Unutturulan Zafer Kut-ül Amare Zaferi
29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Ordusunun Irak’ın Kut bölgesinde İngilizlere karşı kazandığı büyük bir zaferidir. Kutul Amare’de 13 bin 300 İngiliz askeri ile 13 general 481 subay esir alınmış ve 40 bini aşkın İngiliz askeri öldürülmüştür.
Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya’yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi’ne kadar uzanır.
Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kut’ül-Ammare’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye’yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915’de ileri harekata geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare’de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kut’ül-Ammare’yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kut’ül-Ammare’de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır.
Tarihe Kut ül Amare zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti. Kut ül Amare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli görevler yaptı. Keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etti. 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürüldü.
Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917’de işgal etmesine engel olamadı. Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler, ancak Mart 1917’de Bağdat’a ulaşarak kenti işgal etti.
Kut’ül-Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkansızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir. Halil Paşa, Kut’ül-Ammare zaferinden sonra 6’ncı Ordu’ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:
“Arslanlar!
Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kut’ül-Ammare Zaferi, “İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe olarak yorumlanmaktadır.”
Halil Paşa, Kut’ül-Ammare’nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün “Kut Bayramı” olarak kutlanmasını istemiştir.
Keşkül risalesinden iktibas (Kaplama diş meselesi)
Diş kaplama mevzuunda
Hanefi mezhebine göre ağzın içinde iğne ucu kadar su değmemiş mahal kalırsa gusül tamam olmaz, cenabet zail olmaz. Bu sebepten dolayı diş kaplatanlar Malikî veya Şafiî yi taklid etmelidir.
Kaynak: (Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Keşkül risalesinin sohbet notlarından iktibastır.)
Hanefi mezhebine göre ağzın içinde iğne ucu kadar su değmemiş mahal kalırsa gusül tamam olmaz, cenabet zail olmaz. Bu sebepten dolayı diş kaplatanlar Malikî veya Şafiî yi taklid etmelidir.
Kaynak: (Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Keşkül risalesinin sohbet notlarından iktibastır.)
Meal okumanın neticesi
Sual: Meal okuyup da mezhepleri ve dinin bazı hükümlerini inkâr edenlere rastlıyoruz. Allah’ın kelamını okumakla insan niye sapıtır ki?
CEVAP
Meal demek, Allah kelamı demek değildir. Meal yanlış olarak, tercüme anlamında kullanılıyor. Piyasadakiler tercümedir, çok az, birkaç kelime açıklaması oluyor. Onu da genelde kendi kafalarına göre yazıyorlar. Resulullah'ın bildirdiği mânâlara tefsir denir. Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resulullah tarafından, açık bildirilmemiş mânâlarından, dine uygun olanı seçmeye tevil ve bu mânâya meal denir. Âyet-i kerimeyi başka dile nakledince, tercümesi denir. Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemez. İslam âlimleri, âyet-i kerimelerin tercümelerini değil, uzun tefsirlerini bildirmişlerdir.
Kur’an tercümesi okuyan, murâd-ı ilahiyi yani Allahü teâlânın murâdının ne olduğunu öğrenemez. Tercüme edenin bilgi derecesine göre yaptığı açıklamayı öğrenir. Bir cahilin veya bir sapığın yazdığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın bildirmek istediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Kur’an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur.
Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak, insanın imanını giderir. Rastgele yazılmış olan, meal denilen tercümeleri okuyan ve İslamiyet’in temel bilgilerine vâkıf olmayan zihinlerde, birtakım şüpheler, itirazlar hâsıl olmaktadır. Birkaç örnek verelim:
1- Bir kadın, meal okuyunca, (Kur’anda kadınların örtünmesi emri yazılı olmadığı için, örtünmekten vazgeçtim) diyerek, başını açmıştır. Bu kadının Kur’an diye bahsettiği, yanlış bir tercümedir. (Kur’an-ı kerimde kadınların örtünmesi emredilmiyor) demek, Kur’an-ı kerime iftira olur. Bir âyet-i kerime meali:
(Mümin kadınlara söyle: [Yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç, ziynetlerini [saç ve gerdan gibi ziynet takılan yerleri] göstermesinler, hımarlarını [başörtülerini] yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!) [Nur 31] (Parantez içindekiler, Resulullah'ın ve onun vârisi olan âlimlerin açıklamasıdır.)
Peygamber efendimiz, Kur’an-ı kerimi açıklayarak buyuruyor ki:
(Kadının yüz ve iki eli hariç bütün bedeni avrettir.) [Ebu Davud]
Demek ki, açıklamasız, Kur’an-ı kerimi doğru anlamak mümkün değildir.
2- Bir genç, (Namazda okunan surelerin tercümelerine baktım, namazla hiç ilgisi yok, başka şeylerden bahsediyor. Ben de bunları bırakıp Türkçe dua okumaya başladım) demişti.
Böyle sözler, ibadetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmayı gösterir; çünkü namazı, insanın kendisi tertip etmemiştir. Namazın ve bütün ibadetlerin nasıl yapılacağını, yaparken neler okunacağını Allahü teâlâ Resulüne bildirmiştir. Peygamber efendimiz de, bunları, Eshabına bildirmiş ve kendi de yapmıştır. Din imamlarımız bunların hepsini Eshab-ı kiramdan görerek ve işiterek anlamışlar ve kitaplarına yazmışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki, namazda okunacak Kur’anın, Allah kelamı olması lazımdır. Vazife, ancak böylece yapılmış olur. (F. Bilgiler)
3- Ölmüşleri için Yasin-i şerif okuyan bir genç, (Yasin’in tercümesini okuduktan sonra, bundan vazgeçtim. Çünkü Yasin suresinin ölülerle duayla bir ilgisi yok, tarihi olaylardan, kıyamette olacak şeylerden bahsediyor) demiş ve bundan sonra namazı da bırakmıştır.
Bu kimse, Kur’an tercümesi yerine İslam âlimlerinin kitaplarını okumuş olsaydı, Kur’an-ı kerimin her harfinin şifa ve dertlere deva olduğunu, bunu okumakla hâsıl olan sevabın ölülere ne kadar faydalı olacağını bilir, tarihi olaylardan bahsediyor demezdi.
Sual: Bir Müslümanı öldüren ebediyen Cehennemde kalacak diye biliyorum, bunu da mealden öğrenmiştim. En büyük günahın şirk olduğu, Allah’ın bunu asla affetmeyeceği, bunun dışındaki günahları isterse affedeceği de mealde yazıyor. Ben de bir Müslümanın ölümüne sebep olmuştum, şimdi ne yapayım?
CEVAP
Adam öldüren kâfir olmaz. Bir Müslümanı (niye Müslüman oldun) diye öldürmek küfürdür. Yoksa alacak davası yüzünden veya başka bir sebeple mesela parasını almak için öldürmek küfür olmaz. Hiçbir günah küfür yani kâfirlik değildir.
Müslüman olduğu için bile öldürülse, pişman olunca Allah bütün günahları affeder. En azılı kâfiri bile affeder, hatta bütün günahlarını sevaba çevirir. Kâfirliği de affeder, şirki de affeder, yeter ki tevbe edilsin. Tevbe edince anadan doğduğu gibi temiz Müslüman olur. Affetmem demek, ahirette kâfir olarak müşrik olarak öleni affetmem demektir. Yani kâfirler ahirette affa uğramayacaktır.
Din meallerden öğrenilmez, bu yanlış bilgiler meal okumaktan ileri geliyor. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’de bütün soruların cevabı vardır. Dini bilmeyenin dini yoktur buyuruluyor, ilmihal okuyup dinimizi öğrenmek gerekir. www.hakikatkitabevi.com adresinden de okunabilir ve temin edilebilir.
Kafayı üşütmek üzere
Sual: Elimde bir Kur’an meali var. Onu okuyorum. Kafayı üşütmek üzereyim. Fâsık, kâfir mi demek? Fâsık, tevbe ile fâsıklıktan kurtulamaz mı?
CEVAP
Fâsık, kâfir demek değildir. Kur'an mealleriyle dini doğru öğrenmeniz mümkün olmaz. Birçok kelime, her ilimde, ayrı manada kullanılır. Mesela, zalim kelimesi tefsir ilminde, kâfir demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimse denir. O halde, bir ilme ait bir kitabı okuyup anlayabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki özel manalarını bilmek gerekir. İşte, birkaç sene Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri tercümeye kalkışan türedilerin, para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsirler, bozuk ve zararlı olmaktadır.
Tevbe edip bir daha günah işlemeyen hemen fâsıklıktan kurtulur. Cenab-ı Hak, tevbe edilen her günahı affeder. Bir kâfir, küfrüne tevbe ederse, mümin olur, bütün günahları affolur. Bir mümin de her çeşit günahı işlese, hatta Allah’a şirk koşsa, sonra pişman olup tevbe etse, Allahü teâlâ yine affeder.
Allah’ın dinine yardım
Sual: Bir Kur’an mealinde, Muhammed suresinin 7. âyetinde, (Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder) deniyor. Allah’a nasıl yardım edilir ki?
CEVAP
Aynı anlamda birkaç âyet-i kerime daha vardır:
(Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder. Elbette Allah, güçlüdür, galiptir.) [Hac 40]
(Allah’a ve Peygamberine yardım edenler...) [Haşr 8]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allah’ın emrini aziz et, Allah da seni aziz etsin!) [Deylemi]
Kur'an tercümelerinden, meallerden, hadislerden din öğrenilmez. Yanlış anlamalara sebep olur. İslam âlimlerinin açıklaması ile birlikte okumalıdır. Fıkıh kitapları Kur'an-ı kerimin tefsirleridir.
Allah’a yardım demek, Allah’ın dinine yardım demektir. Yani İslamiyet’e hizmet demektir. İslamiyet’e hizmet ise, Allahü teâlânın, Resulünün ve âlimlerin bildirdiği şekilde yapılırsa hizmet olur. Kendi anlayışına göre yapılırsa, ekseriya fitne olur.
Kur'an tercümesi denilen kitapların ne kadar zararlı oldukları buradan da anlaşılmaktadır. Kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi lüzumlu bilgileri Kur'an tercümesi denilen kitaplardan öğrenmemiz mümkün değildir. Hatta muteber tefsirlerden bile anlamamız mümkün olmaz. Lüzumlu bilgileri ilmihalden öğrenmemiz gerekir.
Şeytanın da elçileri vardır
Sual: Bazı kimseler, kendilerine vahy geldiğini söylüyor. (Karıncaya, kargaya vahy geliyor da, bize niye gelmesin) diyorlar. Bir kısmı da, (Nebi gelmez ama Resul gelir, biz resulüz) diyorlar.
CEVAP
Vahy, haber demektir. Deyim olarak da, Allahü teâlânın Cebrail aleyhisselam vasıtası ile Peygamberlerine gönderdiği haber demektir.
Vahy, Peygamber efendimizin vefatı ile kesilmiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri (Peygamberlik sona ermiş ve vahy kesilmiş, sona ermiş ve din kemal bulmuş ve nimet tamam olmuştur) buyuruyor.
Kısas-ı enbiya kitabının 410. sayfasında diyor ki:
Resulullah hayatta iken, vahy geliyor ve ümmete tebliğ olunuyor idi. Ondan sonra artık vahy kesildi, hiç kimseye vahy gelmek ihtimali kalmadı.
Vahy, iki türlüdür:
1- Vahy-i metlu
2- Vahy-i gayri metlu
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygambere okur. Bu vahyin kelimeleri de, manaları da Allah’tan gelmiştir. Kur'an-ı kerim, vahy-i metludür.
Vahy-i gayri metlu, Allahü teâlâ tarafından Peygamberin kalbine bildirilir. Peygamber; bu vahyi, kendi bulduğu kelimelerle yanındakilere söyler. Bu sözlere, Hadis-i kudsi denir.
Vahy, yalnız Peygamberlerin kalblerine gelir. Evliyaya da gelmez. Meleklerin getirdikleri düşüncelere İlham denir. İlham Peygamberlerin ve salih Müslümanların kalblerine gelir.
Allahü teâlâ, her hayvana bir şeyler öğretmiştir. Anne kuşlar, yavrularının acıktıklarını bilir, onlara yiyecek getirir. Bunu nereden biliyor? Allahü teâlâ öğretti tâbii. Memeli hayvanlar da yavrularını emzirir. İpek böceği dut yaprağından ipek yapar. Kanguru tehlike anında yavrularını torbasına koyarak kaçar.
Bunları onlara kim öğretti, elbette Allahü teâlâ öğretti. Yani her hayvana her insana bir şeyler öğretti. Bunun Peygamberlere gelen vahy ile bir ilgisi yoktur. Bunlar için ilham olundu demek daha uygundur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbin bal arısına, “Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü” diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.) [Nahl 68-69]
Meallerde, tefsirlerde, (Allah arıya ilham etti, öğretti) ifadeleri geçiyor. Hiçbir âlim, (Arıya vahy geliyor, arı peygamberdir) dememiştir.
Kur’an-ı kerimde karga ile ilgili âyet-i kerime şu mealdedir:
(Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona (Kabil’e) yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil ise), “Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım” dedi ve ettiğine pişman oldu.) [Maide 31]
Kargaya bunu öğreten Allahü teâlâ, arıya da, diğer hayvanlara da çok şey öğretmiştir. (Vahy kesilmedi, kargaya da arıya da vahy geliyor, bana da vahy geliyor) demek çok yanlıştır. İnsanlara şeytandan vesvese gelir, melekten ilham gelir. Şeytandan gelen düşünceyi (Bana vahy geliyor) sanarak, “Ben Resulüm” diyen sapıklar çıkabilir. Şeytanın resullerine [elçilerine] itibar etmemelidir.
“De ki”
Sual: Zariyat suresi, 50. ayetinde, (Allah’a koşun [küfrü bırakıp iman edin]. Sizi, Ondan [Allah’ın azabından] korkutup uyarıyorum) deniyor. Burada, Peygamber efendimize hitaben, (De ki) ifadesi olması gerekmez miydi?
CEVAP
Kur’an-ı kerim Peygamber efendimize indi. Yani muhatabı Resulullah efendimizdir. “De ki” denmese de, ona inince, otomatikman, “böyle söyle” anlamı çıkar. İmam-ı Kurtubi hazretleri buyurdu ki:
Bu âyet-i kerimede, Allahü teâlâ, Resulullaha insanlara böyle demesini emretti. (Câmi’ul ahkâm)
Mealden din öğrenmeye kalkan, Kur’an-ı kerimde hata var zanneder. Bunun için İslam âlimleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarından hazırladığı bir ilmihal okumalıdır. Böyle bir ilmihal, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış demektir. Kur’an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur.
Farz olmayan emirler
Sual: Kur’anın emri farz olduğuna göre, Kur’anda (Yapın) denilen her şey farz mıdır?
CEVAP
Her yapın denilen ifadenin hükmü farz değildir. Birkaç örnek verelim:
1- ([Namaz kılarken] Her secde edişinizde ziynetli [temiz, sevilen, güzel] elbiselerinizi giyinin!) [Araf 31] (Namazda güzel elbise giymek farz değildir.)
2- (Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın. Alışverişte şahit tutun!) [Bekara 282] (Borçlunun senet vermesi ve alışverişte şahit tutulması, farz değil, sünnettir.)
3- (Evlere girdiğiniz vakit, kendinize [mahrem olan, aileden sayılan ev halkına, kimse yoksa kendinize] selâm verin.) [Nur 61] (Selam vermek, farz değil, sünnettir.)
4- (Cuma namazı kılındıktan sonra, yeryüzüne dağılın!) [Cuma 10] (Dağılmak farz değildir. Dağılmayıp camide durmanın bir mahzuru olmaz. Namazı kılınca, artık gidebilirsiniz demektir.)
5- (Eğer, velisi olduğunuz yetim kızlarla evlenmekle, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, helal olan başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenin! Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz.) [Nisa 3] (Dörde kadar evlenmek, farz hatta mendub da değildir. Sadece zaruret halinde izin verilmiştir.) [Nimet-i İslam]
[Cahiliyet devrinde erkek vasisi olduğu yabancı yetim kızla, malına göz dikerek, evlenirdi. Bir kaç yetim kızla evlenen de olurdu. Yetim, kimsesiz olduğu için, kocası gerek mehirde, gerek evlilikten sonra kendisine çeşitli haksızlık ve eziyet yapardı. Hatta mirasına konmak için ölmesini beklerdi. Yetimlere haksızlık edilmemesi için bu âyet-i kerime inmiştir.]
6- (Kurban etinden kendiniz yiyin, yoksullara da verin.) [Hac 28] (Kurban etini kendimizin yemesi veya yoksullara verilmesi farz değildir. Üçte birini fakirlere vermek müstehabdır.)
7- (Sabahın beyaz ipliği [aydınlığı] siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyip için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın!) [Bekara 187] (İmsak vaktine kadar yiyip içmek, farz değildir. Sahurda da yemek, farz değildir. İmsak vaktine kadar yiyip içilebilir demektir.)
Görüldüğü gibi, bizim gibilerin meal okuyup hüküm çıkarması caiz olmaz.
Allahü teâlâ unutmaz
Sual: Bütün meallere baktım, Araf suresinin 51. âyetinde, Allahü teâlâ, su ve yiyecek isteyen Cehennemdeki kâfirlere, (Onlar dünyada bugünleri unuttukları gibi, biz de bugün onları unuturuz) buyuruyor. Allah unutur mu?
CEVAP
Hâşâ, Allahü teâlâ unutmaz. (Taha 52)
Böyle âyetler çoktur. Mesela Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.) [Muhammed suresi 7]
(Biz de bugün sizi unuttuk.) [Secde suresi 14]
Kur'an tercümelerinden, meallerden din öğrenilmez. Yanlış anlamalara sebep olur. İslam âlimlerinin açıklaması ile birlikte okumalıdır. Fıkıh kitapları Kur'an-ı kerimin tefsirleridir. Allah’a yardım demek, Allah’ın dinine yardım, yani İslamiyet’e hizmet demektir. İslamiyet’e hizmet ise, Allahü teâlânın, Resulünün ve âlimlerin bildirdiği şekilde yapılırsa hizmet olur.
Sorduğunuz âyetteki unutmak ise, unutulmuş muamelesi görürsünüz, size yardım edilmez anlamındadır.
Musa aleyhisselam
Sual: Yunus suresinin 88. âyetinde piyasadaki bütün mealler şöyle diyor:
Musa Allah’a dedi ki: Ya Rabbi, Firavuna bu kadar malı insanları senin yolundan saptırması için mi verdin? Onları ve mallarını yok et.
Musa aleyhisselam Allahü teâlâya böyle der mi, onu böyle suçlar mı? Bu mealler yanlış değil mi?
CEVAP
Evet yanlıştır. Biz de piyasadaki çok meale baktık, hepsi de aşağı yukarı aynı şekilde yazıyor. Bu bakımdan açıklamasız olan meallere itimat edilmez. Tefsirlere bakmak gerekir. Biz de tefsirlere baktık. O şekildeki meal uygun değildir.
Kurtubi tefsirinde diyor ki:
Liyudıllu kelimesinde ki lam harfinin çeşitli manaları vardır. Buradaki lam, sonucu, bildirir. Nitekim haberde geldi ki:
(Bir melek her gün şöyle seslenir: Sonunda ölmek üzere doğuyorsunuz, işlerinizi de sonunda harap olmak üzere bina ediyorsunuz.)
Âyette, Firavun ve adamlarının işlerinin sonu sapıklığa varacağı için, sanki verilen mallar, sapıtmaları için verilmiş gibi oluyor. (Senden yüz çevirdikleri halde onlara bu kadar mal mülk verdin, senin onlardan yüz çevirmenden de korkmadılar. Senin onlardan razı olmadığını anlayamadılar. Sapıklıklarına devam ettiler. Malı sapıtmamaları için verdin ama onlar sapıttılar, öyle ise sapıtmalarına sebep olan malları onların ellerinden al. Verdiğin mallarla onları bu yolda imtihan eyle) denmek isteniyor. Netice olarak âyetin meali şöyle oluyor:
(Musa aleyhisselam dedi ki: Ya Rabbi, Sen Firavun ve kavmine dünya hayatında göz kamaştıran zenginlik ve bol servet verdin. Bu kadar malı sanki sen, insanları senin yolundan saptırmaları için vermişsin gibi kötü yollarda kullanıyorlar. Onları ve mallarını yok et, kalblerini de şiddetle sık, elemli azabı görmedikçe [vahiyle bana bildirdiğin gibi] onlar iman etmezler.)
Mealsiz Müslüman
Sual: Mealci bir yazar, (Meal yazanlar, kendi düşüncelerini katsalar da, âyetleri yanlış tevil etseler de, Kur’anı anlamak için meal okumak lazımdır, çünkü mealsiz Müslüman olmaz) diyor. Bir kimse ömründe hiç meal okumasa, dinine, imanına bir zararı olur mu?
CEVAP
Hayır, hiçbir zararı olmaz. Aksine, mealci yazarın da itiraf etmeye mecbur kaldığı gibi, mealler yanlış düşüncelerle doludur. Böyle mealleri okumak daha tehlikelidir. Üç hadis-i şerif şöyledir:
(Kur’anı kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa da, muhakkak hata etmiştir.) [Nesaî]
(Kur’ana ehliyeti olmadan mâna veren, Cehennemde azap görecektir.) [Tirmizî]
(Kur’anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [Mektubat-ı Rabbanî]
Meal okuyup da, (Kur’anda tesettür yok) diyenler olduğu gibi, (Namaz üç vakittir, tavuktan, balıktan kurban olur) diyenler de oluyor. (Kur’an köpek etini yasaklamamış) diyenler de türedi. Bu uydurma hükümlerin hepsi meallerden çıkarılıyor. Kur’an-ı kerimin hakiki mânasını öğrenmek isteyen bir kimse, meal değil, muteber bir ilmihâl okumalı. Kur’an ve hadislerde bildirilen, iman, fıkıh ve ahlak bilgilerinin hepsinin açıklamaları muteber ilmihâllerde mevcuttur. İlmihâl okuyan, eksik bir şey bırakmış olmaz.
Allah unutur denmez
Sual: Arapça bilen bir arkadaş, (Allah da, bizim gibi unutur. Bu konuda Kur’an’da âyet vardır. Tevbe sûresinin 67. âyetinde münafıklar için söylenen, “Nesüllahe fe-nesiyehüm = Allah'ı unuttular, Allah da, onları unuttu” ifadesi sözümün delilidir) dedi. Kur’an’dan söylediği için bir şey diyemedim. Birkaç meale baktım, hepsi de (Allah unuttu) yazıyor. Allah unutmaktan münezzeh değil mi?
CEVAP
Elbette Allahü teâlâ, unutmaktan ve her türlü kusurdan münezzehtir. Meal okumanın zararlarından biri de budur. Âyet kelime kelime tercüme edilirse olacağı bu. Vehhâbîler de âyetin kelime mânâsına bakıp, böyle hatalara düşüyorlar. Onun için âyetlerin tercümesini yazmak çok yanlış olur. Tefsirlerde, o âyetin mânâsı şöyle bildiriliyor:
(Münafıklar, Allah'ın emrine uymadılar, inanmadılar. Allah da onları hidayetten mahrum etti.)
İmam-ı Kurtubî hazretleri buyuruyor ki:
Burada unutmak, terk etmek anlamındadır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine verdiği emirleri terk ettiler, Allahü teâlânın emirlerini unutulmuş hâle getirdiler. Allahü teâlâ da, onları terk edip bıraktı, onları sevab ve mükâfatından, unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade hazretleri, (Onları unuttu demek, hayırdan onları mahrum bıraktı demektir) buyurdu. (Cami-ul-ahkâm)
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Tercüme veya meal ise, yazarın âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesidir. Yani tercümeyle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir oluruz. Kur’an meali yanlış yazılmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de, küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, (Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a şerhi)
Meal yazanın düşüncesine esir olup yanlışlara düşmemek için, Kur’an meali okumaktan çok sakınmalıdır.
CEVAP
Meal demek, Allah kelamı demek değildir. Meal yanlış olarak, tercüme anlamında kullanılıyor. Piyasadakiler tercümedir, çok az, birkaç kelime açıklaması oluyor. Onu da genelde kendi kafalarına göre yazıyorlar. Resulullah'ın bildirdiği mânâlara tefsir denir. Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resulullah tarafından, açık bildirilmemiş mânâlarından, dine uygun olanı seçmeye tevil ve bu mânâya meal denir. Âyet-i kerimeyi başka dile nakledince, tercümesi denir. Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemez. İslam âlimleri, âyet-i kerimelerin tercümelerini değil, uzun tefsirlerini bildirmişlerdir.
Kur’an tercümesi okuyan, murâd-ı ilahiyi yani Allahü teâlânın murâdının ne olduğunu öğrenemez. Tercüme edenin bilgi derecesine göre yaptığı açıklamayı öğrenir. Bir cahilin veya bir sapığın yazdığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın bildirmek istediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Kur’an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur.
Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak, insanın imanını giderir. Rastgele yazılmış olan, meal denilen tercümeleri okuyan ve İslamiyet’in temel bilgilerine vâkıf olmayan zihinlerde, birtakım şüpheler, itirazlar hâsıl olmaktadır. Birkaç örnek verelim:
1- Bir kadın, meal okuyunca, (Kur’anda kadınların örtünmesi emri yazılı olmadığı için, örtünmekten vazgeçtim) diyerek, başını açmıştır. Bu kadının Kur’an diye bahsettiği, yanlış bir tercümedir. (Kur’an-ı kerimde kadınların örtünmesi emredilmiyor) demek, Kur’an-ı kerime iftira olur. Bir âyet-i kerime meali:
(Mümin kadınlara söyle: [Yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç, ziynetlerini [saç ve gerdan gibi ziynet takılan yerleri] göstermesinler, hımarlarını [başörtülerini] yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!) [Nur 31] (Parantez içindekiler, Resulullah'ın ve onun vârisi olan âlimlerin açıklamasıdır.)
Peygamber efendimiz, Kur’an-ı kerimi açıklayarak buyuruyor ki:
(Kadının yüz ve iki eli hariç bütün bedeni avrettir.) [Ebu Davud]
Demek ki, açıklamasız, Kur’an-ı kerimi doğru anlamak mümkün değildir.
2- Bir genç, (Namazda okunan surelerin tercümelerine baktım, namazla hiç ilgisi yok, başka şeylerden bahsediyor. Ben de bunları bırakıp Türkçe dua okumaya başladım) demişti.
Böyle sözler, ibadetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmayı gösterir; çünkü namazı, insanın kendisi tertip etmemiştir. Namazın ve bütün ibadetlerin nasıl yapılacağını, yaparken neler okunacağını Allahü teâlâ Resulüne bildirmiştir. Peygamber efendimiz de, bunları, Eshabına bildirmiş ve kendi de yapmıştır. Din imamlarımız bunların hepsini Eshab-ı kiramdan görerek ve işiterek anlamışlar ve kitaplarına yazmışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki, namazda okunacak Kur’anın, Allah kelamı olması lazımdır. Vazife, ancak böylece yapılmış olur. (F. Bilgiler)
3- Ölmüşleri için Yasin-i şerif okuyan bir genç, (Yasin’in tercümesini okuduktan sonra, bundan vazgeçtim. Çünkü Yasin suresinin ölülerle duayla bir ilgisi yok, tarihi olaylardan, kıyamette olacak şeylerden bahsediyor) demiş ve bundan sonra namazı da bırakmıştır.
Bu kimse, Kur’an tercümesi yerine İslam âlimlerinin kitaplarını okumuş olsaydı, Kur’an-ı kerimin her harfinin şifa ve dertlere deva olduğunu, bunu okumakla hâsıl olan sevabın ölülere ne kadar faydalı olacağını bilir, tarihi olaylardan bahsediyor demezdi.
Sual: Bir Müslümanı öldüren ebediyen Cehennemde kalacak diye biliyorum, bunu da mealden öğrenmiştim. En büyük günahın şirk olduğu, Allah’ın bunu asla affetmeyeceği, bunun dışındaki günahları isterse affedeceği de mealde yazıyor. Ben de bir Müslümanın ölümüne sebep olmuştum, şimdi ne yapayım?
CEVAP
Adam öldüren kâfir olmaz. Bir Müslümanı (niye Müslüman oldun) diye öldürmek küfürdür. Yoksa alacak davası yüzünden veya başka bir sebeple mesela parasını almak için öldürmek küfür olmaz. Hiçbir günah küfür yani kâfirlik değildir.
Müslüman olduğu için bile öldürülse, pişman olunca Allah bütün günahları affeder. En azılı kâfiri bile affeder, hatta bütün günahlarını sevaba çevirir. Kâfirliği de affeder, şirki de affeder, yeter ki tevbe edilsin. Tevbe edince anadan doğduğu gibi temiz Müslüman olur. Affetmem demek, ahirette kâfir olarak müşrik olarak öleni affetmem demektir. Yani kâfirler ahirette affa uğramayacaktır.
Din meallerden öğrenilmez, bu yanlış bilgiler meal okumaktan ileri geliyor. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’de bütün soruların cevabı vardır. Dini bilmeyenin dini yoktur buyuruluyor, ilmihal okuyup dinimizi öğrenmek gerekir. www.hakikatkitabevi.com adresinden de okunabilir ve temin edilebilir.
Kafayı üşütmek üzere
Sual: Elimde bir Kur’an meali var. Onu okuyorum. Kafayı üşütmek üzereyim. Fâsık, kâfir mi demek? Fâsık, tevbe ile fâsıklıktan kurtulamaz mı?
CEVAP
Fâsık, kâfir demek değildir. Kur'an mealleriyle dini doğru öğrenmeniz mümkün olmaz. Birçok kelime, her ilimde, ayrı manada kullanılır. Mesela, zalim kelimesi tefsir ilminde, kâfir demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimse denir. O halde, bir ilme ait bir kitabı okuyup anlayabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki özel manalarını bilmek gerekir. İşte, birkaç sene Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri tercümeye kalkışan türedilerin, para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsirler, bozuk ve zararlı olmaktadır.
Tevbe edip bir daha günah işlemeyen hemen fâsıklıktan kurtulur. Cenab-ı Hak, tevbe edilen her günahı affeder. Bir kâfir, küfrüne tevbe ederse, mümin olur, bütün günahları affolur. Bir mümin de her çeşit günahı işlese, hatta Allah’a şirk koşsa, sonra pişman olup tevbe etse, Allahü teâlâ yine affeder.
Allah’ın dinine yardım
Sual: Bir Kur’an mealinde, Muhammed suresinin 7. âyetinde, (Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder) deniyor. Allah’a nasıl yardım edilir ki?
CEVAP
Aynı anlamda birkaç âyet-i kerime daha vardır:
(Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder. Elbette Allah, güçlüdür, galiptir.) [Hac 40]
(Allah’a ve Peygamberine yardım edenler...) [Haşr 8]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allah’ın emrini aziz et, Allah da seni aziz etsin!) [Deylemi]
Kur'an tercümelerinden, meallerden, hadislerden din öğrenilmez. Yanlış anlamalara sebep olur. İslam âlimlerinin açıklaması ile birlikte okumalıdır. Fıkıh kitapları Kur'an-ı kerimin tefsirleridir.
Allah’a yardım demek, Allah’ın dinine yardım demektir. Yani İslamiyet’e hizmet demektir. İslamiyet’e hizmet ise, Allahü teâlânın, Resulünün ve âlimlerin bildirdiği şekilde yapılırsa hizmet olur. Kendi anlayışına göre yapılırsa, ekseriya fitne olur.
Kur'an tercümesi denilen kitapların ne kadar zararlı oldukları buradan da anlaşılmaktadır. Kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi lüzumlu bilgileri Kur'an tercümesi denilen kitaplardan öğrenmemiz mümkün değildir. Hatta muteber tefsirlerden bile anlamamız mümkün olmaz. Lüzumlu bilgileri ilmihalden öğrenmemiz gerekir.
Şeytanın da elçileri vardır
Sual: Bazı kimseler, kendilerine vahy geldiğini söylüyor. (Karıncaya, kargaya vahy geliyor da, bize niye gelmesin) diyorlar. Bir kısmı da, (Nebi gelmez ama Resul gelir, biz resulüz) diyorlar.
CEVAP
Vahy, haber demektir. Deyim olarak da, Allahü teâlânın Cebrail aleyhisselam vasıtası ile Peygamberlerine gönderdiği haber demektir.
Vahy, Peygamber efendimizin vefatı ile kesilmiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri (Peygamberlik sona ermiş ve vahy kesilmiş, sona ermiş ve din kemal bulmuş ve nimet tamam olmuştur) buyuruyor.
Kısas-ı enbiya kitabının 410. sayfasında diyor ki:
Resulullah hayatta iken, vahy geliyor ve ümmete tebliğ olunuyor idi. Ondan sonra artık vahy kesildi, hiç kimseye vahy gelmek ihtimali kalmadı.
Vahy, iki türlüdür:
1- Vahy-i metlu
2- Vahy-i gayri metlu
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygambere okur. Bu vahyin kelimeleri de, manaları da Allah’tan gelmiştir. Kur'an-ı kerim, vahy-i metludür.
Vahy-i gayri metlu, Allahü teâlâ tarafından Peygamberin kalbine bildirilir. Peygamber; bu vahyi, kendi bulduğu kelimelerle yanındakilere söyler. Bu sözlere, Hadis-i kudsi denir.
Vahy, yalnız Peygamberlerin kalblerine gelir. Evliyaya da gelmez. Meleklerin getirdikleri düşüncelere İlham denir. İlham Peygamberlerin ve salih Müslümanların kalblerine gelir.
Allahü teâlâ, her hayvana bir şeyler öğretmiştir. Anne kuşlar, yavrularının acıktıklarını bilir, onlara yiyecek getirir. Bunu nereden biliyor? Allahü teâlâ öğretti tâbii. Memeli hayvanlar da yavrularını emzirir. İpek böceği dut yaprağından ipek yapar. Kanguru tehlike anında yavrularını torbasına koyarak kaçar.
Bunları onlara kim öğretti, elbette Allahü teâlâ öğretti. Yani her hayvana her insana bir şeyler öğretti. Bunun Peygamberlere gelen vahy ile bir ilgisi yoktur. Bunlar için ilham olundu demek daha uygundur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbin bal arısına, “Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü” diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.) [Nahl 68-69]
Meallerde, tefsirlerde, (Allah arıya ilham etti, öğretti) ifadeleri geçiyor. Hiçbir âlim, (Arıya vahy geliyor, arı peygamberdir) dememiştir.
Kur’an-ı kerimde karga ile ilgili âyet-i kerime şu mealdedir:
(Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona (Kabil’e) yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil ise), “Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım” dedi ve ettiğine pişman oldu.) [Maide 31]
Kargaya bunu öğreten Allahü teâlâ, arıya da, diğer hayvanlara da çok şey öğretmiştir. (Vahy kesilmedi, kargaya da arıya da vahy geliyor, bana da vahy geliyor) demek çok yanlıştır. İnsanlara şeytandan vesvese gelir, melekten ilham gelir. Şeytandan gelen düşünceyi (Bana vahy geliyor) sanarak, “Ben Resulüm” diyen sapıklar çıkabilir. Şeytanın resullerine [elçilerine] itibar etmemelidir.
“De ki”
Sual: Zariyat suresi, 50. ayetinde, (Allah’a koşun [küfrü bırakıp iman edin]. Sizi, Ondan [Allah’ın azabından] korkutup uyarıyorum) deniyor. Burada, Peygamber efendimize hitaben, (De ki) ifadesi olması gerekmez miydi?
CEVAP
Kur’an-ı kerim Peygamber efendimize indi. Yani muhatabı Resulullah efendimizdir. “De ki” denmese de, ona inince, otomatikman, “böyle söyle” anlamı çıkar. İmam-ı Kurtubi hazretleri buyurdu ki:
Bu âyet-i kerimede, Allahü teâlâ, Resulullaha insanlara böyle demesini emretti. (Câmi’ul ahkâm)
Mealden din öğrenmeye kalkan, Kur’an-ı kerimde hata var zanneder. Bunun için İslam âlimleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarından hazırladığı bir ilmihal okumalıdır. Böyle bir ilmihal, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış demektir. Kur’an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur.
Farz olmayan emirler
Sual: Kur’anın emri farz olduğuna göre, Kur’anda (Yapın) denilen her şey farz mıdır?
CEVAP
Her yapın denilen ifadenin hükmü farz değildir. Birkaç örnek verelim:
1- ([Namaz kılarken] Her secde edişinizde ziynetli [temiz, sevilen, güzel] elbiselerinizi giyinin!) [Araf 31] (Namazda güzel elbise giymek farz değildir.)
2- (Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın. Alışverişte şahit tutun!) [Bekara 282] (Borçlunun senet vermesi ve alışverişte şahit tutulması, farz değil, sünnettir.)
3- (Evlere girdiğiniz vakit, kendinize [mahrem olan, aileden sayılan ev halkına, kimse yoksa kendinize] selâm verin.) [Nur 61] (Selam vermek, farz değil, sünnettir.)
4- (Cuma namazı kılındıktan sonra, yeryüzüne dağılın!) [Cuma 10] (Dağılmak farz değildir. Dağılmayıp camide durmanın bir mahzuru olmaz. Namazı kılınca, artık gidebilirsiniz demektir.)
5- (Eğer, velisi olduğunuz yetim kızlarla evlenmekle, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, helal olan başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenin! Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz.) [Nisa 3] (Dörde kadar evlenmek, farz hatta mendub da değildir. Sadece zaruret halinde izin verilmiştir.) [Nimet-i İslam]
[Cahiliyet devrinde erkek vasisi olduğu yabancı yetim kızla, malına göz dikerek, evlenirdi. Bir kaç yetim kızla evlenen de olurdu. Yetim, kimsesiz olduğu için, kocası gerek mehirde, gerek evlilikten sonra kendisine çeşitli haksızlık ve eziyet yapardı. Hatta mirasına konmak için ölmesini beklerdi. Yetimlere haksızlık edilmemesi için bu âyet-i kerime inmiştir.]
6- (Kurban etinden kendiniz yiyin, yoksullara da verin.) [Hac 28] (Kurban etini kendimizin yemesi veya yoksullara verilmesi farz değildir. Üçte birini fakirlere vermek müstehabdır.)
7- (Sabahın beyaz ipliği [aydınlığı] siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyip için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın!) [Bekara 187] (İmsak vaktine kadar yiyip içmek, farz değildir. Sahurda da yemek, farz değildir. İmsak vaktine kadar yiyip içilebilir demektir.)
Görüldüğü gibi, bizim gibilerin meal okuyup hüküm çıkarması caiz olmaz.
Allahü teâlâ unutmaz
Sual: Bütün meallere baktım, Araf suresinin 51. âyetinde, Allahü teâlâ, su ve yiyecek isteyen Cehennemdeki kâfirlere, (Onlar dünyada bugünleri unuttukları gibi, biz de bugün onları unuturuz) buyuruyor. Allah unutur mu?
CEVAP
Hâşâ, Allahü teâlâ unutmaz. (Taha 52)
Böyle âyetler çoktur. Mesela Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.) [Muhammed suresi 7]
(Biz de bugün sizi unuttuk.) [Secde suresi 14]
Kur'an tercümelerinden, meallerden din öğrenilmez. Yanlış anlamalara sebep olur. İslam âlimlerinin açıklaması ile birlikte okumalıdır. Fıkıh kitapları Kur'an-ı kerimin tefsirleridir. Allah’a yardım demek, Allah’ın dinine yardım, yani İslamiyet’e hizmet demektir. İslamiyet’e hizmet ise, Allahü teâlânın, Resulünün ve âlimlerin bildirdiği şekilde yapılırsa hizmet olur.
Sorduğunuz âyetteki unutmak ise, unutulmuş muamelesi görürsünüz, size yardım edilmez anlamındadır.
Musa aleyhisselam
Sual: Yunus suresinin 88. âyetinde piyasadaki bütün mealler şöyle diyor:
Musa Allah’a dedi ki: Ya Rabbi, Firavuna bu kadar malı insanları senin yolundan saptırması için mi verdin? Onları ve mallarını yok et.
Musa aleyhisselam Allahü teâlâya böyle der mi, onu böyle suçlar mı? Bu mealler yanlış değil mi?
CEVAP
Evet yanlıştır. Biz de piyasadaki çok meale baktık, hepsi de aşağı yukarı aynı şekilde yazıyor. Bu bakımdan açıklamasız olan meallere itimat edilmez. Tefsirlere bakmak gerekir. Biz de tefsirlere baktık. O şekildeki meal uygun değildir.
Kurtubi tefsirinde diyor ki:
Liyudıllu kelimesinde ki lam harfinin çeşitli manaları vardır. Buradaki lam, sonucu, bildirir. Nitekim haberde geldi ki:
(Bir melek her gün şöyle seslenir: Sonunda ölmek üzere doğuyorsunuz, işlerinizi de sonunda harap olmak üzere bina ediyorsunuz.)
Âyette, Firavun ve adamlarının işlerinin sonu sapıklığa varacağı için, sanki verilen mallar, sapıtmaları için verilmiş gibi oluyor. (Senden yüz çevirdikleri halde onlara bu kadar mal mülk verdin, senin onlardan yüz çevirmenden de korkmadılar. Senin onlardan razı olmadığını anlayamadılar. Sapıklıklarına devam ettiler. Malı sapıtmamaları için verdin ama onlar sapıttılar, öyle ise sapıtmalarına sebep olan malları onların ellerinden al. Verdiğin mallarla onları bu yolda imtihan eyle) denmek isteniyor. Netice olarak âyetin meali şöyle oluyor:
(Musa aleyhisselam dedi ki: Ya Rabbi, Sen Firavun ve kavmine dünya hayatında göz kamaştıran zenginlik ve bol servet verdin. Bu kadar malı sanki sen, insanları senin yolundan saptırmaları için vermişsin gibi kötü yollarda kullanıyorlar. Onları ve mallarını yok et, kalblerini de şiddetle sık, elemli azabı görmedikçe [vahiyle bana bildirdiğin gibi] onlar iman etmezler.)
Mealsiz Müslüman
Sual: Mealci bir yazar, (Meal yazanlar, kendi düşüncelerini katsalar da, âyetleri yanlış tevil etseler de, Kur’anı anlamak için meal okumak lazımdır, çünkü mealsiz Müslüman olmaz) diyor. Bir kimse ömründe hiç meal okumasa, dinine, imanına bir zararı olur mu?
CEVAP
Hayır, hiçbir zararı olmaz. Aksine, mealci yazarın da itiraf etmeye mecbur kaldığı gibi, mealler yanlış düşüncelerle doludur. Böyle mealleri okumak daha tehlikelidir. Üç hadis-i şerif şöyledir:
(Kur’anı kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa da, muhakkak hata etmiştir.) [Nesaî]
(Kur’ana ehliyeti olmadan mâna veren, Cehennemde azap görecektir.) [Tirmizî]
(Kur’anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [Mektubat-ı Rabbanî]
Meal okuyup da, (Kur’anda tesettür yok) diyenler olduğu gibi, (Namaz üç vakittir, tavuktan, balıktan kurban olur) diyenler de oluyor. (Kur’an köpek etini yasaklamamış) diyenler de türedi. Bu uydurma hükümlerin hepsi meallerden çıkarılıyor. Kur’an-ı kerimin hakiki mânasını öğrenmek isteyen bir kimse, meal değil, muteber bir ilmihâl okumalı. Kur’an ve hadislerde bildirilen, iman, fıkıh ve ahlak bilgilerinin hepsinin açıklamaları muteber ilmihâllerde mevcuttur. İlmihâl okuyan, eksik bir şey bırakmış olmaz.
Allah unutur denmez
Sual: Arapça bilen bir arkadaş, (Allah da, bizim gibi unutur. Bu konuda Kur’an’da âyet vardır. Tevbe sûresinin 67. âyetinde münafıklar için söylenen, “Nesüllahe fe-nesiyehüm = Allah'ı unuttular, Allah da, onları unuttu” ifadesi sözümün delilidir) dedi. Kur’an’dan söylediği için bir şey diyemedim. Birkaç meale baktım, hepsi de (Allah unuttu) yazıyor. Allah unutmaktan münezzeh değil mi?
CEVAP
Elbette Allahü teâlâ, unutmaktan ve her türlü kusurdan münezzehtir. Meal okumanın zararlarından biri de budur. Âyet kelime kelime tercüme edilirse olacağı bu. Vehhâbîler de âyetin kelime mânâsına bakıp, böyle hatalara düşüyorlar. Onun için âyetlerin tercümesini yazmak çok yanlış olur. Tefsirlerde, o âyetin mânâsı şöyle bildiriliyor:
(Münafıklar, Allah'ın emrine uymadılar, inanmadılar. Allah da onları hidayetten mahrum etti.)
İmam-ı Kurtubî hazretleri buyuruyor ki:
Burada unutmak, terk etmek anlamındadır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine verdiği emirleri terk ettiler, Allahü teâlânın emirlerini unutulmuş hâle getirdiler. Allahü teâlâ da, onları terk edip bıraktı, onları sevab ve mükâfatından, unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade hazretleri, (Onları unuttu demek, hayırdan onları mahrum bıraktı demektir) buyurdu. (Cami-ul-ahkâm)
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Tercüme veya meal ise, yazarın âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesidir. Yani tercümeyle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir oluruz. Kur’an meali yanlış yazılmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de, küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, (Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a şerhi)
Meal yazanın düşüncesine esir olup yanlışlara düşmemek için, Kur’an meali okumaktan çok sakınmalıdır.
Meal ve tefsir okumak
Sual: Kur’an-ı kerimin meali, tefsiri yapılamaz mı?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin tefsiri veya meali yazılabilir ve yazılmıştır. İslam âlimleri, bunu yasak etmemişlerdir. Fakat bunlar, Kur’an-ı kerimin belagatini taşıyamazlar. Murad-i ilahiyi bildiremezler. Kur’an-ı kerimin manasını ve manalarındaki incelikleri anlamak isteyen ve belagatinin zevkini tatmak dileyen müslümanlar, bu kitab-i mübini kendi lisanı ile okumalı ve manasını ve zevkini bundan almak için gereken bilgileri öğrenmekten üşenmemelidirler!
Şekspir’in, Victor Hugo’nun ve Baki efendinin şiirlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizce, Fransızca ve Arapça dillerini edebiyatı ile birlikte öğrenmek gerektiği gibi, Allah kelamını ve inceliklerini anlayabilmek için de gerekli ilimleri öğrenmek elbette şarttır.
Cebrail aleyhisselamın Peygamber efendimize indirdiği bu kelimelerden ve sözlerden başka, Arapça da olsa, okunan şeyler Kur’an-ı kerim okumak olmaz. Mesela, cünüpken, Kur’an-ı kerim okumak haramdır, büyük günahtır. Fakat, onları okumak, haram olmaz.
Bazı kimseler her kitap yazanı, tefsir yazanı veya Arabi bileni âlim zannediyor. Her köşe başında şeyh geçinen yüzlerce kimse vardır. Bu kimseler, müslümanları şaşırtmış, kâtı'ı tarîk-ı ilâhî olmuşlardır. Yani Ehl-i sünnet yolunu bozan, yol kesiciler vardır.
Âlimler çok azalmıştır
İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan imam-ı Rabbani hazretleri, dört yüz yıl önce buyurdu ki:
İslam âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid’at karıştığı ve bu yol bozulduğu için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid’atler ile kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, dini yayacaklarını, hatta İslamiyet’i olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden pek az kalmıştır. İslamiyet’i sevenlerin, bu âlimlerin talebelerine yardım etmeleri, onların yolunda gitmeleri gerekir. (2/62)
Hadis-i şeriflerde, (Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar), (İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar) ve (Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur) buyuruldu. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asırdaki bozuk adamlara ve onların bozuk kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! (Hadika)
İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid’at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)
Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, bizim gibi mukallidlerin, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar, böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyan acaba ne olur?
Dört işlemi bilmeden yüksek matematiği öğrenmek imkansızdır. Bunun gibi akaid, fıkıh ve diğer lüzumlu ilimleri bilmeden tefsir okuyan elbette sapıtır.
Fıkıh ilmini öğrenmeden tefsir ile vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü, tefsir ile, vaaz, kıssa öğrenilir. Fıkıh ile, helal, haram öğrenilir. (Redd-ül-muhtar)
Tefsir okumak, emrolunmadı. Fıkıh okumak ise, emrolundu. (Berika s. 1297)
Tefsir nedir?
Sual: Tefsir ne demektir?
CEVAP
Tefsir, kelam-ı ilahiden murad-ı ilahiyi anlamak demektir.
Tefsir için gereken 15 ana ilimden biri (Kalb ilmi)dir. Allahü teâlânın rasih ilimli âlimlere vasıtasız olarak ihsan ettiği bu kalb ilmine Mevhibe de denir. Bir kimse diğer 14 ilmi bilse, mevhibeye sahip olmazsa tefsiri muteber olmaz. Yaptığı tefsir kendi görüşü olduğundan Cehennemde azaba düçar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kur’andan kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!) [Mektubat-ı Rabbani]
Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için hata olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.
Kur’an-ı kerim, hiçbir dile, hatta Arapçaya bile tercüme edilemez. Her hangi bir şiirin kendi diline bile tam olarak tercümesine imkan yoktur. Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır. Hadis kitaplarından hadis nakletmek için hadis âlimlerinden icazet almak gerekir. (Berika c.1)
Hadis-i şerifleri ve âyet-i kerimeleri, hadis kitaplarından ve Kur’an-ı kerimden değil, hakiki İslam âlimlerinin kitaplarından nakletmelidir. Mesela, (İhya’daki hadis-i şerifte) veya (Mektubat’ta bildirilen âyet-i kerimede buyuruluyor ki...) diyerek nakletmek gerekir.
Peygamber efendimiz bir gün, bir âyetin manasını Hazret-i Ebu Bekir’e anlatırken, orada bulunan Hazret-i Ömer, yapılan izahtan hiçbir şey anlamamıştır. Halbuki hadis-i şerifte (Eğer benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyuruldu. Böyle yüksek olduğu ve arabiyi çok iyi bildiği halde, Hazret-i Ömer Kur’an-ı kerimi değil, tefsirini bile anlayamadı. Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Hadis-i şerifler Kur’an-ı kerimi, mezhep imamları hadis-i şerifleri, İslam âlimleri de mezhep imamlarının sözlerini açıklamışlardır. Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun ve haccın farzları ile hukuk bilgileri açıkça bildirilmemiştir.
Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika)
Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!” demesi bu millete ihanetten başka bir şey değildir.
Kur’an-ı kerim Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla Kur’an-ı kerim tercümesi incelenmiş birbirini tutmayan hükümler görülmüştür. Bunun hakiki sebebi, naklin esas alınmayışıdır. Kur’an-ı kerimin hakiki manasını öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır.
Müfessir kimdir?
Sual: Müfessir kime denir?
CEVAP
Müfessir, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. Beydavi tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Bu ilimlerin hangileri olduğu Mevduat-ül ulüm’de yazılıdır.
1986’da İstanbul’da yapılan Kur’an Tercümeleri Sempozyumunda 1500’den fazla tercüme incelendiğinde, birbirini tutmayan hükümler görüldü. Herkes anlayışına göre tefsir ettiği için, karşımıza bir korkunç, dehşetli ve vahim manzara çıkmıştır. Halbuki nakle dayanılsaydı böyle olmazdı. Türkiye’de ilk defa Kur’an tercüme işini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. Bu oyuna gelinmemeli!...
Diplomaya güvenenler
Diplomaya güvenerek, tefsir ilmine dalmaya kalkışan, aldanır, helak olur. Yüzme bilmeyen birinin diplomasına güvenerek denize açılması gibi, cahilce, ahmakça iş olur.
Tefsir ilmini bilmeyenin hadis ve tefsir okumaya kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Halbuki, bu hastanın, önce perhiz yapması, sonra, kuvvetli yemesi gerekir. İşte bizim gibi, ana ilimleri okumayan, din öğrenmek için, Kur’an tercümesi, tefsir, hadis okumaya kalkışırsa, bunları kavrayamaz. Yanlış anlayarak, dinimizi, imanımızı da kaybederiz. Ana yuvasından almış olduğu imanını kaybeden birkaç ilerici (!) kimsenin küfrüne sebep olan, zihinlerindeki şüphenin nasıl meydana geldiği sorulunca tefsir okudukları için böyle olduklarını bildirmişlerdir. Meşhur tefsirler bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Tefsir ilimlerini bilmeden tefsir okumaya kalkışan, imanını kaybedebileceği için Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, tefsir yazmak isteyen halifesine engel olmuştur. (Makamat)
Türkçe tefsirlerin, en kıymetli sanılanlarında bile, şahsi düşünceler vardır. Okuyana zararı, faydasından çoktur. Hele İslam düşmanlarının, bid’at sahiplerinin, Kur’an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şüpheler, itirazlar hasıl oluyor. Zaten, bizim gibilerin, İslamiyet’i öğrenmek için, tefsir ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Yalnız Arabi bilmekle, tefsir ve hadis anlaşılmaz. Her Arabi bileni, din âlimi sanan aldanır. Beyrut’ta ana dili Arabi olan çok papaz var. Fakat, hiçbiri İslamiyet’i bilmez.
Hangi tefsir zararlıdır?
Sual: Dinimizi, asıl kaynağından öğrenmek için hangi meali ve tefsiri okumalıyız?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur’an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir yazmışlardır. Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemediği için, İslam âlimleri, tercüme değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir. Resulullahın bildirdiği manalara Tefsir denir. Tefsir, ancak Fahr-i âlemin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tâbiine ve Tebe-i tâbiine ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denmez.
Mealen ne demektir
Sual: (Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki...) deniyor. Bu ne demektir?
CEVAP
(Bu âyet-i kerimenin mânâsı, tefsir âlimlerinin bildirdiklerine göre şöyledir) demektir. Bunun için Kur’an tercümesi denilen kitaplardan, Kur’an-ı kerimin mânâsı anlaşılmaz. Kur’an tercümesi okuyan kimse, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin bilgi derecesine göre yaptığı açıklamayı öğrenir. Bir cahilin veya bir sapığın yaptığı tercümeyi okuyan kimse de, Allahü teâlânın bildirmek istediğini değil, tercüme edenin anladım sanarak kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Kur’an-ı kerimin hakiki mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen, İslam âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını, yani bunlardan hazırlanmış, nakli esas alan bir ilmihal kitabını okumalıdır.
Kur’an-ı kerim tercümesini okuyan, amele, ibadete ait bilgileri öğrenemez. İtikada ait bilgileri ise öğrenmesi hiç mümkün olmaz. Çünkü 72 dalalet fırkası, Kur’an-ı kerime yanlış mana verdiği için sapıtmıştır. Kur’an tercümesi okuyarak, doğru imanı, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek mümkün olmaz. Hatta (Beydavi), (Celaleyn) gibi kıymetli tefsirleri bile bizim gibilerin anlaması mümkün değildir. Kur’an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı, kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. (Hadika)
Peygamber efendimiz, hadis-i şerifleriyle Kur’an-ı kerimi açıklamıştır. Bu açıklamalara tefsir denir. Bir âyet-i kerimenin mânâsını Peygamber efendimiz açıkça bildirmemişse, İslam âlimleri, bu âyet-i kerimenin mânâlarından dinimize uygun olanı seçerler. Buna tevil etmek ve bu seçilen manaya da meal denir. Piyasada meal, tercüme anlamında kullanılıyorsa da, tercüme demek değildir.
Kur’an tercümesi
Sual: TV’lerde, barlarda Beethoven’in 9. senfonisini, Mozart’ın figarosunu ve Molyer’in şiirlerini niçin Almanca, İtalyanca, Fransızca söylüyorlar veya dinliyorlar da, (Bu yabancı dildir, Türkçe söylemek gerekir) diyerek, bu senfonileri Türkçeye tercüme etmiyorlar? Fakat Kur’an tercümesine nasıl olup da Kur’an diyebiliyorlar?
CEVAP
Çünkü, Türkçeye tam çevrilemeyeceğini biliyorlar. Türkçelerine Beethoven’in veya Şopen’in eseri denilemiyor. Bir şiirin tercümesi bile şiirin aslı değildir. O halde, Kur’an-ı kerimin tercümesine hiç Kur’an denebilir mi? Şekspir’in, Viktor Hügo’nun ve Baki efendinin şiirlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizce, Fransızca ve Arapça dillerini edebiyatı ile birlikte öğrenmek gerektiği gibi, Allah kelamının belagatini ve inceliklerini anlayabilmek için de, gerekli ilimleri öğrenmeden, bunları anlamaya kalkışmak çok yanlıştır.
Orijinal meal
Sual: Biri, (Piyasada birbirini tutmayan farklı mealler bulunduğu için, orijinalinden kendim tercüme ederek bir meal hazırladım. Benimki orijinal olduğu için itimada şayandır) dedi. Öteki mealler niye orijinalinden hazırlanmadı? Bu arkadaşın orijinal mealine güvenebilir miyiz?
CEVAP
Adına orijinal dense de fark etmez. O mealin diğerlerinden hiç farkı yoktur. Meal, tercüme edenin, Kur’an-ı kerimden anladığı mânâ demektir. Herkes, ilmine göre bir şey anlar. Çoğunun yanlış olduğu piyasadaki meallerden anlaşılmaktadır, çünkü Kur’an-ı kerim kelime kelime tercüme edilirse yanlış olur. Murad-ı ilahi anlaşılmadan yapılan tercümeler doğru olmaz. Murad-ı ilahiyi de yalnız Peygamber efendimiz anlamış ve bildirilmesi gerekenleri de hadis-i şeriflerle bildirmiştir. Onun için, mealden din öğrenilmez. Dinimiz ancak, itikad, fıkıh ve ahlak bilgilerinin nakli esas alarak yazıldığı muteber ilmihallerden öğrenilir.
Arapça bilenin Kur’an okuması
Sual: Ana dili Arapça olanın, Kur’an okurken manasını anlaması, meal okumak gibi zararlı olur mu?
CEVAP
Hayır, mahzuru olmaz, hatta iyi olur; ancak âyetlerden hüküm çıkarması caiz olmaz. Mesela Kevser suresini okurken, (Venhar) demenin kurban kes anlamına geldiğini bilmesinin mahzuru olmaz. (Kurban kes demek, fakir zengin, dinli dinsiz herkese kurban kesmek farzdır demektir) diye bir hüküm çıkarırsa yanlış olur; çünkü ana dili Arapça olan Eshab-ı kiram bile, Kur’an-ı kerimin anlamını Resulullah efendimize sorarlardı. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur’an-ı kerimin manalarının hepsi anlaşılmaz.) [İbni Mace]
Günün âyeti demek
Sual: Gazetelerde, internet sitelerinde, günün âyeti denilerek âyet mealleri yazmakta bir mahzur var mıdır?
CEVAP
Böyle yazmak uygun olmaz. Âyet-i kerimeler her gün içindir. Günün âyeti, ayın âyeti demek hoş değildir. Bunun ikinci mahzuru da şudur:
Kur’an-ı kerimin kelime kelime tercümesini yapmak mümkün olmadığı için verilen mana yanlış olur. Böyle bir tercümeyle murad-ı ilahi anlaşılamaz. Bu şekilde, âyet meallerini yazmak ve bunları okumak yanlış anlaşılmalara sebebiyet vereceği için uygun olmaz. Âyet mealinden din öğrenilemez, bununla amel edilemez.
Feminist meal
Sual: Amerika’daki bir üniversitede, Kur’anın feminist meali hazırlanmış. Feminist meal olur mu?
CEVAP
Herkesin düşüncesine göre meal olmaz. Yani mealin, feministi, hümanisti olmaz. Yarın bir başkası da çıkıp (Sosyalist bir meal yaptım) diyebilir. Nitekim âyet-i kerimeleri sosyalizme göre açıklayan sosyalist zihniyetli mezhepsizler çıkmıştır. Feminist olmasa bile piyasadaki birbirini tutmayan mealleri okumak caiz olmaz, çünkü müfessirlerimizin bildirdiklerine aykırı meallere ve tefsirlere asla itibar edilmez.
Tefsir kitaplarına mı, fıkıh kitaplarına mı uymalı?
Sual: Berîka kitabında, (Tefsirlere göre değil, fıkıh kitaplarına göre amel etmemiz emredildi) deniyor. Tefsir, Allah'ın kitabı sayılır, fıkıh ise âlimlerin kitabıdır. Niye âlimlerin kitabı, Resulullah'ın hadislerine ve Allah'ın kitabına tercih ediliyor?
CEVAP
Hayır, asla öyle bir tercih yapılmıyor. Tefsir için de, (Allah'ın kitabıdır) demek yanlıştır. O da müfessirlerin kendi anladıklarıdır. Doğru anladıkları da olur, yanlış anladıkları da olur O, tefsir veya tercüme edenin kendi anladığıdır. Kur'an-ı kerimi yanlış anlayan da çok oluyor. Mesela namaz vakitleri için, üç, altı, hattâ yedi vakittir diyenler olmuştur. Ama Peygamber efendimiz (Beş vakittir) diyor ve ömür boyu da beş vakit kılmıştır. Onun için mealleri, tefsirleri, bizzat Allah'ın sözü olarak kabul etmek çok yanlış olur.
Tefsirden ve hadislerden dört hak mezhep çıktığı gibi, 72 sapık mezhep de çıkmıştır. 72 sapık fırkanın liderleri, âlim oldukları hâlde, tefsirleri yanlış anladıkları için sapıttılar. Biz kendimiz tefsirden bir şey öğrenmeye kalkarsak, hangi bâtıl yola gireceğimiz, hangi uçuruma yuvarlanacağımız belli olmaz. Fıkıh bilgisi de tefsirden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu iki kaynaktan çıkardıkları fıkıh ilmine uyarsak, yine Kur’an’a ve hadise uymuş oluruz.
Kur’an yerine çevirisini okumak
Sual: Mezarlıkta ölülere Kur’an yerine, meal veya tefsir kitabı okuyanlara rastlıyoruz. En doğru tefsir diye, namazda bile bunları okuyanlar oluyor. Buralarda Kur’an yerine tercümesini okumak günah değil midir?
CEVAP
Evet, büyük günahtır. Çünkü Kur’an-ı kerim, Allah kelamıdır. Kur’an-ı kerimin başka dillere yapılan çevirilerine, en doğru çeviri olsa bile, Kur’an denmez ve Kur’an olarak okunması asla caiz olmaz. Bunları Allah kelâmı kabul etmek, mezarlıkta veya namazda Kur’an diye okumak, büyük günah olur. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:
(Kur’an-ı kerim tercümesini, Kur’an-ı kerim yerine okumak haramdır.) [Fetava-i fıkhiyye s. 37]
İsmimiz bile tercümesiyle söylense çok acayip olur. Mesela ismet; günahsızlık, temizlik demektir. İsmi İsmet olan biri, İsmet değil de, tercümesi ile çağrılsa, İsmet Bey yerine, Temizlik Bey, Günahsızlık Bey dense, uygun olur mu? Bir ismin bile tercümesini söylemek çok tuhaf olurken namazdaki Allah kelamı olan sûrelerin tercümelerini veya tefsirlerini okumak nasıl caiz olur?
Ezanın da başka bir dilde tercümesini ezan olarak okumak caiz değildir. Mesela Fransızca (Dieu est grand), İngilizce (God is great) veya Türkçe (Tanrı uludur) dense caiz olmaz. (Allahü ekber) diyerek okumak lazımdır.
CEVAP
Kur’an-ı kerimin tefsiri veya meali yazılabilir ve yazılmıştır. İslam âlimleri, bunu yasak etmemişlerdir. Fakat bunlar, Kur’an-ı kerimin belagatini taşıyamazlar. Murad-i ilahiyi bildiremezler. Kur’an-ı kerimin manasını ve manalarındaki incelikleri anlamak isteyen ve belagatinin zevkini tatmak dileyen müslümanlar, bu kitab-i mübini kendi lisanı ile okumalı ve manasını ve zevkini bundan almak için gereken bilgileri öğrenmekten üşenmemelidirler!
Şekspir’in, Victor Hugo’nun ve Baki efendinin şiirlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizce, Fransızca ve Arapça dillerini edebiyatı ile birlikte öğrenmek gerektiği gibi, Allah kelamını ve inceliklerini anlayabilmek için de gerekli ilimleri öğrenmek elbette şarttır.
Cebrail aleyhisselamın Peygamber efendimize indirdiği bu kelimelerden ve sözlerden başka, Arapça da olsa, okunan şeyler Kur’an-ı kerim okumak olmaz. Mesela, cünüpken, Kur’an-ı kerim okumak haramdır, büyük günahtır. Fakat, onları okumak, haram olmaz.
Bazı kimseler her kitap yazanı, tefsir yazanı veya Arabi bileni âlim zannediyor. Her köşe başında şeyh geçinen yüzlerce kimse vardır. Bu kimseler, müslümanları şaşırtmış, kâtı'ı tarîk-ı ilâhî olmuşlardır. Yani Ehl-i sünnet yolunu bozan, yol kesiciler vardır.
Âlimler çok azalmıştır
İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan imam-ı Rabbani hazretleri, dört yüz yıl önce buyurdu ki:
İslam âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid’at karıştığı ve bu yol bozulduğu için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid’atler ile kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, dini yayacaklarını, hatta İslamiyet’i olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden pek az kalmıştır. İslamiyet’i sevenlerin, bu âlimlerin talebelerine yardım etmeleri, onların yolunda gitmeleri gerekir. (2/62)
Hadis-i şeriflerde, (Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar), (İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar) ve (Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur) buyuruldu. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asırdaki bozuk adamlara ve onların bozuk kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! (Hadika)
İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid’at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)
Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, bizim gibi mukallidlerin, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar, böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyan acaba ne olur?
Dört işlemi bilmeden yüksek matematiği öğrenmek imkansızdır. Bunun gibi akaid, fıkıh ve diğer lüzumlu ilimleri bilmeden tefsir okuyan elbette sapıtır.
Fıkıh ilmini öğrenmeden tefsir ile vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü, tefsir ile, vaaz, kıssa öğrenilir. Fıkıh ile, helal, haram öğrenilir. (Redd-ül-muhtar)
Tefsir okumak, emrolunmadı. Fıkıh okumak ise, emrolundu. (Berika s. 1297)
Tefsir nedir?
Sual: Tefsir ne demektir?
CEVAP
Tefsir, kelam-ı ilahiden murad-ı ilahiyi anlamak demektir.
Tefsir için gereken 15 ana ilimden biri (Kalb ilmi)dir. Allahü teâlânın rasih ilimli âlimlere vasıtasız olarak ihsan ettiği bu kalb ilmine Mevhibe de denir. Bir kimse diğer 14 ilmi bilse, mevhibeye sahip olmazsa tefsiri muteber olmaz. Yaptığı tefsir kendi görüşü olduğundan Cehennemde azaba düçar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kur’andan kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!) [Mektubat-ı Rabbani]
Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için hata olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.
Kur’an-ı kerim, hiçbir dile, hatta Arapçaya bile tercüme edilemez. Her hangi bir şiirin kendi diline bile tam olarak tercümesine imkan yoktur. Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır. Hadis kitaplarından hadis nakletmek için hadis âlimlerinden icazet almak gerekir. (Berika c.1)
Hadis-i şerifleri ve âyet-i kerimeleri, hadis kitaplarından ve Kur’an-ı kerimden değil, hakiki İslam âlimlerinin kitaplarından nakletmelidir. Mesela, (İhya’daki hadis-i şerifte) veya (Mektubat’ta bildirilen âyet-i kerimede buyuruluyor ki...) diyerek nakletmek gerekir.
Peygamber efendimiz bir gün, bir âyetin manasını Hazret-i Ebu Bekir’e anlatırken, orada bulunan Hazret-i Ömer, yapılan izahtan hiçbir şey anlamamıştır. Halbuki hadis-i şerifte (Eğer benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyuruldu. Böyle yüksek olduğu ve arabiyi çok iyi bildiği halde, Hazret-i Ömer Kur’an-ı kerimi değil, tefsirini bile anlayamadı. Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Hadis-i şerifler Kur’an-ı kerimi, mezhep imamları hadis-i şerifleri, İslam âlimleri de mezhep imamlarının sözlerini açıklamışlardır. Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun ve haccın farzları ile hukuk bilgileri açıkça bildirilmemiştir.
Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika)
Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!” demesi bu millete ihanetten başka bir şey değildir.
Kur’an-ı kerim Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla Kur’an-ı kerim tercümesi incelenmiş birbirini tutmayan hükümler görülmüştür. Bunun hakiki sebebi, naklin esas alınmayışıdır. Kur’an-ı kerimin hakiki manasını öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır.
Müfessir kimdir?
Sual: Müfessir kime denir?
CEVAP
Müfessir, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. Beydavi tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Bu ilimlerin hangileri olduğu Mevduat-ül ulüm’de yazılıdır.
1986’da İstanbul’da yapılan Kur’an Tercümeleri Sempozyumunda 1500’den fazla tercüme incelendiğinde, birbirini tutmayan hükümler görüldü. Herkes anlayışına göre tefsir ettiği için, karşımıza bir korkunç, dehşetli ve vahim manzara çıkmıştır. Halbuki nakle dayanılsaydı böyle olmazdı. Türkiye’de ilk defa Kur’an tercüme işini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. Bu oyuna gelinmemeli!...
Diplomaya güvenenler
Diplomaya güvenerek, tefsir ilmine dalmaya kalkışan, aldanır, helak olur. Yüzme bilmeyen birinin diplomasına güvenerek denize açılması gibi, cahilce, ahmakça iş olur.
Tefsir ilmini bilmeyenin hadis ve tefsir okumaya kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Halbuki, bu hastanın, önce perhiz yapması, sonra, kuvvetli yemesi gerekir. İşte bizim gibi, ana ilimleri okumayan, din öğrenmek için, Kur’an tercümesi, tefsir, hadis okumaya kalkışırsa, bunları kavrayamaz. Yanlış anlayarak, dinimizi, imanımızı da kaybederiz. Ana yuvasından almış olduğu imanını kaybeden birkaç ilerici (!) kimsenin küfrüne sebep olan, zihinlerindeki şüphenin nasıl meydana geldiği sorulunca tefsir okudukları için böyle olduklarını bildirmişlerdir. Meşhur tefsirler bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Tefsir ilimlerini bilmeden tefsir okumaya kalkışan, imanını kaybedebileceği için Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, tefsir yazmak isteyen halifesine engel olmuştur. (Makamat)
Türkçe tefsirlerin, en kıymetli sanılanlarında bile, şahsi düşünceler vardır. Okuyana zararı, faydasından çoktur. Hele İslam düşmanlarının, bid’at sahiplerinin, Kur’an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şüpheler, itirazlar hasıl oluyor. Zaten, bizim gibilerin, İslamiyet’i öğrenmek için, tefsir ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Yalnız Arabi bilmekle, tefsir ve hadis anlaşılmaz. Her Arabi bileni, din âlimi sanan aldanır. Beyrut’ta ana dili Arabi olan çok papaz var. Fakat, hiçbiri İslamiyet’i bilmez.
Hangi tefsir zararlıdır?
Sual: Dinimizi, asıl kaynağından öğrenmek için hangi meali ve tefsiri okumalıyız?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur’an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir yazmışlardır. Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemediği için, İslam âlimleri, tercüme değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir. Resulullahın bildirdiği manalara Tefsir denir. Tefsir, ancak Fahr-i âlemin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tâbiine ve Tebe-i tâbiine ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denmez.
Mealen ne demektir
Sual: (Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki...) deniyor. Bu ne demektir?
CEVAP
(Bu âyet-i kerimenin mânâsı, tefsir âlimlerinin bildirdiklerine göre şöyledir) demektir. Bunun için Kur’an tercümesi denilen kitaplardan, Kur’an-ı kerimin mânâsı anlaşılmaz. Kur’an tercümesi okuyan kimse, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin bilgi derecesine göre yaptığı açıklamayı öğrenir. Bir cahilin veya bir sapığın yaptığı tercümeyi okuyan kimse de, Allahü teâlânın bildirmek istediğini değil, tercüme edenin anladım sanarak kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Kur’an-ı kerimin hakiki mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen, İslam âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını, yani bunlardan hazırlanmış, nakli esas alan bir ilmihal kitabını okumalıdır.
Kur’an-ı kerim tercümesini okuyan, amele, ibadete ait bilgileri öğrenemez. İtikada ait bilgileri ise öğrenmesi hiç mümkün olmaz. Çünkü 72 dalalet fırkası, Kur’an-ı kerime yanlış mana verdiği için sapıtmıştır. Kur’an tercümesi okuyarak, doğru imanı, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek mümkün olmaz. Hatta (Beydavi), (Celaleyn) gibi kıymetli tefsirleri bile bizim gibilerin anlaması mümkün değildir. Kur’an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı, kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. (Hadika)
Peygamber efendimiz, hadis-i şerifleriyle Kur’an-ı kerimi açıklamıştır. Bu açıklamalara tefsir denir. Bir âyet-i kerimenin mânâsını Peygamber efendimiz açıkça bildirmemişse, İslam âlimleri, bu âyet-i kerimenin mânâlarından dinimize uygun olanı seçerler. Buna tevil etmek ve bu seçilen manaya da meal denir. Piyasada meal, tercüme anlamında kullanılıyorsa da, tercüme demek değildir.
Kur’an tercümesi
Sual: TV’lerde, barlarda Beethoven’in 9. senfonisini, Mozart’ın figarosunu ve Molyer’in şiirlerini niçin Almanca, İtalyanca, Fransızca söylüyorlar veya dinliyorlar da, (Bu yabancı dildir, Türkçe söylemek gerekir) diyerek, bu senfonileri Türkçeye tercüme etmiyorlar? Fakat Kur’an tercümesine nasıl olup da Kur’an diyebiliyorlar?
CEVAP
Çünkü, Türkçeye tam çevrilemeyeceğini biliyorlar. Türkçelerine Beethoven’in veya Şopen’in eseri denilemiyor. Bir şiirin tercümesi bile şiirin aslı değildir. O halde, Kur’an-ı kerimin tercümesine hiç Kur’an denebilir mi? Şekspir’in, Viktor Hügo’nun ve Baki efendinin şiirlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizce, Fransızca ve Arapça dillerini edebiyatı ile birlikte öğrenmek gerektiği gibi, Allah kelamının belagatini ve inceliklerini anlayabilmek için de, gerekli ilimleri öğrenmeden, bunları anlamaya kalkışmak çok yanlıştır.
Orijinal meal
Sual: Biri, (Piyasada birbirini tutmayan farklı mealler bulunduğu için, orijinalinden kendim tercüme ederek bir meal hazırladım. Benimki orijinal olduğu için itimada şayandır) dedi. Öteki mealler niye orijinalinden hazırlanmadı? Bu arkadaşın orijinal mealine güvenebilir miyiz?
CEVAP
Adına orijinal dense de fark etmez. O mealin diğerlerinden hiç farkı yoktur. Meal, tercüme edenin, Kur’an-ı kerimden anladığı mânâ demektir. Herkes, ilmine göre bir şey anlar. Çoğunun yanlış olduğu piyasadaki meallerden anlaşılmaktadır, çünkü Kur’an-ı kerim kelime kelime tercüme edilirse yanlış olur. Murad-ı ilahi anlaşılmadan yapılan tercümeler doğru olmaz. Murad-ı ilahiyi de yalnız Peygamber efendimiz anlamış ve bildirilmesi gerekenleri de hadis-i şeriflerle bildirmiştir. Onun için, mealden din öğrenilmez. Dinimiz ancak, itikad, fıkıh ve ahlak bilgilerinin nakli esas alarak yazıldığı muteber ilmihallerden öğrenilir.
Arapça bilenin Kur’an okuması
Sual: Ana dili Arapça olanın, Kur’an okurken manasını anlaması, meal okumak gibi zararlı olur mu?
CEVAP
Hayır, mahzuru olmaz, hatta iyi olur; ancak âyetlerden hüküm çıkarması caiz olmaz. Mesela Kevser suresini okurken, (Venhar) demenin kurban kes anlamına geldiğini bilmesinin mahzuru olmaz. (Kurban kes demek, fakir zengin, dinli dinsiz herkese kurban kesmek farzdır demektir) diye bir hüküm çıkarırsa yanlış olur; çünkü ana dili Arapça olan Eshab-ı kiram bile, Kur’an-ı kerimin anlamını Resulullah efendimize sorarlardı. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur’an-ı kerimin manalarının hepsi anlaşılmaz.) [İbni Mace]
Günün âyeti demek
Sual: Gazetelerde, internet sitelerinde, günün âyeti denilerek âyet mealleri yazmakta bir mahzur var mıdır?
CEVAP
Böyle yazmak uygun olmaz. Âyet-i kerimeler her gün içindir. Günün âyeti, ayın âyeti demek hoş değildir. Bunun ikinci mahzuru da şudur:
Kur’an-ı kerimin kelime kelime tercümesini yapmak mümkün olmadığı için verilen mana yanlış olur. Böyle bir tercümeyle murad-ı ilahi anlaşılamaz. Bu şekilde, âyet meallerini yazmak ve bunları okumak yanlış anlaşılmalara sebebiyet vereceği için uygun olmaz. Âyet mealinden din öğrenilemez, bununla amel edilemez.
Feminist meal
Sual: Amerika’daki bir üniversitede, Kur’anın feminist meali hazırlanmış. Feminist meal olur mu?
CEVAP
Herkesin düşüncesine göre meal olmaz. Yani mealin, feministi, hümanisti olmaz. Yarın bir başkası da çıkıp (Sosyalist bir meal yaptım) diyebilir. Nitekim âyet-i kerimeleri sosyalizme göre açıklayan sosyalist zihniyetli mezhepsizler çıkmıştır. Feminist olmasa bile piyasadaki birbirini tutmayan mealleri okumak caiz olmaz, çünkü müfessirlerimizin bildirdiklerine aykırı meallere ve tefsirlere asla itibar edilmez.
Tefsir kitaplarına mı, fıkıh kitaplarına mı uymalı?
Sual: Berîka kitabında, (Tefsirlere göre değil, fıkıh kitaplarına göre amel etmemiz emredildi) deniyor. Tefsir, Allah'ın kitabı sayılır, fıkıh ise âlimlerin kitabıdır. Niye âlimlerin kitabı, Resulullah'ın hadislerine ve Allah'ın kitabına tercih ediliyor?
CEVAP
Hayır, asla öyle bir tercih yapılmıyor. Tefsir için de, (Allah'ın kitabıdır) demek yanlıştır. O da müfessirlerin kendi anladıklarıdır. Doğru anladıkları da olur, yanlış anladıkları da olur O, tefsir veya tercüme edenin kendi anladığıdır. Kur'an-ı kerimi yanlış anlayan da çok oluyor. Mesela namaz vakitleri için, üç, altı, hattâ yedi vakittir diyenler olmuştur. Ama Peygamber efendimiz (Beş vakittir) diyor ve ömür boyu da beş vakit kılmıştır. Onun için mealleri, tefsirleri, bizzat Allah'ın sözü olarak kabul etmek çok yanlış olur.
Tefsirden ve hadislerden dört hak mezhep çıktığı gibi, 72 sapık mezhep de çıkmıştır. 72 sapık fırkanın liderleri, âlim oldukları hâlde, tefsirleri yanlış anladıkları için sapıttılar. Biz kendimiz tefsirden bir şey öğrenmeye kalkarsak, hangi bâtıl yola gireceğimiz, hangi uçuruma yuvarlanacağımız belli olmaz. Fıkıh bilgisi de tefsirden ve hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu iki kaynaktan çıkardıkları fıkıh ilmine uyarsak, yine Kur’an’a ve hadise uymuş oluruz.
Kur’an yerine çevirisini okumak
Sual: Mezarlıkta ölülere Kur’an yerine, meal veya tefsir kitabı okuyanlara rastlıyoruz. En doğru tefsir diye, namazda bile bunları okuyanlar oluyor. Buralarda Kur’an yerine tercümesini okumak günah değil midir?
CEVAP
Evet, büyük günahtır. Çünkü Kur’an-ı kerim, Allah kelamıdır. Kur’an-ı kerimin başka dillere yapılan çevirilerine, en doğru çeviri olsa bile, Kur’an denmez ve Kur’an olarak okunması asla caiz olmaz. Bunları Allah kelâmı kabul etmek, mezarlıkta veya namazda Kur’an diye okumak, büyük günah olur. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:
(Kur’an-ı kerim tercümesini, Kur’an-ı kerim yerine okumak haramdır.) [Fetava-i fıkhiyye s. 37]
İsmimiz bile tercümesiyle söylense çok acayip olur. Mesela ismet; günahsızlık, temizlik demektir. İsmi İsmet olan biri, İsmet değil de, tercümesi ile çağrılsa, İsmet Bey yerine, Temizlik Bey, Günahsızlık Bey dense, uygun olur mu? Bir ismin bile tercümesini söylemek çok tuhaf olurken namazdaki Allah kelamı olan sûrelerin tercümelerini veya tefsirlerini okumak nasıl caiz olur?
Ezanın da başka bir dilde tercümesini ezan olarak okumak caiz değildir. Mesela Fransızca (Dieu est grand), İngilizce (God is great) veya Türkçe (Tanrı uludur) dense caiz olmaz. (Allahü ekber) diyerek okumak lazımdır.
Meal okumak niye zararlıdır?
Sual: Meal okumak niye uygun değildir? Mealin hiç faydası yok mudur? Anadili Arapça olan, bizim mealden anladığımızı zaten anlıyor. Arapça bilmeyenin, meal okuyup, Arapça bilen Araplar kadar Kur’anı anlamasının ne sakıncası olur? Eğer meal okumak yanlışsa, Rusya, İslamiyet’e zararlı olan bir şeyi niye yasaklasın ki? Çağdaş bir meal yazılamaz mı?
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
NİSAN YAĞMURU ŞİFADIR
Şifalı olan Rumi nisan yağmurları, Nisan ayının on dördünde başlar, Mayıs ayının on dördünde biter.
Bu zaman içinde yağan yağmurlara “Nîsân yağmuru” denir ve bir çok hastalığa deva olup bir çok faydası vardır.
* Yılanların zehiri, Balıkların incisi, Hatta bal arısının balı gibi pek çok harikulade nimet hep bu yağmurun suyundan oluşur.
* Nisan yağmuru zahmetlere rahmet, dertlere devâ, hastalılara şifâdır.
* Sular içerisinde en saf su Nisan yağmurunun suyudur.
* Nisan yağmuru ile mayalanan yoğurt tutar. (Tecrübe ile de sabittir)
* Nisan yağmurunda ıslanan yeni elbise çürümez. Saç dökülmez. Hele okunan! Nisan yağmuru suyu, Allâh’ın izniyle sar’a hastalığına şifâ, Ruh hastalıklarına deva, Ağrıları gidericidir. Nisan Yağmurunun faydalı ve şifalı olduğuna dair hadisi şerifler vardır.
Nisan yağmuru hakkında Hadisi şerifler:
Peygamber Efendimizden (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) rivayet olundu ki;
"Cebrail (Aleyhisselâm) bana öyle bir ilaç öğretti ki, o ilaç sayesinde insanların doktorların ilacına hiç ihtiyaç kalmaz.
Eshâbı Kirâm o ilaçtan bizede haber ver Ya Rasûlullah dediler: Efendimiz (Aleyhissalâtü vesselâm) "Nisan yağmurunu toplayınız .
Ona; 70 Ayetel Kürsi,
70 Fâtiha-i Şerife,
70 defa İhlâs-ı Şerif,
70 defa Felâk,
70 defa Nâs Sûresini
70 defa tesbih duâsını "Subhanallahi vel hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illellâhu vallâhu ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil-azîm." Sonra yedi gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz. Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenabı Hakka yemin ederim ki,Cebrail bana dedi ki;Bu sudan içen kimsenin cesedinden , damarından, sinirinden, etlerinden o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenab-ı Hak giderir, O kimseye sıhhat ve afiyet verir.
Yine Başka bir Hadisi şerifte:
"Beni hak Peygamber olarak gönderen Allaha Yemin ederim ki, Çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirse, Allahü Teâla’nın izni ile Hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu sudan hanımına içirirse, bu su ona sıhhat için yeterli olur. İçen kimsenin balgamını keser. Rüzgar ona zarar vermez. Çirkin haller kendisine isabet etmez. Bel ağrısından, karın ağrısından,şikayeti kalmaz.Alaca hastalığından korkmaz.göğüs ağrısı çekmez.kalbine gelen vesvese (evham) gönlünden çıkar gider. Kendini çok beğenmek, haset, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk (gibi manevi hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani (geçici)olanlar için Allahü Teâla’nın izni ile fayda vericidir."(tefsir-i Kebir.Kuran tefsiri)
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim ve Ezan-ı Muhammedi okunurken, düşman korkusuyla karşılaşınca, yağmur yağarken ve zulme uğrayınca yapılan duâlar kabul olunur (Teberânî)
Hz.Enes (Radıyallâhu Anh) anlatıyor :Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) ile birlikteyken , yağmur yağmıştı, hemen başını açtı ve "Yağmur Rabbimin yeni yarattığı ve indirdiği Rahmettir" dedi.
Diğer bir rivayette ise, Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'in elbisesini açtığı bildirilmiştir. (Müslim 2/615,Ebu Davud 5/3309)
Ebu Hureyre (Radıyallâhu Anh) anlatıyor: Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) ve sahabeleri senenin ilk yağmuru yağdığında, gökteki ilk damlalara, (değmesi için) başlarını açarlardı ve Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) Şöyle derdi: "Yağmur, rabbimizin en son, ve yeni yarattığı bir mahluktur ve bereketi en çok olandır." (Ebu şeyh ,Ahlakun-Nebiyyi 823
Nisan Yağmurunu Alma Şekli:
Kap yüksek bir yere konmalı, yağmur direk kaba dökülmeli, oluktan olmaz.
Evde mevlid okutmanın fazileti
İmâm Süyûti Hazretleri;
Hangi evde mevlûd okutulursa o ev kıtlık, hastalık, belâ, düşmanlık, hased, göz değmesi gibi âfetlerden uzak kalır.
Böyle bir evin sahibi de mezarda Münker-Nekir tarafından sûale çekilirken şiddet görmez.
Kaynak; Râbıta-i ŞerifeManzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakim Arvasi Kûddise Sirrûh Hazretleri
Hangi evde mevlûd okutulursa o ev kıtlık, hastalık, belâ, düşmanlık, hased, göz değmesi gibi âfetlerden uzak kalır.
Böyle bir evin sahibi de mezarda Münker-Nekir tarafından sûale çekilirken şiddet görmez.
Kaynak; Râbıta-i ŞerifeManzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakim Arvasi Kûddise Sirrûh Hazretleri
Leyla aşkı ve Mevla aşkı
Mecnun çölde gezerken namaz kılan bir adamın önünden geçer.
adam hemen namazını bozar ve şöyle der:
-Koskoca çölde namaz kılan adamın önünden niye geçiyorsun.başka yer mi yok.
Mecnun:
-Ben seni Leyla'nın aşkından görmedim.
Allah aşkına söyle sen beni mevla aşkından nasıl gördün.
adam hemen namazını bozar ve şöyle der:
-Koskoca çölde namaz kılan adamın önünden niye geçiyorsun.başka yer mi yok.
Mecnun:
-Ben seni Leyla'nın aşkından görmedim.
Allah aşkına söyle sen beni mevla aşkından nasıl gördün.
Allah’a îmân ettim gözümü yalanladım
Ebû Hureyre radıyallahü anh Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
Meryem oğlu İsâ (aleyhisselam) bir adamın hırsızlık yaptığını gördü. (Daha sonra) ona: “Sen hırsızlık mı yaptın?” diye sordu. Adam “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, hayır (hırsızlık yapmadım)” dedi. Bunun üzerine İsâ (aleyhisselam), “Allah’a îmân ettim gözümü yalanladım” dedi». (Buhârî, Müslim, Neseî)
Meryem oğlu İsâ (aleyhisselam) bir adamın hırsızlık yaptığını gördü. (Daha sonra) ona: “Sen hırsızlık mı yaptın?” diye sordu. Adam “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, hayır (hırsızlık yapmadım)” dedi. Bunun üzerine İsâ (aleyhisselam), “Allah’a îmân ettim gözümü yalanladım” dedi». (Buhârî, Müslim, Neseî)
Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvvullah Cevret’tir...
Yine bir defasında Efendi Hazretlerini bir düğüne davet etmişler. Gitmiş. Oturdukları odadaki bir sehpanın üzerindeki kitabı alıp birkaç satır okuyup yerine koymuşlar. Daha sonra sevdiklerinden birine: “O kitap Abdullah Cevdet’in bir romanıydı. Elime alıp birkaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti on beş günde zor def’edebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvvullah Cevret’tir.” buyurdular. s.305
Kaynak: (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.305)
Kapatılamayan Kapı
Bir zamanlar valilik yapan birinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengarenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefa yeriydi. Bir gün vali, bu bahçeye geldi. Orada bahçıvanın hanımını gördü. Kadın çok güzeldi. Vali, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi.
Kadına da dedi ki:
- Bahçenin kapılarını kapat. Hiçbir kapı açık kalmasın!
Kadın, akıllı ve namuslu idi. Valinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
- Kapıları kapattım. Yalnız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O, hangi kapıdır?
-Bu kapı, Allahü teâlânın bizi gözetlediği kapıdır.
Vali, bu sözü duyunca, pişman olup tevbe etti. Kendisini ilme ve ibadete verdi. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
Kadına da dedi ki:
- Bahçenin kapılarını kapat. Hiçbir kapı açık kalmasın!
Kadın, akıllı ve namuslu idi. Valinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
- Kapıları kapattım. Yalnız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O, hangi kapıdır?
-Bu kapı, Allahü teâlânın bizi gözetlediği kapıdır.
Vali, bu sözü duyunca, pişman olup tevbe etti. Kendisini ilme ve ibadete verdi. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
Saadet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah
Saadet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah
Kamu derdlilerin dermanı sensin yâ Resûlallah
Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmalar
Zuhuri âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah
Dahi hem "küntü kenz" esrarının bil mahremi sensin
Makamındır senin hem "Kabe kavseyn" yâ Resûlallah
Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret
Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallah
Zuhuratın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem (1)
Dü âlemde Ebü'l-Ervâh ki sensin yâ Resûlallah (2)
Muradın teşrîf mi'râcdan vücûd-u âlemin gezdin (3)
Zemîn ü asumanın nuru sensin yâ Resûlallah
Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular
Hüviyyet babının miftâhı sensin yâ Resûlallah (4)
Pirîmiz Hazret-i Sâmî senin vârislerindendir
Ulüvv-i himmeti hem sânı sensin yâ Resûlallah
Bu Salih himmet-i pîri ile bildi seni şahım
Kelâmın hücceti burhanı sensin yâ Resûlallah
(Salih Baba)
Sultan Vahdettin Han'ın Fermanı
Cennet Mekan Sultan Vahdettin Han'ın Esseyyid Abdulhakim Arvasi Üçışık Efendi Hazretleri'ne, Başmüderrislik pâyesini verdiğini ve Kaşgari Dergahı'na tayinini bildiren orijinal elyazması ferman...
Fermanın Latin harfleri ile yazılışı:
Meşâhir-i Meşâyih-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’den Şeyh Abdülhakîm El-Arvasî’nin (Vefatı: 1943) İstanbul-Eyüp, Gümüşsuyu Mahallesi, İdris Köşkü Sokak, 35 Ada, 2 Parsel’de Yer Alan Kaşgâri Şeyh Abdullah Nidâî ( Bânisi Sâhibu’l-Hayrât: Ruznâmçe-i Evvel Yekçeşm El-Hâcc Murtaza Efendi-Vefatı: 15 N. 1160. Dergâh Haziresinde Medfundur.) Nakşibendi Dergâh-ı Şerîfine Postnişîn/Şeyh Olarak Tayinine Dâir 25 Zilhicce 1337/21 Eylül 1919 Tarihli Sultan M. Vahîduddîn’e Ait Berât.Hazret-i Ebî Eyyub El-Ensârî Radiyellahu Anhu’l-Bârî civârında kâin Ruznâmçe-i evvel El-Hâcc Murtaza Efendi En-Nakşibendî zâviyesi vakfından almak üzere, şehrî yüz beş kuruş taâmiye ile zâviye-i mezkurede meşihât ve şehrî yüz kuruş vazîfe ile meşihata meşrûta imâmet ve şehrî doksan kuruş vazîfe ile hitâbet cihetlerinin ber muceb-i kayd mutasarrıfları Mehmed Bahâeddîn ve Es-Seyyid Aşir Efendilerin vefatlarıyle inhilâl eden cihât-ı mezkurenin Hakkâri ulemâ ve meşâyihden işbu râfi’-i tevkî-i refî’u’ş-şân-ı Hâkânî Abdulhakîm Efendi zîde irşâduhu uhdesine tevcîhini Meclis-i Meşâyih’de tanzîm olunan mazbata üzerine hitâbet ciheti makâm-ı nezâret-i evkâf-ı hümâyunumdan bâ telhis lede’l-arz bin üç yüz otuz yedi senesi şehr-i zilka’de-i şerîfesinin selhi târihinde şerefsünûh ve sudûr eden hatt-ı hümâyun-ı şevketmakrûn-ı şâhânem ve imâmet ve meşihat cihetleri dahi sene-i mezkûre Şevvâl-ı Mükerreminin on beşinci gününde Meşihat-ı İslâmiyenin işâreti mucebince mumaileyhe tevcih olunmağın bu berât-ı hümâyunumu verdim ve buyurdum ki, mumaileyh-i sâlifu’z-zikr meşihat ve ber vech-i meşruta imâmet ve hitâbet cihetlerine vazîfe ve taâmiye-i mersûmesiyle binnefs, bila kusur edâ-yı hüsn-i hizmet etmek ve terk ve tekâsül eder ise ref’inden âhere verilmek şartıyla mutasarrıf ola. Tahrîren Fi’l-yevmi’l-hâmis ve’l-işrîn min şehri zilhicceti’ş-şerîfeti liseneti seb’a ve selâsîn ve selâsemietin ve elf. (25 Zilhicce 1337)
Seyyid Abdulhakîm Arvâsî Hazretleri, ehl-i beyt hakkında İmam-ı Şafii Hazretleri'nin bir şiirini tercüme edip bu hususta beyanda bulunmuştur.
Ey ehli beyt-i resul, sizin muhabbetinizin farziyyeti, taraf-ı ilâhi'den Kur'an-ı Azim ile tebşir buyrulmuştur. Namazlarında size salavat getirmeyenlerin, namazlarının sahih ve makbul olmaması, kadr-i vâlânızın ve derece-i uzmânızın ulvi bir burhanıdır. Ne büyük bir şeref ve ne kudsi bir mazhariyettir ki; Allahu teala, Kur'an-ı Kerim'inde nam ve şanı alinizi tebcilen سلام علي آل يس (Yasin âline selam olsun) buyuruyor. Yasin, Peygamber aleyhissalatu vesselam'ın esma-i şerife'lerinden olduğuna göre âli yasin, ehl-i beyt-i nebevi demek oluyor. Ehl-i beyt-i nebevi'nin muhabbeti, mü'min ve mü'minat üzerine vacib ve ahir nefesde selamet-i imana vesiledir.
İskilipli Atıf Hoca nasıl idam edildi ?
Merhûm Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve Tahirû'l Mevlevî şâhid olmuşlardır;
Ali Haydar Efendi, Şehid İskilipli Atıf Hoca'ya diyorlar ki; ''Atıf Efendi, Rüyâda şeyhimi gördüm, bana 33 defâ Fetih Sûresi'ni okumamı işâret buyurdular, bu vesileyle inşallah hâlas olacağımı (kurtulacağımı) telkin ettiler.Sizde okuyun, hakkınızda taleb edilen mahkûmiyet Allâh'ın izniyle kalkar.'' Atıf Hoca'nın cevâbı;''Bende Kâinatın Efendisi'ni (Sallâlahü Aleyhi ve sellem) gördüm.Bana ''yanıma gelmek dururken ne diye müdafâa karalamakla uğraşıyorsun?’’ dediler.’’ Müddeiûmumînin herkese 3 yıl hâpis istediği bir dav’ada idâm kararı nasıl çıkar?Pek imkân verilmez buna ama Atıf Hoca şöyle devam eder sözlerine,
‘’Göreceksin! Yarın beni asacaklar, çünkü haberi Allâh Resûlü (Sallâlahü Aleyhi ve sellem) verdi!’’
Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza dışında herkes çıkar...Çünkü onların yolu ayrılmıştır!
Kârar;İdâm!
Atıf Hoca'nın mahkemede son sözlerini merhûm Tahirû'l Mevlevî, târihe şöyle not düşerler;
''ZÂLİM VE KAÂTİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜ HESABLAŞACAĞIZ!..''
Allâhü Teâlâ şefaâtlerine nâil eylesin.
KOYUNLAR KÖPEKLERDEN NEDEN DAHA FAZLADIR ?
Hz.Mevlana seher vakti uykusunu şöyle izah eder:
Sabaha karşı seher vakti bereket vaktidir.
Sabahın nasıl bir bereket vakti olduğunu, sabahta uyanık olanların nasıl bir berekete nail olduklarını Hz.Mevlana verdiği bir cevapta şöyle ifade eder.
Adamın biri sorar:
Efendim der, koyun nesli hem kasaplık hem de kurbanlık olarak kesildiği halde bir türlü tükenmez, aksine daha da çoğalıp devam eder.
Ama köpek nesli hem de birkaç tane birden yavruladığı ve kasaplık olarak kesilmeyip korunduğu halde bir türlü çoğalmaz.
Koyun gibi sürüler haline acaba neden gelemez..?
Hz.Mevlana'nın cevabı şöyle olur:
Sabaha karşı seher vakti bereket vaktidir.
Bu bereket vaktinde koyunlar asla uyumaz, hep uyanık olurlar.
Köpekler ise hiç uyanık olmaz hep uykuya dalar, gaflette olurlar.
Onun için koyun nesli seherin bereketine nail olur.
Köpekler ise bereketsizliğine maruz kalırlar..!
Şah Veliyullah-ı Dehlevi
Hindistan’ın büyük velîlerinden. Tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn, künyesi Ebü'l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-i Ömer’e, anne tarafından ise hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şâh Veliyyullah ve Şâh Sâhib; nisbesi ise Hindî, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şâh Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesi Muharrem ayının yirmi dokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün Mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyâret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, (1699-1766) olarak da rivâyet edilmiştir.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin babası Şeyh Safiyyullah Abdürrahîm, Gürgâniyye Devletinin en büyük hükümdârı olan Âlemgîr Şâhın hazırlattığı Fetâvây-ı Âlemgirî’nin tashîh heyeti âzâlarından idi. Zamânının ulemâsı tarafından hürmet edilen, tasavvufta yüksek dereceler sâhibi bir zât idi. Bu zâta rüyâsında, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kutbüddîn Ahmed Bahtiyâr Kâkî el-Uşî hazretleri görünüp bir oğlu olacağını, Allahü teâlânın dînine hizmet edeceğini ve ona kendi ismini vermesini bildirdi. Şeyh Abdürrahîm, başka bir rüyâda gösterilen bir işâret üzerine de, zamânın ulemâsından Şeyh Muhammed isminde bir zâtın Fahr-ün-nisâ adlı kızı ile evlendi. Bu hanımından Şâh Veliyyullah doğdu. Onun doğduğunda, babasının, rüyâsında Kutbüddîn-i Bahtiyâr hazretlerini göreli çok zaman olmuştu ve babası bu rüyâyı unutmuştu. Oğlu dünyâya gelince ona Veliyyullah ismini verdi. Bir müddet sonra o rüyâyı hatırladı ve oğluna; “Kutbüddîn Ahmed” diye ikinci bir isim verdi.
O doğduğu sırada birçok kimse, Delhi’de Şeyh Safiyyullah'ın evinde bir çocuğun doğduğuna, bunun Allahü teâlânın dînine çok hizmet edeceğine dâir işâretler gördüler.
Şâh Veliyyullah, gün geçtikçe serpilip büyüdü. Çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; “Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.” dedi.
Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyullah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitaplarını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye’yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şemsiyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye’yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî’yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muhtasar-ül-Me’ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey’et (astronomi), hesab (aritmetik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu’cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri'ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.
Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah’ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi. Çok geçmeden de 1719 senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsîsinden, on bir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın akın talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi, durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delîllerini tek tek araştırıp tahkîk etti. Bunların neticesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebi imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi anladı.
Her ilimde söz sâhibi olduğu hâlde, yine de başka ilim sâhiplerinden birşeyler öğrenmeye gayret eden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazifesini îfâ edip, dünyânın her tarafından oraya gelen Allah dostları ile de görüştü. İlim sâhiplerinin ilminden istifâde etti. Medîne-i münevverede bir sene kadar kaldı. Hem ders verdi, hem ilim öğrendi. Muhammed Efdal Hacı Siyâlkûtî, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Magribî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kal’î Hanefî, Şeyh Semâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basrî, Hasan Acemî, Îsâ Câferî, Seyyid Abdürrahmân İdrisî ve Şemseddîn Muhammed bin A'lâ Bâbilî gibi âlimlerden ilim öğrenip icâzet, diploma aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1732 senesinde Hindistan’a döndü. Bu sırada Hindistan’da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid'at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâet, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müslümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan’a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi’de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, böylece târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sâhibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine tâlim ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; “Allahü teâlâ, bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!” buyururlar ve talebelerden istidât ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektuplarında; “Allahü teâlâ fazîletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Şâh Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir.” buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanları Şâh Veliyyullah’a gönderirlerdi.
Bütün ilimlerde söz sâhibi olan, fakat bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Kur’ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcud olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan’ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcud olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî'nin; Şâh Abdül’azîz Sâhib, Şâh Refî’uddîn Sâhib, Şâh Abdülkâdir Sâhib ve Şâh Abdülganî Sâhib isimlerinde dört oğlu vardı.
Zamânında bulunan ve daha sonra gelen büyük âlim ve velîler, Şâh Veliyyullah hazretlerini çok medhetmişler, çok övmüşlerdir. Fevâid-ül-Behiyye ve başka kıymetli kitapların sâhibi olan Muhammed Abdülhay el-Lüknevî, Şâh Veliyyullah’ı anlatmaya başlarken buyuruyor ki: “Himmet sâhibi büyük imâm, insanlar arasında Allahü teâlânın hucceti, hidâyete kavuşanların önderi, ümmetin dayanağı, ulemânın âlimi ve öncüsü, enbiyânın vârisi, sünnet-i seniyyenin ihyâ edicisi olan Şeyhülislâm Kutbüddîn Veliyyullah bin Abdürrahîm el-Ömerî ed-Dehlevî, ilimde deryâ misâli, fâzıl bir zâttır...”
Müftî Ahmed Kâgûrî diyor ki: “Şâh Veliyyullah, aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise müslümanların evlerine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”
Buyurdu ki: “Zekât, bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebeb olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”
“Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştırır. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur."
“Bir gün bir fakir benden bir şey istemişti. O fakir zarûret içinde kıvranıyordu. Kalbime gelen ilhâm bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve âhirette pekçok ecir ve mükâfâtı müjdeliyordu. Nihâyet o fakire istediği şeyi verdim. İlhâm yoluyla bana vâdedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım bu iyiliğin karşılığını gördüm.”
“İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”
“İnsan, şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha tesirli bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler.”
“Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehennem’in kapıları da kapalıdır.”
“Haccın hakîkatı müslümanlardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir. Öyle bir vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler gibi Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşmuş olanların hallerini hatırlarlar. Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. Hac zamânı, müslümanlar birbirlerinden istifâde ederler. Aynı zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayret îcâb ettirir. Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa, ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir.”
Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şâh Veliyyullah’ın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Feth-ür-Rahmân fî Tefsîr-il-Kur’ân, 2) El-Fevz-ül-Kebîr fî Usûl-it-Tefsîr, 3) El-İ’tikâd-üs-Sahîh, 4) Te’vîl-ül-Ehâdîs fî Rümûz-i Kısâs-ül-Enbiyâ, 5) El-Müsevvâ min-el-Muvattâ’, 6) El-Musaffâ fî Şerh-i Muvattâ’, 7) Şerh-i Terâcîm-i Ebvâb-i Sahîh-i Buhârî, 8) Huccetullah-il-Bâliga, 9) İzâlet-ül-Hafâ an Hilâfet-il-Hulefâ, 10) El-Büdûr-ul-Bâziga, 11) Et-Tefhimât-ül-İlâhiyye, 12) El-Hayr-ül-Kesîr, 13) Füyûz-ul-Haremeyn, 14) Ikd-ül-Cîd fî Beyân-ı Ahkâm-il-İctihâd vet-Taklîd, 15) El-Belâg-ül-Mübîn, 16) Es-Sâf fî Beyân-il-İhtilâf, 17) Kurret-ül-Ayneyn fî Tafdîl-iş-Şeyhayn, 18) Ed-Dürr-üs-Semîn fî Mübâşşerât-in-Nebiyy-il-Emîn, 19) Heme’ât, 20) Eltâf-ül-Kuds, 21) El-Kavl-ül-Cemîl fî Beyân-ı Sevâ-is-Sebîl, 22) Enfâs-ül-Ârifîn, 23) İnsân-ül-Ayn fî Meşâyih-il-Haremeyn, 24) El-İntibâh, 25) El-Erba'în, 26) El-Makâlet-ül-Vad’iyye fin-Nasîhatı vel-Vasiyye, 27) El-İnsâf fî Sebeb-il-ihtilâf. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin, mezhepsiz, sapık kimselere cevap veren; El-İnsâf fî Beyân-ı Sebeb-il-İhtilaf ve Ikd-ül-Cîd adlı eserleri İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılarak bütün dünyâya dağıtılmaktadır.
NAMAZ
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî buyurdu ki: “Namaz şu üç şeyden ibârettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek, kalbin hudû ve huşû hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudû ve huşû üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3) Âzâları, bu huşû ve hudû hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.”
Namaz kılmak lezzeti bir müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat etmesi husûsunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1148
2) Eshâb-ı Kirâm (Müslümanların İki Gözbebeği Bölümü); (6. Baskı) s.168
3) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.337
4) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.36
5) Hüccetullah-il-Bâliga; İstanbul, 1317
6) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.4, s.292
7) El-A’lâm; c.1, s.149
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.177
9) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.212, 248, 485
10) Philosophy of Shah Waliullah (Dr. A.J. Halepota), Sind Sagar Academî, Lahor (Pakistan)
11) Makâmât-ı Mazhariyye (Abdullah Müceddîdî); İstanbul 1986, s.39
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.236
13) El-Kavl-ül-Celî
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin babası Şeyh Safiyyullah Abdürrahîm, Gürgâniyye Devletinin en büyük hükümdârı olan Âlemgîr Şâhın hazırlattığı Fetâvây-ı Âlemgirî’nin tashîh heyeti âzâlarından idi. Zamânının ulemâsı tarafından hürmet edilen, tasavvufta yüksek dereceler sâhibi bir zât idi. Bu zâta rüyâsında, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kutbüddîn Ahmed Bahtiyâr Kâkî el-Uşî hazretleri görünüp bir oğlu olacağını, Allahü teâlânın dînine hizmet edeceğini ve ona kendi ismini vermesini bildirdi. Şeyh Abdürrahîm, başka bir rüyâda gösterilen bir işâret üzerine de, zamânın ulemâsından Şeyh Muhammed isminde bir zâtın Fahr-ün-nisâ adlı kızı ile evlendi. Bu hanımından Şâh Veliyyullah doğdu. Onun doğduğunda, babasının, rüyâsında Kutbüddîn-i Bahtiyâr hazretlerini göreli çok zaman olmuştu ve babası bu rüyâyı unutmuştu. Oğlu dünyâya gelince ona Veliyyullah ismini verdi. Bir müddet sonra o rüyâyı hatırladı ve oğluna; “Kutbüddîn Ahmed” diye ikinci bir isim verdi.
O doğduğu sırada birçok kimse, Delhi’de Şeyh Safiyyullah'ın evinde bir çocuğun doğduğuna, bunun Allahü teâlânın dînine çok hizmet edeceğine dâir işâretler gördüler.
Şâh Veliyyullah, gün geçtikçe serpilip büyüdü. Çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; “Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.” dedi.
Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyullah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitaplarını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye’yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şemsiyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye’yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî’yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muhtasar-ül-Me’ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey’et (astronomi), hesab (aritmetik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu’cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri'ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.
Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah’ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi. Çok geçmeden de 1719 senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsîsinden, on bir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın akın talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi, durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delîllerini tek tek araştırıp tahkîk etti. Bunların neticesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebi imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi anladı.
Her ilimde söz sâhibi olduğu hâlde, yine de başka ilim sâhiplerinden birşeyler öğrenmeye gayret eden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazifesini îfâ edip, dünyânın her tarafından oraya gelen Allah dostları ile de görüştü. İlim sâhiplerinin ilminden istifâde etti. Medîne-i münevverede bir sene kadar kaldı. Hem ders verdi, hem ilim öğrendi. Muhammed Efdal Hacı Siyâlkûtî, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Magribî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kal’î Hanefî, Şeyh Semâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basrî, Hasan Acemî, Îsâ Câferî, Seyyid Abdürrahmân İdrisî ve Şemseddîn Muhammed bin A'lâ Bâbilî gibi âlimlerden ilim öğrenip icâzet, diploma aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1732 senesinde Hindistan’a döndü. Bu sırada Hindistan’da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid'at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâet, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müslümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan’a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi’de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, böylece târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sâhibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine tâlim ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; “Allahü teâlâ, bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!” buyururlar ve talebelerden istidât ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektuplarında; “Allahü teâlâ fazîletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Şâh Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir.” buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanları Şâh Veliyyullah’a gönderirlerdi.
Bütün ilimlerde söz sâhibi olan, fakat bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Kur’ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcud olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan’ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcud olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî'nin; Şâh Abdül’azîz Sâhib, Şâh Refî’uddîn Sâhib, Şâh Abdülkâdir Sâhib ve Şâh Abdülganî Sâhib isimlerinde dört oğlu vardı.
Zamânında bulunan ve daha sonra gelen büyük âlim ve velîler, Şâh Veliyyullah hazretlerini çok medhetmişler, çok övmüşlerdir. Fevâid-ül-Behiyye ve başka kıymetli kitapların sâhibi olan Muhammed Abdülhay el-Lüknevî, Şâh Veliyyullah’ı anlatmaya başlarken buyuruyor ki: “Himmet sâhibi büyük imâm, insanlar arasında Allahü teâlânın hucceti, hidâyete kavuşanların önderi, ümmetin dayanağı, ulemânın âlimi ve öncüsü, enbiyânın vârisi, sünnet-i seniyyenin ihyâ edicisi olan Şeyhülislâm Kutbüddîn Veliyyullah bin Abdürrahîm el-Ömerî ed-Dehlevî, ilimde deryâ misâli, fâzıl bir zâttır...”
Müftî Ahmed Kâgûrî diyor ki: “Şâh Veliyyullah, aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise müslümanların evlerine kadar uzanmış mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”
Buyurdu ki: “Zekât, bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebeb olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”
“Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştırır. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur."
“Bir gün bir fakir benden bir şey istemişti. O fakir zarûret içinde kıvranıyordu. Kalbime gelen ilhâm bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve âhirette pekçok ecir ve mükâfâtı müjdeliyordu. Nihâyet o fakire istediği şeyi verdim. İlhâm yoluyla bana vâdedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım bu iyiliğin karşılığını gördüm.”
“İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”
“İnsan, şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha tesirli bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler.”
“Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehennem’in kapıları da kapalıdır.”
“Haccın hakîkatı müslümanlardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir. Öyle bir vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler gibi Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşmuş olanların hallerini hatırlarlar. Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. Hac zamânı, müslümanlar birbirlerinden istifâde ederler. Aynı zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayret îcâb ettirir. Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa, ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir.”
Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şâh Veliyyullah’ın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Feth-ür-Rahmân fî Tefsîr-il-Kur’ân, 2) El-Fevz-ül-Kebîr fî Usûl-it-Tefsîr, 3) El-İ’tikâd-üs-Sahîh, 4) Te’vîl-ül-Ehâdîs fî Rümûz-i Kısâs-ül-Enbiyâ, 5) El-Müsevvâ min-el-Muvattâ’, 6) El-Musaffâ fî Şerh-i Muvattâ’, 7) Şerh-i Terâcîm-i Ebvâb-i Sahîh-i Buhârî, 8) Huccetullah-il-Bâliga, 9) İzâlet-ül-Hafâ an Hilâfet-il-Hulefâ, 10) El-Büdûr-ul-Bâziga, 11) Et-Tefhimât-ül-İlâhiyye, 12) El-Hayr-ül-Kesîr, 13) Füyûz-ul-Haremeyn, 14) Ikd-ül-Cîd fî Beyân-ı Ahkâm-il-İctihâd vet-Taklîd, 15) El-Belâg-ül-Mübîn, 16) Es-Sâf fî Beyân-il-İhtilâf, 17) Kurret-ül-Ayneyn fî Tafdîl-iş-Şeyhayn, 18) Ed-Dürr-üs-Semîn fî Mübâşşerât-in-Nebiyy-il-Emîn, 19) Heme’ât, 20) Eltâf-ül-Kuds, 21) El-Kavl-ül-Cemîl fî Beyân-ı Sevâ-is-Sebîl, 22) Enfâs-ül-Ârifîn, 23) İnsân-ül-Ayn fî Meşâyih-il-Haremeyn, 24) El-İntibâh, 25) El-Erba'în, 26) El-Makâlet-ül-Vad’iyye fin-Nasîhatı vel-Vasiyye, 27) El-İnsâf fî Sebeb-il-ihtilâf. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî’nin, mezhepsiz, sapık kimselere cevap veren; El-İnsâf fî Beyân-ı Sebeb-il-İhtilaf ve Ikd-ül-Cîd adlı eserleri İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılarak bütün dünyâya dağıtılmaktadır.
NAMAZ
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî buyurdu ki: “Namaz şu üç şeyden ibârettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek, kalbin hudû ve huşû hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudû ve huşû üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3) Âzâları, bu huşû ve hudû hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.”
Namaz kılmak lezzeti bir müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat etmesi husûsunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1148
2) Eshâb-ı Kirâm (Müslümanların İki Gözbebeği Bölümü); (6. Baskı) s.168
3) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.337
4) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.36
5) Hüccetullah-il-Bâliga; İstanbul, 1317
6) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.4, s.292
7) El-A’lâm; c.1, s.149
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.177
9) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.212, 248, 485
10) Philosophy of Shah Waliullah (Dr. A.J. Halepota), Sind Sagar Academî, Lahor (Pakistan)
11) Makâmât-ı Mazhariyye (Abdullah Müceddîdî); İstanbul 1986, s.39
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.236
13) El-Kavl-ül-Celî
Hazret-i Şeyh Fehim Arvasi hazretlerinin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine yazmış olduğu bir mektup
Hazret-i Şeyh Fehim Arvasi hazretlerinin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine yazmış olduğu bir mektup...
Allame Hazreti Şeyh Seyyid Fehim Arvasi
Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz ikincisidir. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin Doğubâyezid kolundan SeyyidHacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. 1825 (H.1241) senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Temiz ve asîl âilesi Anadolu'nun doğu vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örneği olan dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarına mensûb idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamîd Efendiyi kaybetti. AnnesiSeyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi. Pekçok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mîr Hasan Velî Medresesinde temel dînî bilgileri ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsîline ara verdi.
Sonra Cizre'ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî'nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi.
Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri de Nehrî'den Van'a gelmişti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Tâhâ'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalırım." buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vâsıtasıyla, Van'ın irşâdı geçici olarak mümkündür. O zâtın hayatta olup olmadığını bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; "O zât amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl, ilim ve irfânla meşhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir başka gelişinde o zâtı muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.
Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvâsî'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri ve yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince,Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri onun geride kaldığını görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münâsip gördü ve; "O burada kalsın." buyurdu. Seyyid Tâhâ'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabını hediye etti.Muş'un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde MollaResûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim." buyurdu.
Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî'nin huzûruna vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta MollaResûl Zekî'den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse suâl sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim." diye arz etti.
Bir gün Molla Resûl'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım." dedi. Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım." dedi.Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla." sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resûl bunu işitince; "Mânâ şimdi anlaşıldı." dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen MollaResûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluğa erişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl'e hilâfet vererek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Hocası ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalışırdı. Hattâ bir defâsında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim "kuddise sirruh" , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim." deyip çekingen davrandı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir." buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tasdik buyrulmuş ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.
Kanâat, tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Tâhâ'yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim." buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden îmâr ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, Nakşibendiyye yolunun esaslarını anlatarak insanların saâdetine çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübrâ adlı eseri okuturdu. Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve Şeyh Resûl gibi büyükler onun yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reîsü'l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve mârifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehrî'ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen birâderi Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde bulundu. Zîrâ Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstâdıydı.
Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazîlette iyice meşhûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi.Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesîle oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünnî kalmasını, şiîliğin ve mezheb ayrılığının yöreye girmemesini temin ederek, millî birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezîd Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van'a teşrif ederek halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vâz ve sohbetleriyle Van halkının İslâmiyete bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamânın vâlisi, askerî ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Tâhâ'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış bir zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak ortaya çıkmıştı.
Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldiği zaman umûmiyetle mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir geceAhmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kışlası diye hizmet gören bir askerî kışla yaptıran) Hacı Bekir isminde Van'ın ileri gelenlerinden birinin evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir'in evinde kaldı. Hacı Bekir, Allahü teâlânın emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim hazretlerine nikahladı. Bir sohbet sırasındaSeyyid Fehim hazretlerine dedi ki: "Şeyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey Hacı Bekir! Bir şeyi noksan söylediniz. Yanında bir de câmi yaptırın." buyurdu. Hacı Bekir Ağa bu söz üzerine yaptırdığı evin yanına Şâbâniye Câmiini yaptırdı. Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van'a teşriflerinde kayınpederinin yaptırdığı bu evde kalırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını Şâbâniye Câmiinde anlattı. Her sene iki üç ay Van'da kaldığı müddet içinde pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese yaptırıldı.
Seyyid Fehim hazretlerinin ders verdiği ve vâz ettiği Şâbâniye Külliyesi, Arvas'a benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî yetişmişti. Sofu Baba orada yetişen zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve irfân kaynağı olmaya devâm eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin oğlu Ahmed Mekkî Efendi ve kardeşi oğlu Cemâl Efendiler de yetişti. Bu mekanlar şimdi harâbe halde bulunmaktadır.
İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı. Onun en büyük kerâmeti, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazîfesini devâm ettirecek olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir zâtı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pekçok kerâmetleri görülmüştür.
Seyyid Fehim hazretleri bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet, Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da anlatılmaktadır.
İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a gittim. Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi. ŞâbâniyeCâmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum. Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu. Karşıda nûr gibi, tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile dönmüştü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte budur." diyerek, en geri sırada boynunu bükmüş edeple oturan birini gösterdi. "İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbir getirirken, bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye başladık. Şimdi altmış sene oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün olduğu gibi, bir hal oluyor."
Endis köyünden Hacı Abdullah ismine bir kimse hacca gitmişti. Hac ibâdeti esnâsında cebindeki paralarını kaybetti. Üç ay müddetle müslümanların yardımıyla idâre etti. Bir gün, içinde bulunduğu sıkıntılı hâli düşünerek Mekke-i mükerremenin sokaklarında yürürken, birden meyve ağaçları, çiçekleri, akan suları ve ortasında çok güzel ve süslü bir câmi bulunan bir makam gördü. Câminin kapısında güzel simâlı bir zât oturuyordu. Kendi kendine düşündü. "Yâ Rabbî! Mekke-i mükerremede böyle bağ, bahçe ve akan sular yoktur. Bu gördüğüm hayal midir, rüyâ mıdır?" deyip, câminin kapısında duran zâta gitti. Selâm verdi. O zât selâmını aldı ve; "Merhaba, hoş geldin, sefâ geldin ey hacı!" dedi. Hacı Abdullah Efendi hayretini o zâta bildirdi. O zât; "Burası mânevî bir makamdır. Evliyâya mahsustur. Cumâ günü ikindi namazlarını bu mübârek mâbedde kılarlar." dedi. Hacı Abdullah Efendi; "İmâmları kimdir?" diye sordu. O zât; "Herhalde tanırsınız. Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir." diye cevap verdi.
Hacı Abdullah Efendi bu söze çok sevindi. Bahçenin bir kenarına çekilip Seyyid Fehim hazretlerinin gelmesini bekledi. Orada durduğu müddet içinde evliyâ-yı kirâm tek tek, grup grup geldiler. Câmi tamâmen doldu. Hepsinden sonra Seyyid Fehim hazretleri büyük bir vekâr ve nâzik bir tavırla geldi. Abdullah Efendi koşup saygıyla ellerini öptü. Sıkıntılı hâlini arz etti. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayâtımda bu sırrı ifşâ etmemek şartıyla sâdât-ı kirâmın (bu yolun büyüklerinin) himmet ve bereketleriyle îcâbına bakarız. Eğer sırrı ifşâ ederseniz, gözlerinizden mahrum olursunuz." buyurdu. Câmiye girince bütün velîler ayağa kalkıp onu saygıyla karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleri mihrâba geçerek ikindi namazını kıldırdı. Sonra güzel sohbetler oldu. Îzâhı mümkün olmayan bir muhabbet, vecd ve şevk hâli hâsıl oldu. Evliyâullah câmiden geldikleri gibi ayrıldılar. En son Seyyid Fehim hazretleri câmiden çıktılar. Hacı Abdullah Efendi tekrar eteklerine yapışıp hâlini arzetti. Seyyid Fehim hazretleri; "Merak etme. İnşâallah şimdi memleketine gidersin. Paran yoktu, nasıl geldin diyenlere bir tüccar yardım etti geldim, dersin. Tekrar ediyorum bu sırrı ifşâ etme." buyurdu ve; "Gözlerini kapa!" diye emretti.
Hacı Abdullah Efendi gözlerini kapadı. Rüyâda gibi uçtuğunu hissediyordu. Nihâyet köyünün dışındaki bir çeşmenin başında oturduğunu gördü. Yavaş yavaş köye indi. Köylüleri ve akrabâları onu karşıladılar. "Hoş geldiniz, haccınız mübârek olsun." dediler. Evine gidince, köylü, cemâat hâlinde gelip, onun hac intibâlarını sordular. Bu arada; "Paranızı kaybettiğinizi, Mekke-i mükerremede perişan olduğunuzu işittik. Para temin edip, yarın Arvas'a gidecek, Seyyid Fehim hazretlerine arz edip, onların emredecekleri bir vâsıtayla gönderecektik. Elhamdülillah siz geldiniz. Size yardım eden zâttan Allahü teâlâ râzı olsun." dediler.
Hacı Abdullah Efendi o geceyi evinde geçirdikten sonra ertesi gün kalkıp Arvas'a gitti. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna vardı. Yanlarında birkaç talebesi vardı. Selâm verip ellerini öptü. Seyyid Fehim hazretleri; "Bu sene hacca gittiğinizi duydum. Ne zaman geldiniz?" buyurdu. Abdullah Efendi; "Dün geldim?" diye arzedince; "Niye bu kadar geç kaldınız, üç ayı geçti." diye sordu. "Paramı kaybettim, Mekke'de parasız kaldım. Sonra bir tüccar yardım etti, geldim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Allah râzı olsun. Dün eve geldiğinize göre, niye bugün buraya geldiniz. Müslümanlar sizi ziyârete gelirler." buyurdu. Abdullah Efendi; "Sizi temiz iken ziyâret etmek istedim efendim." dedi. "Bu gece kal, sabahleyin durmadan evine git. Sırrın ifşâsı, açıklaması hatâdır, hayâtımda ifşâ etme!" buyurdular. Abdullah Efendi o gece orada kaldıktan sonra ertesi gün evine döndü. Bu gördüklerini de Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin vefâtından yıllarca sonra anlattı.
Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnâsında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarîkat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabûl edelim." buyurdu. Mustafa Necâti Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî değil, zarûrîdir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşâyıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim." diye anlatır ve ağlardı.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zarûrîdir. Buna lâyık ancak babamın halîfesi Seyyid Fehim hazretleridir." diye düşünerek onları berâber götürmek üzere Van'a dâvet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstâdım birlikte hacca gidelim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyân edip; "Mâlî ve bedenî durumum müsâid değildir." buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana âittir. Bedenî durumunuzla ilgili olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Dîvân'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Dîvân'ın bâzı sayfalarını açtıkları zaman Medîne-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamânın padişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendilerini saraya dâvet etti. Sarayda misâfir edip, ikrâm ve ihsânlarda bulundu.
Kendisi velî olan, âlim ve velîlere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duâsını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misâfir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merâsimle, törenle uğurladı.
Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve velîler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü kabûl ettiler.
Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kâğıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kâğıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kâğıtta olan yazıyı bir defâda okuyup ezberledi. Çünkü bir defâ okuduğu yazıyı ezberlemek onun husûsiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir mikdâr meşgûl olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kâğıttaki yazının mânâsını bilir misiniz?" dedi. "Evet." cevâbını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şûbeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tâtil edildi. Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mânâ ve mefhûmunu anlamaktan âciz kaldı." dedi.Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir." buyurunca, âlim daha çok hayret etti.
Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi îzâh etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kâğıt kalem alıp Fehim-i Arvâsî hazretlerinin îzâhını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kirâladıkları eve döndü.
Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reîsü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reîsü'l-ulemâ tarafından Câmiü'l-Ezhere dâvet edildiğini ifâde ettiler. Seyyid Fehim hazretleri dâveti kabûl buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reîsü'l-ulemâ yanyana oturdular. Sohbet başladı.Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve mânâsı anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur." dedi.
Birçok müşkil meselelerin halledildiği suâlli cevaplı sohbet, saatlerce devâm etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsâde isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsâde ettikten sonra birkaç nefes deReîsü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reîsü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dâir dört fetvâ vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reîsü'l-ulemâ cevâben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvâmız da bu zâtın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zâta uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zât ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz." dedi.
Şöhret sâhibi olmaktan kaçınan Seyyid Fehim hazretleri bir an evvel Mısır'dan ayrılmak istedi. Ancak âlimlerin ve Seyyid Ubeydullah Efendinin ısrarlı istekleri üzerine Mısır âlimlerinin ve halkının müşkil meselelerini halletmek üzere bir müddet daha kaldı. Orada bulunduğu süre içinde ilim meclislerinde ve sohbetlerinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Mısır'dan ayrılarak hac ibâdetini yerine getirmek üzere yanındakilerle birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada pek çok âlim ve velî ile görüşüp sohbette bulundu. Şâfiî mezhebi fıkhına dâir İânetü't-Tâlibîn adlı kitabı te'lif eden Şeyh Seyyid Ebû Bekr (rahmetullahi aleyh) birçok müşkil meselelerini Seyyid Fehim hazretlerine sorup cevâbını aldı. Seyyid Ebû Bekr; "Bu mübârek beldede bulunduğunuz müddetçe teşrif edin, sizden istifâde edelim." dedi. Bir gün Hacı Ömer Efendiye gizlice; "Belki Mısır Reîsü'l-ulemâsı bu zâtın derecesinde olabilir. Ondan başka yeryüzünde bu zât gibi bir âlim bulunduğuna inanmam." dedi. Hacı Ömer Efendi Mısır Reîsü'l-ulemâsı ile olan görüşmeyi anlatınca, Seyyid Ebû Bekr; "Allahü teâlâ ona uzun ömür vermekle bizi nîmetlendirsin. Onun ilminden doğruluğundan, takvâsından ve himmetinden bizleri nasîblendirsin." diye duâ etti.
Seyyid Fehim hazretleri Mekke'de bulunduğu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Ahmed Saîd'in oğlu Muhammed Mazhâr Müceddîdî ile görüştü. Bu sebeple oğullarının birinin ismini Mazhar koydu.
Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye giden Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, sevgiliPeygamberimizin mübârek kabrini ziyâret edip, feyzlerine kavuştu. Sonra tekrar Arvas'a dönüp irşada devâm etti.
Hayâtında cemâatsiz namaz kılmadı. On iki yaşından beri gece teheccüd namazını kaçırmamıştır. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla Şâbân bulundukları zaman onlara uyar, bulunmadıkları zaman kendisi imâm olurdu. Mihrâba geçip tekbir aldığında elektrik cereyânı gibi kalplere tesir ederdi. Ramazân-ı şerîfte teravih namazını hatimle kılarlar, yâni her rekatte bir sayfa Kur'ân-ı kerîm okunurdu. Terâvih ve duâ biter sahur sofrası hazırlanırdı. Sahurdan sonra sabah ezânı okunur, namazdan sonra, zikir ve murâkabe ile meşgûl olunurdu. Güneş yükseldikten sonra kuşluk, namazı kılınır, kaylûle vaktinde iki saat kadar uyurlardı.
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyâdan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahâreti emsâlinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddî ve mânevî bütün ilimlerde derin âlim, fesâhat ve belâgatları hârikaydı. Seyyid Abdülhakîm hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'dî Şîrâzî'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve îzâh buyurdular. Bir mikdârını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir mikdar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülâsa hakîkat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrâk edemedi.
Seyyid Fehim hazretleri insanlara İslâmiyeti anlattığı gibi, cin tâifesine de anlatırdı. Cinlerden dört binden fazla talebesi vardı.
Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakîm Efendinin terbiyesine daha çok ihtimâm gösterip, onu tasavvuftaki vilâyet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.
Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun sohbetlerinden çok istifâde etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım." diye düşündü. Sabah olunca üstâdı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakîm Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim." diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakîm Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işâret buyurdu.
Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye hilâfetnâme vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok duâ ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamânımızdaki usûle göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadîs ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevâzû gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevâzû göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."
Hazret-i Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verdiği gibi, 1888 (H.1305) senesinde tasavvufta Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından hilâfet de verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Seyyid Abdülhakîm'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nûru Seyyid Molla Abdülhakîm! Size, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şâhiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nûru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrâfımızın râhatı ve selâmeti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalplerine selâmet ihsân buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamîd'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakîrin duâlarını bildiriniz! Tâhâ Efendiye ve Mazhar Efendiye duâ ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakîrin duâlarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nastûrîlerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselâm. Duâcınız günâhkâr Seyyid Fehim."
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefâtından altı ay öncesinden îtibâren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfûn bulunduğu kabr-i şerîfin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin îmanlı olduğu takdirde bütün günâhlarının affedileceğini beyân buyururlardı.
Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cumâ günü hasta haliyle câmiye gitti. O gün halîfesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazîn bir hutbe okudu. Câminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemâat bu hutbenin tesiriyle mahzûn olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cumâ namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi, Halîfe Derviş ve Halîfe Ali adlı dört halîfesini huzûruna dâvet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:
"...Muhammed Emin yerime ikâme edilmiştir. Yâni benim vazîfemi yürütecektir. İnce kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetli olduğu için benden sonra fazla yaşayacağını zannetmiyorum. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime ikâme buyrulmuştur. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz. Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir." buyurarak SeyyidAbdülhakîm Efendinin zamanla İstanbul'a geleceğini işâret etti. Dört halîfesinden başka bâzı talebelerinin de bulunduğu sırada vasiyetine devâm ederek buyurdu ki:
"Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyâten îlân edin. Şâyet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddiâ ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiyye yolunun yayılmasına ihtimâm gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Büzürk (Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî) hazretlerinin, her sene asgarî bir defâ Van'a gidip halkı irşâd için fakîre olan emirlerini yerine getiriniz. Hüseyin'in annesinin genç olmasına rağmen çocuklarını bırakıp gideceğine kâni değilim. Bununla berâber himâye etmek lâzımdır." buyurdu. O sırada on yaşında olan Hüseyin Efendi orada oynuyordu. Bir ara; "Can fedâ babacığım. Misâfir çoktur. Dışarıda hep sizi bekliyorlar. Niye yatıyorsunuz. Kalkın misâfire bakın." deyince, çocuğun sözlerine tebessüm ederek; "Bu çocuk sâlihtir." buyurdu.
Vasiyetine devâm ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir." buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek; "Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza edecektir." buyurdu ve İbrâhim aleyhisselâmın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Nakşibendiyye yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mes'ûl değilim. Tam tedkîk etmeden fetvâ vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkân oldukça azîmetleri esas kabûl ediniz." buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabûl buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibâdetle meşgûl oldular. Bir ara karpuz istediler. Fakat o mevsimde Müküs'de karpuz yoktu. Çatak'a gidip getirdiler. Fakat karpuzu yemeden vefât ettiler.
Fehim-iArvâsî hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyâret ettiler. Tedâvî için doktorlar getirdiler. Vefât ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübârek vücudları secdeden mübârek başını kaldırmayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrâfını kaplamış, evin etrâfında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerîmesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refîku'l-a'lâ." dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 (H.1313) senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü rûhunu teslim etti. Vefât haberi duyulunca, başta sevenleri olmak üzere bütün halk ve yabânî hayvanlar bile üzüldüler.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, teçhiz ve tekfinden sonra sevenlerinin gözyaşları arasında Arvas kabristanında daha önceden işâret ettiği yerde defnedildi.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sâhib olmakta, hasta olanlar şifâya kavuşmaktadırlar. Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Karkar Deresi köyünden çocukları olmayan karı-koca Arvas'a gelip Seyyid Fehim hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Çocukları olması için, Seyyid Fehim hazretlerinin rûhâniyetini vesîle ederek duâ ettiler. Sonra ikiz çocukları oldu. 1980 senesi sonbaharında tekrar Arvas'a gelen karı-koca kabr-i şerîfi ziyâret ettikten sonra üç defâ ikiz çocuklarının olduğunu bildirdiler. Hasta olup şifâ bulanlar da anlatılmaktadır.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin vazîfesini bir müddet oğlu ve halîfesi Seyyid Muhammed Emîn Efendi devâm ettirdi. Onun vefâtından sonra da mutlak halîfesi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri devâm ettirdi.
Hazret-i Seyyidin, Güster Hanım, Emetullah, Nâhiye ve Esmâ hanım isimlerinde kızlarından başka on oğlu vardır.
1- Seyyid Muhammed Reşîd Efendi: Genç yaşta Gevaş'ın Tıgnız köyünde vefât etti. Kabri Zeve köyü kabristanında SultanZübeyr hazretlerinin türbesi yanındadır.
2- Seyyid Muhammed Emin Efendi: 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta doğdu. Babasının halîfelerindendir. 1900 (H.1317) senesinde, hac dönüşünde Tûr-i Sinâ'da vefât etti.
3- Seyyid MuhammedMazhar Efendi: Genç yaşta vefât etmiştir. Kabri Arvas'tadır.
4- Seyyid Muhammed Mâsûm Efendi: 1879 (H.1296)da Arvas'ta doğdu. 1942'de yine Arvas'ta vefât etti. Kabri, babasının bitişiğindedir.
5- Seyyid MuhammedSıddîk Efendi: 1879 (H.1296) senesinde Arvas'ta doğdu. 1916 (H.1334) senesinde Gürpınar'da dere kenarında abdest alırken ermenilerce şehîd edildi. Kabri, Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Mejıngir (Yukarı Kaymaz) köyünde olup, ziyâret edilmektedir. Seyyid Abdülhakim Efendinin halîfesi idi.
6- Seyyid HasanMedenî Efendi: Van müftüsüyken Hicaz'a gidip, yirmi sene Medîne-i münevverede kaldı. 1968 (H. 1388) senesi Berât gecesinde vefât etti.Cennetü'l-Bakî' kabristanında defnedildi.
7- Seyyid Hüseyin Efendi: 1887 (H.1304) senesinde doğdu. 1962 (H.1382) senesinde vefât edip, Gevaş'ın Hacı Zive köyünde büyük birâderi MollaMuhammed Reşid'in yanında defnedildi.
8- Seyyid Muhammed Sâlih Efendi: 1949 (H.1369) senesinde hacca gidip, Medîne-i münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî'de defnolundu.
9- Seyyid Nizâmeddîn Efendi: Van'da Akköprü kabristanında medfundur.
10- Seyyid Şemseddîn: Küçük yaşta vefât etmiş olup, Arvas'ta medfûndur.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin oğullarından ve kızlarından meydana gelen torunlarıyla nesli devâm etmektedir.
EFENDİMİZ SÜSLENMEYE BAŞLAMIŞ
Seyyid Fehim hazretlerinin ilim tahsîline ara verdiği günlerdeydi. Bir bayram günü Şırnak'ta îmâl edilen meşhûr tiftik yününden yapılmış bir elbise giymişti. Kendi güzelliğiyle, elbisenin hoşluğu birbirine eklenmiş, fevkalâde bir güzellikle dikkatleri üzerine çekiyordu. Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun, Arvâsîlere çok bağlı Şeyhu diye anılan bir zât, Arvas Câmiinin karşısındaki damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan meşhur âlimler çıkardı. Şimdi ise güzel ve yakışıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye inledi. Bu sözü işiten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır muhakkak, söyleyiniz." dedi. Şeyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz inşâallah filan efendimiz yetişir diyorduk. Şimdi bakıyorum da, o efendimiz giyinmeye, süslenmeye başlamış." cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine söylendiğini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip güzel elbiselerini çıkardı. Kitaplarını çantasına yerleştirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yeniden ilim tahsîline çıktı.
GECE EVDEN NİÇİN AYRILDILAR?
Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir seneAhmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.
Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu geceAhmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu.Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.
ŞEYHİN SENİ ÖLDÜRTMEZ
Van'ın Gürpınar Muhammed Pîrân aşîretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zât; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünyâ düşüncelerinden sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye çalıştı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silâhlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez." diyerek ayrılıp gitti.
Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın." buyurup fişekleri sâhibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten hayret içinde kalmış olan silâhlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
Temiz ve asîl âilesi Anadolu'nun doğu vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örneği olan dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarına mensûb idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamîd Efendiyi kaybetti. AnnesiSeyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi. Pekçok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mîr Hasan Velî Medresesinde temel dînî bilgileri ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsîline ara verdi.
Sonra Cizre'ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî'nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi.
Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri de Nehrî'den Van'a gelmişti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Tâhâ'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalırım." buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden mâlûmata göre sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vâsıtasıyla, Van'ın irşâdı geçici olarak mümkündür. O zâtın hayatta olup olmadığını bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; "O zât amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl, ilim ve irfânla meşhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir başka gelişinde o zâtı muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.
Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvâsî'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri ve yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince,Ğavsul Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri onun geride kaldığını görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münâsip gördü ve; "O burada kalsın." buyurdu. Seyyid Tâhâ'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabını hediye etti.Muş'un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde MollaResûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim." buyurdu.
Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî'nin huzûruna vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta MollaResûl Zekî'den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse suâl sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim." diye arz etti.
Bir gün Molla Resûl'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım." dedi. Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım." dedi.Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla." sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resûl bunu işitince; "Mânâ şimdi anlaşıldı." dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen MollaResûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluğa erişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl'e hilâfet vererek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Hocası ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalışırdı. Hattâ bir defâsında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim "kuddise sirruh" , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim." deyip çekingen davrandı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir." buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tasdik buyrulmuş ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.
Kanâat, tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Tâhâ'yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim." buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden îmâr ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, Nakşibendiyye yolunun esaslarını anlatarak insanların saâdetine çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübrâ adlı eseri okuturdu. Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve Şeyh Resûl gibi büyükler onun yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reîsü'l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve mârifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehrî'ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen birâderi Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde bulundu. Zîrâ Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstâdıydı.
Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazîlette iyice meşhûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi.Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesîle oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünnî kalmasını, şiîliğin ve mezheb ayrılığının yöreye girmemesini temin ederek, millî birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezîd Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van'a teşrif ederek halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vâz ve sohbetleriyle Van halkının İslâmiyete bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamânın vâlisi, askerî ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Tâhâ'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış bir zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak ortaya çıkmıştı.
Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldiği zaman umûmiyetle mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir geceAhmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kışlası diye hizmet gören bir askerî kışla yaptıran) Hacı Bekir isminde Van'ın ileri gelenlerinden birinin evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir'in evinde kaldı. Hacı Bekir, Allahü teâlânın emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim hazretlerine nikahladı. Bir sohbet sırasındaSeyyid Fehim hazretlerine dedi ki: "Şeyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey Hacı Bekir! Bir şeyi noksan söylediniz. Yanında bir de câmi yaptırın." buyurdu. Hacı Bekir Ağa bu söz üzerine yaptırdığı evin yanına Şâbâniye Câmiini yaptırdı. Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van'a teşriflerinde kayınpederinin yaptırdığı bu evde kalırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını Şâbâniye Câmiinde anlattı. Her sene iki üç ay Van'da kaldığı müddet içinde pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese yaptırıldı.
Seyyid Fehim hazretlerinin ders verdiği ve vâz ettiği Şâbâniye Külliyesi, Arvas'a benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî yetişmişti. Sofu Baba orada yetişen zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve irfân kaynağı olmaya devâm eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin oğlu Ahmed Mekkî Efendi ve kardeşi oğlu Cemâl Efendiler de yetişti. Bu mekanlar şimdi harâbe halde bulunmaktadır.
İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı. Onun en büyük kerâmeti, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazîfesini devâm ettirecek olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir zâtı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pekçok kerâmetleri görülmüştür.
Seyyid Fehim hazretleri bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet, Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da anlatılmaktadır.
İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a gittim. Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi. ŞâbâniyeCâmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum. Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu. Karşıda nûr gibi, tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile dönmüştü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte budur." diyerek, en geri sırada boynunu bükmüş edeple oturan birini gösterdi. "İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbir getirirken, bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye başladık. Şimdi altmış sene oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün olduğu gibi, bir hal oluyor."
Endis köyünden Hacı Abdullah ismine bir kimse hacca gitmişti. Hac ibâdeti esnâsında cebindeki paralarını kaybetti. Üç ay müddetle müslümanların yardımıyla idâre etti. Bir gün, içinde bulunduğu sıkıntılı hâli düşünerek Mekke-i mükerremenin sokaklarında yürürken, birden meyve ağaçları, çiçekleri, akan suları ve ortasında çok güzel ve süslü bir câmi bulunan bir makam gördü. Câminin kapısında güzel simâlı bir zât oturuyordu. Kendi kendine düşündü. "Yâ Rabbî! Mekke-i mükerremede böyle bağ, bahçe ve akan sular yoktur. Bu gördüğüm hayal midir, rüyâ mıdır?" deyip, câminin kapısında duran zâta gitti. Selâm verdi. O zât selâmını aldı ve; "Merhaba, hoş geldin, sefâ geldin ey hacı!" dedi. Hacı Abdullah Efendi hayretini o zâta bildirdi. O zât; "Burası mânevî bir makamdır. Evliyâya mahsustur. Cumâ günü ikindi namazlarını bu mübârek mâbedde kılarlar." dedi. Hacı Abdullah Efendi; "İmâmları kimdir?" diye sordu. O zât; "Herhalde tanırsınız. Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir." diye cevap verdi.
Hacı Abdullah Efendi bu söze çok sevindi. Bahçenin bir kenarına çekilip Seyyid Fehim hazretlerinin gelmesini bekledi. Orada durduğu müddet içinde evliyâ-yı kirâm tek tek, grup grup geldiler. Câmi tamâmen doldu. Hepsinden sonra Seyyid Fehim hazretleri büyük bir vekâr ve nâzik bir tavırla geldi. Abdullah Efendi koşup saygıyla ellerini öptü. Sıkıntılı hâlini arz etti. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayâtımda bu sırrı ifşâ etmemek şartıyla sâdât-ı kirâmın (bu yolun büyüklerinin) himmet ve bereketleriyle îcâbına bakarız. Eğer sırrı ifşâ ederseniz, gözlerinizden mahrum olursunuz." buyurdu. Câmiye girince bütün velîler ayağa kalkıp onu saygıyla karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleri mihrâba geçerek ikindi namazını kıldırdı. Sonra güzel sohbetler oldu. Îzâhı mümkün olmayan bir muhabbet, vecd ve şevk hâli hâsıl oldu. Evliyâullah câmiden geldikleri gibi ayrıldılar. En son Seyyid Fehim hazretleri câmiden çıktılar. Hacı Abdullah Efendi tekrar eteklerine yapışıp hâlini arzetti. Seyyid Fehim hazretleri; "Merak etme. İnşâallah şimdi memleketine gidersin. Paran yoktu, nasıl geldin diyenlere bir tüccar yardım etti geldim, dersin. Tekrar ediyorum bu sırrı ifşâ etme." buyurdu ve; "Gözlerini kapa!" diye emretti.
Hacı Abdullah Efendi gözlerini kapadı. Rüyâda gibi uçtuğunu hissediyordu. Nihâyet köyünün dışındaki bir çeşmenin başında oturduğunu gördü. Yavaş yavaş köye indi. Köylüleri ve akrabâları onu karşıladılar. "Hoş geldiniz, haccınız mübârek olsun." dediler. Evine gidince, köylü, cemâat hâlinde gelip, onun hac intibâlarını sordular. Bu arada; "Paranızı kaybettiğinizi, Mekke-i mükerremede perişan olduğunuzu işittik. Para temin edip, yarın Arvas'a gidecek, Seyyid Fehim hazretlerine arz edip, onların emredecekleri bir vâsıtayla gönderecektik. Elhamdülillah siz geldiniz. Size yardım eden zâttan Allahü teâlâ râzı olsun." dediler.
Hacı Abdullah Efendi o geceyi evinde geçirdikten sonra ertesi gün kalkıp Arvas'a gitti. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna vardı. Yanlarında birkaç talebesi vardı. Selâm verip ellerini öptü. Seyyid Fehim hazretleri; "Bu sene hacca gittiğinizi duydum. Ne zaman geldiniz?" buyurdu. Abdullah Efendi; "Dün geldim?" diye arzedince; "Niye bu kadar geç kaldınız, üç ayı geçti." diye sordu. "Paramı kaybettim, Mekke'de parasız kaldım. Sonra bir tüccar yardım etti, geldim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Allah râzı olsun. Dün eve geldiğinize göre, niye bugün buraya geldiniz. Müslümanlar sizi ziyârete gelirler." buyurdu. Abdullah Efendi; "Sizi temiz iken ziyâret etmek istedim efendim." dedi. "Bu gece kal, sabahleyin durmadan evine git. Sırrın ifşâsı, açıklaması hatâdır, hayâtımda ifşâ etme!" buyurdular. Abdullah Efendi o gece orada kaldıktan sonra ertesi gün evine döndü. Bu gördüklerini de Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin vefâtından yıllarca sonra anlattı.
Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnâsında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarîkat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabûl edelim." buyurdu. Mustafa Necâti Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî değil, zarûrîdir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşâyıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim." diye anlatır ve ağlardı.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zarûrîdir. Buna lâyık ancak babamın halîfesi Seyyid Fehim hazretleridir." diye düşünerek onları berâber götürmek üzere Van'a dâvet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstâdım birlikte hacca gidelim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyân edip; "Mâlî ve bedenî durumum müsâid değildir." buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana âittir. Bedenî durumunuzla ilgili olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Dîvân'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Dîvân'ın bâzı sayfalarını açtıkları zaman Medîne-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamânın padişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendilerini saraya dâvet etti. Sarayda misâfir edip, ikrâm ve ihsânlarda bulundu.
Kendisi velî olan, âlim ve velîlere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duâsını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misâfir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merâsimle, törenle uğurladı.
Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve velîler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü kabûl ettiler.
Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kâğıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kâğıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kâğıtta olan yazıyı bir defâda okuyup ezberledi. Çünkü bir defâ okuduğu yazıyı ezberlemek onun husûsiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir mikdâr meşgûl olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kâğıttaki yazının mânâsını bilir misiniz?" dedi. "Evet." cevâbını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şûbeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tâtil edildi. Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mânâ ve mefhûmunu anlamaktan âciz kaldı." dedi.Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir." buyurunca, âlim daha çok hayret etti.
Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi îzâh etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kâğıt kalem alıp Fehim-i Arvâsî hazretlerinin îzâhını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kirâladıkları eve döndü.
Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reîsü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reîsü'l-ulemâ tarafından Câmiü'l-Ezhere dâvet edildiğini ifâde ettiler. Seyyid Fehim hazretleri dâveti kabûl buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reîsü'l-ulemâ yanyana oturdular. Sohbet başladı.Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve mânâsı anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur." dedi.
Birçok müşkil meselelerin halledildiği suâlli cevaplı sohbet, saatlerce devâm etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsâde isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsâde ettikten sonra birkaç nefes deReîsü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reîsü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dâir dört fetvâ vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reîsü'l-ulemâ cevâben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvâmız da bu zâtın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zâta uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zât ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz." dedi.
Şöhret sâhibi olmaktan kaçınan Seyyid Fehim hazretleri bir an evvel Mısır'dan ayrılmak istedi. Ancak âlimlerin ve Seyyid Ubeydullah Efendinin ısrarlı istekleri üzerine Mısır âlimlerinin ve halkının müşkil meselelerini halletmek üzere bir müddet daha kaldı. Orada bulunduğu süre içinde ilim meclislerinde ve sohbetlerinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Mısır'dan ayrılarak hac ibâdetini yerine getirmek üzere yanındakilerle birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada pek çok âlim ve velî ile görüşüp sohbette bulundu. Şâfiî mezhebi fıkhına dâir İânetü't-Tâlibîn adlı kitabı te'lif eden Şeyh Seyyid Ebû Bekr (rahmetullahi aleyh) birçok müşkil meselelerini Seyyid Fehim hazretlerine sorup cevâbını aldı. Seyyid Ebû Bekr; "Bu mübârek beldede bulunduğunuz müddetçe teşrif edin, sizden istifâde edelim." dedi. Bir gün Hacı Ömer Efendiye gizlice; "Belki Mısır Reîsü'l-ulemâsı bu zâtın derecesinde olabilir. Ondan başka yeryüzünde bu zât gibi bir âlim bulunduğuna inanmam." dedi. Hacı Ömer Efendi Mısır Reîsü'l-ulemâsı ile olan görüşmeyi anlatınca, Seyyid Ebû Bekr; "Allahü teâlâ ona uzun ömür vermekle bizi nîmetlendirsin. Onun ilminden doğruluğundan, takvâsından ve himmetinden bizleri nasîblendirsin." diye duâ etti.
Seyyid Fehim hazretleri Mekke'de bulunduğu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Ahmed Saîd'in oğlu Muhammed Mazhâr Müceddîdî ile görüştü. Bu sebeple oğullarının birinin ismini Mazhar koydu.
Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye giden Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, sevgiliPeygamberimizin mübârek kabrini ziyâret edip, feyzlerine kavuştu. Sonra tekrar Arvas'a dönüp irşada devâm etti.
Hayâtında cemâatsiz namaz kılmadı. On iki yaşından beri gece teheccüd namazını kaçırmamıştır. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla Şâbân bulundukları zaman onlara uyar, bulunmadıkları zaman kendisi imâm olurdu. Mihrâba geçip tekbir aldığında elektrik cereyânı gibi kalplere tesir ederdi. Ramazân-ı şerîfte teravih namazını hatimle kılarlar, yâni her rekatte bir sayfa Kur'ân-ı kerîm okunurdu. Terâvih ve duâ biter sahur sofrası hazırlanırdı. Sahurdan sonra sabah ezânı okunur, namazdan sonra, zikir ve murâkabe ile meşgûl olunurdu. Güneş yükseldikten sonra kuşluk, namazı kılınır, kaylûle vaktinde iki saat kadar uyurlardı.
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyâdan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahâreti emsâlinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddî ve mânevî bütün ilimlerde derin âlim, fesâhat ve belâgatları hârikaydı. Seyyid Abdülhakîm hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'dî Şîrâzî'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve îzâh buyurdular. Bir mikdârını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir mikdar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülâsa hakîkat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrâk edemedi.
Seyyid Fehim hazretleri insanlara İslâmiyeti anlattığı gibi, cin tâifesine de anlatırdı. Cinlerden dört binden fazla talebesi vardı.
Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakîm Efendinin terbiyesine daha çok ihtimâm gösterip, onu tasavvuftaki vilâyet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.
Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun sohbetlerinden çok istifâde etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım." diye düşündü. Sabah olunca üstâdı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakîm Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim." diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakîm Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işâret buyurdu.
Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye hilâfetnâme vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok duâ ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamânımızdaki usûle göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadîs ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevâzû gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevâzû göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."
Hazret-i Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verdiği gibi, 1888 (H.1305) senesinde tasavvufta Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından hilâfet de verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Seyyid Abdülhakîm'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nûru Seyyid Molla Abdülhakîm! Size, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şâhiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nûru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrâfımızın râhatı ve selâmeti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalplerine selâmet ihsân buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamîd'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakîrin duâlarını bildiriniz! Tâhâ Efendiye ve Mazhar Efendiye duâ ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakîrin duâlarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nastûrîlerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselâm. Duâcınız günâhkâr Seyyid Fehim."
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefâtından altı ay öncesinden îtibâren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfûn bulunduğu kabr-i şerîfin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin îmanlı olduğu takdirde bütün günâhlarının affedileceğini beyân buyururlardı.
Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cumâ günü hasta haliyle câmiye gitti. O gün halîfesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazîn bir hutbe okudu. Câminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemâat bu hutbenin tesiriyle mahzûn olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cumâ namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi, Halîfe Derviş ve Halîfe Ali adlı dört halîfesini huzûruna dâvet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:
"...Muhammed Emin yerime ikâme edilmiştir. Yâni benim vazîfemi yürütecektir. İnce kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetli olduğu için benden sonra fazla yaşayacağını zannetmiyorum. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime ikâme buyrulmuştur. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz. Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir." buyurarak SeyyidAbdülhakîm Efendinin zamanla İstanbul'a geleceğini işâret etti. Dört halîfesinden başka bâzı talebelerinin de bulunduğu sırada vasiyetine devâm ederek buyurdu ki:
"Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyâten îlân edin. Şâyet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddiâ ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiyye yolunun yayılmasına ihtimâm gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Büzürk (Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî) hazretlerinin, her sene asgarî bir defâ Van'a gidip halkı irşâd için fakîre olan emirlerini yerine getiriniz. Hüseyin'in annesinin genç olmasına rağmen çocuklarını bırakıp gideceğine kâni değilim. Bununla berâber himâye etmek lâzımdır." buyurdu. O sırada on yaşında olan Hüseyin Efendi orada oynuyordu. Bir ara; "Can fedâ babacığım. Misâfir çoktur. Dışarıda hep sizi bekliyorlar. Niye yatıyorsunuz. Kalkın misâfire bakın." deyince, çocuğun sözlerine tebessüm ederek; "Bu çocuk sâlihtir." buyurdu.
Vasiyetine devâm ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir." buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek; "Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza edecektir." buyurdu ve İbrâhim aleyhisselâmın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Nakşibendiyye yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mes'ûl değilim. Tam tedkîk etmeden fetvâ vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkân oldukça azîmetleri esas kabûl ediniz." buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabûl buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibâdetle meşgûl oldular. Bir ara karpuz istediler. Fakat o mevsimde Müküs'de karpuz yoktu. Çatak'a gidip getirdiler. Fakat karpuzu yemeden vefât ettiler.
Fehim-iArvâsî hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyâret ettiler. Tedâvî için doktorlar getirdiler. Vefât ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübârek vücudları secdeden mübârek başını kaldırmayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrâfını kaplamış, evin etrâfında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerîmesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refîku'l-a'lâ." dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 (H.1313) senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü rûhunu teslim etti. Vefât haberi duyulunca, başta sevenleri olmak üzere bütün halk ve yabânî hayvanlar bile üzüldüler.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, teçhiz ve tekfinden sonra sevenlerinin gözyaşları arasında Arvas kabristanında daha önceden işâret ettiği yerde defnedildi.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sâhib olmakta, hasta olanlar şifâya kavuşmaktadırlar. Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Karkar Deresi köyünden çocukları olmayan karı-koca Arvas'a gelip Seyyid Fehim hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Çocukları olması için, Seyyid Fehim hazretlerinin rûhâniyetini vesîle ederek duâ ettiler. Sonra ikiz çocukları oldu. 1980 senesi sonbaharında tekrar Arvas'a gelen karı-koca kabr-i şerîfi ziyâret ettikten sonra üç defâ ikiz çocuklarının olduğunu bildirdiler. Hasta olup şifâ bulanlar da anlatılmaktadır.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin vazîfesini bir müddet oğlu ve halîfesi Seyyid Muhammed Emîn Efendi devâm ettirdi. Onun vefâtından sonra da mutlak halîfesi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri devâm ettirdi.
Hazret-i Seyyidin, Güster Hanım, Emetullah, Nâhiye ve Esmâ hanım isimlerinde kızlarından başka on oğlu vardır.
1- Seyyid Muhammed Reşîd Efendi: Genç yaşta Gevaş'ın Tıgnız köyünde vefât etti. Kabri Zeve köyü kabristanında SultanZübeyr hazretlerinin türbesi yanındadır.
2- Seyyid Muhammed Emin Efendi: 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta doğdu. Babasının halîfelerindendir. 1900 (H.1317) senesinde, hac dönüşünde Tûr-i Sinâ'da vefât etti.
3- Seyyid MuhammedMazhar Efendi: Genç yaşta vefât etmiştir. Kabri Arvas'tadır.
4- Seyyid Muhammed Mâsûm Efendi: 1879 (H.1296)da Arvas'ta doğdu. 1942'de yine Arvas'ta vefât etti. Kabri, babasının bitişiğindedir.
5- Seyyid MuhammedSıddîk Efendi: 1879 (H.1296) senesinde Arvas'ta doğdu. 1916 (H.1334) senesinde Gürpınar'da dere kenarında abdest alırken ermenilerce şehîd edildi. Kabri, Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Mejıngir (Yukarı Kaymaz) köyünde olup, ziyâret edilmektedir. Seyyid Abdülhakim Efendinin halîfesi idi.
6- Seyyid HasanMedenî Efendi: Van müftüsüyken Hicaz'a gidip, yirmi sene Medîne-i münevverede kaldı. 1968 (H. 1388) senesi Berât gecesinde vefât etti.Cennetü'l-Bakî' kabristanında defnedildi.
7- Seyyid Hüseyin Efendi: 1887 (H.1304) senesinde doğdu. 1962 (H.1382) senesinde vefât edip, Gevaş'ın Hacı Zive köyünde büyük birâderi MollaMuhammed Reşid'in yanında defnedildi.
8- Seyyid Muhammed Sâlih Efendi: 1949 (H.1369) senesinde hacca gidip, Medîne-i münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî'de defnolundu.
9- Seyyid Nizâmeddîn Efendi: Van'da Akköprü kabristanında medfundur.
10- Seyyid Şemseddîn: Küçük yaşta vefât etmiş olup, Arvas'ta medfûndur.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin oğullarından ve kızlarından meydana gelen torunlarıyla nesli devâm etmektedir.
EFENDİMİZ SÜSLENMEYE BAŞLAMIŞ
Seyyid Fehim hazretlerinin ilim tahsîline ara verdiği günlerdeydi. Bir bayram günü Şırnak'ta îmâl edilen meşhûr tiftik yününden yapılmış bir elbise giymişti. Kendi güzelliğiyle, elbisenin hoşluğu birbirine eklenmiş, fevkalâde bir güzellikle dikkatleri üzerine çekiyordu. Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun, Arvâsîlere çok bağlı Şeyhu diye anılan bir zât, Arvas Câmiinin karşısındaki damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan meşhur âlimler çıkardı. Şimdi ise güzel ve yakışıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye inledi. Bu sözü işiten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır muhakkak, söyleyiniz." dedi. Şeyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz inşâallah filan efendimiz yetişir diyorduk. Şimdi bakıyorum da, o efendimiz giyinmeye, süslenmeye başlamış." cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine söylendiğini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip güzel elbiselerini çıkardı. Kitaplarını çantasına yerleştirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yeniden ilim tahsîline çıktı.
GECE EVDEN NİÇİN AYRILDILAR?
Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir seneAhmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.
Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu geceAhmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu.Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.
ŞEYHİN SENİ ÖLDÜRTMEZ
Van'ın Gürpınar Muhammed Pîrân aşîretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zât; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünyâ düşüncelerinden sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye çalıştı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silâhlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez." diyerek ayrılıp gitti.
Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın." buyurup fişekleri sâhibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten hayret içinde kalmış olan silâhlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)