Bu yolda 'göze alınabilecek en hâfif şey', şehidliği göze almak(dır).
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî-Üçışık
Kûddise Sirrûhu
Bu yolda 'göze alınabilecek en hâfif şey', şehidliği göze almak(dır).
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî-Üçışık
Kûddise Sirrûhu
Akıldan şakk olunmuş bir kılam ben
Kesafet âleminde ne kılam ben
Bu âlemde garîbim hem-demim yok
Latîf-i âlemim kande bulam ben
Enîsim munisim yok bu arada
Mugaylanlıkta bitmiş bir gülem ben
Ki bir zencîrsiz arslan idim evvel
Bu kesret içre hâli müşkilem ben
Bu âlem halkı hep benden kaçarlar
Sanarlar ki buları âkilem ben
Eriştim âhiri bir reh-nümâya
Meded eyle dedim derdli dilem ben
Dedim kıl merhamet ey Hazret-i Pîr
Bu berzahda dahi nice kalam ben
Tutup destim bana oldu musâhib
Der-i Sâmî'de bir kemter kulam ben
Cemî-i sohbetinden oldum irşâd
Ki kırk yerden yarılmış bir kılam ben
Bu halk içre eğer lâl ise dilim
Pîrimin bâgçesinde bülbülem ben
İçirdi Salih'e aşkın meyinden
Ki bir solmaz şükûf-ı sünbülem ben
Şakk = Yarma, yarılma, parçalanma.
Kesafet âlemi = Madde alemi, cisimler.
Hem-demim = Arkadaşım.
Latif = Allah'ın isimlerindendir. Hoş, güzel.
Kande = Nerede.
Enîs = Dost, arkadaş, yâr.
Munis = Cana yakın.
Mugaylan = Diken.
Kesret Çokluk.
Âkil = Yiyen, yiyici.
Âhir = Sonunda.
Reh-nümâ = Yol gösteren, kılavuz.
Derdli dil = Derdli gönül.
Dest = El.
Musâhib = Sohbet eden, sohbet arkadaşı.
Der-i Sami = Sami'nin kapısı.
Kemter = Daha aşağı, itibarsız.
Cemi = Bütün.
Şükûf-ı Sümbül = Sümbül bahçesi.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamber Efendimiz, bir gün mübârek ellerini açıp; Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, beni ve yolumu *temsîl* etsin.
İnsanlar bir *yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar benim ve eshâbımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye niyâz da bulunmuş.
Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizsiniz*, derdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz.
*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. Ahmed Mekkî Efendi, bana ne derdi, biliyor musunuz?
*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl*’in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.
Efendim, İzmir’den bir mektûb geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazeteyi ve sizin kitaplarınızı okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım*.
Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?*
Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku*, dedim. Kırmadı beni, okudu. Okuyunca, o da değişdi ve namaza başladı.
Kadıncağız böyle yazmış efendim. İşte bu kitaplar, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? Dağıtana daha çok verir.
Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı*, buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın şerâresidir kardeşim.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendi nazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.
Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tramvayla *Fâtih*’e.
Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrılamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim.
Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm.
*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış.
Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim.
Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik.
Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı.
*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı.
Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum.
Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı.
Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum.
Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben okulun birincisi oldum.
Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir mü’minin, mahşerde hesâbı görülüyor. Ne hazindir ki, sevâbı *Azıcık*, günâhları *Dağ* gibi. Melekler, o mü’mini tam Cehenneme götürecekleri zaman, gökden bir *Torba* inip, sağ kefeye düşüyor.
O torbanın ağırlığından, sevâblar *Dağ* gibi çoğalıyor. Allahü teâlâ, meleklere; *Terâziye bakın!* buyuruyor. Melekler terâziye bakıyorlar ki, sevaplar çoğalmış.
Hayret içinde; *Bir torba imdâda yetişdi*, diyorlar. Ama bunun hikmetini merak edip, Rabbimize soruyorlar. Cenâb-ı Hak meleklere buyuruyor ki:
Benim bir *dostum* vefât etmişdi. Bu da oradaydı, kabrine iki kürek *Toprak* atdı. Benim *Velî* kuluma, benim *dostuma* bu kadar hizmet etdiği için, kendisini affetdim, buyuruyor.
Yâ kardeşim, bu kadarcık hizmetin netîcesi böyle olursa, bir düşünün. Ya hayâtdayken hizmet etdiyse? Ya ona bir bardak *Su* verdiyse, *Yemek* yedirdiyse, bir işini gördüyse, *Kitaplarını* dağıttıysa, düşünün artık.
Ehl-i sünnet âlimleri çok *Büyük*’dür kardeşim. Çok ilim sâhibidirler, çok fazîletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye çok büyükdür?
Çünkü bunlar, o kadar *Mütevâzı* insanlardır ki, onlar mütevâzı oldukça, Allah onları *Yükseltir*. O hâlde, âlim ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir.
Aksine, kendini ne kadar *İyi* bilmeye kalkışırsa, Allah indinde ve insanların nazarında o kadar kaybeder. Bir insan kendini ne kadar *Büyük* görürse, kibirlenirse.
*Ben bilirim*, diye başını kaldırırsa, çenesinin altından, mânevî bir zincirle onu aşağı çekerler. O vakit Allah indinde ve insanların gözünde *Küçülür*. Sâdece kendisi, kendisini büyük görür.
Bir insan da ne kadar *Mütevâzı* olursa, kendini *küçük* görürse, başını ne kadar *aşağı* indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden, mânevî bir zincirle onu *Yukarı* asılırlar.
Kendisini, sâdece kendisi *küçük* görür. Fakat o kişi, Allah indinde ve insanların gözünde, *Büyük* ve *Kıymetli*’dir.
Namaz nerede var ise, orada iman var. Namaz yok ise, iman ya var, ya yok. Zirâ namaz kılmayan tamamen gafildir.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise sirruh)
Mürşid-i Kâmil Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî Hazretlerinin Cum’a hutbesine başlarken, minberde söylediği türkçe hutbesidir.
Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd [lâzım, gerekli] ve vâcib ve lâyıkdır. Beş vakt nemâzlar, ta’dîl-i erkân ile, cem’ıyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemâzlarını elden çıkarmamalı. Seher vaktlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile [dünyâ zevkleri] ile magrûr olmamalı [aldanmamalı]; tezekkür-i mevt [ölümü düşünmeli], ahvâl-i âhıreti [âhıret ahvâlini] göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayr-i meşrû’a-yı dünyeviyyeden i’râz [harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip], bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünyâ ma’îşeti işleri ile meşgûl olup, sâir vaktleri, âhıreti i’mâr etmekle meşgûl olmalı. Hâsıl-ı kelâm [sözün kısası], mâsivânın [Allahü teâlâdan gayri şeylerin] muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçdir. Bâkî [devâmlı kalıcı] ahvâlimiz hayrlı olsun.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmiyerek,istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır.
Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir.
Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden,herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi,o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib), (Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları, birer zehrdir.
Seyyid Abdülkadir Geylani’nin (Kuddise sirruh) hazretlerinin mührü şerifini daha önce görmüş müydünüz?