfun altından kalkamam*, diyor.


Ve *Allaaah!* deyip, rûhunu teslîm ediyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd İstanbuli hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim

Hüseyin Hilmi bin Saîd İstanbuli hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için. 


*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir. 


Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor. 


Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok. 


Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.

HALÂL, HARÂM VE ŞÜBHELİ ŞEYLER

 (Kimyâ-i se’âdet)in ikinci rükn, dördüncü aslından terceme edilmişdir.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır). Halâl kazanabilmek için, önce halâli öğrenmek lâzımdır. Halâl ve harâm meydândadır. İkisi arasında şübheli olanları tanımak gücdür. Şübhelilerden sakınmıyan, harâma düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilmdir. (İhyâ-ül’-ulûm) ismindeki kitâbımızda etrâflı yazdık. Burada da, herkese çok lâzım olanları kısaca bildirelim. Hepsini dört bâb içinde sıralıyalım: [Burada üç bâb bildirilmişdir.]

1 — Halâl kazanmanın üstünlüğü ve sevâbı: Mü’minûn sûresi, elliikinci [52] âyetinde meâlen, (Ey Peygamberlerim “salevâtullahi aleyhim ecma’în”. Halâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunun için, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır) buyurdu. Ve buyurdu ki, (Bir kimse, hiç harâm karışdırmadan, kırk gün halâl yirse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehrler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir).

[Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günâhdır.] Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Düâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her düâmı kabûl etsin!). Cevâbında buyurdular ki, (Düâ kabûl olmak için, halâl lokma yiyiniz!). Bir hadîs-i şerîfde, (Çok kimse vardır ki, yidikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl kabûl olunur?). Bir kerre de buyurdu ki, (Harâm yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz).

[Ya’nî sevâbına kavuşamazlar.] 

Yine buyurdu ki, (On liralık elbisenin, bir lirası harâm olsa, o elbise ile kılınan nemâzlar kabûl olmaz). Yine buyurdu ki, (Harâm ile beslenen vücûdün ateşde yanması dahâ iyidir). Yine buyurdu ki, (Malın halâlden mi, harâmdan mı geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacakdır). Yine buyurdu ki, (İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, halâl kazanmakdır). Bir def’a da buyurdu ki, (Halâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günâhsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, harâmdan kaçınanlara hesâb sormağa utanırım). Ve buyurdu ki, (Bir dirhem fâiz [almak ve vermek], otuz zinâdan dahâ günâhdır). Ve buyurdu ki, (Harâm maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur).

Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hizmetcisinin getirdiği sütü içdi. Sonra halâlden olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etdi. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, (Yâ Rabbî! Elimden geleni yapdım. Mi’demde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!) diye yalvardı.

Ömer “radıyallahü anh” da, Beyt-ül-mâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içdiği zemân, böyle yapmışdı. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, (Kanbur oluncıya kadar nemâz kılsanız ve kıl gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, harâmdan kaçınmadıkca, kabûl edilmez, fâidesi olmaz). Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Harâm para ile sadaka veren, câmi’ yapdıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, dahâ çok pislenir). Yahyâ bin Mu’âz buyuruyor ki, (Allahü teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı düâ, anahtarın dişleri de halâl lokmadır). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; (Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, halâl yimek, görünen ve görünmiyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünciye kadar devâm etmeğe sabr etmek). Büyükler buyuruyor ki, (Kırk gün şübheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir). Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki, (Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekden dahâ çok severim).

Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenlerin yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler.

Halâl yiyenlerin a’zâsı, ibâdet eder. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın ehemmiyyetini gösteren dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Veheb ibni Verd “rahmetullahi teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslimânların hakkı bulunan bir yerde otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, (Herkesin yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır) buyurdu.

Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenlerin yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler.

Halâl yiyenlerin a’zâsı, ibâdet eder. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın ehemmiyyetini gösteren dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Veheb ibni Verd “rahmetullahi teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslimânların hakkı bulunan bir yerde otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, (Herkesin yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır) buyurdu.

2 — Halâl ve harâmda vera’ın dereceleri: Halâlin ve harâmın dereceleri vardır. Ba’zı şey halâldir, ba’zısı halâl ve güzeldir. Ba’zısı da dahâ güzeldir. Harâmların da ba’zısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. Nitekim hastalığın dereceleri de çeşidlidir. İnsanların harâmdan ve şübhelilerden kaçınmaları, beş derecedir: 

Birinci derece — Bütün müslimânların vera’ıdır ki, islâmiyyetin harâm dediği şeylerden kaçınmakdır. Bu en aşağı derecedir. Bu derece vera’dan da nasîbi olmıyanların adâleti yokdur. Bunlara, (Âsî) ve (Fâsık) [kötü kimse] denir. Bunların da dereceleri vardır. Meselâ, birinin malını, fâsid bey’ ile, gönül rızâsı ile satın almak harâmdır. Fekat, zorla gasb etmek, dahâ harâmdır. Yetîmden, fakîrden almak ise, dahâ şiddetli harâmdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyâde harâmdır. Harâmın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Afv olmak ihtimâli de, o derece az olur. 

Nitekim, diyabet hastasına bal zarar verir. Fekat şeker dahâ çok zararlıdır. Şekeri çok yimek, az yimekden dahâ zararlıdır. Halâllerin, harâmların hepsini, fıkh okuyanlar bilir. Bütün fıkhı okumak ise, herkese vâcib değildir. Meselâ, ganîmet malından ve cizye parasından hissesi olmıyanların ganîmet ve cizye ilmlerini okuması lâzım değildir. Fekat, buna muhtâc olanların, bu ilmleri okuması vâcib olur. Esnâfın, tüccârın, bey’ ve şirâ’ ilmlerini öğrenmesi lâzımdır. İşçi olanın ise, ücret, kirâ kısmlarını da bilmesi vâcib olur. Her san’atin bir ilmi vardır. Herkese, san’atinin ilmini öğrenmesi vâcibdir.

İkinci derece — Sâlihlerin [iyi insanların] vera’ıdır ki, harâmlarla berâber, şübhelilerden de kaçınmakdır. Şübheliler de, üç kısmdır: Ba’zısından sakınmak vâcibdir. Ba’zısından, müstehabdır. Ba’zısından sakınmak ise, vesvesedir, kuruntudur ve fâidesizdir. Meselâ, belki birinin mülküdür diye av eti yimemek [ve belki Besmelesiz kesilmişdir veyâ kitâbsız kâfir ve mürted tarafından kesilmişdir diyerek, kasabdan et almamak] ve belki sâhibi ölüp vâris eline geçmişdir diye, âriyet, ya’nî ödünc aldığı evden çıkmak, hep kuruntudur. Bu şübheleri gösterecek bir nişân, alâmet olmadıkca, kuru düşünce, vesvese olup, hiç fâidesi yokdur.

Üçüncü derece — Müttekîlerin vera’ıdır ki, harâm ve şübheli olmayıp, halâl olup, fekat şübheli veyâ harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmakdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir müslimân, tehlükeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!). Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Bizler harâma düşmek korkusu ile, halâllerin onda dokuzundan kaçındık). Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, temâmını alamazdı. Alî bin Ma’bed diyor ki, bir evde kirâcı idim. Birgün, birisine mektûb yazmışdım. Mektûbu dıvarın tozu ile kurutmak hâtırıma geldi. Sonra dedim ki, bu dıvar, benim malım değildir, kurutmamalıyım. Fekat, yine dedim ki, bu kadarcık şeyin zararı olmaz. Dıvârdan toprak alıp mürekkebi kurutdum. O gece rü’yâda, birisi dedi ki, (Dıvâr toprağının zararı olmaz diyenler, yarın kıyâmet gününde anlarlar). Bu derecede olanlar, en küçük şeyden sakınırlar. Belki, bu şey, büyük şeylere yol açar derler.

Yâhud, âhıretde müttekîlerin derecesinden düşmemek için sakınırlar. Bunun içindir ki, Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” çocuk iken zekât malından ağzına bir hurma koymuşdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Pis pis, onu at!) buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîzin yanına ganîmet eşyâsından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, müslimânların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” ganîmet malından bir parça miski evine bırakmışdı. Birgün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Ömer “radıyallahü anh” baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı yok idi. Lâkin Ömer “radıyallahü anh”, âdet olmasını önlemek istedi. Harâm korkusu ile halâli terk ederek, müttekîler sevâbına kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadîs-i şerîf yazılı bir kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi.

İnsan, mubâh olan dünyâ işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar. Belki, halâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünki, mi’de halâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlükesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek bakmak da, dünyâ hırsını artdırır. Onlar gibi olmak ister. Harâm toplamağa başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dünyâya gönül bağlamak, günâhların başıdır) buyurdu.Ya’nî mubâh olan şeylere düşkün olmak, kalbi dünyâya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günâh işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa başlar. Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır.

Süfyân-ı Sevrî, birisi ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mâni’ olup, eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf yapmaz idi. Bunun isrâf günâhına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu. [Kur’ân-ı kerîmi, mevlidleri mûsikî ile, gazel okur gibi okuyan hâfızların da, günâha girmelerine sebeb, onları dinliyenlerdir. Günâha sebeb olanlar, işliyenler gibi azâb görecekdir.]

Dördüncü derece — Sıddîkların vera’ıdır. Sıddîklar, harâma sebeb olmak korkusu bulunmıyan halâllerden de sakınır. Bunları meydâna getiren sebeblerden birine harâm karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, sultânların veyâ adamlarının yapdırdığı çeşmelerden su içmezdi. Ba’zıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların üzümlerini yimezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu. Gece, onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu. Sultân geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar işlemedi. Zünnûn-i Mısrîyi habs etmişlerdi “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”. Günlerce aç kalmışdı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden gönderdi. Yimedi. Kadın işitince, üzüldü. Halâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet yemek halâl idi. Fekat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi.

Sıddîkların vera’ı, en yüksek derecededir. Fekat, bu derecede olmıyanlar, vesveseye düşer. Fâsıkların elinden birşey yimezler. İş böyle değildir. Fâsıkdan değil, zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Harâm yimekdedir. Fekat, meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, harâm olsun. Harâmdan sakınmak vera’dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acabâ temiz mi diye vesvese etmek, vera’ değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Hâlbuki, Sıddîkların vera’ı, kalb temizliğidir.

Bunu insanlar görmez. Bunun için nefse güc gelir.

Beşinci derece — Mukarrebler ve muvahhidler vera’ı olup, Allahü teâlâ için olmıyan herşeyden, yimekden, içmekden, yatmakdan, söylemekden sakınırlar. Yahyâ bin Mu’âz “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz” ilâc içmişdi. Zevcesi, odada biraz dolaş dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyyet etmedikce hareket etmezler. Yimeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları niyyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyyetleri harâm bilirler.

Bu dereceleri bildirmekden maksadımız, bunları okuyarak, duyarak, kendimizi anlıyalım. Birinci dereceden de ne kadar uzağız. Lâfa gelince, durmadan söyleriz. Meleklerden, göklerden, kıyâmetin nasıl olacağından, Allahü teâlânın sıfatlarından sorarız, konuşuruz. Halâle, harâma, islâmiyyetin emrlerine gelince, susarız. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İnsanların en kötüsü, köşkler, çeşidli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakt geçirenlerdir).

3 — Halâl ve harâmlar: Çok kimseler, dünyâ malını, hep harâm sanır. Ba’zısı da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç dürlüdür: Bir kısmı vera’da ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yiriz der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yiriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısm, herşey yimeli ammâ, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; (Halâl meydândadır. Harâm meydândadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir). Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur.

Dünyâ malından çoğu harâm diyen yanılıyor. Evet, harâm çokdur. Fekat, dahâ çok değildir. Çok başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim, hasta çokdur, tüccâr çokdur, asker çokdur. Fekat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çokdur. Ammâ mazlûmlar dahâ çokdur. (İhyâ) kitâbımızda, bunu uzun bildirdik.

Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, (Muhakkak halâl olan, Allahü teâlânın halâl bildiği şeyleri yiyiniz!) diye emr olunmadı. Bunu kimse yapamaz. Belki, (Halâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmıyan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek harâmdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şerâblı olur. Hepsi leş yir. [Ya’nî, Besmelesiz kesilen veyâ kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvanları yirler.] Fekat, pisliği görülmedikce, temiz deyip yirlerdi. Aldıkları kâfir şehrlerinde, kitâblı kâfirlerden et, peynir satın alır, yirlerdi. Hâlbuki, o şehrlerde müslimân olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve dünyâya gönül bağlıyan yok değildi. Bu bakımdan insanlar altı kısmdır:

Birinci kısm — Yabancıdır. Sâlih mi, fâsık mı belli değildir. Meselâ, bir köye gidince, herkesle alış-veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Harâm olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, halâl bilmeli ve satın almalıdır. Böyle kimselerle alış-veriş etmeyip, sâlih bildiği birisini aramak vera’ olur. Fekat vâcib değildir.

İkinci kısm — Sâlih bildiğin kimselerdir. Bunların malını yimek câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yimediğin için, o kimse incinirse, yimemek günâh olur. Sâlih kimselere sû’i zan, ya’nî kötü gözle bakmak günâhdır.

Üçüncü kısm — Zâlim kimselerdir. Yol kesiciler, hırsızlar, sultân adamları gibi kimselerden, malının hepsi veyâ çoğu harâmdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, halâl olduğu bilinen veyâ halâl alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur.

(Hadîka) sonunda buyuruyor ki, (Vera’) ya’nî halâle, harâma dikkat etmek abdeste ve necâsete dikkat etmekden dahâ mühimdir. Fekat zemânımızda halâl ve harâmı gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun halâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyyeyi almak, onunla alış-veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu halâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünki, harâm olduğu bilinen mal elden ele geçince, harâmlığı yok olmaz. Harâm mal vârise kalınca, buna halâl olur denildi ise de, bu kavl za’îfdir. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, (Zemânımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Şimdi, müslimânların, harâm olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir). Şimdi ise, iş dahâ güc oldu. Çünki hadîs-i şerîfde, (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacakdır) buyuruldu. Bunun için, bugün vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzvları harâmdan korumakdır ve insanlara zulm yapmamakdır ve insanlara ve hayvanlara işkence yapmamakdır ve işçinin ücretini hemen vermekdir. Gönül rızâsı olmadan talebesine bile iş yapdırmamakdır.

Herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harâc ve hıyânet yollarından biri ile [ve alkollü içki satarak] ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Bunu ondan almak, kullanmak, yimek halâl olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak harâm olmaz. Harâmdan topladığı malları, kendi halâl malı ile, yâhud birbirleri ile karışdırsa, (Mülk-i habîs) denir. Bu habîs karışımdan verince, harâm olduğunu tanımadığı malı, parayı almak câiz olur. Çünki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye göre, böyle harâmdan gelen [ve emânet olarak alınan] paraları kendi halâl malı ile veyâ birbirleri ile karışdırıp da ayıramazsa, hepsi habîs mülkü olur ve kendi halâl malından sâhiblerine tazmîn etmesi, ödemesi lâzım olur. Tazmînden sonra, bu habîs mülkünü kullanması câiz olur. Fâsid akd ile habîs mülk olan malı kullanmak ise, hiç câiz değildir.

(Bezzâziyye)de, nemâz sonunda diyor ki, (Fakîrlere zekât vermek için, zenginlerin vekîli olan kimse, topladığı zekâtları birbirleri ile karışdırınca, hepsi kendi mülkü olur. Fakîrlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakîrler, önceden bu kimseye izn vermiş olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakîrlerin mallarını birbirleri ile karışdırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş olurdu). (Câmi’ul-fetâvâ)da diyor ki, (Bey’ ve şirâ’ bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak halâl olmaz. Her tâcirin bir fıkh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsid alış-verişden kurtulması lâzımdır).

İmâm-ı Kerhî fetvâsında, (Harâm semeni göstermeden satın alınan mebî’ müşteriye halâl olur. Eğer, söz kesilirken, harâm olduğu bilinen semen hâzır olup, buna işâret edilir ve bâyı’a bu semen verilirse, müşteri mebî’e habîs olarak mâlik olur). (Hadîka)da el âfetlerinin sonunda diyor ki, (Gasb edilmiş veyâ hırsızlık, hıyânet gibi harâm yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka, mebî’, semen ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak halâl değildir. Yalnız vârisin, mal sâhiblerini bilmediği zemân, mîrâs kalan böyle malları alması halâl olur. Malın böyle harâm olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur).

Dördüncü kısm — Malının çoğu halâl olup, harâm da karışık bulunan kimsedir. Meselâ köylü, sultâna da hizmet edip birşey almış ise veyâ tüccâr, sultân adamları ile de mu’âmele etdi ise, bunların malı halâldir. Bunlarla alış-veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Abdüllah ibni Mübârekin vekîli, Basradan yazdı ki, sultân adamları ile mu’âmele yapan kimselerle alış-veriş ediyoruz. Cevâbında buyurdu ki, başkaları ile mu’âmele etmiyorlar ise, bunlardan birşey almayınız. Başkaları ile de mu’âmele ediyorlar ise, mu’âmele yapınız!

Beşinci kısm — Zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fekat üzerinde zâlimler alâmeti bulunan, onların kıyâfetini taşıyanlardır.

Ellerindeki malın halâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış-veriş etmemelidir.

Altıncı kısm — Zâlim kıyâfeti bulunmıyan, fekat fısk alâmeti bulunan kimselerdir. Meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veyâ sâat gibi harâm kullanır. İçki içer. Yabancı kadınlarla konuşur. Yapdıklarının günâh olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla mu’âmele harâm olmaz. Çünki, günâh işlemekle malları harâm olmaz. Ancak, günâhdan kaçmıyan, harâm maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına harâm denilemez. Zâten, kimse günâhsız değildir. Günâh işleyip de, kul hakkından korkanlar çokdur.

[Halâli, harâmı ayırd etmiyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyyet vermiyen mürted [Allaha düşman] olur. Bununla alış-veriş edilmez. Malı, mülkü, onun olmaz. Nikâhı sahîh olmaz. Müslimânlardan, mîrâs alamaz. Kelime-i şehâdet getirse, nemâz kılsa, ben müslimânım dese de, müslimân olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişmân olması, buna tevbe etmesi lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, karı koca mürted olup, Dâr-ül-harbe [ya’nî Amerika gibi, kâfir memleketine gidip] yerleşseler, orada çocukları ve torunları olsa, hepsini esîr alsak, kendileri ve çocukları müslimân olmağa zorlanır. Kadın ve çocukları öldürülmez. Torunları ise esîr edilir. Çünki, çocukları, babaları gibi mürteddir. Torunları, dedeye tâbi’ olmaz. Kâfir oğlu kâfir gibi olurlar].

İşte, buna göre alış-veriş etmek lâzımdır. Bunlara dikkat etdiği hâlde harâma düşen kimse, günâhlı olmaz. Nitekim, necâsetle kılınan nemâz kabûl olmaz. Fekat, necâset olup da, bilmese kabûl olur. Necâset olduğunu nemâzdan sonra anlasa, kazâ etmek lâzım gelmez de demişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâz içinde, na’lınını çıkardı. (Cebrâîl) “aleyhisselâm”, (Na’lının kirli olduğunu haber verdi) buyurdu ve nemâzı kazâ etmedi.

(Bu maldan kaçınmak lâzım değilse de, kıymetli vera’dır) dediğimiz yerlerde, bu malı nereden aldın demek câiz olur. Fekat, sorunca o kimse incinirse, sormak harâm olur. Çünki vera’, ihtiyâtlı olmakdır. Müslimânı incitmek ise harâmdır. O hâlde, güzellikle sormalı. İkrâm ediyorsa, bir behâne ile yimemelidir. Çâresiz kalırsa, incitmemek için yimelidir. Başkasına da sormamalıdır. Çünki, kendisi işitirse dahâ çok üzülür. Tecessüs ve gıybet ve sû’i zan olur ki, hepsi harâmdır. İhtiyâtlı davranmak için halâl olmazlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müsâfir olduğu zemân, ne verseler kabûl buyururdu. Nerden aldınız diye sormazdı. Hediyye de kabûl eder, sormazdı. Ancak şübheli olduğu meydânda ise, meselâ, Medîne-i münevvereye yeni teşrîf buyurduğu zemân, getirdikleri şeylere, hediyye mi, sadaka mı diye sorardı. Çünki, o zemân şübheli idi. Sorunca, kimse incinmezdi.

Bir yerde, yağma edilmiş, çalınmış şeyler ve hayvanlar satılıyorsa, çoğunun harâm olduğunu bilen kimse, buradan birşey satın almamalıdır. Eğer ihtiyâcı çoksa, nereden aldın diye sormalı. Halâlden olduğu anlaşılanı almalıdır. Çoğunun harâm olmadığı biliniyorsa, sormadan almak câiz ise de, sormak vera’ olur.

İnsan necâsetini yalnız başına satmak ve insandan ayrılan herşeyi satmak harâmdır. Hepsini gömmek lâzımdır. İnsan necâsetini yalnız başına da kullanmak câiz değildir. Toprak veyâ başka şeyle karışık satmak ve kullanmak sahîhdir. Hayvan gübresi, yalnız olarak da satılır ve kullanılır. Diğer üç mezheb imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hayvan gübresi satmak da câiz değildir dedi.

Mekke-i mükerreme şehrinde, binâ, arsa, tarla satmak câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin vakf erâzî üzerine yapdığı binâ mülkü olur. Bunu satması câiz olur. Mekkedeki binâları hac zemânında, hâcılara kirâya vermek harâmdır. Onlara ücretsiz olarak ikrâm olunur. (Bedâyı’)de, beşinci cild, 146. cı sahîfede diyor ki, (Mekkedeki evleri, hac zemânında, hâcılara kirâ ile vermek mekrûhdur).

Şerâb yapan müslimâna üzüm ve şirâ satmak câizdir. Müslimânların şerâb satması ve bundan aldığı para harâmdır.

Hattâ borcunu ödemek için, müslimân şerâb satsa, alacaklının, bu parayı alması harâmdır. Zimmîdeki borcunu, şerâb parasından alması halâldir. Fekat, tenzîhen mekrûhdur. [İkinci kısmda, kırkıncı ve üçüncü kısmda, altıncı maddelere bakınız!]

İbni Âbidîn, hayvan zekâtının sonunda ve Kâdî-zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi)nde diyor ki, (Bir kimse, elindeki kat’î harâm olan maldan sadaka verse, sevâb umsa, alan fakîr, harâmdan olduğunu bilerek, verene Allah râzı olsun dese, veren de veyâ başka bir kimse de âmîn dese, hepsi kâfir olur). İbni Âbidîn, burada buyuruyor ki, (Harâm olduğu bilinen belli mal ile câmi’ yapdırmak ve başka hayr yapdırmak ve bunlara karşılık sevâb beklemek de küfrdür).

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruyor ki, kendisine ve bakması vâcib olanlara lâzım olandan fazla malı bulunan kimsenin sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vâcib olan kimsesi muhtâc iken, bunun sadaka vermesi günâhdır. Sıkıntıya sabr edemiyecek kimsenin, kendi muhtâc olduğu malı, parayı sadaka vermesi câiz değildir. Tahrîmen mekrûhdur. Sadaka veren kimsenin, sadaka sevâbını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize ve bütün mü’minîn ve mü’minâta göndermeğe niyyet etmesi iyi olur. Çünki, kendi sevâbı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevâb verilir. 

(Hadîka) sonunda diyor ki, (Bir kimse, sultândan hediyye, sadaka alsa ve bunun, birinden zulm ile alınmış olduğunu bilse, sultân, bu malı, kendi halâl malı ile veyâ başkasından zulm ile aldığı mal ile karışdırmış ise ve birbirlerinden ayrılamaz ise, alması câiz olur. Yalnız o malı verirse, alması câiz olmaz. Çünki, başka mal ile karışdırınca, hepsi sultânın mülkü olur. Sâhibinin o malda hakkı kalmaz. Sâhibine tazmîn etmesi, ya’nî malın benzerini, benzeri yoksa, aldığı gündeki kıymetini vermesi lâzım olur. Tazmîn etmeden kullanması halâl olmaz. Başka mal ile karışdırmazsa, mülkü olmaz. Sultân, zulm ile aldığı mal ile, gıdâ maddesi satın alıp, fakîre yidirse, yimesi halâl olur. Zulm ile aldığını bilmiyen kimsenin, zulm ile toplanan maldan yimesi câiz olup, bilmemesi özr olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İstemeden verilen şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır).Hükûmet adamlarından hediyye almak câizdir. Bir kimse, bir ta’âm çalsa, zorla alsa, eline geçirmesi harâm ise de, malın sıfatı değişince de mülkü olur. Böyle bir ta’âmı pişirdikden sonra, tazmîn etmek şartı ile, yimesi, satsa veyâ hediyye etse, alanın da yimesi, câiz olur. Kıymetini vermeden satması, hediyye, sadaka vermesi harâm ise de, nâfiz [ya’nî sahîh] olur. Fâsid bey’ ile satın aldığı malı kullanmasına benzer. Satsa, bedeli halâl olur.) Hâlbuki, mırdar eti, ya’nî leş eti ve domuz eti ve şerâb gibi kendileri kat’î, açık delîl ile harâm olanlar, hiçbir zemân halâl olmaz. Sâhibi satsa, hediyye etse, halâl etse de, yimek câiz olmaz. Bunlara halâl diyen, yirken bilerek Besmele çeken kâfir olur. Kat’î harâmların hepsi böyledir. Meselâ, nikâhı harâm olan kadınlarla evlenmeğe halâl diyen kâfir olur.

İbni Âbidîn, beşinci cildde buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, müslimân ölüp, şerâb parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması halâl olmaz. Gasb edilmiş mal ve zulm ile alınan ve rüşvet, çalgı, tegannî ücretleri, kumâr paraları da böyledir. Vârislerin, bu paraları sâhiblerine geri vermesi, sâhibi bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtması lâzımdır. Kullanması harâm olur. Ölenin harâm kazandığını bilir, fekat hangi malın harâmdan geldiğini ayıramazlarsa, mîrâsın hepsi halâl olur ise de, fakîrlere vermeleri iyi olur. Kullanmaları harâm olan malı vererek satın aldıklarını yimeleri ve kullanmaları halâl olur. Sâhibleri bilinmiyen harâm malın vârislere halâl olacağı da bildirildi. Tegannî, çalgı ücretleri, pazarlıkla olmayıp, parasız okursa, hediyye olarak aldıkları para habîs olmaz. Halâl olur. Dilencinin birikdirdiği para ve mal habîsdir. Bir kimse, harâm olarak edindiği malı başkasına verse, o da, başka birine verse, harâmdan geldiğini bilenlerin bunu alması harâm olur. Fâsid satış müstesnâdır. Zevce, kocasının harâm para ile satın aldığını, harâm karışık malını yirse, kullanırsa, câiz olur.

Günâh kocasına olur.

Herşey ile yarış etmek ve bilmece çözmek halâldir. Bunları kumâr ile yapmak harâmdır. Koşarak veyâ at ile ve silâh ile, ok ile hedefe atmak gibi harbde kullanılan şeylerle yapılan yarışlarda, bir tarafdan mal şart etmek de câiz olur. Ya’nî iki kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana vereceğim. Ben kazanırsam, sen bana vermiyeceksin derse veyâ bir üçüncü kimse, yarışa katılan cemâ’at arasından kazanana ben vereceğim derse, câiz olur. Fekat harbe hâzırlık için yapılmaları lâzımdır. Oyun, gösteriş, övünmek için yapılan her yarış mekrûh olur. Nemâza mâni’ olacak kadar devâm ederse, harâm olurlar. Harbde kullanılan şeyleri öğrenmek mendûbdur. 2. ci kısmda, 16. cı ve 31. ci maddelerin baş taraflarına bakınız! İki tarafın da mal vermesi şart edilirse, (kumâr) olur. Kumâr oynamak harâmdır. Bir üçüncü kimse de yarışa katılıp, ikisini de geçerse, ikisinden de alması, ikisini de geçemezse, ondan birşey alınmaması şartı ile, ikisinden geride kalanın, geçene mal vermesini şart etmek câiz olur. Kıbleye karşı atış mekrûhdur.

İki ilm adamının bir konuda münâkaşa edip, bir taraflı mal şart etmeleri de câizdir. Birçok ilm adamından sözü doğru olana, hâricden birinin mal vermesi de câizdir. Fekat münâkaşaya katılanların birbirlerine mal vermeleri kumâr olur). Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, sahîh ve câiz olan satışlarda, söz kesilirken, müşteriye satın aldığı maldan başka bir şey de vermek şart edilmezse, satıcı tarafından hediyye olarak sonradan vermek câiz olur ve bunun için, müşteriler arasında kur’a çekmek harâm olmaz. Müslimân, ikrâmiyyeli mal satın almağı değil, ucuz ve iyi malsatın almağı düşünmelidir. Üçüncü kısmda, 4. cü madde sonuna ve 6. cı maddede, (Fâsid satışlar)a bakınız!

(İbni Âbidîn), imâm seçimini anlatırken diyor ki, (Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan şartlara müsâvî olarak mâlik olanlar arasından birini seçmek için, (Kur’a) yapılır). [Bir mekânın, bir malın, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur’â ile taksîm edileceğini de, (kısmet) bahsinde uzun bildirmekdedir. Kur’â çekmek câizdir ve sünnetdir. Mülk sâhiblerinin haklarının mikdârlarını değişdirmek veyâ ortaklardan birinin hakkını yok etmek yâhud hakkı olmıyana pay vermek için yapılan kur’â (piyango) harâm olur. İki veyâ çok kimse, aralarında para toplayarak bir emânetçiye bırakıp, aralarından seçdikleri birinin veyâ vekîlinin, bunu fakîrlere, hayr kuruluşlarına dağıtması câiz olduğu gibi, fakîrler arasında kur’â çekip kazananlarına dağıtması da câizdir. Kendi aralarında piyango çekip kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumâr olur. Geri kalan kısmı hayr yere bağışlamaları, bu piyangoyu kumârlıkdan kurtarmaz. Herbirinin, kendi verdiğini geri alması câizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediyye edebilir. Emânetcinin ücretini, paraları oranında öderler. Emânetci emânet parayı kullanamaz. Bankaya yatıramaz. Banka emânetci olabilir. Kendilerinden biri de emânetci olabilir. Kumâr, yarışlarda olduğu gibi, tavla ile, dama taşları ile, iskambil kâğıdları ile yapılan her oyunda, futbol oyunlarında da olur. Bunların hepsinde ve ilm adamları arasındaki kumârda, sözleri, tahmînleri yanlış çıkanlar, tahmînleri doğru çıkanlara mal, para vermekdedir. Kumâra katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli vardır. Kumâr oynatmak, yarışmak demek değil, tahmînde yanılıp yanılmamak demekdir. Bunun için, oynıyanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, yarışanlardan kazanacakları önceden tahmîn edenler arasında da kumâr olur. Hattâ yalnız bir kişinin yapdığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmîn edenler arasında da olur.

Kumârda, sonu tahmîn edilen işin oyun olması, kazanclı, başarılı olması veyâ zararlı olması arasında fark yokdur. Canbazın düşüp düşmiyeceğini, geminin batıp batmıyacağını tahmîn edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri de kumâr olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumârcıların ismleri veyâ para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen numara sâhiblerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veyâ bir mikdârını dağıtmak kumâr olur.

Çünki, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini ümmîd etmekdedir. Bu tahmînleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların önceden vermiş oldukları paralardan almakdadırlar. Aldıkları para ile, önceden bilete verdikleri paranın farkını, tahmînleri yanlış çıkanlardan almış olmakdadırlar. Tahmînleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve bunlar önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet ücreti ismi altında para toplanmakda, tahmîni doğru çıkanların vermiş oldukları, sonra kendilerine iâde edilmekdedir. Önceden toplanan paraların hepsini piyango sâhibi almakda, bundan aslan payını kendine ayırıp, geri kalanını tahmînleri doğru çıkanlara vermekdedir. Piyango sâhibi, kumâra iştirâk etmese bile, harâma sebeb olduğu için, büyük günâh işlemekde ve piyangoya iştirâk edenleri soymakda, sömürmekdedir. Harbe ve ilme yarayan mubâh yarışların ve hayr ve yardım işlerinin ve diğer mekrûh oyunların çoğu, kumâr veyâ başka harâmların karışmaları sebebi ile harâm olmakdadır. Spor-toto oynamak böyledir.]

Bilerek Besmele çekerse denildi. Bundan maksad, yidiği şeyde, yapdığı işde, harâm bulunduğunu bilmesidir. Bunu bilmezse, ma’zûr olup, afv olur. İslâm memleketlerinde, hattâ bugün için, dünyânın her yerindeki müslimânların, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî islâmiyyeti öğrenmesi kolay olup, lüzûmlu şeyleri öğrenmemek, bilmemek özr değil, suç olur. Fekat, tatbîkatde, yanlış yapmak, bilmiyerek yapmak özr olur. Meselâ, şerâb içmenin harâm olduğunu bilmek lâzımdır. Bilmemek özr değil, suçdur. Fekat, içinde şerâb karışık hoşafı veyâ ilâcı veyâ şerbeti, karışık olduğunu bilmiyerek içmek, günâh olmaz. Karışık olduğunu bilmemesi özr olur. Domuz etinin harâm olduğunu bilmemek özr değildir, suçdur. Koyun, sığır eti ile pişdi sanarak, domuz eti ile pişmiş yemeği yimek özr olur, afv olur. (Şir’at-ül-islâm) ikiyüzkırkaltıncı sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Allaha ve Âhıret gününe inanan kimse, şerâb içilen sofraya oturmasın!) buyuruldu. Arkadaşlarının gönlünü hoş etmeği niyyet ederek oturup, şerâb içmemek câiz olur demek ve (Amel niyyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir. Çünki niyyet, ibâdetlere ve mubâh işlere te’sîr eder. Harâm işler, iyi niyyet ile câiz olmaz. Yeğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse, cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyyet ile yapılınca, hayr olup sevâb kazanılır. Fekat, mü’min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyyeti ile harâm işlemek câiz olmaz ve (Mü’mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uyulmuş olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı ile oturabilir ise de, önceden bundan sakınmak lâzımdır.

Dâr-ül-harbde [ya’nî, İtalya, Fransa gibi kâfir memleketinde] îmâna gelen kimse, farzı, harâmı işitince, Dâr-ül-islâmda îmâna gelen veyâ bâlig olan da, o ânda, farzları yapması, harâmlardan kaçınması lâzım olur. Dâr-ül-islâmda farz olduğunu öğreninceye kadar, kılmadığı nemâzları ve tutmadığı orucları kazâ etmesi lâzım olur. Bilmemesi, terk etmek günâhından kurtulması için özr olur. Öğrenmeği terk etdi ise, hiç özr olmaz. İkinci kısm, 16. cı madde sonuna bakınız!

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede buyuruyor ki, (Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fekat alanın geri vermesi vâcib olur. Bir âlime, kendine şefâ’at etmesi veyâ zulmden kurtarması için, önceden verilen şey rüşvet olur. Fekat sonra verilen hediyyesini alması câiz olur. Önceden istemesi harâmdır. Önceden verilen hediyyeyi alması câizdir, denildi.

Hocanın talebesinden hediyye alması da câiz denildi. Dînine, malına, cânına zarar gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir. Dînini, malını ve cânını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için birşey vermek rüşvet olmaz. Alana günâh olur). Hac bahsinde bildirildiği gibi, farzları yapabilmek ve harâmlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günâh olur.

Dördüncü cild, üçyüzüncü sahîfede hâkimin rüşvet alması harâm olduğunu anlatırken, rüşveti dörde ayırmakdadır: Müftî, hâkim, vâlî olmak için rüşvet vermek ve birinin, haklı dahî olsa, me’mûra, hâkime rüşvet vermesi ve bunların almaları harâmdır. Çünki zâten vâcib olan şeyi yapmak için birşey almak câiz değildir. Bu işleri yapdıkdan sonra, istemeden verilen hediyye, rüşvet olmaz. Me’mûrların zulmünden kurtulmak veyâ hakkını almak, malını, cânını, dînini, ırzını korumak için me’mûra veyâ aracıya vermek câizdir. Bunların alması harâmdır. Zulm yapılması için vermek ve almak harâmdır.

Bir kimse, halâl mülkü olan malından hediyye verse, istenmeden verilen bu hediyyeyi kabûl etmek sünnetdir. (Hediyyeleşiniz, sevişiniz!) hadîs-i şerîfi, (Künûz-üd-dekâık)da yazılıdır. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye), ikinci cildinin otuzyedinci mektûbunda diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Geri göndermesinin sebebini sordu. (İnsan için hayrlı olan, kimseden birşey almamakdır) buyurdunuz deyince, (İsteyip de almak için demişdim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır. Onu alınız!) buyurdu. Ömer de, (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden birşey istemiyeceğim ve istemeden verileni alacağım) dedi.) Hediyye kabûl etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, (Makâmât-ı Mazheriyye)nin yirmisekizinci mektûbunda uzun yazılıdır.

Hükûmetin piyasaya narh, [fiyât] koyması câiz değildir. [Hiçbirşeyin satışında kâr haddi yokdur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir.] İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor ki, (Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyurdu ki, Medîne-i münevverede, pahâlılık oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Fiyâtlar yükseliyor. Bize (Si’r) ya’nî kâr haddi koyunuz denildi. (Fiyâtları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. (Dürr-ül-muhtâr)daki hadîs-i şerîfde, (Kâr haddi koymayınız! Fiyât koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnâfın hepsi fiyâtları, fâhiş olarak [mal oluş fiyâtının iki misline] artdırdığı, millete zarar ve zulm hâline geldiği zemân, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması câiz olur). [Hükûmetin koyduğu bu fiyâta uymak vâcibdir. Bunun gibi, adâleti, milletin haklarını, hürriyyetlerini koruyan kanûnlara uymak lâzımdır. Bunları korumak için, hükûmete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı yapmamalıdır. Dâr-ül-harbde, kâfir hükûmetlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.]

İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzellinci sahîfede diyor ki, (Küçük çocuğun muhtâc olduğu şeylerin, meselâ gıdâsının, elbisesinin, süt anne ücretinin fazlasını, çocuğu evinde beslemekde olan annesinin ve erkek kardeşinin, amcasının ve sokakda görerek alıp evinde besliyen kimsenin, çocukdan kendileri için satın almaları ve kendilerinin böyle mallarını çocuğa satmaları câizdir. Bunlardan yalnız annesi, evinde beslediği küçük çocuğunu, ücret ile çalışmağa da verebilir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zî-rahm mahrem akrabâsından olan kadın veyâ erkek de, ecr-i misl ile verebilir). Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fetvâsında bu kavli tercîh etmişdir.

(Dürer)de ve (İbni Âbidîn)de satışda îcâb ve kabûlü anlatırken ve Alî Haydar beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle) şerhi 167, 263, 365 ve 974. cü maddelerinde diyor ki, fâsık, müsrif olmıyan baba, baba ölmüş ise babanın vasîsi, bu da ölmüş ise, ölürken vasıyyet etdiği kimse, bu ikinci vasî de yoksa, babanın âdil olan babası, bu da yoksa, dedenin vasîsi veyâ vasîsinin vasîsi, birinci derece velîdirler. Çocuk yanlarında olmasa dahî, çocuğun menkûl mallarını her zemân, binâları ise zarûret olunca, herkese, hattâ kendilerine satmaları, kirâya vermeleri ve herkesden ve kendi mallarından çocuğun parası ile, çocuk için satın almaları ve çocuğun malı ile ticâret yapmaları ve ticâret yapması için ona izn vermeleri, ücret ile ve ücretsiz çalışmağa vermeleri câizdir.

Kardeş ve amca, çocuk kendi yanlarında olup bakdıkları zemân, ancak çocuğun muhtâc olduğu şeyleri, ona alıp satabilirler. Vasî olmadıkları zemân, çocuğun malı ile çocuğun menfe’ati için, ticâret yapamazlar ve çocuğa ticâret yapması için izn veremezler. Çocuğa gelen hediyyeleri, çocuk için alırlar. Babanın, (Şu malımı küçük çocuğuma şu kadar liraya satdım) yâhud (Filân küçük çocuğumun malını şu kadar liraya kendim için satın aldım) demesi lâzımdır. Hem satması, hem alması için bir kimseyi vekîl edemez. (Oğlum ......nın malından bildiğini, dilediğin fiyât ile dilediğine satmak için) diyerek, birini vekîl eder.

Vakf câmi’, binâ harâb olunca, işe yaramıyan parçaları satılıp, kendi ta’mîrine, tamîri mümkin değilse, yakın bulunan bir vakf binânın ta’mîrine, onun ihtiyâcına sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez. Üçüncü kısmda, altıncı maddeye bakınız!

(İhtiyâr) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tesbîh, tahmîd, tekbîr ve Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ve fıkh kitâbı okumak sevâbdır. Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahı çok zikr eden erkeklerin ve kadınların günâhları afv olur ve çok sevâb verilir) buyuruldu. Tüccârın, malını müşteriye gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhîd, salevât okuması günâhdır. Bunları, para kazanmağa âlet etmek olur). İbni Âbidînin beşinci cildinde ve (Dürer)de diyor ki, (Bakkala borc para verip, o para bitinceye kadar ondan mal satın almak harâmdır. Çünki, istifâde etmek şartı ile ödünc vermek fâiz olur. Parayı bakkala emânet olarak vermelidir. Emânet verilen para helâk olursa, bakkal ödemez).

Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,

islâmın hasret ile, beklediği kahramân,

ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,

ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!

İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla) ya,

iki temel bilgiyi, vasleden bir araya,

dalıp ucsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,

ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan!

Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der;

kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner;

kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer;

bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!

Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,

rûhlara şifâ olan, o mubârek sözlerin,

baş kumandanısın sen, velîlerin, erlerin!

ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!

Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,

ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan,

(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,

hurmetine nasîb et, bize şefâ’atından!

Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,

sihirli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,

ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,

(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan!

Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz,

muhakkak aks yapar, o nûrlu kalbleriniz,

belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz,

ve size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş. 


Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim. 


Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim. 


*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım. 


Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum. 


Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az. 


Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir. 


Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz. 


Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*. 


Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor. 


Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.