Sual: Kalbe gelen kötü düşüncelerden sorumlu muyuz?
CEVAP
Düşünce kalbe beş şekilde gelir:
1- Kalbe gelip gider.
2- Kalbe gelip kalır. Ama insan o işi yapmak istemez.
3- Kalbe geleni yapıp yapmamakta tereddüt eder.
4- Kalbe geleni yapmayı tercih eder.
5- Kalbe geleni yapmaya kendini zorlar. (Hadika)
Kalbe gelen, ilk üç düşünce, elde olmadığı için günah olmaz. Diğer ikisine ise sual ve azap ihtimali çoktur. İki hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, kalbe gelip de, söylenmeyen ve yapılmayan kötü şeyleri affeder.) [Buhari]
(Haram işlemeyi düşünüp, Allah’tan korkarak yapmayana günah yazılmaz.) [Berika]
Biri, haram işlemeye niyet edip, Allah’tan korktuğu için vazgeçerse, niyetinden dolayı günaha girmez. Nefse ve şeytana uymadığı, Allahü teâlâya itaat ettiği için büyük sevaba da kavuşur. Eğer o haramı işlemeyişi Allah korkusundan değil de, insanlardan utandığı için ise, sevaba kavuşamaz. Hatta böyle düşüncenin de günah olduğunu söyleyen âlimler vardır. Mesela İmam-ı Gazali ve İmam-ı Fahreddin Razi, (Harama kastedip de insanlardan utandığı için işlemeyen kimse günaha girer) buyurdu. Bazı âlimler de, (Haram işlemeyi hatırından geçirse, fakat azmetmese günahkâr olmaz) buyurdu. Azmederse günahkâr olur, ama o işi yapma günahı kadar değildir. (Bezzaziye)
Bazı âlimler de, (Yalnız kalbe gelen şeyler günah olmaz) buyurdu. Bir hadis-i şerif meali:
(Kötü düşünce, söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur.) [Beyheki]
Kibir, ucub, suizan gibi hususlar bunun dışındadır. Çünkü bunlar zaten kalb ile olur.
Netice olarak kalbe gelen kötü şeyleri defetmeye çalışmalı, kalbi çirkin şeylerden, bozuk düşüncelerden temizlemeli ve güzel ahlakla süslemelidir! O halde vaktin kıymetini bilip Allahü teâlânın rızasına uygun işler yapmaya çalışmalı!
Günah işlemeye karar
Sual: Bir günahı işlemek için karar verilse, ama yapılmasa yine günah olur mu?
CEVAP
Günah işlemeyi düşünmek, işlemeye niyet etmek, karar vermek günah olmaz, yapmak günah olur. Diğer ümmetlerde karar vermek de günah idi. Bu ümmete günah olmadı. Bu da, ümmet-i Muhammed’e Allahü teâlânın bir ihsanıdır.
İlham ve vesvese
Sual: Kalbimize gelen düşüncelerin, melekten mi, yoksa, şeytandan mı olduğu, nasıl anlaşılır?
CEVAP
Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Kalbe gelen düşüncenin kimden geldiğini anlamak için, İslamiyet’e uygun olup olmadığına bakılır. Kalbe gelen düşünce, nefse acı gelirse, hayır olduğu; tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır.
Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazifelendirmiştir. İnsanın kalbine bu melekten gelen iyi düşüncelere ilham; şeytandan gelen kötü düşüncelere, vesvese; nefsten gelen kötü düşüncelere ise, heva denir. İlham ve vesvese devamlı olmaz. Nefsin hevası ise, devamlıdır ve gittikçe artar. Vesvese, dua ederek, zikrederek azalır ve yok olur.
Bir hadis-i şerif meali:
(Şeytan, kalbe vesvese verir. Allah’ın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder.) [Ebu Ya’la]
Vesveseden kurtulmak için çalışmalıdır. Nefse uyan kimse, vesveselere esir olur. Nefsine uymayanın ise, ilhama uyması kolay olur. (Berika)
Seyyid Abdülhakim Arvasi efendinin Hilmi hocamıza verdiği ilk vazife
Seyyid Abdülhakim efendinin bu fakire verdiği ilk vazife,İmam Begavi'nin Kaza-kader hakkındaki birkaç satırının Arabca'dan Türkçe'ye tercemesi oldu.Tercemeyi gece evimde yapıp,bir kağıda yazdım ve ertesi gün kendilerine takdim ettim.Efendi hazretleri: "Çok güzel,doğru terceme etmişsin.Hoşuma gitti" buyurdular.
Teberrüken kendi ifadelerinin arasına bunu da koyalım:
(Hilmi hocamızın yapmış olduğu efendi hazretlerinin beğenmiş olduğu bu terceme aşağıdadır)
"Kaza ,kader bilgisi Allahu tealanın,kullarından sakladığı sırlardan biridir.Bu bilgiyi en yakın meleklere ve şeriat sahibi peygamberlerine (aleyhimüsselam) bile açmadı.Bu sır ve ilim büyük bir deryadır.Bu denize kimsenin dalması,kaderden konuşması caiz değildir.Şu kadar bilelim ki,Allahu teala insanları yaratıyor.Bir kısım şakidir,Cehennemde kalacaktır.Bir kısım ise saiddir,Cennete gidecektir.Bir kimse Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) kaderi sordukta,"Karanlık bir yoldur;bu yolda yürüme!"buyurdu.Tekrar sordu:"Derin bir denizdir" buyurdu.Tekrar sordu.Bu def'a:"Kader Allahu tealanın sırrıdır;bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu.
Kaynak: (Gün batarken gördüğüm son ışık) sahife 53-54 Süleyman Kuku
Teberrüken kendi ifadelerinin arasına bunu da koyalım:
(Hilmi hocamızın yapmış olduğu efendi hazretlerinin beğenmiş olduğu bu terceme aşağıdadır)
"Kaza ,kader bilgisi Allahu tealanın,kullarından sakladığı sırlardan biridir.Bu bilgiyi en yakın meleklere ve şeriat sahibi peygamberlerine (aleyhimüsselam) bile açmadı.Bu sır ve ilim büyük bir deryadır.Bu denize kimsenin dalması,kaderden konuşması caiz değildir.Şu kadar bilelim ki,Allahu teala insanları yaratıyor.Bir kısım şakidir,Cehennemde kalacaktır.Bir kısım ise saiddir,Cennete gidecektir.Bir kimse Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) kaderi sordukta,"Karanlık bir yoldur;bu yolda yürüme!"buyurdu.Tekrar sordu:"Derin bir denizdir" buyurdu.Tekrar sordu.Bu def'a:"Kader Allahu tealanın sırrıdır;bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu.
Kaynak: (Gün batarken gördüğüm son ışık) sahife 53-54 Süleyman Kuku
ABDESTLE İMZA
Sultan Abdülhamîd Han, âcil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmağını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Esâd Bey, hâtırâtında şöyle demektedir: “Bir geceyarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan’a bir emr-i Hak mı vâki oldu? diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; “Evlâd, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma.
Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzâlıyayım” dedi. Besmele çekerek imzaladı.”
Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzâlıyayım” dedi. Besmele çekerek imzaladı.”
Tövbe etmenin önemi nedir?
Kıymetli ömrümüz, günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla, faydasız, lüzumsuz konuşmakla geçip gidiyor. Nûr sûresi, otuzbirinci âyet-i kerimesinde mealen, (Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurmuştur. Yirmisekizinci cüz sonundaki, Tahrîm sûresi, sekizinci âyet-i kerimesinde mealen, (Ey iman eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Hâlis tövbe edin! Yani tövbenizi bozmayın! Böyle tövbe edince, Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından [önünden] sular akan Cennetlere sokar) buyurmuştur. En’âm sûresi, yüzyirminci âyet-i kerimesinde mealen, (Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!) buyurmuştur. Günahlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed “aleyhi ve aleyhimüssalevât” buyuruyor ki, (Kalbimde [envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan] perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istiğfar ediyorum). Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp, zina yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerimi abdestsiz tutmak ve [şii, nusayri, vehhabi ve başka] yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günahlara tövbe etmek, pişman olmakla, istiğfar okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan af dilemekle olur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lâzımdır.
(Tam İlmihal s. 97)
(Tam İlmihal s. 97)
Halvet haramdır
Halvet etmek haramdır
Sual: Bir erkeğin, yabancı kadınlara, kendi evinde, odasında sohbet etmesi, onlarla baş başa görüşmesi, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Birbirine yabancı bir erkekle bir kadının, tenha bir yerde, bir odada yalnız kalmasına halvet denir. Peygamber efendimiz;
(Allaha ve Kıyamet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin) buyurmuştur. İmam-ı Tirmizînin bildirdiği hadis-i şerifte de; (Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur) buyurulmuştur. Yabancı bir veya çok kadınla halvet etmek, yani kapalı bir yerde yalnız kalmak haramdır. Erkeklerin, ebedi mahremleri olan kadınlarla beraber halvet etmeleri, yalnız kalmaları, sefere, yolculuğa çıkmaları, hacca gitmeleri caizdir. Bir adamın ebedi mahremi olmayan kadınla halvet etmesi, yalnız kalması, haramdır. Üçüncü şahıs olarak başka bir erkek veya bu erkeğin mahremlerinden birisi mesela kızı, hanımı birlikte bulunursa, haram olmaz. Erkek, mahremi olmayan çok kadınla aynı odada beraber bulunsa yine halvet olur. Çünkü bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Yabancı kadın çok olsa da, halvet olur. Çok ihtiyar kadınla ihtiyar erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilirler. Ebedi mahrem olan onsekiz kadından biri ile halvet caiz ise de, yalnız süt kardeş, genç kaynana veya gelin ile, fitne şüphesi olunca, mekruhtur. Yabancı genç kadınla, zaruret olmadan, konuşmak caiz değildir. Mescit gibi dışarıdan içerisi görünen umuma açık olan yerlerde, nakil vasıtalarında, dükkânlarda yalnız kalmak, halvet olmaz.”
***
Sual: Evli karı-koca, daha sonra birbirlerinin süt kardeşi olduklarını öğrenseler, ne yapmaları gerekir?
Cevap: Bir erkeğin, hanımı ile süt kardeşi oldukları, fakat birinin veya her ikisinin bir kere emmiş olduğu anlaşılsa, Hanefi mezhebine göre nikâhları bozulur, ayrılmaları gerekir. Böyle durumda bunlar, ya ayrılırlar, yahut da, Şafii mezhebini taklit ederek evliliklerini devam ettirebilirler. Tabii dinî nikâh akitlerinde, kadının velisi bulunmamışsa, şahitler salih ve erkek değilse, yeniden Şafii mezhebine göre nikâh akdi yaparak evli kalabilirler. Fakat bu karı-koca, doyuncaya kadar beş kere emmişler ise, Şafii mezhebini taklit etmeleri de mümkün olmaz, ayrılmaları lazım olur.
Sual: Bir erkeğin, yabancı kadınlara, kendi evinde, odasında sohbet etmesi, onlarla baş başa görüşmesi, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Birbirine yabancı bir erkekle bir kadının, tenha bir yerde, bir odada yalnız kalmasına halvet denir. Peygamber efendimiz;
(Allaha ve Kıyamet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin) buyurmuştur. İmam-ı Tirmizînin bildirdiği hadis-i şerifte de; (Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur) buyurulmuştur. Yabancı bir veya çok kadınla halvet etmek, yani kapalı bir yerde yalnız kalmak haramdır. Erkeklerin, ebedi mahremleri olan kadınlarla beraber halvet etmeleri, yalnız kalmaları, sefere, yolculuğa çıkmaları, hacca gitmeleri caizdir. Bir adamın ebedi mahremi olmayan kadınla halvet etmesi, yalnız kalması, haramdır. Üçüncü şahıs olarak başka bir erkek veya bu erkeğin mahremlerinden birisi mesela kızı, hanımı birlikte bulunursa, haram olmaz. Erkek, mahremi olmayan çok kadınla aynı odada beraber bulunsa yine halvet olur. Çünkü bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Yabancı kadın çok olsa da, halvet olur. Çok ihtiyar kadınla ihtiyar erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilirler. Ebedi mahrem olan onsekiz kadından biri ile halvet caiz ise de, yalnız süt kardeş, genç kaynana veya gelin ile, fitne şüphesi olunca, mekruhtur. Yabancı genç kadınla, zaruret olmadan, konuşmak caiz değildir. Mescit gibi dışarıdan içerisi görünen umuma açık olan yerlerde, nakil vasıtalarında, dükkânlarda yalnız kalmak, halvet olmaz.”
***
Sual: Evli karı-koca, daha sonra birbirlerinin süt kardeşi olduklarını öğrenseler, ne yapmaları gerekir?
Cevap: Bir erkeğin, hanımı ile süt kardeşi oldukları, fakat birinin veya her ikisinin bir kere emmiş olduğu anlaşılsa, Hanefi mezhebine göre nikâhları bozulur, ayrılmaları gerekir. Böyle durumda bunlar, ya ayrılırlar, yahut da, Şafii mezhebini taklit ederek evliliklerini devam ettirebilirler. Tabii dinî nikâh akitlerinde, kadının velisi bulunmamışsa, şahitler salih ve erkek değilse, yeniden Şafii mezhebine göre nikâh akdi yaparak evli kalabilirler. Fakat bu karı-koca, doyuncaya kadar beş kere emmişler ise, Şafii mezhebini taklit etmeleri de mümkün olmaz, ayrılmaları lazım olur.
Şeyh Tahir-i Lahori
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin halîfelerinden ve çocuklarının hocalarındandır. Büyük bir âlim idi. 1630 (H.1040) senesinde bir Perşembe günü elli altı yaşında vefât etti. Kabr-i şerîfi Lâhor'da Meyânî tarafındadır.
Tâhir-i Lâhorî, küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî'nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir'i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî'ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm'ın oğulları; "Şeyh Tâhir'in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.
Bir gün hazret-i İmâm buyurdular ki: "Muhammed Yahyâ'yı da Şeyh Tâhir'e teslim etmek isterim. Çünkü, ağabeyleri bu hocanın bereketleriyle ilmi ile âmil oluyorlar." İlimde çok yüksek mertebeye sâhib olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin karşısında edebe mükemmel riâyet ederdi. Hazret-i İmâm'ın, Mevlânâ Muhammed Tâhir üzerindeki heybeti o kadar çoktu ki, yazı ile anlatılamaz.
Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir'e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ'nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm'ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor'a gönderdi.
Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor'da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah'ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm'ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm'a arzederdi.
Bir gün hazret-i İmâm, mel'ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir'e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.
Tâhir-i Lâhorî'nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan mektuplarından biri şöyledir:
Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek makâmınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola çıkınca, her adımda kendi kendime; "Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye gidiyorsun?" diyordum. Ama ardımdan bir ses; "Yoluna devâm et!" diyordu. Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın şaşkın otururken, âniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu. Emrolduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet tâliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kâbiliyetli bir genç geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazife ânında, büyüklere olan muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzur ve uyanıklık hâli kapladı. Diğer tâlibler de, huzur ve cemiyyete kavuşuyorlar.
Çekemeyenlerden bâzıları, yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin makâmı hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden bâzı şeyler ilâve ederek, hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektubu, derin âlim Mevlânâ Abdüsselâm'a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin dilleri bağlandı."
YAPILACAK ÇOK İŞ VAR
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Tâhir-i Lâhorî'ye zaman zaman mektuplar yazıp haberleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:
"Allahü teâlâya hamd ederiz. O'nun Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektuplarınız, ard arda geldi. Talebenin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların hâllerini, o büyüklerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı, talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerlemesi büsbütün durur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gelmemiştir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, sondakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhatları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe başlamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm." (1'inci cild, 225'inci mektup)
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.340
2) Hadarât-ül-Kuds; s.319
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.324
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.238
Tâhir-i Lâhorî, küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî'nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir'i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî'ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm'ın oğulları; "Şeyh Tâhir'in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.
Bir gün hazret-i İmâm buyurdular ki: "Muhammed Yahyâ'yı da Şeyh Tâhir'e teslim etmek isterim. Çünkü, ağabeyleri bu hocanın bereketleriyle ilmi ile âmil oluyorlar." İlimde çok yüksek mertebeye sâhib olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin karşısında edebe mükemmel riâyet ederdi. Hazret-i İmâm'ın, Mevlânâ Muhammed Tâhir üzerindeki heybeti o kadar çoktu ki, yazı ile anlatılamaz.
Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir'e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ'nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm'ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor'a gönderdi.
Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor'da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah'ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm'ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm'a arzederdi.
Bir gün hazret-i İmâm, mel'ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir'e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.
Tâhir-i Lâhorî'nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan mektuplarından biri şöyledir:
Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek makâmınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola çıkınca, her adımda kendi kendime; "Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye gidiyorsun?" diyordum. Ama ardımdan bir ses; "Yoluna devâm et!" diyordu. Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın şaşkın otururken, âniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu. Emrolduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet tâliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kâbiliyetli bir genç geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazife ânında, büyüklere olan muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzur ve uyanıklık hâli kapladı. Diğer tâlibler de, huzur ve cemiyyete kavuşuyorlar.
Çekemeyenlerden bâzıları, yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin makâmı hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden bâzı şeyler ilâve ederek, hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektubu, derin âlim Mevlânâ Abdüsselâm'a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin dilleri bağlandı."
YAPILACAK ÇOK İŞ VAR
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Tâhir-i Lâhorî'ye zaman zaman mektuplar yazıp haberleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:
"Allahü teâlâya hamd ederiz. O'nun Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektuplarınız, ard arda geldi. Talebenin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların hâllerini, o büyüklerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı, talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerlemesi büsbütün durur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gelmemiştir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, sondakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhatları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe başlamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm." (1'inci cild, 225'inci mektup)
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.340
2) Hadarât-ül-Kuds; s.319
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.324
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.238
HAKÎKÎ MÜSLİMÂN NASIL OLUR?
İslâm dîninin temeli üçdür: İlm, amel ve ihlâs. İlm, îmân, fıkh ve ahlâk bilgileridir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilir. Amel, bu bilgilere uygun işlerdir. İhlâs, ilmin ve amelin, Allah rızâsı için, ya’nî Allahü teâlânın sevgisini kazanmak için elde edilmesidir. Bu üç temel şeye mâlik olan müslimâna (İslâm âlimi) ve (Hakîkî müslimân) denir. Bu üç temel şeyden biri noksan olup da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarına uymıyan yazılar ve konuşmalar yayınlıyarak, kendisini islâm âlimi tanıtan kimse (kötü din adamı) ve (Zındık)dır. Meselâ, din bilgisi çokdur ve her ibâdeti yapar, fekat ihlâsı yok ise, ya’nî bunları mal, mevkı’ ve şöhret kazanmak gibi, dünyâlık elde etmek için yapan kimse, hakîkî müslimân değildir.
Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre, i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. İ’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak, ya’nî dînin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Ahlâkı düzeltmek ve birbirimizi sevmek için, beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a’zam buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır).
Kendine ve milletine fâideli olmak için, hakîkî müslimân olmak lâzımdır. Hakîkî müslimânlık laf ile olmaz. Hakîkî müslimân olmak için, kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehr gibidir.
(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve zulm edenlerin ve alış verişde aldatanların bu fenâlıklarını duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]
Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre, i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. İ’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak, ya’nî dînin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Ahlâkı düzeltmek ve birbirimizi sevmek için, beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a’zam buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır).
Kendine ve milletine fâideli olmak için, hakîkî müslimân olmak lâzımdır. Hakîkî müslimânlık laf ile olmaz. Hakîkî müslimân olmak için, kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehr gibidir.
(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve zulm edenlerin ve alış verişde aldatanların bu fenâlıklarını duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]
MAHALLE ÂDÂBI
Zarûrî bir işin olmadıkça, toplantılar arasına girme! İçki, kumar, çalgı bulunan, kadın erkek berâber oturulan yerlere gitme ve zevceni, çocuklarını gönderme! Böyle yerlere (Fısk meclisi) denir. İster kapalı olsun, ister açık saçık olsun, yabancı kadınlara ve kızlara bakma! Bir kızı görüp de, harâm olduğu için ona bakmıyanlara şehîd sevâbı verilir. Mahallede yürürken pencerelere bakma! Gördüğün kadına yakın yürüme! İlk görünce senin bir şeyin olmadığını anlarsın, artık ondan sonra bir def’a dahâ bakma! İlk görmeğe günâh yazılmaz. Bakmağa devâm edince veyâ tekrâr bakınca yazılır. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, ömrümde bir kerre dahî kadınlara şehvet ile bakmadım. Şehvet nazarı ile kadınlara bakmak, göz zinâsıdır. Tevbe etmelidir. Her yere burnunu sokma, yâ bir kazâya uğrar, yâhud bir bühtâna, iftirâya dûçâr olursun.
Kadın ve iş hayatı
Kadına, herşeyden evvel onu iş hayatına sürüklemek ve erkekle aynı hizaya getirmek suretiyle mübarek Türk evini kaybettiren ve üstelik kutlu ve mutlu bir ilke diye kendisini takdim eden malûm geliş ve gidişi, akıntıya baraj çekercesine göğüslemeden Batılı batışımızı durdurabilmenin imkanı yok; ve bu hamlenin ilk adımı olarak da kadını ele almak vardır.
Necip Fazıl - Başmakalelerim 3
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretlerinin imzası
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretlerinin imzası. Orjinali:
Merkez-i daire-i iflas ve bi nevai,
Serşar-ı sahba-i hodkami ve na aşinai;
Es-Seyyid Abdül Hakim Arvasi
(Kaddesellahu esrarahül Aziz)
Allahü teala bizleri Efendi Hazretlerinin şefaatlerine nail eylesin.Amin.
Bize ne getirdiniz?
Bu beytin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak biz ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler.
Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;
Nistî u nisyanî u özr u günâh averdeem.
Mana itibariyle ise şöyledir:
Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:
(Ki bunlar) yokluk, unutkanlık, özür ve günah..." ( getirdim )
Yukarıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)