İKİNCİ CİLD, 94. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Abdülkâdir-i Enbâlîye yazılmış olup, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Âlemlerin, her mahlûkun rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim. Peygamberlerin seyyidine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, en üstününe, salât, düâ ederim!
Bu fakîrin anladığına göre, mahlûkların hakîkatleri, aslları, ademler ile ismlerin ve sıfatların, ilm-i ilâhîdeki sûretleri, görünüşleridir. Bu sûretler, ademlere aks etmiş, onlarda görünmüşdür. [Adem, yok demekdir.] Her kötülük, her kusûr ademlerden hâsıl olur. Bu ademler, felsefecilerin dediği Heyûlâ gibidir. Bunlara aks eden sûretler de, felsefecilerin sûret dediklerine benzer. Ademler, birbirlerinden, üzerlerine aks etmiş olan sûretler ile fark olunur, ayrılır. Bu akslerin, ademlerle birleşmesi, sûretin heyûlâda yerleşmesi gibidir. Bu aksler de, ademlerle birleşdikleri için, birbirlerinden farklı olmuşdur. Bunların birleşmesi, sıfatların cism ile birleşmesi gibi değildir. Sûretin, heyûlâ ile birleşmesi gibidir. Heyûlâ, sûret vâsıtası ile tanınabilmekdedir.
Sâlik, zikr ve murâkabe vâsıtası ile, cenâb-ı Hakka teveccüh edince ve başka şeylerden her ân yüzçevirince, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının ilmde bulunan bu sûretleri, her ân kuvvetlenir. Arkadaşları olan ademlere gâlib gelmeğe başlar. Öyle bir hâl alır ki, bu akslerin aslı ve heyûlâsı gibi olan ademler, örtülmeğe, gayb olmağa başlar. Ya’nî sâlik, bunları göremez olur. Çünki, aynanın gayb olması lâzımdır. Bu hâle, (Fenâ makâmı) denir ve çok kıymetlidir. Fânî olan bu sâlike, Bekâ da ihsân ederek, bu âleme geri indirirlerse, kendi ademini, bedenini koruyan, sıkı elbise gibi görür. Ademden o kadar ayrılmışdır ki, bir elbise gibi ayrı görür ve kendinden başka bilir. Hâlbuki, adem ondan ayrılmamışdır. Kendisine (ben) dediği zemân, ona da işâret etmekdedir. Ancak, asl, öz, temel olmakdan çıkmış, tâbi’ olmuşdur. Hattâ, önce kendisi ile durmakda olan, akslerle durabilecek hâle düşmüşdür. Bu fakîr, bu makâmda senelerce kaldım. Kendi ademimi, kıldan bir palto gibi, kendimden ayrı gördüm. Fekat, Allahü teâlânın lutf-ü ihsânı imdâda gelince, o mağlûb hâldeki adem, büsbütün eriyip gitdi. O aksler sâyesinde olan görünüşü, temâmen yok oldu. Sanki, hakîkî ademe, aslına karışdı. Meselâ, alçıyı kalıba koyup, şekl verirler, alçı sertleşip o şekli muhâfaza edebilecek hâle gelince, kalıbı kırarlar. Kalıp yardımı ile o şeklde durmasına son verip, yalnız kendisini o şeklde durdururlar. Burada da, aksler, adem ile duruyordu. Şimdi, kendi kendilerine, hattâ kendi aslları ile durduklarını anlarlar. Bu zemân, (ben) deyince, yalnız bu aksleri ve bunların asllarını görür. Ademinin kendisi ile sanki bir ilişiği yokmuş gibi olur. Bu makâmda, Fenânın hakîkati hâsıl olur. Önceki fenâ, sanki bu fenânın sûreti idi. Bu makâmdan bekâya getirirler ve âleme geri döndürürlerse, vaktîle parçası iken ve gâlib ve hâkim iken, sonra ayrılmış olan ademi, yine getirirler, arkadaş yaparlar. Fekat, şimdi kendinden ayrıdır ve (ben) deyince, işe karışmaz. Ba’zı fâideler için, kıldan bir palto gibi, dışarıya giyilmiş bir hâlde bulunur. Adem geri gelmiş ise de, ismlerin ve sıfatların aksleri şimdi ona muhtâc değildir. Hattâ adem, onların sâyesinde durabilmekdedir. Nitekim, birinci bekâda da böyle olmuşdur. Oradaki bekâda bu hâl olunca hakîkî olan bu bekâda şübhesiz, dahâ temâm, dahâ mükemmel olur. Elbise giyilince insana te’sîr eder. Elbise sıcak ise, insan ısınır. Soğuk ise, insan üşür. Bunun gibi, bu adem de, elbise gibi, te’sîr eder. Te’sîri bütün bedende görülür. Fekat bu te’sîrlerin, dışardan geldiği, içerden olmadığı anlaşılır. Bu adem sebebi ile olan şer ve kusûrlar da, dışardan ve sonradan gelmekdedir. Kendinden değildir, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, devâmlı değildir. Bu makâmda bulunanlar, insanlıkda, başkaları gibidir ve insanlık sıfatlarını gösterir. Fekat, bunların bu sıfatları, dışardan gelmekdedir. Kendilerinden değildir. Başkalarının sıfatları ise kendilerindendir. Aralarında çok fark var. Câhiller, bunları kendileri gibi görünce, büyükleri, hattâ Peygamberleri “aleyhimüsselâm” kendileri gibi sanır ve inanmaz, karşı koyarlar. Bunun için, o büyüklerden mahrûm kalırlar. Nitekim, Tegâbün sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Bizim gibi bir insan mı bize yol gösterecek, diyerek kâfir oldular) ve Furkân sûresinde, yedinci âyetinde meâlen, (Bu nasıl Peygamberdir? Bizim gibi yiyor ve sokaklarda dolaşıyor dediler) buyruldu ki, bunların hâlini göstermekdedir. Allahü teâlânın büyük ni’meti, ihsânı ile, temâmen ayrıldıkdan sonra, yine yaklaşan ademin sıfatlarını kendimde hiç göremiyorum. Allahü teâlâya sonsuz şükrler olsun!
Ademin komşuluğundan hâsıl olan bu sıfatların insanda görünmesi, kırmızı elbise giyen kimsenin kırmızı görünmesine benzer. Ahmaklar, elbisenin kırmızılığını, insanın kırmızılığı sanır. Fârisî nazm tercemesi:
Hikâye olarak dinleyen seni,
bulur ancak, hikâye te’sîrini!
Sözün özünü anlarsa bir kişi,
fâide verir ona her dinleyişi.
Berrak olarak akan Nil nehri,
çingenenin gözüne kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti,
Nil-i mubâreki, kan değil, su gördü.
Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden sonra, ayağımızın kaymasından koru! Sonu olmıyan rahmetinden, bizlere de serp! Merhamet ve ihsân sâhibi, ancak sensin! Doğru yolda gidenlere bizden selâm olsun!