Eshâb-ı Kirâma Asla Dil Uzatılmaz

Bismillahirrahmanirrahîm

İşbu mukaddime, asıl risâlenin hulâsası makamında olarak, kelâm kitablarından ahz ve telakkı olunmuştur [alınmıştır]. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında biz Müslümanların üzerimize itikad vâcib olan mesâilden biri de, Eshab-ı kirâm hakkında iyilikten gayrı hiçbir söz söylememek ve itikad etmemektir. Zirâ server-i alem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyururlar: " Eshabıma dil uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infâk etse [verse], Eshabımın bir, hattâ yarım müd sevâbına kavuşamaz".  Kezâ: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz" emsâli çok hadîslerin delâletiyle, onlar hakkında iyilikten başkasından keff-i lisân etmek [dilini men' etmek], onları ta'zîm ve herhangi birisinin isimleri geçtikçe "radıyallahü anh" demek lâzımdır. Hususan Muhacirîn ve Ensâr ve Bîat-i Rıdvân ehli, Bedir ehli, Uhud şehîdleri ve sâir gazvelerde bulunanlar-ki bunların cümlesi mükerremdirler- ümmet-i Muhammedin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) icma'ı bunların şanlarının ulvî oldukları üzerine in'ikad etmiştir [birleşmiştir].

Biz müslümanlara vazîfe olan budur ki, bunların üzerimizdeki iyiliklerinin şükrünü edâya sa'y etmek ve "radıyallahu anhüm" duasıyla onlara duada bulunmaktır. Çünkü bunlar dîn-i İslâmda ileri gidip yol göstermişlerdir. Resûlullaha ittiba'da şerîati ta'lîm ve neşr ve ta'mîmde [öğretme ve yayma ve herkese bildirmede] rehber olanlar, ahkâm-ı şeriyyeyi Hayr-ül beşerden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bize nakl edenler, İslâm dîninin esas kâidelerini ve erkânını, ilm-i yakîn ile teşyîd ve tahkîm edenler [kuvvetlendirenler] onlardır. Aktar ve etrâf-ı âleme [dünyanın her tarafına] ahkâm-ı diniyyeyi neşr eden onlardır. Şerîat dâiresini Allah'ın beldelerine ibadullah arasında tevsî' eden [yayan] onlardır.

Şu bize vâsıl olan ni'met-i uzmadan hangi ni'met daha büyüktür. Bizim üzerimize vâcib olan, ancak bunlara şükr etmektir. Kurûn-ı evvelde [ilk asırlarda] mevcûd olmayıp, sonradan evhâ ve yalan hikâyeler üzerine binâ edilen Eshâb-ı kirâm hakkındaki bazı adavet [düşmanlık] ve ta'n ve la'nlar [dil uzatma ve lanetler] hep Râfızilik ve Şiilikten sirâyet etmiştir. Bu hezeyanların emsâlinden ihtirâz bizim üzerimize vâcibdir. Sahabe-i kirâmın aralarındaki münazaâ ve muharebeleri sahîh, doğru ve makbûl ma'nâlara haml etmeli,yorumlamalıdır. Onların hatâ ve savablarına karışmak ve muhâkeme etmek dînen, aklen,örfen ve sem'an vazîfemiz değildir. Kât'î delillere muhâlif bir bid'attır, fısktır, fucûrdur. Binâen aleyh Muâviye ve emsâline (radıyallahü anh) ta'n ve la'n etmek câiz değildir. Çünkü Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)in medh buyurdukları Sahabe-i kirâm zümresine dâhildirler. Zirâ, yukarıda bildirildiği gibi: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyurmuştur.

Hâsıl-i kelâm, cinlerden kâfir olan İblisin hakkında da la'neti terk etmek, itab ve muahazeye sebeb değildir. Eslem ve evlâ olan,cemii mahlûkat hakkında la'neti terk etmektir, velev ki İblis olsun - ki kat'a [kesin] kâfirdir-.

Binâen aleyh, Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir. Çünkü Server-i âlem namaz kılanlar hakkında laneti nehy buyurmuşlardır. Bunların ise salah ve kıble ehlinden olduklarında şek [şübhe] yoktur. Eshâb-ı kirâmı seb edenlere [sövenlere] ta'zîr la'zımdır. Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki "Bir Peygambere söveni öldürün, Eshabıma söveni döğün". Eshâb-ı kirâmın hepsi: "Muahmmed Resûlullahdır, Eshabı da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" [Fetih-29] âyet-i kerîmesindeki iltifât-ı ilâhî ile kadrü kıymetleri tebcîl edilmiş olup, istisnâsız her ferdin bu Mübeccel zümreye dâhil oldukları dahi sahîh deliller ile sâbittir. Peygamberin eshabı, vefâtı gününde yüzyirmi dört bin veyâ yüzondört bin oldukları sâbittir. Bunların ilim ve irfanları dahî derece-i kemâlde ve cümlesi akıllı ve ictihâd mertebesinde olup kemâliyle müctehid idiler.

Mubârek el yazılarından:

Bismillahirrahmanirrahîm

"Ya Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü ve bi abdike ve Resûlike seyyidinâ Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellleme istecertü".

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

KUR'ÂN-I AZÎMÜŞŞÂN'IN HAK TİLÂVETİ

Hak tilâvet, Arabî ve edebî ilim ve fenlerde, ya'nî belâgatın üç fennine kemâl-i vukuf ve riâyetle, tecvîde âid kâidelere dahî, kezâlik vâkıf ve murâ'i [riâyet eder] olduğu halde,tefâsir-i şerîfe ve kâffe-i ulûm-i Kur'âniyyeye kesb-i ittila' ve rusûh ettikten sonra, dilini fenâ sözlerden ve kalbini Allah'dan gayri şeylerden tahliye ve zâhirini şerîat-i mutahharanın süsüyle süslü ve huzûr-i kalb ile okumaktır.

Emirlerde haşyet [korku] ve nehîylerde intihâ [sakınmak], kısas ve emsâlde [hikâye ve misâllerde] itibâr [ibret], va'dde ferah ve surür, vâîdde [tehdidde] havf ve bükâ [korku ve ağlama], ya'nî evâmire müteallık olan âyet-i kerîmelerde emre imtisâl ile beraber,kemâliyle îfâ edemeyeceğinden fevt ve haşyet üzere bulunmak ve nehy olunan umûrda [işlerde], ânında menhî [yasak] olan fiilden intiza' [ayrılma] ile beraber bundan sonra ictinâba azimli, kısas ve emsâlde tam bir basîret ve ibret ile nazar edip, kıssadan hisse ne olduğunu fehm etmek ve lutf ve kerem va'd olunan yerlerde, havf ve bükâ [korku ve ağlama] ile murâat edilebilir [riâyet edilir].

Okuyucunun bâtınındaki ma'nâsı nisbetinde şer'-i şerîf ve akl-i müstakîm dâiresinde esrâr-ı hubbiye-i zâtiyye ve envâ-i mükâşefât-ı rûhiyye ile süslenir. Bütün vucûdu Mûsa aleyhisselâmın ağacı gibi, Kur'ân tilâveti ile güyâ [söyleyici] olur. Kur'ân-ı kerîmin harflerinden her bir harfi uçsuz bucaksız bir derya ve nihâyetsiz engin bir deniz olup, her bir zerresinde zâta âid bir sır münkeşîf olur.

Bu hal, ancak zevk ve tahakkuk ile hâsıl olur. Yoksa yok. Gece ve gündüz tilâvetinden doyulmaz.

Avam, yanî vilâyet derecesine irtika etmeyen [yükselmeyen] kârinin [okuyucunun] kırâatı elfazdır. Ulemâ denen havâssın ve vilâyetin ilk mertebelerinde bulunan evliyânın kırâati ma'nânın tedebbürü [tefekkürü]dür. Yüksek derecelere irtika eden Resûl-i ekmelin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tam tâbileri  olan ahass-ı havassın kırâatı, feyz-i ilâhiyi intizâr [bekleme, gözetme] olup, kalblerine, fuyuzât ve tecelliyâta mazhar olmaları sebebiyle, istidatları nisbetinde feyezân eder. Yüksek ma'nâ ve murâdât-ı ilâhiyyesini kalbin üzerinden icrâ ederek [geçirerek] Kur'ân-ı azîmüşşânı istimâ eden [dinleyen] kimse bir ilm-i zarûri ile anlar ki, kelâmullahdır.

Zirâ o kelâmdaki azamet ve üzerindeki satvet, ancak azamet-i rubûbiyyet ve satvet-i ulûhiyettir. Akıllı kimse her istîma' ettiği [dinlediği] kelâmdan mütekellimini anlar. Sahabe-i kirâm Kur'ânın istimâından Hak celle şânühüyü bilirler ve sıfâtlarına ârif olurlardı ve rububiyyetin istihkakını anlarlardı. İstima'-ı Kur'ân onlara ilm-i kat'î ifâde ederdi. İstima'-ı Kur'ân ilm-i kat'î ifâdesinde muâyene ve müşâhede makamında kaim olur idi. Hattâ Hak subhânehu ve teâlâya celîs olurlardı. Celîs-i ilâhî kimseye mahfî [gizli] değildi. Hak subhânehu ve teâlânın kelâmı birkaç emr [şey] ile bilinir:

Birisi, bu kelâmın her bakımdan tavk-ı beşerden [insanın kavramasından] hâric olmasıdır. Zirâ kelâm mütekellimin ilim, kazâ ve hükmü nisbetindedir. Kur'ân-ı azîmüşşânın delâlet ettiği ilim, kazâ ve hükmün muhît olmasından haber verir. Bu kadar muhît bir ilim ve nâfiz [nüfûz eden] bir kazâ, ancak Cenâb-ı Hakka mahsûsdur. Hâdisin [yaratılmışın] böyle bir ilm-i muhît ve kazâ-yı nâfize mâlik olmadığı bedîhîdir. Hâdis ancak,gayri, elinde bulunduğu ilm-i hadîs ve hükm-i âcize muvâfık söz söyler.

Birisi dahi, Hak celle ve a'lânın kelâmında gayrin kelâmında,mevcûd olmayan bir nefes mevcûddur. Zirâ kelâm, zât-ı mütekellimin ahvâline tâbi'dir. Kadîm olan zâtın kelâmı efvah-i beşerden [insanların ağzından] dahî sudûr etse, satvet-i rubûbiyyeti ve izzet-i ulûhiyeti müsteshıbdir [bulundurur]. Bundandır ki, va'd ve vaîdle [müjde ve tehdîtle] mübeşşîr ve tahvîf ile [müjdeleyici ve korkutucu olmakla] memzûcdur [bir aradadır]. Kur'ân-ı azîmüşşân da izzet ve satvet-i ulûhiyyeti andırır. Bu kadar kâfi değil midir? Bunun mütekellimi bulunan Allah'dır celle celâlühü. Mülk Onun mülkü, beldeler Onun bilâdı,ibâd [kullar]  Onun ibâdı, arz [yer] Onun arzı, semâ Onun semâsı, mahlûkat Onun mahlûku. Bunların hiçbirisinde onun münazi' ve şerîki olmadığı halde onu mütekellimdir. Gayrın kelâmında bunların hiçbirisi yoktur. Allah subhânehu ve teâlâ 'azîz'dir. Onun kelâmı dahi azîzdir.

Birisi dahî budur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler izâle edilirse,kadîm ma'nâlar hâli üzre [olduğu gibi] bâkı kalır. Allah subhânehu ve teâlânın lütf ve keremiyle basîreti açılan bir insan, kadîm ma'nâlarına dikkat nazarı ile nazar ederse, nihâyetsiz olur. Ondan sonra zâil olan harflere nazar ederse, kadîm ma'nâları, kendisinde setr eden bir sûrete müşâbih olur. Bu sûreti izâle ettiği zamân mestûr [örtülü] olan meâni [ma'nâlar]-i kadîmesini nihâyetsiz görür. İşte Kur'ânın bâtını budur. Sûreti bulunan hurufa [harflere] nazar ederse, iki cildin arasında mahsûr gibidir.İşte Kur'ânın zâhiri de budur. Kırâat-ı Kur'ânı sâkit [sükût hâlinde] dinlerse, kadîm ma'nâlarını elfazın zıllında görür. Mahsûsât  [eşya, maddeler] hâse-i beşerden mahfî [insan duygularından gizli] olmadığı gibi, meâni-i kadîme de bâtının idrâkinden mahfî [saklı] kalmaz. Kelâm, mütekellimin sıfâtının aynasıdır. Akl-i selîm, tab'-i müstakîm, ilim ve uyanıklığa mâlik olan insan, boş zihin ve sâkit [sükûtla] istima'-ı Kur'ân eder [Kur'anı dinleyip], sonra Kur'ândan gayrisini bu sûretle dinlerse, elbette farkı idrâk eder.

Esası, sırf keşfe dayanan farkı dermeyân etmeğe [ortaya koymağa] luzûm görmedim. Zirâ bu fark aklın verâsındadır [ötesindedir].

Resûl-i ekremin Zât-ı Risâletinde sâkin râkid [durgun] bir nûr-i ilâhî var idi. Bu nûr hiçbir vakit gaib olmaz idi. Zira Allah subhânehü ve teâlâ onun zât-ı şerîfine envâr-ı zâtiyyesi [zâtının nûrlarıyla] imdâd [yardım] etmiş idi. Cirm-i şems [güneşin kursu] nûr-i mahsûse [hissedilen ışıklarla] nûrlandırdığı [aydınlattığı] ve güneşin ışığı güneşten ayrılmadığı gibi, nûr-i ilâhî zât-i şerîfinden infikâk etmezdi [ayrılmazdı]. Bu hal kendisinde tabiî bir hâl idi. Bazan bunun fevkınde bir nûr zât-ı Peygamberiyi ihâta eder idi. Bu ihâtâdan bir husûsî müşâhede hâsıl olurdu. Bu, müşâhede-i dâimesinin [her zaman görüldüğünün] fevkınde [üstünde] idi. Bu nûr ile muhata [kaplanmış] olduğu zaman, kelâm-ı Hakkı istima' eder [Hakkın kelâmını işitir], yahud vahy meleği nâzil olur,kelâmı ilka ederdi. İşte bu halde nâzil olan ve tekellüm ettiği [söylediği] kelâm Kur'ândır. Eğer bu halde Hakdan istima' etmedi ve melek nâzil olmadı ise, tekellûm buyurduğu kelâm, hadîs-i kudsîdir. Eğer aslı hâlinde tekellüm buyurdu ise, hadîs-i nebevîdir.

Elhâsıl, dâimi olarak muhat olduğu nûr ile bulunduğu  halde söz söylerse, o söz Kur'ândan anladığı murâd-ı ilâhîdir ve  HADÎS olur. Eğer bundan gayri başka husûsî bir nûr ile muhat olarak söz söylerse, Allaha niyâbetle söyler ki, bu da HADÎS-İ KUDSÎ'dir. Bu ikinci nûr ile muhât [kaplanmış] iken bîkeyf [keyfiyetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen] olarak istima'-ı kelâm-ı ilâhî veya vahy meleği teblîğ ederse, KUR'ÂN' dır.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

KOLONYA

Hüseyn Hilmi Işık hoca efendinin hocası Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleriyle ilgili bir anısı;
"Bir gün Kaşgârî Câmii'nin bahçe kapısından içeri girdim.Abdülhakîm Efendi Hazretleri bahçede,çok yaşlı zevcesi Nene Hanım ile beraber oturuyordu.Yanlarına gitmeye çekindim.Beni yanlarına çağırdılar. O sırada zevcesi Nene hanım kolanya şişesi getirdi.Efendi hazretleri'ne döktü. Efendi hazretleri de başına sürdü.Daha sonra Efendi Hazretleri'ne "Efendim,kolonyada alkol var.Alkol necistir. Siz onu üstünüze sürdünüz?" dedim. Efendi Hazretleri tebessüm ederek, "Nereden biliyorsun onun içinde alkol olduğunu ? Yoksa onu sen mi yaptın?" buyurdu.

Not: Bir şeyin necis olduğu iyi bilinmedikçe buna necis denmez. Su ile topraktan biri temiz ise ,karışımları olan çamur temiz kabûl edilir. Fetvâ da böyledir. Fıkh alimlerinin bu sözlerinden,ihtiyâcı karşılamak için yapılan kolonya ,ilâc ,vernik ve boya gibi ispirtolu karışımların temiz kabul edilecekleri anlaşılmaktadır. Şafi'î ve Mâlikî mezhebinde de böyle olduğu Ma'füvât kitâbında yazılıdır. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, S.154; İslâm Ahlâkı, s.380. Bu hâdiseye üstad Necip Fâzıl'ın "O ve Ben" kitabında da temas edilmektedir. s.203.

Din ve Küfr

Kendiyle olmak küfür,kendinden geçmek dindir.

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri ve sarhoş adam

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri bir gün Bağdat'ın eski sokaklarında talebeleri ile birlikte yürürken yolun kenarında sızmış, üstü başı perişan bir sarhoş onu durdurur.

Ve ona;
Ey Abdülkadir,Allahu teala kadir midir, değil midir? diye sorar.
Hazreti şeyh'te gülümser ve evet kadirdir der.

Sarhoş ikinci kez, Ey Abdülkadir, Allahu teala kadir midir, değil midir? Diye sorar.
Hazreti şeyh yine gülümser ve evet kadirdir der.

Adam üçüncü kez sorar:
Ey Abdülkadir, Allahu teala kadir midir, değil midir?
Hazreti şeyh bu sefer ağlar ve secdeye kapanır ve üç sefer: kadirdir, kadirdir, kadirdir, der.

Sonra talebelerine o sarhoşu götürüp yıkamalarını ve o sarhoşa ikram etmelerini emreder.

Bu değişik diyaloğa şahit olan talebeler hiç bir şey anlamaz ve hazreti şeyh'e sarhoşun neyi sorduğunu ve onun verdiği cevapların manasını sorarlar.

Hazreti şeyh'te şöyle açıklar:
Birincide bana, Allahu teala beni affetmeye kadir midir,değil midir dedi, bende kadirdir dedim.

İkincide bana Allahu teala beni senin yerine koymaya kadir midir, değil midir, dedi. Bende evet kadirdir dedim.

Üçüncü de bana, Allahu teala seni benim yerime koymaya kadir midir, değil midir, dedi. Bende korkumdan ağladım ve kadirdir,kadirdir, kadirdir, dedim.
Ve secdeye kapanıp Allah'a hidayet nimetini benden almasın ve âfiyetini üzerime daim kılsın diye dua ettim, dedi.

Seâdet ve Şekavet

Seâdet, Hak subhânehu ve teâlânın müşâhedesinde, sâlikin, varlığından, ya'nî varlığına muhabbetten halas olmaktır. Şekavet sâlikin kendisiyle mübtelâ [kendine tutkun] olup, Hak teâlâdan gafil olmaktır.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî  Kuddise sirruh)

Mezhebin lüzumu

Sual: Mezhep kelime olarak ne anlama gelmektedir ve mezhepler olması gerekli mi idi?
Cevap: Mezhep, kelime olarak, gitmek, takip etmek, gidilen yol anlamındadır. Mutlak müctehid denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, Müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dini delillerden yani Kur'ân-ı kerimden, hadîs-i şeriflerden ve icma'dan hüküm çıkarma usulleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin hepsine Mezhep denir.

Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş bir şeye inanmayı dinimiz emretmemiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emir etmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere Müctehid denir. Bu benzetme işine, İctihad denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin Mezhebi denir. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine Mezhep denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imamın mezhebi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur.

Eshâb-ı kiramın mezhebi
Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?
Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Mezhep imamına uymak
Sual: Bir mezhep imamına mı uymalı, yoksa Kur’ân-ı kerime mi uymalıdır?
Cevap: Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiğini, Hadîka, dil afetlerini anlatırken yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir.

Mezhepsizlik, dalâlet yoludur
Sual: Bir müctehide, bir mezhebe tâbi olmadan, herhangi bir kimse doğru yolu bulamaz mı?
Cevap: Ehl-i sünnet itikadına uymayan inanışa, Mezhepsizlik denir. Mezhepsiz olan da, ya sapık veya kâfir olur. Mezhepsiz, eğer Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, küfür olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delilleri tevil ederek yanlış mana vermiş ise, bid'at olur.

Edille-i şer'ıyye yani İslamiyetin kaynağı dörttür. Bunlardan yalnız ikisini söylemek mezhepsizlik olur. Dört mezhepten birini taklit eden kimse, Kur’ân-ı kerime ve hadîs-i şeriflere uymuş olur. Dört mezhepten birini taklit etmeyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna Mezhepsiz ve Zındık denir. Mezhepsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yahut kâfir olmuştur. Böyle olduğu, Bahr’de, Hindiyye’de, Tahtâvînin Zebâyıh kısmında ve İbn-i Abidin’in Bâgîler kısmında yazılıdır. Şüpheli âyetleri ve hadisleri yanlış tevil ederek itikadı bozulan yetmişiki fırkaya Bid'at veya Dalâlet fırkaları yahut Mezhepsiz denir. Bunlar da Müslümandır. Fakat sapık yoldadırlar.

Dört mezhebin kolaylıklarını toplayan kimse, dört mezhepten hiçbirine uymamış, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur ve böylece mezhepsiz olur. Görülüyor ki, dört mezhepten hiçbirine uymayan kimse, mezhepsizdir. Dört mezhebi telfîk eden, yani dört mezhebi karıştıran, mezhepsizdir. Dört mezhepten yalnız birini taklit ediyor ise de, bir inanışı, Ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise, bu kimse de mezhepsizdir. Bu üç kimse, Ehl-i sünnet değildir, bid'at sâhibidirler, dalâlet yolunu taklit etmektedirler.

İngilizlerin İslamiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dinine hizmet etmek isteyen Müslümanları aldatmak için kullandıkları en tesirli silâhları, İslamiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslamiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafa Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için;

“Mezhepsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür” buyurarak, İslâm düşmanlarının arzularını, gayelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.

Tek mezhepte birleşmek
Sual: Bütün mezhepleri kaldırıp, tek bir mezhepte birleşmek mümkün değil midir?
Cevap: Allahü teâlâ, Müslümanların imanda birleşmelerini, Eshâb-ı kiram gibi inanmalarını emrediyor. Eshâb-ı kiramın imanlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara, Ehl-i sünnet denir. Bütün Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhepsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmek lâzımdır.

İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kiramın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümanları aldatmak için, kendi felâket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar.

Bütün Müslümanların tek ve doğru olan Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe, sevişmeye kavuşmaları lâzımdır.

Eshâb-ı kiramın hepsi öldükten sonra, yeni Müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshâb-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, Bid'at fırkaları veya Mezhepsiz denir. Bunlar, manaları açıkça anlaşılamayan nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildirler. Fakat, İslamiyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler, harp ettiler. Çok Müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.

Mezhepsiz bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezhep, birbirlerinin doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhepsiz fırkalar ise, Müslümanları parçalamaktadırlar. Bugün, dört mezhepten başka Ehl-i sünnet yoktur. Bu dört mezhebin birleştirilemeyeceğini, bir mezhep hâline getirilemeyeceğini, İslam âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheplerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, İslam dinini kolaylaştırıyor. Âl-i İmrân sûresinde, yüzüncü âyetinde mealen;

(Ey iman edenler! Allahın dinine sarılınız. Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuştur. Tefsir sahipleri, meselâ Ebüssü'ûd efendi, burada;

“Ehl-i kitabın yaptıkları gibi, parçalanıp doğru imandan ayrılmayın! Cahiliye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyiniz!” dediler.

Doğru imanda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz emir olundu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamber efendimiz haber verdi.

O hâlde, bütün Müslümanların, ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahirette de sonsuz saadete kavuşuruz.

Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebe ayrılmalarını dinimiz emretmekte, bu ayrılığın rahmet ve merhamet neticesi olduğunu bildirmektedir. Amelde mezheplerin bir adet olmayıp, dört olmasının, lüzumlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşayanlara, bir mezhep kolay iken, denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikte çalışanlar için de, bu farklılık görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamamen intikal ediyor.

Sual: Mezhep nedir, hak bir mezhebe tâbi olmayan ne olur?
CEVAP
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi.

Tâbiinin ve Tebe-i tâbiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her iklim ve şartta, her müslüman için tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu.

Resulullahın yolu
Peygamber efendimizin yolu, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika ile bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin sözbirliği olduğu, Redd-ül-Muhtar’da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaya da inanmak gerekir, inanmayan küfre girer. (Mektubat 2/36)

İslam âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]

Bu dört vesikaya Edille-i şeriyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.) [İbni Mace]

Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid’at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, İslamiyet’e zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
Bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır.

Mezhep ve rahmet
Allahü teâlâ ve Resulü, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hali güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek gerekir. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlayabilenlere, Müctehid denir.

Dört mezhebin hali, bir şehir halkının haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer.

Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer.

Bazısı ise ifadeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şafii mezhebine benzer.

Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer.

Dört doğru yol
İşte şehrin ileri gelenlerinden herbiri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hâli de buna benzer. Her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hatta sevap kazanır. Onlara bu yetkiyi Allahü teâlâ ve Resulü vermiştir.

Dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Bu, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin mezheplerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve başkalarının mezheplerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhepleri de bilseydik, onlara uymamız da caiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhepleri doğru idi. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması gerekir.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Bir mezhebe tâbi olmayan mülhid olur buyuruyor. (Mebde ve Mead)

Yusuf Nebhani hazretleri, Şimdi her müslümanın, dört mezhepten birine uyması gerekir buyurduğu gibi, imam-ı Şarani, S.Ahmed Tahtavi hazretleri gibi birçok âlim de, aynı şeyi bildirmişlerdir.
Kur’an-ı kerimdeki; (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezhep imamlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtavi (Dürr-ül-muhtar) haşiyesi, zebayih kısmı]

Mezhep değiştirmek
Dört mezhebin imamları ve onları taklit eden âlimler, her müslümanın dört mezhepten dilediğini taklitte serbest olduğunu ve bir mezhepten başka mezhebe geçmenin caiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklit edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, müminlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheplere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mizan)

Resulullah efendimiz, Kur’an-ı kerimde icmalen bildirilenleri, yani kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Resulullahın vârisleri olan mezhep imamlarımız, hadis-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünneti nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resulullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.

Bilinen 4 imam zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadika)

Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklit eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklit ederek, bu işi kolayca yapar.

Ölçümüz ne olmalı?
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Felakete gider. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen, (Kur'an-ı kerimde bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete, doğru yola ulaştırır) buyurdu. (Bekara 26)

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mana doğrudur. Çünkü, bu manaları, Selef-i salihinin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. Doğru bilgileri bizlere ulaştıran bunlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, dalalete yuvarlanırdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır.) [1/286]

Mezheplere olan ihtiyaç
Bazıları, Hadislere değil, Kur'ana uymak gerekir diyor. Halbuki hadisler, Kur’andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]

(Peygamberin emrine uyun, yasak ettiklerinden sakının!) [Haşr 7]

(İndirdiğimi insanlara açıkla!) [Nahl 44]

Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et) derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır.

Mezhep nedir? Bir müctehidin edille-i şeriyyeden elde ettiği bilgilere, o müctehidin mezhebi denir. Sahabelerin tamamı müctehid idi. Hepsinin de mezhebi vardı. Mezheplerden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler ortaya çıkmazdı. Her yerde, tek bir nizam olur, Müslümanların halleri, yaşamaları güçleşirdi.

Bugün dört mezhepten birine uymak gerekir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve diğer müctehidlerin mezhepleri tam olarak bilinmiyor. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, dört mezhepten birine uymak şarttır. Mezhepler rahmettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin farklı ictihadları, [mezheplere ayrılmaları] rahmettir.) [Beyheki]

(Âlimlere tabi olun!) [Deylemi]

(Ulema, enbiyanın vârisidir.) [Tirmizi]

Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi’yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir.

Çocuğun mezhebi
Sual: Eşlerden biri Hanefî, diğeri Şâfiî olursa, çocuğunun mezhebi ne olur?
CEVAP
Çocuk anne babaya tâbi değildir. Çocuk dört hak mezhepten hangisini iyi biliyorsa veya hangisini doğru öğrenebileceği kaynak kitap varsa, o mezhebi seçer.

Bir mezhebe uymak şarttır
Sual: (Herkesin, bir mezhebin tamamına uyma mecburiyeti yoktur. Her mezhepten, uygun gördüğü hükümleri alabilir) deniyor. O zaman bu kimsenin mezhebi ne olur?
CEVAP
Böyle söylemek ve böyle yapmak mezhepsizliktir. Din kitaplarımızda deniyor ki:
Herkesin kendi mezhebine tâbi olması vacibdir. [Burada vacib, farz demektir.] Zaruretsiz başka mezhebe göre iş yapması caiz değildir. Bir kimsenin kendi mezhebinden ayrılmasının caiz olmadığı, söz birliğiyle bildirildi. (Bahr-ür-raık)

Büyük âlim İbni Emir Hac, Tahrir şerhinde, (Bir müctehidin sözüyle amel edilir, ancak ihtiyaç olunca başka bir müctehid taklit edilebilir) diyor. (Redd-ül-muhtar)

Bir işi ve buna bağlı olan işleri bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebi bırakmak ittifakla yasaktır. (Tahrir-ül-üsul, Muhtasar-ül-üsul, Dürr-ül-muhtar)

Müctehid olmayan bir âlimin, dört mezhepten birine tâbi olması vacibdir. Tâbi olmazsa, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır. (Mizan-ı kübra) [Vacib burada da farz demektir.]

Müctehid olmayanın, mezhep değiştirmesi caiz değildir. Bir mezhebe uyması lazımdır. (Redd-ül-muhtar)

Bir kimsenin mezhebini bırakmasının caiz olmadığı ittifakla bildirildi. (Tahrir)

Dört mezhepten birinde olan kimse, Allahü teâlânın emrine uymuş olur. (Cevhere şerhi)

Her Müslümanın ibadet ederken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebinin hükümlerine uyması lazımdır. (S. Ebediyye)

Mezhebine aykırı iş yapmayı, hiçbir âlim caiz görmedi. (Kimya-i saadet)

İslam’ın binası, bu dört direk üzerine kuruldu. Dilediği mezhebi seçtikten sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, ilk mezhebe suizan olur. Âlimler, bunu söz birliğiyle bildirdiler. (Sıfr-üs-seadet şerhi)

Ehl-i sünnet âlimleri, avamın belli bir mezhebin belli bir imamına uyması lazım olduğunu bildirdiler. Keşf kitabı, bunu uzun anlatır. Her mezhepte mubah olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri telfik denir. Böyle yapan, fâsık olur. Tahavi şerhi bunu geniş şekilde anlatır. (Muhtasar-ı Vikaye şerhi)

Ehl-i sünnet olmak için, dört mezhepten birini taklit etmek lazımdır. Bu dört mezhepten birine uymayan kimse, Ehl-i sünnet değildir. (F. Bilgiler, Tahtavi)

Allah’ın ipine sarılmak
Sual: (Allah’ın ipine sarılan kurtulur. Allah’ın ipi de Kur’an olduğuna göre, hadislere, fıkıh bilgisine ve mezheplere ihtiyaç yoktur. Mezhepler bid’attır) diyenler oluyor. Mezhepsiz mi olmak gerekiyor?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanıp ayrılmayın.) [Al-i İmran 103]

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
Bu âyet-i kerime, itikadda parçalanmamayı bildiriyor. (İtikadda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın, nefsinize ve bozuk düşüncenize uyarak, doğru imandan ayrılmayın) demektir. İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaatte, birliktedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer) buyuruldu. Eshab-ı kiram, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı; fakat itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. (Ümmetimin ayrılığı rahmettir) mealindeki hadis-i şerif, farklı ictihadın ve farklı fıkhi mezheplerin caiz olduğunu göstermektedir. (Hadika)

Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri de buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimde bildirilen Allah’ın ipi’nden maksat, cemaattir. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan sapıtır. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidin’in yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu zamanda, bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at sahibi olup Cehenneme gider. (Dürr-ül muhtar haşiyesi)

Muhammedî mezhebi
Sual: Felsefeci bir yazar, (Allah bir, peygamber bir iken, dört mezhebin meydana çıkması bölücülüktür, Muhammedî yola aykırıdır. Hak olan tek mezhep Muhammedîliktir. Ben Muhammedî mezhebindenim) diyor. Böyle bir mezhep mi var?
CEVAP
Böyle söylemek, ben süper mezhepsizim demektir. Hiçbir İslam âlimi Muhammedîlik diye bir mezhep bildirmemiştir. Peygamber efendimiz, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını 72’sinin sapık olacağını, Cehenneme gideceğini, yalnız bir fırkanın kurtulacağını, bu fırkanın ise Sünnet’e uyan ve Eshab-ı kiramın yolunda giden kimselerin fırkası olduğunu bildirmiştir.

Ehl-i sünnet âlimleri de, bu bir fırkanın Ehl-i sünnet ve cemaat fırkası olduğunda icma meydana geldiğini bildirmişlerdir. Amelde ise, dört mezhebin hak olduğunda yine icma hâsıl olmuştur. İcma’ı inkâr edenlerin de kâfir olacağını bildirmişlerdir. (Redd-ül muhtar)

Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin hak olduğunda ve dört mezhepten başkasıyla amel etmenin caiz olmadığını ittifakla bildirmişler ve bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti)

Mezhebe uymak farz mı?
Sual: Selefiyiz diyenlerden bazıları, (İbni Teymiyye’nin bildirdiği yola uymak farzdır) diyorlar. İbni Teymiyye’nin yanlışlarına değil, doğru sözlerine uymak farz değil mi?
CEVAP
Peygamberler hariç, hiç kimsenin yoluna, mezhebine uymaya farz denmez. Çünkü Faideli Bilgiler kitabında, (Peygamber olmayan herhangi bir kimsenin mezhebine uymanın farz olduğunu söyleyen kâfir olur) deniyor. Çünkü âlim ne kadar büyük olursa olsun, ictihadında hata olabilir. Bu bakımdan, (Şu âlime uymak farzdır) denmez.

Müctehid âlimlerin hataları affedilmiş, üstelik hatalarına da sevab vardır. Bu bakımdan, müctehid olmayan bir kimse, dört hak mezhepten en iyi bildiği hangisiyse, ona uyar. (Muhakkak şuna uymak farzdır) denmez, ama bugün için dört mezhepten birine uymak lazımdır. Çünkü din kitaplarında deniyor ki:
Müctehid olmayan bir âlimin, dört mezhepten birini taklit etmesi vacibdir. (Mizan-ı kübra)

İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: Bir âyet-i kerimede mealen, (Bilenlerden sorun!) buyuruldu. Bunun için, müctehide sormak, bir mezhebe uymak vacib oldu. (F. Bilgiler)

Bu iki yerdeki vacib, farz demektir.

Ameldeki dört mezhebin durumu
Sual: Amelde, ibadetleri yerine getirmekte dört hak mezhebin, ictihadlarının farklı olmasının mesela Şafiide cemaatin Fatiha okumasının, Hanefide okumamasının sebebi, hikmeti nedir?
Cevap: Ehl-i sünnet alimleri, amelde hak olan dört mezhebin halini, şöyle bir misal ile anlatmışlardır:
“Amelde hak olan dört mezhebin hali, bir şehir ahalisinin haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer. Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer. Bazıları ise kanunun ifadesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şafii mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biridir. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hali de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olması lazımdır. Fakat, her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar da affolur. Hatta sevap kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz;
(Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için ceza yoktur) buyurdu. Bu ayrılıkları bazı işlerde olup, ibadetlerin çoğunda, yani Kur'ân-ı kerimin ve hadîs-i şeriflerin açık olarak bildirdikleri ahkamda, hükümlerde ve inanılacak şeylerde, iman konusunda aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.”