1955 senesinde Kuleli’de öğretmen iken, talebeler bana bir suâl sordular. “Kâfirler Cennete gidecekler mi, gitmiyecekler mi?” diye. Ben de onlara bir cevâb yazdım. Sene sonuydu. Bir dersde talebelere bunu böylece anlatdım. Dedim ki: “İsterseniz ben bu cevâbı yavaş yavaş okuyayım. İstiyen defterine yazsın”. Ben okudum, onlar yazdılar. Enver de yazdı, Zeki de yazdı. Sonra bunları çoğaltıp, gitdikleri yerlerde tanıdıklarına dağıtdılar.
Küfür’den sonra en büyük haram, kalb kırmakdır kardeşim. Hattâ kalb kırmak, Kâbe’yi yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. Neden? Çünki Kâbe, kul yapısıdır. Kalb ise Allahü teâlânın kudretiyle var olmuşdur. Hem sonra kalb kırmakda zulüm vardır, kul hakkı vardır. Zâlimler, bu zulümlerinin cezâsını çekmeden âhirete intikal etmezler. Yâni hem dünyâda çekerler, hem de âhiretde. Çok fenâ.
Mektûbât’da buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, yaratdığı organlar içinde, kendine en yakın olarak kalbi yaratmışdır. Ona “cârullah” diyor. Yâni Allahü teâlâya komşu. Cenâb-ı Hak, kendine bir komşu yaratmış. Yâni Allahü teâlâ yeryüzünde, ister mü’min olsun, ister kâfir olsun, ister evliyâ olsun, isterse fâsık ve fâcir olsun, bir kulun kalbi kırıldığı zaman, Allah bundan incinir. Çünki kâfir de olsa, Onun kulu. Kulunu incitene Allahü teâlâ incinir.
Bir büyük zâtın kabrine gitdiğiniz zaman, onu kabrin içinde düşünmeyin kardeşim. Onu Arş’da düşünün. Aksi hâlde istifâde edemezsiniz. Evet, kabirle ilgisi var. Bedeni kabirde çünki. Ama rûhu Arş-ı âlâ’da. Kabirden istifâde etmek çok zordur. Bir kere o zâtı, kabrin içinde yatmış vaziyetde düşünmek olmaz. Kabirle irtibâtı var. Ama o zât, ceset demek değil ki. İnsan demek, “ruh” demekdir. Ruh da Arş’dadır. Böyle düşünülürse, feyz alınır.
İnsan, her zaman, her yerde, hep sevdiğinden bahsedilmesini ister, mevzû hep ona açılsın arzu eder.
Ya kendisi bahseder, ya da birinden dinlemek ister.
Ama hep onu ister.
Ondan bahsetmeyi sever.
Bu, onun elinde değildir.
Çünki âşıkdır ona.
İşte, bu sevgiyle işbağ hâlinde olanlar, kabirde de, mahşerde de, cennetde de, hep sevdikleriyle berâber olacaklardır.
Bu, ne büyük müjde kardeşim.
“El-mer’ü mea men ehabbe”
buyurulmuş.
Kim buyuruyor bunu?
Sevgili peygamberimiz.
Yâni kişi, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde de onunla berâber olacakdır.
“Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike”.
Yâni yâ Rabbî, bana, kendi sevgini ver, seni sevenlerin sevgisini ver ve sevdiğin amellerin sevgisini ver, yâni o amelleri yapmayı bana sevdir yâ Rabbî.
İnsan ölürken, her şeyi unutur efendim.
Çünki vücuddan can çıkarken, önce beyinden başlar çıkmaya, sonra aşağı doğru iner.
Canın çekildiği her kademede, orası ölür.
Meselâ can, boğaza kadar geliyor, buradan yukarısı ölmüş oluyor.
Sonra yavaş yavaş iniyor aşağıya doğru.
Tabii boğaza kadar gelince, beyindeki bilgilerin hepsi siliniyor, beyin ölüyor çünki.
Bırakın ölümü, insan yaşlandığı zaman bile kendi evini unutabiliyor, arkadaşının ismini unutuyor.
Hattâ kendi oğlunun, kızının ismini bile unutabiliyor efendim.
Unutkanlık, biz kullar için. Hele ölürken, o telâşla insan her şeyi unutur.
Ama kalb, ölmedi henüz. Çünki kalb, en son ölür.
Can, en son kalbden çıkar.
Dolayısıyla kalbde “aşk” ve “sevgi” varsa, hele “îmân” varsa, kalbinde Allah sevgisi,
Resûlullah sevgisi varsa, bu büyüklere muhabbet varsa, sevdiği kimseleri karşısında görür efendim,
hele Resûlullah Efendimizi mutlaka görür, o anlatılmaz güzelliği görür, o zevki tadar, öyle ölür, öldüğünün farkına bile varmaz efendim.
Âşık olanlar bunu iyi bilirler.
Bir hadîs-i şerîf var, meâlen
“Büyük günâh işliyenler, Allah yolunda yürüsünler”
buyuruluyor.
Yâni Allah yolunda cihâd etsinler ki, günâhları affolsun.
Cihâd demek, ehl-i sünnet bilgilerini yaymak demekdir.
Mü’minin cihâdı, İslâmiyyetin öğrenilmesine vesîle olmakdır, ehl-i sünneti anlatan kitâbları yaymakdır.
İki hastalık var ki, çok tehlikelidir kardeşim.
Biri küfür, biri de tembellik.
Küfrün ilâcı belli, tövbe etmek ve kelime-i şahâdeti, kelime-i tevhîdi söylemek.
Peki ya tembelliğin ilâcı?
Onun ilâcı da namaz kılmakdır.
Namaz kılan, tembel olamaz efendim.
Allah, celle celâlüh, fıkıh ilmiyle uğraşanları sever.
Yâni Allah’ın sevgili kulu olmak için, fıkıh okumak lâzım, fıkıh öğrenmek lâzım.
Bilmeden müslimânlık olmaz.
Yâni islâmiyyete uymak, fıkıh bilgisiyle olur ve Allahü teâlâ, sevdiğine fıkıh öğrenmeyi nasîb eder kardeşim.
Kalbden dünyâ muhabbeti nasıl çıkar?
Ya Allahü teâlânın ismini çok söyliyeceksin,
“Allah! Allah! Allah!” diyeceksin, veyâhut da bir mürşid-i kâmili seveceksin.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, bu büyüklerden birini çok seveceksin.
Bunlardan birine âşık olacaksın.
Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım.
Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların sevgisi insanın kalbine yerleşir.
Onların sevgisi kalbe yerleşince, “dünyâ muhabbeti” çıkar.
Dünyâ muhabbeti çıktı mı, “Allah muhabbeti” kendiliğinden gelir yerleşir.
Demek ki, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, ya mürşid-i kâmile muhabbet, veyâhut da Allahü teâlâyı çok zikretmek lâzım.
Allah’ı zikretmek de “nemâz” ile oluyor.
Allahü teâlâyı zikredince dünyâ muhabbeti kalbden çıkıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder