İKİNCİ CİLD, 66. cı MEKTÛB
Bu mektûb, arabî olarak Hindistân vâlîlerinden Hân-ı hânâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmış olup, tevbe, inâbet, vera’ ve takvâyı anlatmakdadır:
Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. Ya’nî bu mektûbu yazabilmek için, rahmeti, ihsânı bol olan Allahü teâlâya sığınıyor, Ona güveniyorum. Her hamd, şükr Onun hakkıdır. Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâm ederim. Kıymetli ömrümüz, günâh işlemekle, kusûr, kabâhat yapmakla, yanılmakla, fâidesiz, lüzûmsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz, vera’ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Nûr sûresi, otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz! Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurmuşdur. Yirmisekizinci cüz’ sonundaki, Tahrîm sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey îmân eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Hâlis tevbe edin! Ya’nî tevbenizi bozmayın! Böyle tevbe edince, Rabbiniz, sizi belki afv eder ve ağaçlarının, köşklerinin altından [önünden] sular akan Cennetlere sokar) buyurmuşdur. En’âm sûresi, yüzyirminci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Açık olsun, gizli olsun günâhlardan sakınınız!) buyurmuşdur. Günâhlarına tevbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi tevbe ederdi.
Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed “aleyhi ve aleyhimüssalevât” buyuruyor ki, (Kalbimde [envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan] perde hâsıl oluyor. Bunun için hergün, yetmiş kerre istigfâr ediyorum). Yapılan günâhda, kul hakkı bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve [şî’î, nusayrî, vehhâbî ve başka] yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günâhlara tevbe etmek, pişmân olmakla, istigfâr okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan afv dilemekle olur. Farzlardan birini özrsüz terk etdi ise, tevbe için, bunlarla birlikde, o farzı da yapmak lâzımdır.
[(Tergîb-üs-salât)da diyor ki, Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı özrsüz, vaktinden sonra kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacakdır. Bir hukbe seksen senedir. Her senesi üçyüzaltmış gündür. Her günü, seksen dünyâ senesidir). Kazâya kalan nemâzı kılacak kadar vaktlerin herbiri geçdikçe, bu bir nemâzın günâhı katkat artar. Yâ birkaç nemâz olursa, çok çetin olur. Her ne behâsına olursa olsun, bir ân önce, kazâ etmek ve afvı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Nemâz kılmıyanın, Allahü teâlânın büyüklüğü karşısında titremesi, erimesi lâzımdır.
Allahü teâlânın emrlerine (Farz), yasak etdiği şeylere (Harâm) denir. Farzları yapmağa, harâmdan sakınmağa (İbâdet etmek) denir. Allahü teâlâ, ibâdet yapanları sever. Bunları âhıretde Cennete sokacağını, sonsuz ni’metler vereceğini Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. İnsan sözü değildir. Harâm işleyen, Cehennemde yanacakdır. Harâmlar derece derecedir. Büyük harâmın cezâsı çok olacakdır. Büyük harâmlardan biri, beş vakt nemâzdan birini vaktinde kılmamakdır. Nemâzın farz olduğuna inanmıyan (Kâfir) olur. Kâfir, müslimân değildir. Cehennemde sonsuz yanacakdır. İnanıp da, tenbellikle kılmıyan, kâfir olmaz. Buna (Fâsık) denir. Fâsık, yine müslimândır. Harâm işlediği için, bir müddet Cehennemde yanacakdır. Bir nemâzı vaktinde kılmıyanın bunu kazâ etmesi farzdır. Kazâ etmezse, bir nemâz için seksen hukbe yanacakdır. Hiç bir ibâdeti, hiçbir iyiliği onu Cehennemden kurtarmaz. Yalnız, bir müslimâna, bir farzı öğretirse, bu azâbdan kurtulur. Fekat, bunun hem kazâ kılması, hem de harâm işlemekle meşhûr olmaması lâzımdır. Meselâ, kadınların başı, saçı, kolu, bacağı açık sokağa çıkması harâmdır. Buna nasîhat vererek veyâ Ehl-i sünnet âliminin yazmış olduğu doğru bir din kitâbı vererek, harâm işlemesine mâni’ olanın bütün günâhları afv olur. Fekat, kendisinin bir harâm işlememesi lâzımdır. Ancak bunun kazâ borçları afv olur. Cehennemde yanmakdan kurtulur. (Hakîkat Kitâbevi)nin bütün kitâbları doğrudur.]
Günâhda kul hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla halâllaşmak, ona iyilik ve düâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona düâ, istigfâr edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve cinâyet mikdârı parayı fakîrlere, miskînlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyyet yapılana niyyet etmelidir. Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” doğru sözlüdür. Ondan işitdim ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâh işliyen biri, pişmân olur, abdest alıp nemâz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette afv eder. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günâh işler veyâ kendine zulm eder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve afv ve magfiret edici bulur, buyurmakdadır) dedi. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, bir günâh işler, sonra pişmân olursa, bu pişmânlığı, günâhına keffâret olur. Ya’nî, afvına sebeb olur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Günâhı olan kimse, istigfâr eder ve tevbe eder, sonra bu günâhı tekrâr yapar, sonra yine istigfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tevbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günâh yazılır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Müsevvifler helâk oldu) buyurdu. Ya’nî, ileride tevbe ederim diyenler, tevbeyi gecikdirenler ziyân etdi.
Lokman hakîm Velî veyâ Peygamber idi “radıyallahü teâlâ anh”. Oğluna nasîhat ederek, (Oğlum, tevbeyi yarına bırakma! Çünki, ölüm ânsızın gelip yakalar) dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, (Her sabâh ve akşam tevbe etmiyen kimse, kendine zulm eder). Abdüllah ibni Mubârek buyurdu ki, (Harâm olarak ele geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekden dahâ sevâbdır). Âlimlerimiz buyuruyor ki, (Haksız alınan bir kuruşu sâhibine geri vermek, kabûl olan altıyüz hacdan dahâ sevâbdır). Yâ Rabbî! Kendimize zulm etdik. Bize acımaz, afv etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ey kulum! Emr etdiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak etdiğim harâmlardan sakın, vera’ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâ’at eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Vera’ sâhibi ol ki, insanların en âbidi olursun!). Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” buyurur ki, (Zerre kadar vera’ sâhibi olmak, bin nâfile oruc ve nemâzdan dahâ hayrlıdır). Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar vera’ ve zühd sâhibleridir). Mûsâ aleyhisselâma vahy edilmişdir ki, (Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, vera’ sâhibleri gibi yaklaşan olmaz). Büyük âlimlerden ba’zısı buyurdu ki, (Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikce, tam vera’ sâhibi olmaz: Gîbet etmemeli. Mü’minlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yapdığı ihsânları, ni’metleri düşünmeli. Malını halâl yere harc edip, harâmlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevkı’ makâm istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakt nemâzı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân etdiğin nûru, hidâyeti artdır. Bizi afv et! Sen herşeyi yapabilirsin).
Kerem, şefkat ve ihsân sâhibi kıymetli efendim! Bütün günâhlara tevbe etmek nasîb olur ve vera’ ile takvâ [ya’nî harâmların ve şübheli olanların hepsinden sakınmak] müyesser olursa, büyük ni’met, yüksek devlet ele geçmiş olur. Bu, ele geçmezse, ba’zı günâhlara tevbe etmek ve ba’zı harâmlara vera’ eylemek de ni’metdir. Bu ba’zıların bereket ve nûrları, belki hepsine sirâyet eder de, bütün günâhlara tevbe etmeğe ve tam vera’ sâhibi olmağa yol açar. (Birşeyin bütünü ele geçmezse, hepsini elden kaçırmamalıdır) buyuruldu. Yâ Rabbî, bize beğendiğin şeyleri yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref yolcularının reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâtî ekmelühâ” sadakası olarak, bizleri senin dîninde bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!
[Dünyâya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların ba’zıları zengin imiş, ba’zıları fakîr. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçdi, unutuldu. Onların bir kısmı inanmış, müslimân idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz yok olacak. Yâhud kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Ammâ ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar, şimdi tâm râhat ve huzûr içindeler. Îmânsız olanlar ise, sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli, korkusu içindeler. Ey insan! İyi düşün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zemân, bütün ömrün, bütün hayâtın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü’yâ gibi olacak. O zemân, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin.
Buna imkân yok! Çâresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz ateşde yanmağı, ihtimâl bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmağı, akl da, ilm de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesîkalar sayılamıyacak kadar çokdur. Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren kitâblarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmiyorlar. Hâlbuki, islâmiyyet zevkı yasak etmemişdir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamışdır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan te’mîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabr eder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur. Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün râhatlıkların, se’âdetlerin başı, îmân etmekde, müslimân olmakdadır. [Ya’nî, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, fâideli şeyleri yapmalarını emr etmişdir. Bu emrlere (Farz) denir. Zararlı şeyleri yasak etmişdir. Bunlara (Harâm) denir. Farzların ve harâmların hepsine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Dinler, Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsânıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara bakanın ve harâm yiyenin, içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunun düâları kabûl olmaz. İslâmiyyete inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsânına kavuşur, mes’ûd olur. İnanmıyan, bu se’âdetden mahrûm kalır.] Îmân etmek de, çok kolaydır. Îmân etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izn almak gibi, hiçbir şey yapmak lâzım değildir. Hattâ, îmânlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek bile lâzım değildir. Îmân, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak demekdir. Îmân eden, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olur. Ya’nî seve seve yapar. Böylece, müslimân olur. Kısacası, her mü’min müslimândır. Her müslimân, mü’mindir.]