Saadet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah


Saadet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah
Kamu derdlilerin dermanı sensin yâ Resûlallah

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmalar
Zuhuri âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah

Dahi hem "küntü kenz" esrarının bil mahremi sensin
Makamındır senin hem "Kabe kavseyn" yâ Resûlallah

Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret
Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallah

Zuhuratın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem (1)
Dü âlemde Ebü'l-Ervâh ki sensin yâ Resûlallah (2)

Muradın teşrîf mi'râcdan vücûd-u âlemin gezdin (3)
Zemîn ü asumanın nuru sensin yâ Resûlallah

Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular
Hüviyyet babının miftâhı sensin yâ Resûlallah (4)

Pirîmiz Hazret-i Sâmî senin vârislerindendir
Ulüvv-i himmeti hem sânı sensin yâ Resûlallah

Bu Salih himmet-i pîri ile bildi seni şahım
Kelâmın hücceti burhanı sensin yâ Resûlallah

(Salih Baba)

Sultan Vahdettin Han'ın Fermanı


Cennet Mekan Sultan Vahdettin Han'ın Esseyyid Abdulhakim Arvasi Üçışık Efendi Hazretleri'ne, Başmüderrislik pâyesini verdiğini ve Kaşgari Dergahı'na tayinini bildiren orijinal elyazması ferman...

Fermanın Latin harfleri ile yazılışı:

Meşâhir-i Meşâyih-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’den Şeyh Abdülhakîm El-Arvasî’nin (Vefatı: 1943) İstanbul-Eyüp, Gümüşsuyu Mahallesi, İdris Köşkü Sokak, 35 Ada, 2 Parsel’de Yer Alan Kaşgâri Şeyh Abdullah Nidâî ( Bânisi Sâhibu’l-Hayrât: Ruznâmçe-i Evvel Yekçeşm El-Hâcc Murtaza Efendi-Vefatı: 15 N. 1160. Dergâh Haziresinde Medfundur.) Nakşibendi Dergâh-ı Şerîfine Postnişîn/Şeyh Olarak Tayinine Dâir 25 Zilhicce 1337/21 Eylül 1919 Tarihli Sultan M. Vahîduddîn’e Ait Berât.Hazret-i Ebî Eyyub El-Ensârî Radiyellahu Anhu’l-Bârî civârında kâin Ruznâmçe-i evvel El-Hâcc Murtaza Efendi En-Nakşibendî zâviyesi vakfından almak üzere, şehrî yüz beş kuruş taâmiye ile zâviye-i mezkurede meşihât ve şehrî yüz kuruş vazîfe ile meşihata meşrûta imâmet ve şehrî doksan kuruş vazîfe ile hitâbet cihetlerinin ber muceb-i kayd mutasarrıfları Mehmed Bahâeddîn ve Es-Seyyid Aşir Efendilerin vefatlarıyle inhilâl eden cihât-ı mezkurenin Hakkâri ulemâ ve meşâyihden işbu râfi’-i tevkî-i refî’u’ş-şân-ı Hâkânî Abdulhakîm Efendi zîde irşâduhu uhdesine tevcîhini Meclis-i Meşâyih’de tanzîm olunan mazbata üzerine hitâbet ciheti makâm-ı nezâret-i evkâf-ı hümâyunumdan bâ telhis lede’l-arz bin üç yüz otuz yedi senesi şehr-i zilka’de-i şerîfesinin selhi târihinde şerefsünûh ve sudûr eden hatt-ı hümâyun-ı şevketmakrûn-ı şâhânem ve imâmet ve meşihat cihetleri dahi sene-i mezkûre Şevvâl-ı Mükerreminin on beşinci gününde Meşihat-ı İslâmiyenin işâreti mucebince mumaileyhe tevcih olunmağın bu berât-ı hümâyunumu verdim ve buyurdum ki, mumaileyh-i sâlifu’z-zikr meşihat ve ber vech-i meşruta imâmet ve hitâbet cihetlerine vazîfe ve taâmiye-i mersûmesiyle binnefs, bila kusur edâ-yı hüsn-i hizmet etmek ve terk ve tekâsül eder ise ref’inden âhere verilmek şartıyla mutasarrıf ola. Tahrîren Fi’l-yevmi’l-hâmis ve’l-işrîn min şehri zilhicceti’ş-şerîfeti liseneti seb’a ve selâsîn ve selâsemietin ve elf. (25 Zilhicce 1337)

Seyyid Abdulhakîm Arvâsî Hazretleri, ehl-i beyt hakkında İmam-ı Şafii Hazretleri'nin bir şiirini tercüme edip bu hususta beyanda bulunmuştur.


Ey ehli beyt-i resul, sizin muhabbetinizin farziyyeti, taraf-ı ilâhi'den Kur'an-ı Azim ile tebşir buyrulmuştur. Namazlarında size salavat getirmeyenlerin, namazlarının sahih ve makbul olmaması, kadr-i vâlânızın ve derece-i uzmânızın ulvi bir burhanıdır. Ne büyük bir şeref ve ne kudsi bir mazhariyettir ki; Allahu teala, Kur'an-ı Kerim'inde nam ve şanı alinizi tebcilen سلام علي آل يس (Yasin âline selam olsun) buyuruyor. Yasin, Peygamber aleyhissalatu vesselam'ın esma-i şerife'lerinden olduğuna göre âli yasin, ehl-i beyt-i nebevi demek oluyor. Ehl-i beyt-i nebevi'nin muhabbeti, mü'min ve mü'minat üzerine vacib ve ahir nefesde selamet-i imana vesiledir.

İskilipli Atıf Hoca nasıl idam edildi ?


Merhûm Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve Tahirû'l Mevlevî şâhid olmuşlardır;
Ali Haydar Efendi, Şehid İskilipli Atıf Hoca'ya diyorlar ki; ''Atıf Efendi, Rüyâda şeyhimi gördüm, bana 33 defâ Fetih Sûresi'ni okumamı işâret buyurdular, bu vesileyle inşallah hâlas olacağımı (kurtulacağımı) telkin ettiler.Sizde okuyun, hakkınızda taleb edilen mahkûmiyet Allâh'ın izniyle kalkar.'' Atıf Hoca'nın cevâbı;''Bende Kâinatın Efendisi'ni (Sallâlahü Aleyhi ve sellem) gördüm.Bana ''yanıma gelmek dururken ne diye müdafâa karalamakla uğraşıyorsun?’’ dediler.’’ Müddeiûmumînin herkese 3 yıl hâpis istediği bir dav’ada idâm kararı nasıl çıkar?Pek imkân verilmez buna ama Atıf Hoca şöyle devam eder sözlerine,
‘’Göreceksin! Yarın beni asacaklar, çünkü haberi Allâh Resûlü (Sallâlahü Aleyhi ve sellem) verdi!’’
Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza dışında herkes çıkar...Çünkü onların yolu ayrılmıştır!
Kârar;İdâm!
Atıf Hoca'nın mahkemede son sözlerini merhûm Tahirû'l Mevlevî, târihe şöyle not düşerler;
''ZÂLİM VE KAÂTİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜ HESABLAŞACAĞIZ!..''
Allâhü Teâlâ şefaâtlerine nâil eylesin.

KOYUNLAR KÖPEKLERDEN NEDEN DAHA FAZLADIR ?


Hz.Mevlana seher vakti uykusunu şöyle izah eder:
Sabaha karşı seher vakti bereket vaktidir.
Sabahın nasıl bir bereket vakti olduğunu, sabahta uyanık olanların nasıl bir berekete nail olduklarını Hz.Mevlana verdiği bir cevapta şöyle ifade eder.
Adamın biri sorar:
Efendim der, koyun nesli hem kasaplık hem de kurbanlık olarak kesildiği halde bir türlü tükenmez, aksine daha da çoğalıp devam eder.
Ama köpek nesli hem de birkaç tane birden yavruladığı ve kasaplık olarak kesilmeyip korunduğu halde bir türlü çoğalmaz.
Koyun gibi sürüler haline acaba neden gelemez..?
Hz.Mevlana'nın cevabı şöyle olur:
Sabaha karşı seher vakti bereket vaktidir.
Bu bereket vaktinde koyunlar asla uyumaz, hep uyanık olurlar.
Köpekler ise hiç uyanık olmaz hep uykuya dalar, gaflette olurlar.
Onun için koyun nesli seherin bereketine nail olur.
Köpekler ise bereketsizliğine maruz kalırlar..!

Şah Veliyullah-ı Dehlevi

Hindistan’ın büyük velîlerinden. Tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn, künyesi Ebü'l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-i Ömer’e, anne tarafından ise hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şâh Veliyyullah ve Şâh Sâhib; nisbesi ise Hindî, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şâh Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesi Muharrem ayının yirmi dokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün Mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyâret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, (1699-1766) olarak da rivâyet edilmiştir.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin babası Şeyh Safiyyullah Abdürrahîm, Gürgâniyye Devletinin en büyük hükümdârı olan Âlemgîr Şâhın hazırlattığı Fetâvây-ı Âlemgirî’nin tashîh heyeti âzâlarından idi. Zamânının ulemâsı tarafından hürmet edilen, tasavvufta yüksek dereceler sâhibi bir zât idi. Bu zâta rüyâsında, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kutbüddîn Ahmed Bahtiyâr Kâkî el-Uşî hazretleri görünüp bir oğlu olacağını, Allahü teâlânın dînine hizmet edeceğini ve ona kendi ismini vermesini bildirdi. Şeyh Abdürrahîm, başka bir rüyâda gösterilen bir işâret üzerine de, zamânın ulemâsından Şeyh Muhammed isminde bir zâtın Fahr-ün-nisâ adlı kızı ile evlendi. Bu hanımından Şâh Veliyyullah doğdu. Onun doğduğunda, babasının, rüyâsında Kutbüddîn-i Bahtiyâr hazretlerini göreli çok zaman olmuştu ve babası bu rüyâyı unutmuştu. Oğlu dünyâya gelince ona Veliyyullah ismini verdi. Bir müddet sonra o rüyâyı hatırladı ve oğluna; “Kutbüddîn Ahmed” diye ikinci bir isim verdi.

O doğduğu sırada birçok kimse, Delhi’de Şeyh Safiyyullah'ın evinde bir çocuğun doğduğuna, bunun Allahü teâlânın dînine çok hizmet edeceğine dâir işâretler gördüler.

Şâh Veliyyullah, gün geçtikçe serpilip büyüdü. Çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; “Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.” dedi.

Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyullah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitaplarını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye’yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şemsiyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye’yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî’yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muhtasar-ül-Me’ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey’et (astronomi), hesab (aritmetik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu’cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri'ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.

Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah’ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi. Çok geçmeden de 1719 senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsîsinden, on bir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın akın talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi, durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delîllerini tek tek araştırıp tahkîk etti. Bunların neticesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebi imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi anladı.

Her ilimde söz sâhibi olduğu hâlde, yine de başka ilim sâhiplerinden birşeyler öğrenmeye gayret eden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazifesini îfâ edip, dünyânın her tarafından oraya gelen Allah dostları ile de görüştü. İlim sâhiplerinin ilminden istifâde etti. Medîne-i münevverede bir sene kadar kaldı. Hem ders verdi, hem ilim öğrendi. Muhammed Efdal Hacı Siyâlkûtî, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Magribî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kal’î Hanefî, Şeyh Semâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basrî, Hasan Acemî, Îsâ Câferî, Seyyid Abdürrahmân İdrisî ve Şemseddîn Muhammed bin A'lâ Bâbilî gibi âlimlerden ilim öğrenip icâzet, diploma aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1732 senesinde Hindistan’a döndü. Bu sırada Hindistan’da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid'at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâet, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müslümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan’a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi’de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, böylece târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sâhibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine tâlim ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; “Allahü teâlâ, bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!” buyururlar ve talebelerden istidât ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektuplarında; “Allahü teâlâ fazîletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Şâh Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir.” buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanları Şâh Veliyyullah’a gönderirlerdi.

Bütün ilimlerde söz sâhibi olan, fakat bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Kur’ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcud olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan’ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcud olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî'nin; Şâh Abdül’azîz Sâhib, Şâh Refî’uddîn Sâhib, Şâh Abdülkâdir Sâhib ve Şâh Abdülganî Sâhib isimlerinde dört oğlu vardı.

Zamânında bulunan ve daha sonra gelen büyük âlim ve velîler, Şâh Veliyyullah hazretlerini çok medhetmişler, çok övmüşlerdir. Fevâid-ül-Behiyye ve başka kıymetli kitapların sâhibi olan Muhammed Abdülhay el-Lüknevî, Şâh Veliyyullah’ı anlatmaya başlarken buyuruyor ki: “Himmet sâhibi büyük imâm, insanlar arasında Allahü teâlânın hucceti, hidâyete kavuşanların önderi, ümmetin dayanağı, ulemânın âlimi ve öncüsü, enbiyânın vârisi, sünnet-i seniyyenin ihyâ edicisi olan Şeyhülislâm Kutbüddîn Veliyyullah bin Abdürrahîm el-Ömerî ed-Dehlevî, ilimde deryâ misâli, fâzıl bir zâttır...”

Müftî Ahmed Kâgûrî diyor ki: “Şâh Veliyyullah, aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise müslümanların evlerine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”

Buyurdu ki: “Zekât, bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebeb olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”

“Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştırır. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur."

“Bir gün bir fakir benden bir şey istemişti. O fakir zarûret içinde kıvranıyordu. Kalbime gelen ilhâm bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve âhirette pekçok ecir ve mükâfâtı müjdeliyordu. Nihâyet o fakire istediği şeyi verdim. İlhâm yoluyla bana vâdedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım bu iyiliğin karşılığını gördüm.”

“İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”

“İnsan, şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha tesirli bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler.”

“Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehennem’in kapıları da kapalıdır.”

“Haccın hakîkatı müslümanlardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir. Öyle bir vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler gibi Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşmuş olanların hallerini hatırlarlar. Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. Hac zamânı, müslümanlar birbirlerinden istifâde ederler. Aynı zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayret îcâb ettirir. Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa, ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir.”

Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şâh Veliyyullah’ın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Feth-ür-Rahmân fî Tefsîr-il-Kur’ân, 2) El-Fevz-ül-Kebîr fî Usûl-it-Tefsîr, 3) El-İ’tikâd-üs-Sahîh, 4) Te’vîl-ül-Ehâdîs fî Rümûz-i Kısâs-ül-Enbiyâ, 5) El-Müsevvâ min-el-Muvattâ’, 6) El-Musaffâ fî Şerh-i Muvattâ’, 7) Şerh-i Terâcîm-i Ebvâb-i Sahîh-i Buhârî, 8) Huccetullah-il-Bâliga, 9) İzâlet-ül-Hafâ an Hilâfet-il-Hulefâ, 10) El-Büdûr-ul-Bâziga, 11) Et-Tefhimât-ül-İlâhiyye, 12) El-Hayr-ül-Kesîr, 13) Füyûz-ul-Haremeyn, 14) Ikd-ül-Cîd fî Beyân-ı Ahkâm-il-İctihâd vet-Taklîd, 15) El-Belâg-ül-Mübîn, 16) Es-Sâf fî Beyân-il-İhtilâf, 17) Kurret-ül-Ayneyn fî Tafdîl-iş-Şeyhayn, 18) Ed-Dürr-üs-Semîn fî Mübâşşerât-in-Nebiyy-il-Emîn, 19) Heme’ât, 20) Eltâf-ül-Kuds, 21) El-Kavl-ül-Cemîl fî Beyân-ı Sevâ-is-Sebîl, 22) Enfâs-ül-Ârifîn, 23) İnsân-ül-Ayn fî Meşâyih-il-Haremeyn, 24) El-İntibâh, 25) El-Erba'în, 26) El-Makâlet-ül-Vad’iyye fin-Nasîhatı vel-Vasiyye, 27) El-İnsâf fî Sebeb-il-ihtilâf. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin, mezhepsiz, sapık kimselere cevap veren; El-İnsâf fî Beyân-ı Sebeb-il-İhtilaf ve Ikd-ül-Cîd adlı eserleri İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılarak bütün dünyâya dağıtılmaktadır.

NAMAZ

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî buyurdu ki: “Namaz şu üç şeyden ibârettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek, kalbin hudû ve huşû hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudû ve huşû üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3) Âzâları, bu huşû ve hudû hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.”

Namaz kılmak lezzeti bir müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat etmesi husûsunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1148
2) Eshâb-ı Kirâm (Müslümanların İki Gözbebeği Bölümü); (6. Baskı) s.168
3) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.337
4) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.36
5) Hüccetullah-il-Bâliga; İstanbul, 1317
6) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.4, s.292
7) El-A’lâm; c.1, s.149
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.177
9) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.212, 248, 485
10) Philosophy of Shah Waliullah (Dr. A.J. Halepota), Sind Sagar Academî, Lahor (Pakistan)
11) Makâmât-ı Mazhariyye (Abdullah Müceddîdî); İstanbul 1986, s.39
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.236
13) El-Kavl-ül-Celî

Hazret-i Şeyh Fehim Arvasi hazretlerinin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine yazmış olduğu bir mektup

Hazret-i Şeyh Fehim Arvasi hazretlerinin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine yazmış olduğu bir mektup...

Allame Hazreti Şeyh Seyyid Fehim Arvasi

Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz ikincisidir. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin Doğubâyezid kolundan SeyyidHacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. 1825 (H.1241) senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Temiz ve asîl âilesi Anadolu'nun doğu vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örneği olan dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarına mensûb idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamîd Efendiyi kaybetti. AnnesiSeyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi. Pekçok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mîr Hasan Velî Medresesinde temel dînî bilgileri ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsîline ara verdi.

Sonra Cizre'ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî'nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi.

Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri de Nehrî'den Van'a gelmişti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Tâhâ'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalırım." buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vâsıtasıyla, Van'ın irşâdı geçici olarak mümkündür. O zâtın hayatta olup olmadığını bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; "O zât amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl, ilim ve irfânla meşhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir başka gelişinde o zâtı muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.

Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvâsî'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri ve yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince,Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri onun geride kaldığını görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münâsip gördü ve; "O burada kalsın." buyurdu. Seyyid Tâhâ'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı." buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabını hediye etti.Muş'un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde MollaResûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim." buyurdu.

Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî'nin huzûruna vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta MollaResûl Zekî'den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse suâl sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim." diye arz etti.

Bir gün Molla Resûl'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım." dedi. Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım." dedi.Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla." sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resûl bunu işitince; "Mânâ şimdi anlaşıldı." dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen MollaResûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluğa erişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl'e hilâfet vererek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.

Hocası ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalışırdı. Hattâ bir defâsında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim "kuddise sirruh" , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim." deyip çekingen davrandı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir." buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tasdik buyrulmuş ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.

Kanâat, tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Tâhâ'yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim." buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden îmâr ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, Nakşibendiyye yolunun esaslarını anlatarak insanların saâdetine çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübrâ adlı eseri okuturdu. Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve Şeyh Resûl gibi büyükler onun yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reîsü'l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve mârifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehrî'ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen birâderi Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde bulundu. Zîrâ Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstâdıydı.

Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazîlette iyice meşhûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi.Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesîle oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünnî kalmasını, şiîliğin ve mezheb ayrılığının yöreye girmemesini temin ederek, millî birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezîd Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van'a teşrif ederek halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vâz ve sohbetleriyle Van halkının İslâmiyete bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamânın vâlisi, askerî ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Tâhâ'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış bir zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak ortaya çıkmıştı.

Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldiği zaman umûmiyetle mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir geceAhmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kışlası diye hizmet gören bir askerî kışla yaptıran) Hacı Bekir isminde Van'ın ileri gelenlerinden birinin evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir'in evinde kaldı. Hacı Bekir, Allahü teâlânın emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim hazretlerine nikahladı. Bir sohbet sırasındaSeyyid Fehim hazretlerine dedi ki: "Şeyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey Hacı Bekir! Bir şeyi noksan söylediniz. Yanında bir de câmi yaptırın." buyurdu. Hacı Bekir Ağa bu söz üzerine yaptırdığı evin yanına Şâbâniye Câmiini yaptırdı. Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van'a teşriflerinde kayınpederinin yaptırdığı bu evde kalırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını Şâbâniye Câmiinde anlattı. Her sene iki üç ay Van'da kaldığı müddet içinde pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese yaptırıldı.

Seyyid Fehim hazretlerinin ders verdiği ve vâz ettiği Şâbâniye Külliyesi, Arvas'a benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî yetişmişti. Sofu Baba orada yetişen zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve irfân kaynağı olmaya devâm eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin oğlu Ahmed Mekkî Efendi ve kardeşi oğlu Cemâl Efendiler de yetişti. Bu mekanlar şimdi harâbe halde bulunmaktadır.

İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı. Onun en büyük kerâmeti, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazîfesini devâm ettirecek olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir zâtı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pekçok kerâmetleri görülmüştür.

Seyyid Fehim hazretleri bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet, Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da anlatılmaktadır.

İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a gittim. Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi. ŞâbâniyeCâmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum. Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu. Karşıda nûr gibi, tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile dönmüştü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte budur." diyerek, en geri sırada boynunu bükmüş edeple oturan birini gösterdi. "İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbir getirirken, bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye başladık. Şimdi altmış sene oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün olduğu gibi, bir hal oluyor."

Endis köyünden Hacı Abdullah ismine bir kimse hacca gitmişti. Hac ibâdeti esnâsında cebindeki paralarını kaybetti. Üç ay müddetle müslümanların yardımıyla idâre etti. Bir gün, içinde bulunduğu sıkıntılı hâli düşünerek Mekke-i mükerremenin sokaklarında yürürken, birden meyve ağaçları, çiçekleri, akan suları ve ortasında çok güzel ve süslü bir câmi bulunan bir makam gördü. Câminin kapısında güzel simâlı bir zât oturuyordu. Kendi kendine düşündü. "Yâ Rabbî! Mekke-i mükerremede böyle bağ, bahçe ve akan sular yoktur. Bu gördüğüm hayal midir, rüyâ mıdır?" deyip, câminin kapısında duran zâta gitti. Selâm verdi. O zât selâmını aldı ve; "Merhaba, hoş geldin, sefâ geldin ey hacı!" dedi. Hacı Abdullah Efendi hayretini o zâta bildirdi. O zât; "Burası mânevî bir makamdır. Evliyâya mahsustur. Cumâ günü ikindi namazlarını bu mübârek mâbedde kılarlar." dedi. Hacı Abdullah Efendi; "İmâmları kimdir?" diye sordu. O zât; "Herhalde tanırsınız. Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir." diye cevap verdi.

Hacı Abdullah Efendi bu söze çok sevindi. Bahçenin bir kenarına çekilip Seyyid Fehim hazretlerinin gelmesini bekledi. Orada durduğu müddet içinde evliyâ-yı kirâm tek tek, grup grup geldiler. Câmi tamâmen doldu. Hepsinden sonra Seyyid Fehim hazretleri büyük bir vekâr ve nâzik bir tavırla geldi. Abdullah Efendi koşup saygıyla ellerini öptü. Sıkıntılı hâlini arz etti. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayâtımda bu sırrı ifşâ etmemek şartıyla sâdât-ı kirâmın (bu yolun büyüklerinin) himmet ve bereketleriyle îcâbına bakarız. Eğer sırrı ifşâ ederseniz, gözlerinizden mahrum olursunuz." buyurdu. Câmiye girince bütün velîler ayağa kalkıp onu saygıyla karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleri mihrâba geçerek ikindi namazını kıldırdı. Sonra güzel sohbetler oldu. Îzâhı mümkün olmayan bir muhabbet, vecd ve şevk hâli hâsıl oldu. Evliyâullah câmiden geldikleri gibi ayrıldılar. En son Seyyid Fehim hazretleri câmiden çıktılar. Hacı Abdullah Efendi tekrar eteklerine yapışıp hâlini arzetti. Seyyid Fehim hazretleri; "Merak etme. İnşâallah şimdi memleketine gidersin. Paran yoktu, nasıl geldin diyenlere bir tüccar yardım etti geldim, dersin. Tekrar ediyorum bu sırrı ifşâ etme." buyurdu ve; "Gözlerini kapa!" diye emretti.

Hacı Abdullah Efendi gözlerini kapadı. Rüyâda gibi uçtuğunu hissediyordu. Nihâyet köyünün dışındaki bir çeşmenin başında oturduğunu gördü. Yavaş yavaş köye indi. Köylüleri ve akrabâları onu karşıladılar. "Hoş geldiniz, haccınız mübârek olsun." dediler. Evine gidince, köylü, cemâat hâlinde gelip, onun hac intibâlarını sordular. Bu arada; "Paranızı kaybettiğinizi, Mekke-i mükerremede perişan olduğunuzu işittik. Para temin edip, yarın Arvas'a gidecek, Seyyid Fehim hazretlerine arz edip, onların emredecekleri bir vâsıtayla gönderecektik. Elhamdülillah siz geldiniz. Size yardım eden zâttan Allahü teâlâ râzı olsun." dediler.

Hacı Abdullah Efendi o geceyi evinde geçirdikten sonra ertesi gün kalkıp Arvas'a gitti. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna vardı. Yanlarında birkaç talebesi vardı. Selâm verip ellerini öptü. Seyyid Fehim hazretleri; "Bu sene hacca gittiğinizi duydum. Ne zaman geldiniz?" buyurdu. Abdullah Efendi; "Dün geldim?" diye arzedince; "Niye bu kadar geç kaldınız, üç ayı geçti." diye sordu. "Paramı kaybettim, Mekke'de parasız kaldım. Sonra bir tüccar yardım etti, geldim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Allah râzı olsun. Dün eve geldiğinize göre, niye bugün buraya geldiniz. Müslümanlar sizi ziyârete gelirler." buyurdu. Abdullah Efendi; "Sizi temiz iken ziyâret etmek istedim efendim." dedi. "Bu gece kal, sabahleyin durmadan evine git. Sırrın ifşâsı, açıklaması hatâdır, hayâtımda ifşâ etme!" buyurdular. Abdullah Efendi o gece orada kaldıktan sonra ertesi gün evine döndü. Bu gördüklerini de Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin vefâtından yıllarca sonra anlattı.

Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnâsında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarîkat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabûl edelim." buyurdu. Mustafa Necâti Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî değil, zarûrîdir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşâyıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim." diye anlatır ve ağlardı.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zarûrîdir. Buna lâyık ancak babamın halîfesi Seyyid Fehim hazretleridir." diye düşünerek onları berâber götürmek üzere Van'a dâvet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstâdım birlikte hacca gidelim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyân edip; "Mâlî ve bedenî durumum müsâid değildir." buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana âittir. Bedenî durumunuzla ilgili olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Dîvân'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Dîvân'ın bâzı sayfalarını açtıkları zaman Medîne-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamânın padişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendilerini saraya dâvet etti. Sarayda misâfir edip, ikrâm ve ihsânlarda bulundu.

Kendisi velî olan, âlim ve velîlere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duâsını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misâfir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merâsimle, törenle uğurladı.

Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve velîler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü kabûl ettiler.

Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kâğıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kâğıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kâğıtta olan yazıyı bir defâda okuyup ezberledi. Çünkü bir defâ okuduğu yazıyı ezberlemek onun husûsiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir mikdâr meşgûl olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kâğıttaki yazının mânâsını bilir misiniz?" dedi. "Evet." cevâbını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şûbeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tâtil edildi. Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mânâ ve mefhûmunu anlamaktan âciz kaldı." dedi.Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir." buyurunca, âlim daha çok hayret etti.

Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi îzâh etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kâğıt kalem alıp Fehim-i Arvâsî hazretlerinin îzâhını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kirâladıkları eve döndü.

Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reîsü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reîsü'l-ulemâ tarafından Câmiü'l-Ezhere dâvet edildiğini ifâde ettiler. Seyyid Fehim hazretleri dâveti kabûl buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reîsü'l-ulemâ yanyana oturdular. Sohbet başladı.Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve mânâsı anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur." dedi.

Birçok müşkil meselelerin halledildiği suâlli cevaplı sohbet, saatlerce devâm etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsâde isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsâde ettikten sonra birkaç nefes deReîsü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reîsü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dâir dört fetvâ vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reîsü'l-ulemâ cevâben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvâmız da bu zâtın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zâta uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zât ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz." dedi.

Şöhret sâhibi olmaktan kaçınan Seyyid Fehim hazretleri bir an evvel Mısır'dan ayrılmak istedi. Ancak âlimlerin ve Seyyid Ubeydullah Efendinin ısrarlı istekleri üzerine Mısır âlimlerinin ve halkının müşkil meselelerini halletmek üzere bir müddet daha kaldı. Orada bulunduğu süre içinde ilim meclislerinde ve sohbetlerinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Mısır'dan ayrılarak hac ibâdetini yerine getirmek üzere yanındakilerle birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada pek çok âlim ve velî ile görüşüp sohbette bulundu. Şâfiî mezhebi fıkhına dâir İânetü't-Tâlibîn adlı kitabı te'lif eden Şeyh Seyyid Ebû Bekr (rahmetullahi aleyh) birçok müşkil meselelerini Seyyid Fehim hazretlerine sorup cevâbını aldı. Seyyid Ebû Bekr; "Bu mübârek beldede bulunduğunuz müddetçe teşrif edin, sizden istifâde edelim." dedi. Bir gün Hacı Ömer Efendiye gizlice; "Belki Mısır Reîsü'l-ulemâsı bu zâtın derecesinde olabilir. Ondan başka yeryüzünde bu zât gibi bir âlim bulunduğuna inanmam." dedi. Hacı Ömer Efendi Mısır Reîsü'l-ulemâsı ile olan görüşmeyi anlatınca, Seyyid Ebû Bekr; "Allahü teâlâ ona uzun ömür vermekle bizi nîmetlendirsin. Onun ilminden doğruluğundan, takvâsından ve himmetinden bizleri nasîblendirsin." diye duâ etti.

Seyyid Fehim hazretleri Mekke'de bulunduğu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Ahmed Saîd'in oğlu Muhammed Mazhâr Müceddîdî ile görüştü. Bu sebeple oğullarının birinin ismini Mazhar koydu.

Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye giden Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, sevgiliPeygamberimizin mübârek kabrini ziyâret edip, feyzlerine kavuştu. Sonra tekrar Arvas'a dönüp irşada devâm etti.

Hayâtında cemâatsiz namaz kılmadı. On iki yaşından beri gece teheccüd namazını kaçırmamıştır. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla Şâbân bulundukları zaman onlara uyar, bulunmadıkları zaman kendisi imâm olurdu. Mihrâba geçip tekbir aldığında elektrik cereyânı gibi kalplere tesir ederdi. Ramazân-ı şerîfte teravih namazını hatimle kılarlar, yâni her rekatte bir sayfa Kur'ân-ı kerîm okunurdu. Terâvih ve duâ biter sahur sofrası hazırlanırdı. Sahurdan sonra sabah ezânı okunur, namazdan sonra, zikir ve murâkabe ile meşgûl olunurdu. Güneş yükseldikten sonra kuşluk, namazı kılınır, kaylûle vaktinde iki saat kadar uyurlardı.

Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyâdan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahâreti emsâlinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddî ve mânevî bütün ilimlerde derin âlim, fesâhat ve belâgatları hârikaydı. Seyyid Abdülhakîm hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'dî Şîrâzî'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve îzâh buyurdular. Bir mikdârını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir mikdar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülâsa hakîkat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrâk edemedi.

Seyyid Fehim hazretleri insanlara İslâmiyeti anlattığı gibi, cin tâifesine de anlatırdı. Cinlerden dört binden fazla talebesi vardı.

Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakîm Efendinin terbiyesine daha çok ihtimâm gösterip, onu tasavvuftaki vilâyet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.

Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun sohbetlerinden çok istifâde etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım." diye düşündü. Sabah olunca üstâdı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakîm Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim." diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakîm Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işâret buyurdu.

Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye hilâfetnâme vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:

"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok duâ ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamânımızdaki usûle göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadîs ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevâzû gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevâzû göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."

Hazret-i Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verdiği gibi, 1888 (H.1305) senesinde tasavvufta Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından hilâfet de verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Seyyid Abdülhakîm'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nûru Seyyid Molla Abdülhakîm! Size, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şâhiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nûru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrâfımızın râhatı ve selâmeti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalplerine selâmet ihsân buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamîd'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakîrin duâlarını bildiriniz! Tâhâ Efendiye ve Mazhar Efendiye duâ ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakîrin duâlarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nastûrîlerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselâm. Duâcınız günâhkâr Seyyid Fehim."

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefâtından altı ay öncesinden îtibâren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfûn bulunduğu kabr-i şerîfin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin îmanlı olduğu takdirde bütün günâhlarının affedileceğini beyân buyururlardı.

Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cumâ günü hasta haliyle câmiye gitti. O gün halîfesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazîn bir hutbe okudu. Câminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemâat bu hutbenin tesiriyle mahzûn olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cumâ namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi, Halîfe Derviş ve Halîfe Ali adlı dört halîfesini huzûruna dâvet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:

"...Muhammed Emin yerime ikâme edilmiştir. Yâni benim vazîfemi yürütecektir. İnce kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetli olduğu için benden sonra fazla yaşayacağını zannetmiyorum. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime ikâme buyrulmuştur. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz. Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir." buyurarak SeyyidAbdülhakîm Efendinin zamanla İstanbul'a geleceğini işâret etti. Dört halîfesinden başka bâzı talebelerinin de bulunduğu sırada vasiyetine devâm ederek buyurdu ki:

"Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyâten îlân edin. Şâyet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddiâ ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiyye yolunun yayılmasına ihtimâm gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Büzürk (Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî) hazretlerinin, her sene asgarî bir defâ Van'a gidip halkı irşâd için fakîre olan emirlerini yerine getiriniz. Hüseyin'in annesinin genç olmasına rağmen çocuklarını bırakıp gideceğine kâni değilim. Bununla berâber himâye etmek lâzımdır." buyurdu. O sırada on yaşında olan Hüseyin Efendi orada oynuyordu. Bir ara; "Can fedâ babacığım. Misâfir çoktur. Dışarıda hep sizi bekliyorlar. Niye yatıyorsunuz. Kalkın misâfire bakın." deyince, çocuğun sözlerine tebessüm ederek; "Bu çocuk sâlihtir." buyurdu.

Vasiyetine devâm ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir." buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek; "Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza edecektir." buyurdu ve İbrâhim aleyhisselâmın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Nakşibendiyye yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mes'ûl değilim. Tam tedkîk etmeden fetvâ vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkân oldukça azîmetleri esas kabûl ediniz." buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabûl buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibâdetle meşgûl oldular. Bir ara karpuz istediler. Fakat o mevsimde Müküs'de karpuz yoktu. Çatak'a gidip getirdiler. Fakat karpuzu yemeden vefât ettiler.

Fehim-iArvâsî hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyâret ettiler. Tedâvî için doktorlar getirdiler. Vefât ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübârek vücudları secdeden mübârek başını kaldırmayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrâfını kaplamış, evin etrâfında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerîmesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refîku'l-a'lâ." dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 (H.1313) senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü rûhunu teslim etti. Vefât haberi duyulunca, başta sevenleri olmak üzere bütün halk ve yabânî hayvanlar bile üzüldüler.

Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, teçhiz ve tekfinden sonra sevenlerinin gözyaşları arasında Arvas kabristanında daha önceden işâret ettiği yerde defnedildi.

Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sâhib olmakta, hasta olanlar şifâya kavuşmaktadırlar. Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Karkar Deresi köyünden çocukları olmayan karı-koca Arvas'a gelip Seyyid Fehim hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Çocukları olması için, Seyyid Fehim hazretlerinin rûhâniyetini vesîle ederek duâ ettiler. Sonra ikiz çocukları oldu. 1980 senesi sonbaharında tekrar Arvas'a gelen karı-koca kabr-i şerîfi ziyâret ettikten sonra üç defâ ikiz çocuklarının olduğunu bildirdiler. Hasta olup şifâ bulanlar da anlatılmaktadır.

Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin vazîfesini bir müddet oğlu ve halîfesi Seyyid Muhammed Emîn Efendi devâm ettirdi. Onun vefâtından sonra da mutlak halîfesi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri devâm ettirdi.

Hazret-i Seyyidin, Güster Hanım, Emetullah, Nâhiye ve Esmâ hanım isimlerinde kızlarından başka on oğlu vardır.

1- Seyyid Muhammed Reşîd Efendi: Genç yaşta Gevaş'ın Tıgnız köyünde vefât etti. Kabri Zeve köyü kabristanında SultanZübeyr hazretlerinin türbesi yanındadır.

2- Seyyid Muhammed Emin Efendi: 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta doğdu. Babasının halîfelerindendir. 1900 (H.1317) senesinde, hac dönüşünde Tûr-i Sinâ'da vefât etti.

3- Seyyid MuhammedMazhar Efendi: Genç yaşta vefât etmiştir. Kabri Arvas'tadır.

4- Seyyid Muhammed Mâsûm Efendi: 1879 (H.1296)da Arvas'ta doğdu. 1942'de yine Arvas'ta vefât etti. Kabri, babasının bitişiğindedir.

5- Seyyid MuhammedSıddîk Efendi: 1879 (H.1296) senesinde Arvas'ta doğdu. 1916 (H.1334) senesinde Gürpınar'da dere kenarında abdest alırken ermenilerce şehîd edildi. Kabri, Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Mejıngir (Yukarı Kaymaz) köyünde olup, ziyâret edilmektedir. Seyyid Abdülhakim Efendinin halîfesi idi.

6- Seyyid HasanMedenî Efendi: Van müftüsüyken Hicaz'a gidip, yirmi sene Medîne-i münevverede kaldı. 1968 (H. 1388) senesi Berât gecesinde vefât etti.Cennetü'l-Bakî' kabristanında defnedildi.

7- Seyyid Hüseyin Efendi: 1887 (H.1304) senesinde doğdu. 1962 (H.1382) senesinde vefât edip, Gevaş'ın Hacı Zive köyünde büyük birâderi MollaMuhammed Reşid'in yanında defnedildi.

8- Seyyid Muhammed Sâlih Efendi: 1949 (H.1369) senesinde hacca gidip, Medîne-i münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî'de defnolundu.

9- Seyyid Nizâmeddîn Efendi: Van'da Akköprü kabristanında medfundur.

10- Seyyid Şemseddîn: Küçük yaşta vefât etmiş olup, Arvas'ta medfûndur.

Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin oğullarından ve kızlarından meydana gelen torunlarıyla nesli devâm etmektedir.

EFENDİMİZ SÜSLENMEYE BAŞLAMIŞ

Seyyid Fehim hazretlerinin ilim tahsîline ara verdiği günlerdeydi. Bir bayram günü Şırnak'ta îmâl edilen meşhûr tiftik yününden yapılmış bir elbise giymişti. Kendi güzelliğiyle, elbisenin hoşluğu birbirine eklenmiş, fevkalâde bir güzellikle dikkatleri üzerine çekiyordu. Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun, Arvâsîlere çok bağlı Şeyhu diye anılan bir zât, Arvas Câmiinin karşısındaki damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan meşhur âlimler çıkardı. Şimdi ise güzel ve yakışıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye inledi. Bu sözü işiten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır muhakkak, söyleyiniz." dedi. Şeyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz inşâallah filan efendimiz yetişir diyorduk. Şimdi bakıyorum da, o efendimiz giyinmeye, süslenmeye başlamış." cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine söylendiğini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip güzel elbiselerini çıkardı. Kitaplarını çantasına yerleştirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yeniden ilim tahsîline çıktı.

GECE EVDEN NİÇİN AYRILDILAR?

Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir seneAhmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu geceAhmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu.Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.

ŞEYHİN SENİ ÖLDÜRTMEZ

Van'ın Gürpınar Muhammed Pîrân aşîretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zât; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünyâ düşüncelerinden sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye çalıştı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silâhlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez." diyerek ayrılıp gitti.

Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın." buyurup fişekleri sâhibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten hayret içinde kalmış olan silâhlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.

Bir Nisan Nedir ?

1 Nisanın tarihçesi:

15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.

En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil 'Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım' der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.

Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar 'Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı 'Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.

İşte o gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadır.

Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisanlar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.

LÜTFEN BUNU TÜM ARKADAŞLARINIZA GÖNDERİN'Kİ 1 NİSANIN NE KADAR KÖTÜ BİR ANLAMI OLDUĞUNU ÖĞRENSİNLER...

Ğavsul Azam Seyyid Sıbğatullah Arvasi

İsmi Sıbğatullah. Lugat manası Allah’ın boyası. Tefsir ıstılahına bakılacak olursa, manası Allahın yarattığı asli fıtrat. Yani İslam fıtratı. Sıbğatullah, bu manada Hristiyanlık akidesine karşı bir duruş bir reddiye. Şöyle ki ;

Hristiyan akidesine göre çocuk, doğumunun yedinci gününde sarı suya batırılıp vaftiz edilir ki güya Hazreti Adem’den kendisine tevarüs etmiş olan günahlarından arınsın. Oysa hayır. O çocuklar, siz vaftiz suyuna batırdınız diye temizlenmedi. O çocuklar , fıtraten yani doğumlarından itibaren temizdir. Allah’ın boyası ile boyanmış olarak dünyaya gelmişlerdir. Allah kullarını imanla boyar. O boya ile kuluna daha sonra bulaşmış kirleri de temizler. Yeter ki kul o boyayı soldurmasın pörsütmesin. O boya üzerine başka bir boya ile boyanmasın. Hal bu iken kimin boyası onunkinden üstündür?

‘Biz Allah’ın boyası ile boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir.? Biz ona ibadet edenleriz’. (Bakara 138)

Doğum tarihi hicri 1194. Doğduğu yer Van ili Bahçesaray İlçesi Arvas köyü. Nesebini şöyle anlatıyor:
-Ben molla Lütfullah’ın oğluyum. O, Abdurrahman-ı Kutup, o, Abdullah-ı Veli, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, şeyh İbrahim,o, Cemalüddin o Muhammed  Kutup (Veli),o, Seyyid Kasım Bağdadi El Hüseyni (k.s) nin oğlu. Ve nesebi böylece altın nesle, Hazreti Hüseyine uzanmakta.
Dedelerinin bulunduğu köyde Kuran ve sünnet yaşayışı hakim. Köylerde hiçbir çalgı ve oyun aleti bulunmadığı gibi çalgı aletleri bulunan bir kimse köylerinden geçemiyor. Çoğu ata binmiyor. Sakallarını traş etmemek, süslü elbise giymemek, sigara içmemek en bariz adetleri. Hatta meclislerinden sigara içene müsaade edilmezdi. Bunların yerleri ya cami ya medrese yahut da beyaz türbe olarak bilinen tekkelerdi. İlk eğitimini ilim ve irfan ocağı Arvasta tamamlar. Kısa zamanda akli ve nakli ilimlerde zirveye çıkar. Bu arada Arvas ocağının İslam dünyasındaki mevkii dikkate şayan. Dünyanın muhtelif bölgelerinden tedrisat için Arvas’a geliniyor. En müşkil meseleler Arvasta cevap buluyor ve hallediliyor. Kendileri halen dedelerinin tarikatı olan Kadiri tarikatına mensup ve o tarikatın şeyhidir. Nakşıbendiye tarikatına mensup değildir. Seyyid Taha hazretlerinin O, tarikata girmeden önce kendisi ile ilgili sözleri :
 -Bu emaneti o yüklenecek.
Bu sebeple Seyyid Taha, en kısa zamanda kendisinin Nakşıbendi tarikatına intisap etmesini emreder. Seyyid Tahaya intisap ettikten sonra Seyyid Taha onu Derviş Muhammed Nakşıbend ile Molla Muhyiddine ısmarlar. Zaman gelir molla Muhyiddin’in ağzından bir çift söz dökülür:
-Artık ölülerden bile istifade etme mertebesine eriştin.
Ve, Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerinin halifesi Şeyh Halid-i Cezeri  hazretlerinin yanında zühd,riyazet, yoluna giriş. Kendisinde insu cinin ameline denk cezbe-i hak tezahür ediyor. Zat-ı tecelliye gark oluş. Kendi nefsinden geçiş ve fena fillah, beka billah makamlarına eriş. Bu süre zarfında onunla arkadaşlık eden herkes cezbe ve aşka düşüyor. Ve nihayet hep beklediği, özlediği, haberi alır. Seyyid Taha kendisine haber göndermiştir
-Artık evine dön.

YUVAYA DÖNÜŞ
Gurbet, kişinin sevdiğiyle beraber olmamasıdır. Mürşidinden ayrı kalmanın getirdiği hasret sızısı nihayet son buluyor. Mürşidinin ‘dön’ emrine aşkla, şevkle baba ocağına dönüş. Kırk günlük bir süluk. Bir ay boyunca mürşidinin sohbetinde bulunmasına izin veriliyor. Ğavsul Azam kalbi vukufla, mürşidinin kendisi hakkındaki meramını ne bir konuşma ne bir işaret olmadan anlıyorlar. Kendisinde ilmi, kalbi, ve kabir ehlinin hallerine dair muazzam keşifler hasıl oluyor. Bir gün mürşidi Seyyid Taha ona şunu söyler:
-‘Sen duasıyla belaların uzaklaştırıldığı, affedilmiş kullardansın. İstifade için büyüklerin kabirlerini ziyaret et. Sende saliklerin ünsiyeti oluştu.’
Seyyid Taha onun yetişmesinde büyük bir ihtimam göstermektedir. Bu ihtimamı şu sözlerle ifade ediyor:
-"Herkesin yükü benim sırtımda ancak seninkisi boynumda".
Talebelerinden biri, Seyyid Taha’ya Ğavsul Azamın dedesi olan molla Abdurrahman’ın kutup olduğunu söyler. Seyyid Taha, Ğavsul Azamı kastederek şu sözü sarfeder:
-“Meşayih kabilesi Arvasilerden evliya hiç eksik olmaz. Ama onun gibisi hiç olmadı. Hiç olmayacak da”.      
Seyyid Taha yine bir gün Ğavsul Azam hazretlerine aynı hizmette bulunduklarını ifade etmek  şunu söylemiştir:
-‘Senle ben aynı boyunduruğa çekilmiş iki baş gibiyiz’.
Nihayet mürşidi kendisine mutlak halife olması gerektiğini söyler ve sözlerine söyle devam eder:
-‘Bunu emir olarak sana emretmem ve kabul ettirmem boynumun borcu. Çünkü risaletin efendisinin ve meşayihin büyüklerinin emri bu. Ve bu emri kabul etmekten başka çare yok’!
Seyyid Taha’nın bir halifesi,hangi sebeple ona hilafet verdiğini sorunca şu cevapla karşılaşır:
-‘Benim iznimle mi halife oldu? Vallahi bana gelmeden önce o kendi yurdunda şeyh idi’.
Mutlak hilafetle görevlendirikten sonra artık Ğavsul Azam’a Seyyid Taha’nın dostu denilir oldu. Seyyid Taha vefatından bir yıl önce sohbetinde sevenlerine onun hakkında şu şiiri terennüm eder.

              O benim yancağızımda
              Çok güzel bir konumda
              Korkarım olmaz yanında
              Benzeyen bir kimse ona

Mürşidi Seyyid Taha vefatlarından bir ay kadar önce kendisine haber gönderir:
-İrşadda bulun!
Seyyid Taha sekerat halindeler. Ya şeyh diye seslenirler. Odadakiler kimi kastettiklerini sorduklarında şöyle buyurdular:
-Sadece onu kast ediyorum. Yani Şeyh Sıbğatullah’ı
Vasiyet ediyorlar:
-Beni o yıkasın. Cenazemi o kaldırsın. Defnimi o yapsın. Tüm elbiselerim, takkem, çorabım, hırkam, yastığım ona verilsin.’
Hilâfetinden sonra, kendisinin yuzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye seyhini ziyarete giderdi. Bir ayaği aksak olduğundan, bir hamalin yardimi ile yolculuk yapabiliyordu.
Ziyarete gittiği bir seferde, amcasi Molla Abdulhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Seyyid Fehim Hazretleri de Seyyid Salih'in vefatindan sonra hilâfetle sereflenerek ayri bir subenin kolbaşısı olmustur.
Ğavsul Azam Hazretlerinin ilim ve kemâl sahibi iken intisab eden üc halifesinden ilki, Molla Hâlidi Oreki, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahmani Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamli yürütücüsü ve son zamanin müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmânî Tâgî Hazretleridir.
Abdurrahmani Tagî Hazretleri, Hizan'in Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim Circâkî isimli Kâdirî seyhinin halifesi. O zaman Gavsi Azam'in şöhretinin yayildiği bir devir. Gavs'a bağli bir dervis arasira Abdurrahmani Tagî ile gorusup konusuyor. Bir gun dervise Seyda-yi Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasil bir kimsedir, kesfi kerameti var midir?" İstihza ile soylenen bu sozlere karsi ummî olan dervis diyor ki: "Bu Kolât Cayini gecince benim seyhimin feyzi nasildir gorur ve bu alaydan vazgecersin." Bunun uzerine isi tevile kalkip, "Yok, ben kesfi, kerameti var midir diye sormustum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi seyhi İbrahimiCircâkî'ye de vaziyeti anlatiyor. O zât da, "Bizim vazifemiz muslumanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onlarin elini opup, hayir duasini al" buyuruyor. Dervisle birlikte yola cikip simdiye kadar hic karsilasmadiği bir tarikatin seyhini gormeye gidiyor. Kolât Cayini gecince icinde bazi hallerin hasil olduğunu farkederek dervisin kesif sahibi olduğunu anliyor. Bir aksam namazinda Gavsi cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler icinde olabilir, bana oyle tesir etti ki Gavs'i gorur gormez hemen ona bağlandim" diye ifade etmistir. Oyle bağlaniyor ki artik onu gormeden duramiyor. Evine donunce ayrildiği icin ici yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmis. Gidip yaninda kalmayi da istirahatine mâni olur diye yapamaz, cok defa onun odasinda disari bakan kucuk pencere onunde elpence durur, sabaha kadar kipirdamadan bekler, kar uzerini kapatirmis. Sabahleyin kari acacak olan "karci" ya Seyh Hazretleri "Dikkatli olun, karsidaki kar yiğini değil Molla Abdurrahman (Tagî)dir" diye ikazda bulunurmus. Boylesine bir bağlilik ve muhabbet... Seyda bu muhabbetle mahbub olup makbul olmus ve neticede "Kutbul arifin" olmustur.
Hizan'in Gayda köyune bir mesayihin geldiği şayi olunca, o civarda genis ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile taninmis âlimlerin basi olan Molla Hâlidi Olakî, etrafinda ilim adamlari ile bey ve ağalan toplayarak Ğavs Hazretlerini imtihan etmek uzere o zaman Kolât'da bulunmakta olan Seyda'nin yanina gidiyor. İlimde rusuh kazanip deniz gibi olmus (mute-bahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazirlayip etrafindaki esraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Ğavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben baslıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, mesayihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazirlamis. Birinci sual soyleymis, cevabi da boyle imis, ikinci sual şu, cevabi da bu imis diye Molla'nın soracaği sualleri daha o sormadan cevaplandirmaya baslamis. Molla Hâlid cevaplan cok beğenmis ama, kendi suallerinin de ayni olmasini -icinde tereddut hâsil olmasina rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale birakmis. Böyle böyle hazirladiğı suallerin sirasi ile yedincisinin de cevabini pek mukemmel bir sekilde alan Molla Hâlid oraya dusup bayilmis... Ayıldıktan sonra da Ğavs'ın ellerine sarılıp velayet kemâli ile mürsitlik kudretini tasdik ederek:
-Efendim, bu oniki suali hazirladiğimda, bunlarin cevabini ancak cok yuksek dereceli velilerin verebileceğini düsünmüstüm. Sualleri sormadan cevabini veren zâtin buyuk olduğu kesindir ve :
-Ben burada hizmet icin kalacağim, isteyen gitsin, demistir. Bir ay kadar Ğavs'in yaninda kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kildirmakla vazifelendirilmis..Bir aksam namazına dururken, "Ğavsi Âzam olanlar, ilim ve hafizayi silermis, acaba Sıbğatullah Hazretleri gercekten Gavsi Azam midir?" diye gonlunden gecirip tekbir alarak namaza baslamis, ilimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki sorulari üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlidi Oreki ,cehren okumaya baslayacaği Fatihayi Serifi bir türlü hatırlayıp okuyamamis. Tekrarladikca hatırına bir harf bile gelmemis. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete gecirip disari cikarak ;
“Rehnuma u Şeyh u Pir’i Sıbğatullah el Meded
Şah u Sultan i Serir’i Ğavs’i A’zam Meded”
diye başlayan Farsca uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nin Ğavsiyyetini beyan etmis. Böylece, cok mesayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bil-itizam söyledikleri sekilde (Kutbuzzaman, Ğavsi Azam) seklinde değil de tecrube ve ilmî süzgecten gecirerek, tahkik ile Seyda'nin Ğavsiyyetinî ilmel yakin anlamis bulunuyor. Gavsi Azam'in Molla Hâlidi Oreki'nin topladiği Minah isimli bir eseri mevcuttur.
Bir gun Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenabi Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir" Molla Hâlidi Orekî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm sehitlikle olsun", "Senin dileğin oldu" buyuruyor Ğavs Hazretleri..
Abdurrahman-i Meczub da soyle dilekte bulunuyor: "Allah bu ask ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahmani Tağiye sira gelince "Rabbimden dileğim, kiyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarinin eksik olmamasidir..." Gavsi Azam Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...
Üçü de yerine gelen bu dilekler soyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaslanmis bir halde, bir dusman suvari birliğine yalin-kilic hucuma geciyor, bu savlet sonunda sehadet rutbesine ulasiyor. Bütun aramalara rağmen mubarek bedeni bulunamiyor...

Nefise-i Sîret, Hasene-i sûret, Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm,bahtiyardır

Nefise-i Sîret, Hasene-i sûret,
Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyardır".

"Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan"

Allahü teala rahmet eylesin, şefaatlerine nâil eylesin inşallah.

Muhterem Hocamız Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" efendinin muhterem hanımefendileri, annemiz, hanımannemiz, 7 sene evvel, 28 Şubat 2009'da dünyadan ahirete irtihal edip, sevdiklerine kavuşurken, binlerce, onbinlerce sevenini, evlâdını yetim bırakmıştı. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ençok sevdiği talebesinden olan Ziya bey'in biricik kerîmeleri idi ve çocukluğundan itibaren Abdülhakim efendi hazretlerinin pekçok iltifatlarına kavuşmuştu. Abdülhakim Arvasi hazretleri en çok sevdiği talebesi, Hüseyin Hilmi efendiyi, pekçok sevdiği ve yanından hiç ayırmadığı, Ziya bey'in kerîmesi hanımannemiz ile evlendirdiği zaman; "Sen benim hem kızım, hem gelinimsin" buyurarak, kendi yanındaki kıymetini belirtmiştir. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ilmi ve feyzleri ile yetişen, kendisini hayatta iken gören son ferd-i kâmil idi. Din ilimlerinde mütehassıs, büyük âlim idi. Kalb ilmlerinde de mâhir ve firaset sahibi idi. Hocamızın bütün dünyaya Ehl-i sünnet itikadını yaymasında en büyük yardımcı olarak, bütün insanların ve insanlığın üzerinde hanımannemizin çok büyük hakkı bulunmaktadır.

Abdülhakim-i Arvasi hazretleri buyurmuşlar ki; "İyiler, iyilikleri ile beraber ahirete göç ediyorlar ve kendi yerlerini boş bırakıyorlar". İşte o iyiler; yani Allah adamı, Allah dostu olanlardır. Onlar birer ışık, onlar birer güneştir. Bu güneşler azaldıkça, yerinde başka güneş olmadıkça, azaldıkça azaldıkça, dünya biraz daha kararıyor. Her giden heybesini doldurup gidiyor. Dünyadan birşeyler götürüyor. Yeri boş kalıyor.

Allah rahmet eylesin, Hanımanne buyurdular ki; "Çamlıca'daydık, ben beş-altı yaşlarımdaydım, oynuyordum. Büyüklerin hepsi orada idi. Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok bana bakıyordu.. baktı, baktı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir beyt yazdı. Beni çağırdı, al Sîret bunu sakla buyurdular. Ben bilmediğim için, götürdüm babama verdim. Babam Ziya bey baktı, maşallah dedi, aman kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklayayım, sonra sen saklarsın dedi. Hâlâ saklı, duruyor". Allah şefaatlerine nail eylesin, Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya yazmış ki: "Nefise-i Siret, Hasene-i suret, Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kiram, bahtiyardır". Yani, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, zevât-ı kirâmdır, büyük insandır ve bahtiyardır. Abdülhakim efendi hazretleri gene birgün buyurmuşlar ki; "Ey Siret, ben sana insan diyemem, ben sana huri diyemem, ben sana melek diyemem, ben sana peri diyemem. Sen hem insansın, hem hurisin, hem perisin, hem meleksin. Sen nesin Ey Siret!".

Hanımanne küçük çocukken kabakulak olmuş. Buyuruyor ki; "Abdülhakim efendi hazretleri haftada üç gün vaazdan çıkıyor, bizim eve geliyor, benim baş ucumda oturuyor, ben ateşler içinde yanıyorum, bana okuyor okuyor, nasılım diye gözlerimin içine bakıyor. Sonra ben kendime gelince, nasılsın, bugün daha mı iyisin? diye soruyor. Arkada babam Ziya bey, iyiyim de, iyiyim de diye işaret ediyor… Her tarafım dökülüyor, fakat babam orada ya, iyiyim efendim, iyiyim diyorum".

Rahmetli Taha amca (Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin torunlarından), çok uzun seneler evvel, Hanımanne için buyurmuştu ki; "Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan": Sultanın hanımı, sultanın kızı ve sultanın annesi.

Muhterem Hocamız, birgün Abdülhakim efendi hazretlerine "Efendim ben evlenmek istiyorum" buyurmuşlar. Abdülhakim efendi hazretleri de; "kiminle" buyurmuşlar. Hocamız; "Efendim siz kimi tensib buyurursanız" deyince, Efendi hazretleri de; "Sana Ziya beyin kerimesi uygundur" buyurup, aynı gün Ziya beyi çağırıp, hem istemişler, hem nikah kıymışlar. En çok sevdiğini, pekçok sevdiğinin kerimesi ile evlendirmişler.

Velhasıl hanımannemiz, bizim idrakimizden uzak olan bir sultandı. Böyle güneşler birer birer azaldıkca, dünyanın karanlıklığıda artmakta, zifîri karanlık olmaktadır... Hanımanneyi tarif etmek için, (bu tâbir uygun olurmu bilemiyorum ama), halk arasında bir söz vardır; "Her başarılı erkeğin arkasında bir hanım vardır"...diye. Hocamız İslamiyeti ve Ehl-i sünnet itikadını dünyanın heryerine anlatabilmek için, bid'at ehlinin karşısında en sağlam kale olup, çok kıymetli yüzlerce kitabı (arının bal yapması gibi) hazırlarken, îmân cevheri bulunan onbinlerce emsalsiz genci yetiştirirken, dinsizlerin ve mezhebsizlerin yıkmak için uğraştıkları güzel dînimizi yeniden canlandırmağa çalışırken, hep hanımannenin desteği, yardımı, fedakarlığı, vefakarlığı ve zemin hazırlaması vardı. Hocamız Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh efendinin dinimize olan hizmetlerini, bütün âlem bilmekte, görmekte ve takdir etmektedir. Görmemek için kör olmak veya ard niyetli olmak lazım. (Bu hizmetler inşallah kıyamete kadar devam edecektir)

Ali Zeki Osmanağaoğlu