Abdülhakîm Arvâsî Efendi Hazretleri'nin İman hakkındaki yazısı


İman, ziyadelik ve noksanlık bakımından kısımlara ayrılmaz. Çünkü iman hasıl olunca zaten kâmildir, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Mahiyeti itibarı ile ne zaid ve ne de noksan olmaz. Zaid ve kâmil olması, inkişaf ve incila (açıklık ve berraklık) olarak, başka bir tabirle, zayıflık ve güçlülük bakımındandır.

İmanın mahiyeti: Peygamber Salallahü Aleyhi ve Sellem'in Risalet ve Nübüvvet itibariyle getirdiği akaidi; akla, hikmet ve felsefeye dayandırmadan ve havale etmeden, kesin olarak bilip ve inanmaktan ibarettir.

Akla uyarak inanmak ve tasdik etmek, aklı tasdik olup, risaleti ve Resulü tasdik olmaz. Yahud Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, ol vakit risalete tam inanç hasıl olmaz; itimadı tam olmayınca mahiyet-i iman, tecezzi kabul etmediğinden dolayı, iman olmaz. Belki akıl, Resul'ün tebliğine muvafık olursa, aklı kâmil ve aklı selim olur.

İnanç mes'eleleri hikmete havale olunup, hikmet kabul ederse tasdik eder, etmezse ya red veyahud tereddüde düşerse ol vakit hakime i'timat etmiş olup, risalete tam i'timat hasıl etmemiş olur ki, bu, bu takdirde iman-ı kâmil zaten olmaz. Zira iman, tecezzi ve kısım gibi parçalara ayrılmaz.

Dini mes'elelere felsefe ile yön vermeye kalkışırsa, yine bir feylesofu tasdik etmiş olup, Resule tam i'timad etmemiş olur ki, bu da iman sayılmaz.

Hasılı İman: Resulü Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellemin Allah tarafından Risalet ve Nübüvveti itibarıyle, bütün insanlara getirdiği ve tebliğ ettiği ahkamın kaffesine, tümü i'tibarıyle itimat ve inanmakla hasıl olur. Bu Ahkâm ve Akaid'in her hangi birinde tereddüd ve inkâr var ise, mü'min olamaz. Zira bir hükümde Resul'ü tasdik etmemekle veyahud bu hükme i'timad etmemekle, Resul'ü, hilafı hakikat ile ittiham etmiş olur ki, bu da noksanlıktır; noksanlık ise, Nübüvvet ve Risalete tamamen zıddır. Dinde ittifak olunan mes'elelerden birinde şüphe ve inkâr imanın gitmesine sebep olur.

Dinde ittifak bulunan mes'elelerden birinde tasdik olmaz ise --ekseriya böyle olur -- bu mes'elede murad-ı ilahi ve murad-ı Resul Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl ise, öylece inandım ve tasdik ettim der, şüphesini giderecek bir zatı hemen arar; ilminde, dininde güvenilir, tam i'timat sahibi, zeki ve anlayışlı, arif, mes'elelere vakıf, dini bilgileri derin ve müşkilatları halle muktedir zatı bulur ve sorar; aldığı cevaba kalben mutmain olunca öylece inanır ve yakin hasıl eder. Böyle zatı aramak farzdır. Bunu tesadüfe bırakmak asla caiz değildir. Hemen arar bulur. Bulamazsa ve yahud bulup ta tatmin olmaz ise, Cenab-ı Hakk'ın irade ettiği ve Resulünün tebliğ ettiği şekilde inandım der, şüphesinin giderilmesini Cenab-ı Hakk'dan niyaz eder. İşte buna binaen her yerde müslümanların müşkilini hal edecek bir alimin bulundurulması farz-ı kifayedir. Felsefecilerin itirazlarını, fen bilgilerine, felsefe kaidelerine göre halle muktedir; hükemanın itirazlarını, hikmet kaidelerine göre halle kadir, batıl dinlerin itirazlarını ve dinlerinin batıl olduğunu ispata muktedir, Mutezile, Rafizi tarafından gelen itirazlara derin vukufu olan, cevaba muktedir ve tarih-i aleme vakıf, ulumu riyaziyede mahir, çeşitli İslam bilgilerinde maharetli bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmaz ise DİN, gerçekleri kabul etmeyenlerin elinde oyuncak olur. Diledikleri vechile te'vil ve tefsir ederler. Kimseyi kurtaramadıkları gibi, hem kendilerini ve hem de halkı sapıklığa iterler.

Yavuz Sultan Selim Han'ın türbesinde asılı olan Muhiyiddin-i Arabinin "rahmetullahi aleyhimâ" sözünün yazılı olduğu bir hat

Yavuz Sultan Selim Han'ın türbesinde asılı olan Muhiyiddin-i Arabinin "rahmetullahi aleyhimâ" sözünün yazılı olduğu bir hat.
'iza dehale sînün fi'ş-şîn 
zahara fî kabrihî muhyiddîn
Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır." dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî'ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye'de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî'nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı. (Evliyalar Ansiklopedisi)
Allahü teâlâ şefaatlerine kavuştursun...

Hakk’a Meyletmek

Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere olan eğilmiş duvarına bakıp sık sık âkıbetini tefekkür ederdi. Yine bir gün derin bir tefekkürle orayı seyrederken duvar âniden çöküverdi. Bu hâdise Behlül Dânâ Hazretleri’nde gözle görülür derecede büyük bir sürûra vesîle oldu. Onun bu büyük sevincine mânâ veremeyen insanlar, merakla ondaki bu değişikliğin sebebini sordular. Behlül Dânâ Hazretleri, onlara şu cevabı verdi:

“−Duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!”

Hazretin az evvelki sevincine bir türlü akıl erdiremeyen insanlar, Behlül Dânâ’nın bu sözleriyle iyice şaşkınlaştılar. Bu ifadelerle onun neyi kastettiğini anlayamadıklarından bu defa:

“−Peki, bunda şaşılacak ne var?!” diye sordular.

O ise insanlara, derin tefekkürünün bir neticesi olan şu hikmetli cevabı verdi:

“−Mâdemki dünyadaki her şey nihâyetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk’a doğrudur, o hâlde ben de ölünce -inşâallah- Hakk’a varırım. Ey ahâlî, rükû ve secdelerimizle Hakk’a meylimizi her an artırmaya gayret edelim ki, başka yönlere yıkılmayalım!”

İşte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i muhsinlerinden sâdır olan:

“Kişi, yaşadığı hâl üzere ölür.” (Müslim, Cennet, 83) hadîs-i şerîfinin şerh ve îzâhı mâhiyetinde müşahhas bir misâl…

Bu hakikat dolayısıyla bir mü’min, meylini her an Hakk’a yönelterek istikâmet üzere olmaya gayret etmelidir. Bunun için de sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyanı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; günâhı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle bertaraf ederek Allâh’a güzel bir kul olmaya çalışmalıdır.

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Ey kardeş, sen, tefekkür ile hayat bulmalısın.

Bedenin, kemik ve etten ibâret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.”

Hiç şüphesiz, insanoğlu için kaçınılmaz bir hakikat olan ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir mâhiyette çıkacaktır.

Hazret-i Mevlânâ bu hususu ne güzel ifâde etmektedir:

“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir.”

“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.

Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi iç dünyanın çirkin yüzüdür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir…”

Ölümü, bir hüsran olmaktan kurtarıp bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil de “Şeb-i arûs / vuslat gecesi” hâline getirmek; ölüm sonrası için arzu edilen saâdet yurduna şimdiden hazırlanıp ölmesini bilenlerin kârıdır.

Zira Cenâb-ı Hakk’a tahsis edilmesi gereken gönüller, hayatta iken daha ziyâde ne ile meşgul olmuş ise, ölürken de ekseriyetle onunla meşgul olur. Bunun müsbet-menfî sayısız misalleri vardır.

Rebî bin Haysem -rahmetullâhi aleyh- bu husustaki bir müşâhedesini şöyle nakleder:

“Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; “Lâ ilâhe illâllâh!” deyip telkin verdikçe o, sanki kelime-i tevhîdi duymuyor, para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”

Yine meşhur hadis âlimlerinden Abdülazîz Revvâd Hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

“Medîne-i Münevvere’de idim. Bir gece Mescid-i Nebî’ye gidiyordum. Bir kadın telâşla yaklaşıp: «Ey efendi! Eğer sevap kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var, can çekişiyor, ölmek üzere. Ona şehâdet kelimesini telkin etsen, söyletsen!» dedi.

Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adama kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar uğraştıysam da bir türlü söyletemedim! Bir ara gözlerini açıp:

«Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Ben, bu kelime-i şehâdetten ve İslâm dîninden, hayli zamandır yüz çevirdim. Şimdi de bir türlü söyleyemiyorum.» dedi ve sonra öldü.

Adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdığımda, onun devamlı olarak şarap içen bir kimse olduğunu öğrendim. Kendi kendime, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Şarap içmeyi âdet edinen, puta tapan gibidir.» (İbn-i Mâce, Eşribe, 3) buyurması elbette doğrudur, dedim.”

Son nefes husûsunda peygamberler hâricinde hiç kimse teminat altında değildir. Bu sebeple mü’min, ömrü boyunca havf ve recâ (korku ve ümit) duyguları arasında:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) âyet-i kerîmesinin sırrına ermeye çalışmalıdır. Nitekim insan, her an devam ettirdiği kulluk vesîlesiyle Hakk’a dostlukta mesâfe alır. Hakk’a kulluğu hayatın son demlerine bırakmaksa fecî bir hüsran sebebidir.

Rivâyete göre bir terzi, sâlihlerden bir zâta:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Allah Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.» (Tirmizî, Deavât, 98/3537) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etti. O zât da sordu:

“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”

“–Terziyim, elbise dikerim.”

“–Terzilikte en kolay şey nedir?”

“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”

“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”

“–Otuz seneden beri.”

“–Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?”

“–Hayır, kesemem.”

“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün kuvvetin yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir… Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, V, 65) sözünü işitmedin mi?”

Son ne­fesin ne şekilde vâ­kî ola­cağı, ilâhî bir sırdır. Bu sebeple hayatı, bir mayın tarlasında yürür gibi büyük bir teyakkuzla yaşamak ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sık sık buyurduğu gibi; “Esas hayatın, âhiret hayatı” olduğunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu bir kul olabilmek; O’nun beşeriyete armağan ettiği Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nebevî ikazlarına gönülden itaat etmekle mümkündür.

Velhâsıl her insan; dünya hayatında mânevî gidişâtına ve nereye hazırlandığına dikkat etmek mecbûriyetindedir. Bunun muhâsebesini de son nefesine bırakmayıp ömrü boyunca bu hassâsiyetle yaşamalıdır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

حَاسِبوُا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

 “(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.” (İbn-i Ke­sîr, Tef­sîr, I, 27) tâlimâtını kendine hayat düstûru edinmelidir.

Yâ Rabbî! Ömür defterimizin her sayfasında takvâyı bize en güzel azık ve gönüllerimizden hiç çıkarmayacağımız mânevî bir zırh eyle! Aklımızı, kalbimizi ve bütün varlığımızı her hâlükârda Senʼin rızâna yönlendir. Son nefesimizi de ebedî saâdetimizin başlangıcı eyle!..

Âmîn!..

Hiç bir kimse Allahu teâlaya aşık olamaz

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki : Hiç bir kimse Allahu teâlaya aşık olamaz. Çünkü aşk, muhabbetin, sevmenin çoğuna derler. Allahu teâlâ ne kadar sevilse , lâyıktır ve azdır. Bunun için onu sevmekte, icabettiğinden çok denemez. İnsanlarda ise aşk, gereğinden fazla sevmeğe denir. O halde, insanlar birbirine âşık olabilir, ama Allahu teâlaya âşık olunmaz. Çünkü ne kadar sevilse, icabeden sevgiye ulaşılmaz, nerede kaldı ki çok olsun.

BU EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂAT MEZHEBİNE AYKIRIDIR

"BU EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂAT MEZHEBİNE AYKIRIDIR."

KAYNAK: Berekât  [Zübde-tül Makâmat] Muhammed Hâşim Kişmî
Sahife no: 104    
Tercüme: Süleyman KUKU

Mektubat'ı Masumiyye kitabının kapak sayfası

Hace Muhammed Masum kuddise sirruh hazretlerinin farisi yazmış oldukları "mektubat'ı masumiyye" kitabının kapak sayfası. 

Not; Bu eserin ilk defa Türkçeye tercemesini (Osmanlıcaya tercemesi ise çok daha önce Osmanlı Uleması tarafından yapılmıştır) geçtiğimiz günlerde Süleyman Kuku hocaefendi yapmıştır. Nefis bir terceme olmuştur. Cenab-ı Hakk sa'yini meşkur eylesin.

Mektûbâtını türkçeye tercüme etmeye kalkıştığım Muhammed Ma’sûm hazretleridir. İkinci binde dîni kuvvetlendiren ve ilk zamandaki gibi taze ve temiz hâle getiren İmam-ı Rabbânî hazretlerinin, Rabbânî ve kayyûmiyet sıfatlarına ortak olacak kadar büyük halîfesi ve oğludur. Kâim makâmıdır. Her güzel ilme sâhib, her eşsiz ma’rifete ehil, şerîatın en güzel elbiseleriyle ilelebed süslüdür ve süslü kalacaktır. Babasının sırdaşı, kendinden sonra gelenlerin en büyüğü ve imamı, namazların çoğunu Arşın üstünde edâ eden, kâinât ve içindekilerin ma’nen onunla varlıkta bulunduğu kayyûm-i âlemdir.

Mektûbâtını okuyunca, ilminin derinliğini, ma’rifetinin, yalnızlık sıkıntısı çekecek derecede olduğunu, tecelli cinsinden olan bütün zuhûrlara kavuştuğunu, babası gibi kullukta en yüksek makâmı ihraz ve isbât ettiğini, bununla beraber tevazuunu, ihtiyac ve niyâzını göreceksiniz ve gayr-i ihtiyârî:

Baba nûrdur ve oğul nûr,

Bunun için dediler nûrun alâ nûr.

Beytini terennüm edeceksiniz.

Mektûbât cinsinden eserler, bilhassa ikinci bin sırasında ve sonrasında meşhûr oldu. Yeni bir çığırdır.

Büyük veli Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin İmam-ı Rabbani hazretlerini vesile ederek yaptığı dua


İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" vefatından sonra da sevilmiş, asırlar boyu methedilmiş, eserleri okunup istifade edilmiştir. Büyük veli Mevlana Halid-i Bağdadi, ince ruhunun terennümleri ile dolu olan Farisi Divanı’nın doksan dördüncü sahifesindeki beytlerinde mealen şöyle demektedir:
“Ya Rabbi! O nihayetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reisi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan manalar deryası, maddesizlik ve mekansızlık aleminin reisi, nurları ile Hindistan’ı aydınlatan, Serhend şehrini, Musa aleyhisselama Allahü Teala’nın kelamı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselamın dininin büyüklüğünün vesikası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dini bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemeyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Faruki’nin gözlerinin nuru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek rahat ediyorum. Allahım! Yalnız senin ihsanına güveniyorum. Çünkü, ‘Ben af ediciyim’ buyuruyorsun!”

HALİFE-İ MÜSLİMÎN


Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî Efendi (kaddesallahu te'âlâ sirreh) buyurdular ki;
“Başkal’a şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede yirmi-otuz talebe okutuyordum. Talebenin yimesi içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana ait idi. Bir gün ders veriyordum, kapı açıkdı, içeri gayet temiz giyinmiş bir bey geldi. Selam verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi;
-Efendim kaç talebeniz var? Hangi kitâbları okutuyorsunuz? Hangi kitâblara ihtiyacınız var?
diye sordu. Ben de lâzım olan birçok kitâb ismi verdim. Biraz sonra cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyaçlarımı deftere yazdı. Sonra veda etdi, gitdi. Konuşması gayet nazik, elbisesi gayet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir İstanbul beyi olduğunu anladım. Birkaç ay geçti. Ben artık bunu unutmuştum.
Birgün medreseye postacı geldi. Seni postaneden istiyorlar dedi. Gittim. Bunlar sana geldi dediler. İki büyük sandık gösterdiler. O iki sandık kitâb dolu idi. Kitâbları, sandıkları aldım, hayvana bindirdim. Medreseye getirttim. Sandıklar açıldı. Bir de ne bakayım, sandığın içinde iki ay evvel ismlerini yazdırdığım kitâblar.
Üzerinde bir kağıt: 
"Halife-i müslimîn Sultan Abdulhamid Hân’ın hediyyesidir"
Demek ki, Sultan Abdulhamid Hân bütün Anadoluya, bütün ilm yuvalarına, böyle bedava kitâb gönderiyordu.

İSLÂM HARFLERİNİN YASAKLANMASINA DAYANAMADI VE TEESSÜRÜNDEN RUHUNU TESLİM ETTİ


SİLSİLE-İ ALİYYE BÜYÜKLERİNDEN OLAN SEYYİD ABDULHAKÎM ARVÂSİ HAZRETLERİNİN KIYMETLİ KARDEŞLERİ SEYYİD TÂHÂ ARVÂSİ HAZRETLERİ İSLÂM HARFLERİNİN YASAKLANMASINA DAYANAMADI VE TEESSÜRÜNDEN RUHUNU TESLİM ETTİ.

Bu metin, tarihi olaylardan ilham alınarak yazılan bir hikâye değil, İslâm harflerinin kânunen men edilmesine kahrolup Hak Teâlâ’ya kavuşmayı yeğleyen bir Allah dostunun yaşantısından ufak bir kesittir. Ruhu şad olsun. El-Fatiha.

İnkılâbın en önemlisi harf inkılâbıydı; o Türk’ün bin senelik mazisiyle alâkasını kesiyordu…

"Millî Mücadele yıllarında bir ara Umur-i Şer‘iye ve Evkaf Vekâlet’ini deruhte etmiş bulunan meşhur Konya meb'usu Vehbi Hoca bu vazifede iken Hey'et-i İftâiye Reisi yani bir nevi 'fetvâ emini' olarak Seyyid Tâhâ Efendi'yi Ankara'ya aldırtmıştı. Bu zât, sadece dinî mes'elelerde değil, astronomi sahasında da son derecede malûmatlı idi. Vaktiyle rasathanenin mâruf müdürü Fatin Hocaya da bu mevzuda yardımlarda bulunmuştu. Aynı zamanda edip ve hattattı. Ama öyle sıradan bir hattat değil!..

Seyyid Tâha Efendi Hazretleri, harf inkılâbının söylentileri çıktığı sırada, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Müşavere Hey'etinde çalışmaktaydı. O zaman ben de vazifem icâbı Ankara'da ikâmet etmekteydim. Bir gün Karaoğlan Çarşısı'ndan geçerken, Zincirli Câmii'nin yakınında kendisini ağlarken gördüm. Beyaz sakallarından aşağıya doğru yaşlar yuvarlanıyordu. Derhal yanına koştum, hürmetle elini öptüm ve niçin ağladığını sordum. Bana dedi ki:

- Duymadın mı, İslâm harflerini değiştiriyorlar!..

- Bunda ne var, sağdan sola doğru yazmayız da, soldan sağa doğru yazarız! diye karşılık verdim.

Efendi’nin o mükedder hâli birden bire değişti. Yüzünü öfke kaplamıştı. Bana dönerek hiddetle:

- Koca eşşek!, dedi, Keşke bunu yapmasalar da bir kanun çıkartıp boynumuza haç taksalar! Sonra daha çok coştu ve câli bir surette ağlamaya devam etti.

Hayretler içinde kalmıştım. Yakinen tanıdığım, ilmine, irfanına, şahsiyetine son derecede güvendiğim bu hoca efendinin niçin böyle düşündüğünü bir türlü anlayamamıştım. Bu ölçüde teessür duyduğunu görünce kendisini teselli için:

- Merak buyurmayınız efendim. Mecliste birçok hoca efendi vardır, herhalde bu işe mâni olurlar, dedim.

Seyyid Tâhâ Hazretleri:

- Hiç sanmam, amma yine de bir ümit!.. Hadi birlikte eve gidelim, dedi.

Hoca Efendi'nin evi eski Meclis binasının karşısında, o zamanlar Hergele Meydanı (Hayvan Pazarı) diye anılan yerdeydi. Üstü toprak kaplı basit bir ikâmetgâh olan bu eve gittik. Hoca Efendi'nin teessürü bir türlü yatışmıyordu. Hâlâ ağlıyordu. Bu durumda kendisini teselli ve teskin etmek ihtiyacını hissettim ve kendisine:

- Benim hususi bir kartım vardır. Bununla Meclis'e dilediğim zaman girip çıkar müzâkereleri takip ederim. Dilerseniz birlikte bu mebus olan hoca efendileri ikaz edecek bir mektup yazınız. Ben götürüp kendilerine vereyim. Bu suretle şayet meselenin ehemmiyetini kavramamış olanları varsa, onları da ikaz etmiş oluruz" dedim.

Hoca efendi bu teklifime memnun kaldı. Eline bir tomar kâğıt alarak o zaman mebus olan hocaların her birine ayrı ayrı, kısa fakat manidar birer mektup yazdı. Bunda İslâm harflerinin ehemmiyetini belirtiyor ve bunların değiştirilmesi hususundaki teşebbüse mâni olmaya çalışmaları rica ediliyordu.

Sarıklı mebusların pek çoğunu şahsen tanırdım. Ancak ne yazık ki; Lâtin harflerini getirmeye çalışanlar arasında başında sarık bulunanlardan bazıları da vardı. Yazılan mektupları cebime koyarak Meclise gittim. Hepsini bir bir dağıttım. Dilimin döndüğü kadar da meseleyi şifâhen anlatmaya çalıştım. Meclis'te aslen Tatar olup sakalına kına süren Fehmi Efendi adında bir hoca vardı. Bu zat Lâtin asıllı rakamların kabulü sırasında kürsüye çıkarak:

- Asıl değişmesi lâzım gelen rakamlar değil, harflerdir. Onları ne zaman değiştirerek Lâtin asıllı yeni bir alfabe kabul edeceğiz!..' diye bağırmıştı.

Hakikaten Lâtin asıllı rakamlar kolaylığına binaen kabul ve tatbik olunmuştu. Fakat nihâyet az bir zaman sonra, sıra İslâm harflerine de gelmişti. Bir gece sabahlara kadar süren müzakere sonunda İslâm harfleri yasaklanmış, onların yerine bugünkü Lâtin asıllı alafranga harfler kabul olunmuştu. Ben de Seyyid Tâhâ Efendi'ye söz vermiş bulunduğum için buna dair gelişmeleri günü gününe takip ediyordum. Nihâyet mahud kanunun kabul edilmesi üzerine koşup kendisine haber verdim.

- Maalesef kanun kabul edildi ve İslâm harfleri yasaklandı! dedim.

Hoca Efendi'nin aldığı bu haber üzerine rengi sarardı. Şimdi hatırlayamadığım bir âyet-i kerimeyi mütevekkilâne bir surette okudu. Bir bardak su istedi, kendisine verdik, içti. Sonra:

- Çok yorgunum. Seni bekledim, uyumadım. Ben biraz yatacağım. Sen sabah namazını bekle ve beni de uyandır! dedi.

Sabah olunca kendisini uyandırmak için yanına gittiğimde, onu yatağında cansız buldum. Seyyid Tâhâ Hazretleri duyduğu kahır ve ızdıraptan göçmüştü!

İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin türbesi girişindeki fârisî beyit


İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin türbesi girişindeki fârisî beyit ;
چه عالی شان دربار امام دین ربانی *
ملآئک صف به صف ایستاده اینجا بهر دربانی *
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin eşiği ne yüce*
Melekler saf saf her türbedâr ile ayakta burda *