Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruh) hazretlerinin vefatı üzerine yazılmış bir mersiye...
MEAL OKUMAK NİYE ZARARLIDIR ?
Sual: Meal okumak niye uygun değildir? Mealin hiç faydası yok mudur? Anadili Arapça olan, bizim mealden anladığımızı zaten anlıyor. Arapça bilmeyenin, meal okuyup, Arapça bilen Araplar kadar Kur’anı anlamasının ne sakıncası olur? Eğer meal okumak yanlışsa, Rusya, İslamiyet’e zararlı olan bir şeyi niye yasaklasın ki? Çağdaş bir meal yazılamaz mı?
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
Hilmi hocamızın Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması
Abdülhakim efendi hazretlerinin davet etmesi: ("Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz").
Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurdu ki; Yâsîn: "Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)" demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va'z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi' kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyordum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile "Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz." dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. "Baş üstüne efendim" dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Rabbim zahir babamı aldı, hakiki baba verdi, Efendi hazretlerini verdi. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...
Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni'met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim.
Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurdu ki; Yâsîn: "Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)" demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va'z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi' kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyordum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile "Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz." dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. "Baş üstüne efendim" dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Rabbim zahir babamı aldı, hakiki baba verdi, Efendi hazretlerini verdi. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...
Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni'met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim.
3 KITANIN SON HÜKÜMDARI (Sultan 2. Abdülhamit Han)
…Saat 03.00 sıralarında idi, Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
- “Arabacı!”
Arabacı yatağından fırladı. Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı. Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü. Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu. Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti. Elinde yalın kılıcı vardı. Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı. Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki. Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya. Hırsından yerinde duramıyordu. Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı. Sert bir sesle:
- “Sür evladım, hadi çabuk ol…”
Arabacı şaklattı kırbacı. Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı. Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi? Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
- “Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…”
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu. Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu. Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne? Arkadan itekliyor sanki. Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu. Bir hoş oluyordu. Öylece yol aldılar. Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
- “Şu çatal kapının önünde dur!”
Diye emir verdi. Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı. Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta. Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu;
-”Kim o?”
Sultanın beklediği an gelmişti. Bir çırpıda indirdi kılıcı. Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına. O koca Sultan derin bir oh çekti. Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti. Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
- “Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…”
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan. Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı. Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne? Ne garip bir yolculuktu bu? O adam kimdi? Sultan neden boynunu vurmuştu. Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne? Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi. Saraya girmişlerdi. Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce. Arabacı bilmiyorum diyebildi.
Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi. Yatağındaydı ama uyuyamıyordu. Bir iş vardı bu işte. Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı. Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti. Herkesi okşar, hoş tutardı. Af ve müsamahayı çok severdi. Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti. Düşünüyordu; neden kendisi gitti? Neden gecenin o saatinde gitti. Giderkenki o acelecilik neydi? Merak içini kemiriyordu. Hele o yoldaki haller. Allah Allah… Çok tuhaf şeyler olmuştu. Olup biteni gidip öğrenmeliydi. Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi. Bir at seçti kendisine. Yavaşça çıktı saraydan. Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı. Bir solukta vardı aynı eve. Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı. Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
- “Kim o?”
- “Teyze aç hele bir olaya şahit oldum. Beni mazur gör, uyku tutmadı. Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?”
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı. Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
- “Yavrum evladım kimdi o? Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.”
- “Kim olduğunu sorma! Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır. Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin ben seni.”
Kadın üzülmüştü. O büyük zatı öğrenememişti. Mahzundu boynu büküktü. Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
- “Peki madem öyle o sır seninle kalsın.”
Kapıyı ardına kadar açmıştı, kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi. Güçlükle konuştu,
- “Bu benim oğlumdu, içkili gelmişti, bana tecavüz etmek üzereydi, Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım. Sonunu sen biliyorsun.”
Arabacı donup kalmıştı. Aman Allah’ım böyle bir şey olabilir miydi? Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi. Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığıla kaldı. Neden sonra kendine geldi. Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi. Düşünüyordu. Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu. O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti? Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi. Kim demişti? Nasıl demişlerdi? Hafsalası almıyordu. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Görünüşte bir kafa kopmuştu. Ama o, çözmüştü her şeyi. Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi. Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir? Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi. Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı. O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu. Nasıl da farkına varamamıştı. Ne büyük bir gafletti. Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü. Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.
Dağa taşa haykırıyordu:
- Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım. O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı;
Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ta Rab! Nasib et!.. Nasib et!..
Kaynak: Ulu Hakan 2.Abdülhamid nfk
VECHEDDİN ARVAS BEYİN BİZZAT ŞAHİT OLDUĞU BİR OLAY
Enver Ağabey’imizin kayınpederleri muhterem Hüseyin Hilmi Işık’ın arkadaşı Habil Amca (Kalkıcı) Kocamustafapaşa’da otururdu. Eski bir terziydi ve çocuğu olmamıştı. Kendisi gibi yaşlı olan hanımı ile yaşıyordu.
Ara sıra ziyaretine giderdim. Yine bir gün yanındaydım. Bir ara dedi ki:
– Elektrik, su faturalarını ödeyemiyorum. Telefonu borçtan dolayı kestiler. Faturaları Enver Bey’e göndersem ayıp olur mu?
– Neden ayıp olsun Habil Amca, biliyorsunuz sizi çok severler.
Hanım Teyze içeri odaya geçti, faturaları getirmek için… O sırada kapı çaldı, ben koştum açmaya…
Bir baktım kapıda Enver Ağabey!
“Nerede benim kıymetlim, nerede Habil Amcam?” diyerek neşe ile odaya girdiler.
Habil Amca’nın yüzünde büyük bir şaşkınlık…
“Biz de sizden bahsediyorduk Vecheddin oğlumla” dedi.
Enver Ağabey, onun elini tuttu:
– Habil Amcam hakkını helal et, sizi ziyaret etmeye biraz ara verdim. Rahatsızlığım vardı. Ancak gelebildim.
Biraz sohbet ettiler. Kalkarlarken oturdukları koltuğun kenarına bir zarf bıraktılar.
Habil Amca:
“O ne?” dedi.
Bendeniz zarfı Habil Amcaya uzattım. Habil Amca zarfı açıp içinde para görünce beyaz yüzü kızardı.
“Hayır, olmaz” diye, Enver Ağabey’e uzattı.
Enver Ağabey:
“Sen bunu kabul etmesen ben çok üzülürüm ama” dedi. “Beni üzmek mi istiyorsun?”
O sırada Hanım Teyze’nin yanında duran mukavva kutuya uzandı:
– Ne var bunda?
Açtı baktı, kırışmış faturalar. Onları tek tek düzelterek üst üste koydu, katlayıp iç cebine attı.
“Habil Amca siz hiç merak etmeyin, bundan sonra da hepsi sizden habersiz ödenecek” dedi. “Otomatik, otomatik!” diye güldü.
Habil Amca ellerini havaya kaldırıp öyle bağrı yanık bir dua etti ki hepimiz ağladık. O dualar ve nice dualar inşallah onun ruhuna yetişecek.
Vecheddin Arvas / İstanbul
Sizinle küfr arasında perde vardır
"Sizinle küfr arasında perde vardır." Efendi hazretlerinin müridlerinden Habil efendinin naklettiği bir vaka...
Kaynak: (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi Külliyatı )
Hüseyin Hilmi Işık efendi ve Terzi Habil amca (Kalkıcı)
Kaynak: (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi Külliyatı )
Hüseyin Hilmi Işık efendi ve Terzi Habil amca (Kalkıcı)
Hilmi hocamıza ve kitaplarına haksız olarak saldırıldığına inandığım için insanlar nezdinde hocamızın ve kitaplarının bu paylaşımlardan etkilenerek kötü bilinmemesi için bunu yazmak zorunda hissediyorum kendimi.
"Habil efendi dedi:Hilmi beyle,Efendinin huzurunda idik.Efendi ikimize: "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurdu.Bu sözü efendi hazretlerinden Süleyman Kuku efendiye nakleden bizzat Terzi Habil amcadır.Süleyman Kuku bey efendi hazretlerinin böyle buyurduğunu bizzat terzi Habil amcadan kendi kulaklarıyla işittiğini bildirmişlerdir."
Not: Bu meseleyi nakleden Süleyman Kuku efendi halen hayattadır.İkinci bir husus bu nakli bizzat Terzi Habil Amcadan dinlemiş olan kimseler vardır bu hususu insanlar Terzi Habil amcayla çokça görüşüp konuşma imkanına kavuşmuş olan kişilerede sorup öğrenebilirler.Terzi Habil amcanın konuşup görüştüğü ve birarada bulunduğu kimselere de efendi hazretlerinin hocamızla kendisine buyurduğu "sizinle küfr arasında perde vardır." sözünü bahsetme ihtimali küçümsenmeyecek derecede çok yüksektir.
Efendi hazretlerinin Hilmi hocamızla Habil amcaya ithafen "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurduğunu ve efendi hazretlerinin bu sözünü bilen insanların Hocamız için hain,yahudi uşağı,ingiliz ajanı,sahtekar, ikiyüzlü ve bunun gibi bir çok hakaret içeren kelimelerle hakaret etmesi efendi hazretlerine de hakaret etmek demektir.Hocamıza hakaret edenler bunu bilsinler istedim.
"Habil efendi dedi:Hilmi beyle,Efendinin huzurunda idik.Efendi ikimize: "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurdu.Bu sözü efendi hazretlerinden Süleyman Kuku efendiye nakleden bizzat Terzi Habil amcadır.Süleyman Kuku bey efendi hazretlerinin böyle buyurduğunu bizzat terzi Habil amcadan kendi kulaklarıyla işittiğini bildirmişlerdir."
Not: Bu meseleyi nakleden Süleyman Kuku efendi halen hayattadır.İkinci bir husus bu nakli bizzat Terzi Habil Amcadan dinlemiş olan kimseler vardır bu hususu insanlar Terzi Habil amcayla çokça görüşüp konuşma imkanına kavuşmuş olan kişilerede sorup öğrenebilirler.Terzi Habil amcanın konuşup görüştüğü ve birarada bulunduğu kimselere de efendi hazretlerinin hocamızla kendisine buyurduğu "sizinle küfr arasında perde vardır." sözünü bahsetme ihtimali küçümsenmeyecek derecede çok yüksektir.
Efendi hazretlerinin Hilmi hocamızla Habil amcaya ithafen "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurduğunu ve efendi hazretlerinin bu sözünü bilen insanların Hocamız için hain,yahudi uşağı,ingiliz ajanı,sahtekar, ikiyüzlü ve bunun gibi bir çok hakaret içeren kelimelerle hakaret etmesi efendi hazretlerine de hakaret etmek demektir.Hocamıza hakaret edenler bunu bilsinler istedim.
Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti
Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti
Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti
Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inayet
Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti
Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden
Girdaba düşüp âlem-i devvâr ile gitti
Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ
Kesrette kalıp âlem-i ağyar ile gitti
Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destan
Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti
Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi
Verdi serini O da o ikrar ile gitti
Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında
Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti
Pervaneyi gör şem'i görüp canını attı
Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti
izhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"
Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti
Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed
Ol "sûre-i İsrâ"daki esrar ile gitti
Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler
Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti
Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın
Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti
Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat
Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti
Salih ise hep benliğini pîrine verdi
Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti.
Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti
Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inayet
Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti
Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden
Girdaba düşüp âlem-i devvâr ile gitti
Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ
Kesrette kalıp âlem-i ağyar ile gitti
Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destan
Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti
Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi
Verdi serini O da o ikrar ile gitti
Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında
Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti
Pervaneyi gör şem'i görüp canını attı
Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti
izhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"
Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti
Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed
Ol "sûre-i İsrâ"daki esrar ile gitti
Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler
Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti
Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın
Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti
Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat
Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti
Salih ise hep benliğini pîrine verdi
Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti.
Çare ne ?
"Hû" deyip devrâna geldim bu cihâne çâre ne
Çok zamandır hadim oldum ben bu hâne çâre ne
Dört anâsırla mürekkeb mâyemiz derttir bizim
Hicr ile döndü elif kaddim kemane çâre ne (1)
Arayıp "yüz elli" de "yüz üç" makamın bulmuşam
Anın için düşmüşem âh u figâne çâre ne
"Otuz iki"nin "otuz iki" kapısı vardurur
Otuz iki hadimi var hâricâne çâre ne
Hem otuz iki hükümdar her tarafta hükm eder
Hizmeti zordur buların sadıkane çâre ne
Olmadı dil şehri asla mekr-i tufandan halâs
Girmedi asla sefînem bahr-i âne çâre ne (2)
Bu cihan halkını gördüm cümlesi hizmettedir
Her birini gezdiribdir âb u dâne çâre ne
Gel hakîkatle nazar kıl bu cihanın halkına
Cümlesinin dirliği ceng ü cidaldir çâre ne
"Fakrî fahrî' ihtiyar et sen sana gel ey gönül
Gel hakkı sen sende bul gitme yabane çâre ne
Gir muhabbet âlemine giy melâmet hırkasın
Halkı koy desin sana olmuş dîvâne çâre ne
Her kaza çevganına karşı duran bir ben miyim
İşte geldim âhiri dârü'l-emâne çâre ne
Ma'şûkun çevri tükenmez hem belâsı âşıkın
Dûd-ı ahım erdi heft-âsumâne çâre ne (3)
Halk-ı âlem cümlesi mir'âtım olmuştur benim
Seyr ederim her taraftan yane yane çâre ne
Her ne var a'lâ vü esfel hep sıfâtımdır benim
Ger akıllı ger dîvâne cahilane çâre ne
Bir acâib bahre düştüm âbı yok tufanı çok
Gelmişim ihlâs ile sen keştibâne çâre ne
Pîr-i Sami gibi şaha eylemişem bîati
Girmişem dergâh-ı pîre âşıkane çâre ne
Gel yeter ağlatma şahım bu zaîf bî-çâreni
Ağlamaktan eşk-i çeşmim döndü kane çâre ne
Darb-ı bahrân târih-i tevellüdüm olmuş benim (4)
Müddet-i ömrüm erişti şimdi câne çâre ne
Sâlih'em senden muradım "fakrî fahrî"dir benim
Yok huzur ile yüzüm varam dîvâne çâre ne
Çok zamandır hadim oldum ben bu hâne çâre ne
Dört anâsırla mürekkeb mâyemiz derttir bizim
Hicr ile döndü elif kaddim kemane çâre ne (1)
Arayıp "yüz elli" de "yüz üç" makamın bulmuşam
Anın için düşmüşem âh u figâne çâre ne
"Otuz iki"nin "otuz iki" kapısı vardurur
Otuz iki hadimi var hâricâne çâre ne
Hem otuz iki hükümdar her tarafta hükm eder
Hizmeti zordur buların sadıkane çâre ne
Olmadı dil şehri asla mekr-i tufandan halâs
Girmedi asla sefînem bahr-i âne çâre ne (2)
Bu cihan halkını gördüm cümlesi hizmettedir
Her birini gezdiribdir âb u dâne çâre ne
Gel hakîkatle nazar kıl bu cihanın halkına
Cümlesinin dirliği ceng ü cidaldir çâre ne
"Fakrî fahrî' ihtiyar et sen sana gel ey gönül
Gel hakkı sen sende bul gitme yabane çâre ne
Gir muhabbet âlemine giy melâmet hırkasın
Halkı koy desin sana olmuş dîvâne çâre ne
Her kaza çevganına karşı duran bir ben miyim
İşte geldim âhiri dârü'l-emâne çâre ne
Ma'şûkun çevri tükenmez hem belâsı âşıkın
Dûd-ı ahım erdi heft-âsumâne çâre ne (3)
Halk-ı âlem cümlesi mir'âtım olmuştur benim
Seyr ederim her taraftan yane yane çâre ne
Her ne var a'lâ vü esfel hep sıfâtımdır benim
Ger akıllı ger dîvâne cahilane çâre ne
Bir acâib bahre düştüm âbı yok tufanı çok
Gelmişim ihlâs ile sen keştibâne çâre ne
Pîr-i Sami gibi şaha eylemişem bîati
Girmişem dergâh-ı pîre âşıkane çâre ne
Gel yeter ağlatma şahım bu zaîf bî-çâreni
Ağlamaktan eşk-i çeşmim döndü kane çâre ne
Darb-ı bahrân târih-i tevellüdüm olmuş benim (4)
Müddet-i ömrüm erişti şimdi câne çâre ne
Sâlih'em senden muradım "fakrî fahrî"dir benim
Yok huzur ile yüzüm varam dîvâne çâre ne
Mürşid-i Kâmilin Vasıfları
Mürşid-i kâmil,kendinden önceki bir kâmil mürşidden feyz alarak nihâyete kavuşan ve onun gibi feyz verebilecek bir kuvvet ve tasarrufa kavuşan islâm alimi demektir.Bu kuvvete kavuştuğu,mürşidi tarafından kendisine yazılı olarak bildirilir.Mürşidlerin böylece birbirlerinden feyz almaları,bir zincirin halkaları gibi eklenerek,Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanımıza kadar gelmiştir.Ya'nî bir mürşid-i kâmil,Resûlullah'dan başlıyarak,mürşidleri vâsıtası ile,kendi kalbine kadar akmakta [aksetmekte] olan feyizleri,hâlleri,bereketleri,başkalarının kalblerine akıtmaktadır.
Mürşidin ve feyze kavuşmak isteyen Mürîdin,sâlih müslüman olmaları lazımdır.Ehl-i Sünnet itikadında olmayan,meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan,dört mezhebden birine uymayan,haramdan sakınmayan,meselâ zevcesini,kızını ve emri altındaki kadınları açık gezdiren ve çocuklarının islâm bilgisi,Kur'an-ı kerîm öğrenmeleri için çaba göstermiyen bir kimse,mürşid değil, sâlih bir müslüman bile sayılamaz.
Mürşidin her sözü,her işi,Ehl-i Sünnete ve dîn kitâblarına uygun olur.Resûlullah'ın hicretinden bin sene geçtikten sonra (Âhır zaman) başladı.Kıyâmet alâmetleri çoğaldı.Âhır zamanda Allahu teâlâ Kahhâr ve Mudill ism-i şerîfleri ile tecelli edecek,fitne,felâket artacaktır.Dîn bilgileri bozulacak,Ehl-i Sünnet âlimleri ve mürşid-i kâmiller azalacaktır.
Dil ile zikretmek,ya'ni Allah,Allah demek çok sevâbdır ve kalbin zikr etmesine sebep olur.Fakat kalbin zikr etmesi için sâlih müslüman olmak ve senelerce çok zikr etmek lâzımdır.Zikr etmeği bir mürşid-i kâmil telkîn eder ve teveccüh buyurursa,ya'ni bunun kalbinin zikr etmesine yardım etmeleri için,kendi mürşidlerinden yardım isterse,kalbi hemen zikr etmeye başlar.
Mürşid-i kâmil yoksa,bir mürşid-i kâmili hâtırlar,ya'ni gözünün önüne getirip,onun yüzüne [feyz kaynağı olan iki kaşı arasına] bakar [gibi durur].Kendine teveccüh etmesi [kendini,muhib,mensûb,ve mürîdlerinden sayması] için,kalbi ile yalvarır.Buna Râbıta denir.
Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) efendinin vasiyetinden alıntıdır.
Mürşidin ve feyze kavuşmak isteyen Mürîdin,sâlih müslüman olmaları lazımdır.Ehl-i Sünnet itikadında olmayan,meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan,dört mezhebden birine uymayan,haramdan sakınmayan,meselâ zevcesini,kızını ve emri altındaki kadınları açık gezdiren ve çocuklarının islâm bilgisi,Kur'an-ı kerîm öğrenmeleri için çaba göstermiyen bir kimse,mürşid değil, sâlih bir müslüman bile sayılamaz.
Mürşidin her sözü,her işi,Ehl-i Sünnete ve dîn kitâblarına uygun olur.Resûlullah'ın hicretinden bin sene geçtikten sonra (Âhır zaman) başladı.Kıyâmet alâmetleri çoğaldı.Âhır zamanda Allahu teâlâ Kahhâr ve Mudill ism-i şerîfleri ile tecelli edecek,fitne,felâket artacaktır.Dîn bilgileri bozulacak,Ehl-i Sünnet âlimleri ve mürşid-i kâmiller azalacaktır.
Dil ile zikretmek,ya'ni Allah,Allah demek çok sevâbdır ve kalbin zikr etmesine sebep olur.Fakat kalbin zikr etmesi için sâlih müslüman olmak ve senelerce çok zikr etmek lâzımdır.Zikr etmeği bir mürşid-i kâmil telkîn eder ve teveccüh buyurursa,ya'ni bunun kalbinin zikr etmesine yardım etmeleri için,kendi mürşidlerinden yardım isterse,kalbi hemen zikr etmeye başlar.
Mürşid-i kâmil yoksa,bir mürşid-i kâmili hâtırlar,ya'ni gözünün önüne getirip,onun yüzüne [feyz kaynağı olan iki kaşı arasına] bakar [gibi durur].Kendine teveccüh etmesi [kendini,muhib,mensûb,ve mürîdlerinden sayması] için,kalbi ile yalvarır.Buna Râbıta denir.
Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) efendinin vasiyetinden alıntıdır.
Yemek verenin kalbinin kırılması yemeğin kabulune sebeptir
İmam-ı Rabbani Hazretlerinden İnciler
... İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyâda eğer, derd ve musîbetler olmasaydı, dünyânın hiç kıymeti olmazdı. Dünyânın zulmetini, sıkıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermekdedir. [Dünyâ dertleri, rûha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, fâideli ilâcın acılığı gibidir. Bu fakîr, anlıyorum ki, bozuk niyyet ile, gösteriş için, menfe'at için yapılan, ba'zı ziyâfetlerde, yemeğe kusûr bulmak veyâ başka sûretle, yapılan eziyyet ile, ziyâfet verenin kalbinin kırılması, yemekdeki zulmeti, niyyetin bozukluğu ile hâsıl olan günâhı gidermekde, kabûl olmasına sebeb olmakdadır. Eğer müsâfirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sâhibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günâh olacak, kabûl edilmiyecekdi. Kalbin kırılması, kabûle sebeb oldu.
O hâlde, hep cism ve cesedimizin râhatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûresinde, ellialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve rûhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünyâ, müslimânların âhıretlerine, Cennetdeki ni'metlerine göre, bir zindân gibidir. Müslimânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyyet, sıkıntı çekmeğe alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmakdan başka çâre yokdur. Allahü teâlâ, mubârek ceddiniz hurmetine "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ", biz za'îf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasîb eylesin. Âmîn.
[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zemân Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. cı ve 99. cu mektubları ve 155. ci Ma'sûmîyeyi okuyunuz!]
Müjdeci Mektublar - 64
... İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyâda eğer, derd ve musîbetler olmasaydı, dünyânın hiç kıymeti olmazdı. Dünyânın zulmetini, sıkıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermekdedir. [Dünyâ dertleri, rûha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, fâideli ilâcın acılığı gibidir. Bu fakîr, anlıyorum ki, bozuk niyyet ile, gösteriş için, menfe'at için yapılan, ba'zı ziyâfetlerde, yemeğe kusûr bulmak veyâ başka sûretle, yapılan eziyyet ile, ziyâfet verenin kalbinin kırılması, yemekdeki zulmeti, niyyetin bozukluğu ile hâsıl olan günâhı gidermekde, kabûl olmasına sebeb olmakdadır. Eğer müsâfirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sâhibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günâh olacak, kabûl edilmiyecekdi. Kalbin kırılması, kabûle sebeb oldu.
O hâlde, hep cism ve cesedimizin râhatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûresinde, ellialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve rûhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünyâ, müslimânların âhıretlerine, Cennetdeki ni'metlerine göre, bir zindân gibidir. Müslimânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyyet, sıkıntı çekmeğe alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmakdan başka çâre yokdur. Allahü teâlâ, mubârek ceddiniz hurmetine "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ", biz za'îf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasîb eylesin. Âmîn.
[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zemân Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. cı ve 99. cu mektubları ve 155. ci Ma'sûmîyeyi okuyunuz!]
Müjdeci Mektublar - 64
SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN VE TÜRBEDÂR
Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarlarından biri, bir oğlan çocuğunun dünyaya gelmesini çok istiyordu. Bu yüzden hâmile bulunan hanımının bir isteğini iki etmiyordu. Ancak hanımı o sabah, kendisinden kiraz istemişti. O da, hâmilelerde bu gibi isteklerin olacağını zâten biliyordu. Lâkin kirazın henüz çıkmaya başladığı bu günlerde, çok pahalı olduğu da muhakkaktı. İmkânsızlıklarına rağmen, ümit vererek evden ayrılmıştı. Şimdi türbeyi süpürüyor, hem de bunu düşünüyordu.
Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur büklüm büklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için Selim Hân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.
Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur büklüm büklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için Selim Hân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)