Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin “Rahmetullahi aleyh” Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyâya yaptığı en büyük hizmet nedir?

 Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin “Rahmetullahi aleyh” Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyâya yaptığı en büyük hizmet nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, şöyle cevap verilebilir: O, 1966 senesinde, İstanbul'da bir kitâbevi açmış [önce ismi Işık Kitâbevi idi, sonra Hakikat Kitâbevi oldu], Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı Arabî, Fârisî, Urduca (58+23+3) ve diğerleri ile 25 dilde 250 kitâbı, dünyânın her tarafına yaymıştır. Böylece doğru i’tikâd, fıkıh, tasavvuf bilgilerini ve İslâmın güzel ahlâkını İslâm âlemine, hattâ dünyânın her yerine neşretmiştir.

“Biz, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek isteyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hâzırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî İslâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydâna gelmiştir. Bu kitapların isimleri, bazı kitaplarımızın sonunda bildirilmiştir…

Bu kitapları, dikkat ile okuyan insâflı her insanın, İslâm dînine samîmî olarak îmân edeceğine ve seve seve Müslümân olacağına inanıyoruz. Çünkü İslâm dîni, akl-ı selîm sâhiplerinin kabûl edecekleri akîdelerden ve ahkâmdan ibârettir. Akl-ı sakîm sâhipleri, rûhları hasta olanlar, nefislerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemezler.” (Herkese Lâzım Olan Îmân, 3. Tenbîh)

Başta; “Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye” kitâbı olmak üzere, 14 Türkçe ve bunların tercümeleri olan diğer dillerdeki pek çok kitâbı vardır. Bu kitâplar, her tarafa dağılmaktadır; “İnternet” vâsıtası ile de bütün dünyâda okunmaktadır.

Hüseyin Hilmî Efendi, "Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye" kitâbı hakkında şöyle demiştir: “Bu kitâbı, baştan sona kadar dikkatlice okuyan bir kimse, İslâmın bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dînimiz hakkında doğru ve yeterli bilgiye sâhip olur. Her Müslümânın, dînimizi çok iyi bilmesi şarttır. İslâm âlimleri, 'dînini bilmeyenin dîni yok demektir' demişlerdir.”

Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu, derin âlim Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi aleyh), “Seâdet-i Ebediyye”  kitâbının başına yazdığı “Takrîz”inde şöyle söylemektedir: "Asrımızın fâdıllarından, zamânımızın bir tânesinin yazmış olduğu Seâdet-i Ebediyye kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâpta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâpta, Ehl-i Sünnet vel-cemâ'at i’tikâdına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur.

Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan bu kitâptan alınız."

Eserin İngilizceye tercümesi de yapılmış, "Endless Bliss" ismi verilmiş ve 6 cild olarak bastırılmıştır. Almancası da tek cild hâlinde basılmıştır.

YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

 

Arifler şöyle buyurmuşlardır: Müptedi (yolun başında olan) talipler, gecenin üç bölüğünde uyumalı ve bedenleri uykusuz kalmamalıdır, ki başları ağrımasın ve ıstırap duymasınlar. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse, sadık müritler iki saat gündüz ve altı saat gece olmak üzere, günde toplam sekiz saat uyku uyumalıdırlar. Gündüzleri, şöyle uzanmalı ve bedeni dinlendirmeli, fakat asla müddeti uzatmamalıdırlar. Çünkü, öyle zamanlar olur ki, ruh uykusuz da ağırlığı giderir. Zira, uykunun tabiatı soğuk ve ıslaktır. Bedene faydası vardır, mizaçtan harareti ve kuruluğu giderir. Eğer, gecenin üç bölüğünden az uyunursa, talibin bilincine zarar verir, cismi ıztıraba düşer, halsiz ve mecalsiz kalır, talep yolu bağlanır ve Ne’ûzü billâh onun yerine bir gevşeklik gelir. Fakat, gönüldeki muhabbeti ağır basar bu alışkanlık haline gelip uykunun yerini alırsa, gecenin üç bölüğünden az uyumak zarar vermez. Zira, insani ruhta tabiatı gereği soğuk ve ıslaktır, oda uykunun yerini tutabilir.


Ariflerden birisine sordular:  

— Gece ile aran nasıl?  

Şöyle cevap verdi:  

— Ben geceye hiç riayet etmem. O gelir cemalini gösterir ve gider. Gidince de onu hiç düşünmem. Geceleri ibadet, dosta münâcat etmek ve cemâli müşahede etmek içindir.  


Ebû Süleyman Dârani buyurur ki: Geceleri uyanık olanlar ve ibadet edenler, bu ibadetlerinden öyle şevk, zevk, lezzet ve sefa bulurlar ki; ne yanları üstüne yatarak horul horul uyuyanlar ne de sabahlara kadar eğlence yerlerinde vakit geçirenler aynı zevk ve lezzeti bulamazlar.  


Bundan dolayı arifler: Sevgili ile bir yıl birlikte olunsa, uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman gibi kısa olur ama sevgiliden ayrı ve uzak yaşamak, uyku ile uyanıklık arasındaki süre kadar bile olsa insana bir yıl gibi uzun gelir. Onun için, ruh ve üns ehli olanlara, uzun geceler kısa gibi gelir.  


Ali ibn-i Bekâr rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Kırk yıldır beni, gecelerin sonunda güneşin doğması kadar hiçbir şey üzmedi ve usandırmadı.” 


Arifler derler ki: Uyanıklara, Hak teâlâ nazar eder ve onların gönüllerini nur ile doldurur ve gönüllerine türlü türlü bereketler verir. Ondan sonra, onların gönüllerinden, gafillerin gönüllerine âfiyet ulaşır. 


Hak teâlâ, Nebilerden birisine vahiy edip buyurdu:  

— Benim has kullarım onlardır ki, beni severler. Ben de onları severim. Onlar beni isterler, ben de onları isterim. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar ederler, ben de onlara nazar ederim. Eğer, sen de onların yollarında bulunacak olursan, seni de severim. Yollarından ayrılıp sapacak olursan, sana nazar etmem. O peygamber niyazda bulundu: “Yâ Rab! Onların alâmetleri nedir?” 


Hak teâlâ buyurdu:  

- “Onlar, çoban koyun güder gibi, gündüzün gölgeleri güderler. Kuşların yuvalarını istemeleri gibi onlarda güneşin batıp gecenin olmasını isterler. Vakit gelip, gece karanlığı inince her dost dostla halvet olur. Onlar, benim için yüzlerini yere koyarak secde ederler. Benim için ayakları üzerinde durur bana münâcat ederler. 


Bunun için, benim onlara bahşişim şudur:  

Onların gönüllerine nur veririm, onlar da hiç şüphesiz benden haber verirler. İkinci hediyem de şudur: Eğer, yedi kat yer ve yedi kat gök onların terazilerine konulsa, bunu kendilerine az görürüm. Üçüncü bahşişim de şudur: Ben, onlara zatımla ve bütün Esma ve sıfatımla tecelli ederim. Benim zatımla ve bütün esmâ ve sıfatımla tecelli ettiklerime vereceğim kerametleri hiç kimse bilmez.  


Şeyh Şihabüddin Ömer Sühreverdi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Sadık bir mürit, Hak teâlaya münâcatta bulunmak üzere gece kalktığında, onun gecesinin nuru, gündüzüne akseder. böylece onun gündüzü de gecesinin himayesinde bulunur. Zira, onun gönlü Hak teâlânın nurları ile aydınlanmış olur. Bunun için, onların gündüz yapıkları bütün hareketleri ve tasarrufları, o nurların kaynağından hâsıl olur.”  


Bir Hadis-i şerifte: “Geceleri namaz kılanların yüzleri, gündüz güzel olur”, buyurulmuştur. Davud peygamber aleyhisselâm, niyazda bulundu: “Yâ Rabbi Geceleri, sana ibadet etmeyi sever ve isterim. Acaba, ne vakit kalkıp ibadet edeyim?  

Hak teâlâ buyurdu:  

— Yâ Davud! Gecenin başında kalkma! Gecenin sonunda da kalkma! Zira, gecenin evvelinde kalkan kullarım, sonunda da kalkamazlar. Sen, gecenin ortasında kalk, tâ ki o vakitte kalkan kullarım seni rahatsız etmesin. Sen, benimle halvet ol, ben de seninle olayım. O zaman, ihtiyacın ne ise arz et.  


Şu hâlde, gecenin başlangıcında yatsı namazından sonra biraz nafile namaz kılıp, zikrullah ta bulunmalı ve uyku bastırınca uyumalıdır. Uyandığı zaman, on iki rekât namaz kılmalı, ondan sonra vacip olan vitir namazı eda etmeli, bir müddet zikrullahta bulunmalıdır. Fakat, uyku bastırdığı zaman namaz kılıp zikretmekten sakınmalıdır. Zira, bu gafillerin ibadeti ve zikrine benzeyebilir.


Bu kitabın müellifi fakir de derim ki:  

— Şeyhim ki, Şeyh Hüseyin ibn-i Şihabüddin Ahmed, İbn-i Hüsamüddin bin Şeyh Şemsüddin Mehmed bin Şeyh Muhyiddin-i Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sirrahul-aziz, müritlerine buyururdu:  

— Geceleri bir kere uyuyun ve gündüzleri bir kere yiyin.  


Şimdi, şunu bilmiş ol ki, tâlib-i Hak olan kimseye geceleri kalkıp zikrullah etmek ve namaz kılmak elbette gerektir. Nitekim, haberde vârid olmuştur: Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: (Geceleri, bir davar sağacak kadar dahi olsa, kalkıp ibadet ediniz.) buyurmuşlardır. Bu davar sağacak kadar süreyi kimileri iki rekât, kimileri de dört rekât namaz kılacak kadar bir süre olduğunu söyler. 


Bazıları da derler ki, Hak teâlânın: Âli İmran sûresi 26. âyetine işaret ederek: “De ki, mülkün gerçek sahibi olan Allâhım, Mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın.” diye buyurması, Allahu azim-üş-şân dilediğine geceleri kalkıp ibadet etmek kudret ve kuvvetini verir, dilediğine bu kuvvet ve kudreti vermez, yani dilediğini geceleri kalkıp ibadet etmekten mahrum eder demektir. Şu hâlde, bir kişi tembellik ve gevşekliğinden ötürü geceleri kalkmayı terk etse veya kalkmaya üşenerek geceleri ibadetten mahrum kalsa, bu hareketinden dolayı yas tutup ağlasın ki, onun üzerine çok hayırlı kapılar kapanır.  


Şimdi aziz: Şu gerçeği de bilmiş ol ki, Resûl-ü zişânın halinden daha üstün bir hal olması mümkün değildir. Resul aleyhisselâmın ise, geceleri kalkıp namaz kılmaktan mübarek ayakları şişerdi. Bazı, halini ve haddini bilmezler: “Resûlullah, bunu şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için yapardı” derler.  


Biz de böyle düşünen ve diyenlere cevap verir ve deriz ki: “Madem ki öyledir, biz kim oluyoruz da onun şeriâtine uymuyoruz? O iki cihan serveri, şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için, geceleri tatlı uykularını bırakır kalkardı da biz neden kalkıp ibadet etmeyiz?”

  

Burada ince bir nokta var; geceleri kalkıp ibadet etmeyi terk etmekte fazilet gören ve bu haliyle de Cenab-ı mukaddese yakın olduğunu iddia eden hastadır. Bu halleri kaçınılmaz olup, kendini amellerinde gösterir, hasta oldukları anlaşılmaz. Hastalıkları amellerinde görülür. Yakîn olduğunu düşünüp bunu iddia etmeleri hasta olduğunu gösterir, bu halle bağlanmıştır.


Ömer Sühreverdi buyurur ki:  

— Bu inceliği birçok kimselerde gördük ama bize zahir oldu ki kusurdur.  


Hasan Basri hazretlerine birisi sordu:  

—  Bu ne hikmettir ki, geceleri kalkıp ibadet etmeye niyet ettiğim halde, kalkıp namaz kılamam.  


Hazret, şu cevabı verdi:  

— Senin günahın, seni bırakmaz ki gece kalkıp abdest alasın ve namaz kılasın. 


Şu hâlde, gündüzleri günah işlemekten kaçınmalıdır ki, Hak teâlâ geceleri kalkıp ibadet etmek saadet ve mazhariyetini müyesser eylesin.  


MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ – 448

79 - YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU - 8

Ululardan birisi der ki:  

— Günah işlediğimden ötürü, yedi ay gece kalkıp namaz kılmaktan mahrum kaldım.  

Kendisine sordular:  

— O günahın, nasıl bir günah idi?  

Şöyle cevap verdi:  

— Bir gün, bir yerde birisinin ağladığını gördüm. “Ehl-i beytinden birisi mi öldü ki, ağlıyorsun?” diye sordum. Bana: “Ondan da beter bir musibete uğradım.” dedi. “Vücudunda bir sıkıntı ve illet mi var?” diye sordum. “Ondan da beter belaya uğradım.” dedi. “O bela nedir?” diye sordum. “Bütün kapılar yüzüme kapandı. Bütün perdeler gönlüme asıldı. Bir gece virdimi okuyup yerine getiremedim, onun için ağlıyorum. Benim bu günahım, öyle bir günahtır ki, ben onu söyleyemem,” cevabını verdi.  


Kimileri adamın uğradığı belanın ihtilam olmak olduğunu söyledi. Zira, ihtilamın sebebi, başı yere koyarak uyumaktır. Kişi, başını yastığa koyarak uyumayı terk etse ve geceleri kalkıp ibadet etmeyi âdet edinse, artık o kimseye başını yastığa koymak günah olur. Eğer, başını yastığa koyarsa, ihtilâm olmağa sebeptir. Fakat, bir kimse geceleri kalkıp ibadet edebilmeye kuvvet ve yardımı olsun diye, başını yastığa koyarsa, günah olmasa da âşıklar için yine günahtır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *On* yaşındaydım. *Eyüp Câmii*’nde, bir Cumâ namâzında *Hatip efendi*, minberde hutbe arasında dedi ki: 


Abdest aldıkdan sonra, iki işâret parmağını gözüne sürüp; *Yâ Rabbî! Benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* dersen, gözüne hastalık gelmez, dedi. 


Ben bunu işitdikden sonra hep *Tatbîk* etdim, *Yetmiş sene*’dir hep böyle sürerim. 


Şimdi de, her abdest aldığımda, işâret parmaklarımı gözlerime sürüp; *Yâ Rabbî, sen benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* diyorum. Fâidesini de gördüm. 


Elhamdülillah o kadar yoruluyorum, gece yarılarına kadar *Okuyor*’um, *Yazıyor*’um, gene de gözüme *Bir şey* olmuyor. Aşırı yoruluyorum, öyle ki, *Canım çıkacak* nerdeyse.


Ama gene *Gözüm*’e bir şey olmuyor. Neden? Çünkü o öğrendiğim şeyi hep yapıyorum da ondan. Onun için, siz de *Böyle yapın!* kardeşim. 


Abdest alınca, iki işâret parmağınızı gözlerinize sürüp; *Yâ Rabbî sen benim gözlerimi hastalıkdan koru. Varsa, şifâ ihsân et*, deyin. 


Eğer gözünüzde hastalık yoksa; *Muhâfaza et*, diye duâ edin, varsa; *Şifâ ver!* deyin kardeşim. 


Elhamdülillah, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Nûr*’u, bütün dünyâya yayılıyor kardeşim. Elhamdülillah, Asyası, Afrikası, Hindi, Çini, her tarafdan çok *Mektup*’lar geliyor. 


Hayret ediyorum. Hep kitap istiyorlar, yalvarıyorlar ve; *Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor*, diyorlar. Öyle yazıyorlar mektuplarında. Elhamdülillah!

Sâlihler olmasaydı, yeryüzündekiler fesada uğrardı

 Rüzgâr olmasaydı, dünya kötü kokardı!..


"Sâlihler olmasaydı, yeryüzündekiler fesada uğrardı... Ahmaklar olmasaydı, dünyâ harâb olurdu!” 


Hasen bin Ahmed Semerkandî hazretleri hadîs âlimidir. 409 (m. 1018) yılında Türkistan’da Semerkand’da doğdu. Buradaki âlimlerden ilim öğrenip hadîs-i şerîf dinledi. Hadîs-i şerîf dinlemek ve ezberlemek için Buhârâ ve Belh’e de gitti. 491 (m. 1098) senesinde Semerkand’da vefât etti. “Cüz’ün fihi mine’l-ebdali mine’l-ümmet” adlı eserinin bazı bölümlerinde şöyle yazmaktadır: 

 

Ebü’z-Zinâd buyurdu ki: “Arzın direkleri mesabesinde (derecesinde) olan Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer Peygamberler gidince, Allahü teâlâ Muhammed’in (aleyhisselâm) ümmetinden kırk kişiyi onların yerine getirir. Bunlara ebdâl denir. Onlardan birisi vefât ederse, Allahü teâlâ yerine başka birini yaratır ve onun yerine getirir. Onlar yeryüzünün direkleridir. Onlardan otuzunun kalbi yakîn üzere bulunur. Onlar, namazlarının, oruçlarının, huşû’larının, yaşayış ve ahlâk güzelliklerinin çokluğu ile üstün olmazlar. Onlar vera’larının doğruluğu, niyetlerinin, “güzelliği, kalblerinin Allahü teâlâdan başkasının ilgisinden kurtulması, hilmi ve zillete düşmeden, tevâzu ile Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri bütün Müslümanlara nasihat etmek sûretiyle diğer insanlardan üstündürler. Hattâ, onlar hiçbir şeye lanet etmezler. Hiçbir kimseye eziyet etmezler. Kendilerinden aşağıda olan kimselere karşı kibir göstermezler. Onları hakîr görmezler. Kendilerinden yüksekte olan hiçbir kimseye hased etmezler. Dünyâyı sevmezler.”

 

Süfyân bin Hüseyn; Hasen-i Basrî’nin şöyle dediğini nakletti: “Eğer Ebdâl olmasaydı, yeryüzünde bulunanlar batar, helak olurdu. Sâlihler olmasaydı, yeryüzündekiler fesada uğrardı. Ulemâ olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu. Sultan olmasaydı, insanlar birbirini yerdi. Rüzgâr olmasaydı, dünyâ kokardı. Ahmaklar olmasaydı, dünyâ harâb olurdu.” 

 

Ebû Abdullah Antâkî şöyle anlatır: “İbrâhim (aleyhisselâm) bir gün yolda yürürken havada oturan bir kişiyi gördü. Ona 'Ey Allahın kulu! Bu mertebeye nasıl eriştin?' diye sordu. O da cevap olarak, 'Basit bir şeyle bu mertebeye kavuştum. Beni ilgilendirmeyen şeyi terk ettim. Bana lâzım olan şeye yapıştım. Onun için, duâ ettiğim zaman Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu. İstediğimi bana verdi. Onun adını vererek yemîn ettiğim zaman, yemînimi yerine getirdi' dedi."

Teveccüh ne demektir ?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Teveccüh* demek, *Sevmek* demekdir. Sevgiyi kimseden esirgemeyin, *Sevilmek* istiyorsanız, evvelâ *Sevme*’yi öğrenin. Kimsede hatâ, kusûr aramayın. Çünkü başkasında *Kusûr* arayan, sevgiden mahrumdur.


*Dünyâ menfaati*'ni öne süren kimse, her şeyden *Mahrum*’dur, *Allah* sevgisi var ya, o yeter, *Peygamber* sevgisi yeter. *Büyükler*’in sevgisi yeter. Bunlar varken, başka şeye ne lüzum var? 


Bir gün *Sarhoş*’un biri meyhâneden çıkmış, sallana sallana giderken, bir *Dergâh*’ın önünden geçmiş. O da, *Abdülkâdir Geylânî* hazretlerinin dergâhı imiş. İçerden tatlı tatlı *Sesler* geliyormuş. 


Sarhoşun hoşuna gitmiş, pencereler alçakmış, yanaşmış, *Başını* pencereden içeri sokup bakmış. *Zikr*’eden çocukları görmüş ve içinden; 


*Yâ Rabbî, bunlar senin ne güzel kulların, ne güzel seni zikrediyorlar*, demiş. Ve ayrılıp evine gitmiş, o gece de ölmüş efendim. Namazını kılıp defnetmişler. 


Melekler gelmişler, hesap kitap, *Günah*’ları pek çok. Alıp Cehenneme doğru götürürlerken, *Gavs-ı âzam* önlerini kesmiş, *Durun! Onu nereye götürüyorsunuz?* demiş. 


Melekler; *Yâ Gavs, biz emir kuluyuz, günâhları ağır geldi, Cehenneme götürüyoruz*, demişler. Gavs-ı âzam; *Benim talebelerime sevgiyle bakan gözleri ve o başı size vermem. Vücûdunu alın, götürün!* demiş. 


Melekler; yâ *Gavs*, hiç böyle şey olur mu, *Başı* sende, *Vücûdu* bizde? demişler. 


Gavs; *O zaman Cenâb-ı Hakka arz edin, ne buyurursa öyle yapın!* demiş. 


Arz ediyorlar, Cenâb-ı Hak; *Baş nereye, vücûd da oraya!* buyuruyor. Ve o kişiyi Cennete götürüyorlar efendim.

Ebû Muhammed el-Baltacî hazretleri

 Kötüler, dâima zelîldir, azîz olamazlar!..


Günah işleyenler dâima korku ve gönül rahatsızlığı içindedirler. Emniyet ve rahat içinde olamazlar.


Ebû Muhammed el-Baltacî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 658 (m. 1260) senesinde vefât etti. Ebü’l-Feth el-Vâsıtî’nin ileri gelen talebelerindendi. Çok kerâmetleri görüldü. Şöyle anlatılır: “Ebû Muhammed bir şehre geldi ve oradaki mescidlerden birine girdi. Tahıyyet-ül-mescid namazı kıldı. Daha sonra orada uyuyakaldı. Câminin İmâmı akşam namazı için câmiye geldi ve Ebû Muhammed’i çok azarladı. Daha sonra, gelen cemâate İmâm oldu ve iftitâh tekbîrini aldı. Lâkin bir türlü birşey okuyamadı. Namaz bozuldu, İmâm biraz önce yaptığı hatâyı anladı ve önceki bağırdığı zâtı aramaya başladı. Câmide o zâtı göremeyince arkasından koştu ve şehir dışında yolda giderken ona rastladı. Ellerine yapışıp özür ve af diledi. Ebû Muhammed el-Baltacî’nin affetmesi üzerine, İmâm, konuşur hâlde geri döndü.”

 

Yine şöyle anlatılır: “Baltac vâlisi, Ebû Muhammed ve talebelerine âit olan dergâhı kendi topraklarına katmıştı. Bu haber Ebû Muhammed hazretlerine ulaştığında, dergâhın duvarını ta’mir ediyordu. O, bu haber üzerine heybetlendi ve sultâna hitaben; 'Baltac vâlisi zulmediyor. Onu azlet' diye buyurup, elindeki âleti ileri uzattı. Bir anda sultânın duvarı yarılıp, Ebû Muhammed’in eli ve âleti görüldü. Sultan çok korktu. Derhal vâliyi azletti ve elleri bağlı olarak Ebû Muhammed el-Baltacî’ye gönderdi. Vâli pişman olmuş bir hâlde huzûra geldi. Ebû Muhammed’den özür ve af diledi. O zaman Ebû Muhammed, sultâna hitaben; 'Madem ki pişman oldu. Biz de onu affettik. Tekrar vâli olsun' buyurdu. O kişi tekrar eski vazîfesine döndü. Ölünceye kadar adâletten ayrılmadı.”

 

Yine şöyle anlatılır: Ebû Muhammed bir gün, havada uçan bir kişi gördü. Onun bu hâlini hoş karşılamayıp, nazar ettiler. O esnada uçan kişiyi bir hâl kaplayıp yere düştü. Az kalsın parçalanacaktı. Daha sonra o kişi, tövbe etti. Daha sonra da bir mahalle bekçisi oldu. Vefâtına kadar bu vazîfede kaldı. Edebden ayrılmadı.”

 

Ebû Muhammed el-Baltacî hazretleri buyurdu ki: "Günahlar, Allahü teâlânın nimetlerinin gidip, azâbının gelmesine sebep olur. Zarar ve pişmanlık getirir, dünyâda insanı utandırır. Âhırette azâba düşmeye sebep olur. Günah işleyenler dâima korku ve gönül rahatsızlığı içindedirler. Emniyet ve rahat içinde olamazlar. Kötülük işleyen kimse, dâima zelîldir, azîz olamaz. Dâima kötülenir, sevilmez. Her zaman kötü bir kimse olarak tanınmaktan kurtulamaz."

Büyük İslâm Alimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi "rahmetullahi aleyh"

26 Ekim 2001 Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin Vefat tarihidir. Allahü teâlâ bizleri şefaatine nail eylesin.

Kalbin tasfiyesi ve tasavvuf yolunda ilerlemek

Kalbin Tasfiyesi ve Tasavvuf yolunda ilerlemek. Kuran-ı Kerim okumanın fazileti. Kuran-ı kerime kendi kafasına göre mana verene uyulmaz.
Hüseyin Hilmi Işık Efendiyi vefatının sene-i devriyesinde (26-10-2001) rahmetle anıyoruz. Allahü teâlâ şefaatlerine nail eylesin.

RUHU HAYVANİ VE RUHU İNSANİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Zira, bu hayvani ruh gider yani seyreder, ruhu insani ise yerinde durur. Yani, bedenden ayrılmaz. Onun için, beden diri olur. Uyuyunca ruhu hayvani gider, seyran eder, dilediği yerlerde dolaşır. Onun, o seyirden, yemekten, içmekten ve şehvetten hazzı ve sefası vardır. Ruhu hayvani bunlardan hoşlanır. Uyanınca, döner yine bedene girer, hayvani ruh hem uykuda hem de uyanınca haz alır iki halde de hazzı vardır. 

Sual: “Ruh-u hayvani ve ruh-ü insani bir değil midir? Ruhu hayvani başka ve ruhu insani başka mıdır?” 

Cevap: “Ruhu hayvani başka, ruhu insani başkadır. Ruh-u insani, uyku halinde gitmez. Eğer, gitmiş olsa beden ölür. Uyku halinde giden ve uyanınca bedene dönen ruhu hayvanidir.”  


Akla bir soru daha gelebilir: İnsan, ruhu hayvani dönünce mi uyanır, yoksa uyanınca mı ruhu hayvani gelir? Bu konuda söylenecek çok sözler vardır, inşa’allahu teâlâ aşağıda onları da anlatacağız. Şimdi, şu kadarını anlatalım ki; ruhu hayvaninin uyku halinde yemesi, içmesi ve sair mübaşereti olur. Bilmez misin ki, uyku halinde ihtilâm olunca, gusül vaciptir. Zahirde de gusül vacip olur. Zira, nefis, beden ve hayvani ruh, mahlukattan yani “âlemi halktandırlar”. Oysa, ruhu insani “âlem-i emirdendir”. Nitekim, Hak teâlâ İsrâ Sûresi 85. ayetinde şöyle buyurur: “De ki, Ruh Rabbimin emrindendir.” 


İnsani Ruh, akıl âlemimin dışındandır. Zira, ruhu insaniyi akılla yorumlamak mümkün değildir. Eğer, yorumlamak mümkün olsaydı, başka türlü anlatılırdı. Anlatılamadığından ötürüdür ki, Hak teâlâ Habibi edibine: (De ki: Ruh, Rabbim celle şanenin emrindedir) diye cevap vermiştir. Demek ki, insani ruhla aklın ilişkisi yoktur, hayvani ruhun onunla ilişkisi nasıl olabilir ki, ruhu insani lâ-mekândır (mekânızdır). Bundan dolayı da âlem-i emirdendir. Böyle olduğu için de Hak teâlânın marifetine ve muhabbetine nail olmuştur. Sözü uzattık; maksada gelelim. Evet, sözümüz uykuda idi. Şunu bilmiş ol ki, cemâle istekli ve visale talip olanlar, asla sabahlara kadar uyumazlar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

İmân hâsıl olunca, zâten kâmildir

 Efendim; mektûb-i âlînizin başlarında “kâmil îmân” bahsi vardır. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Zîrâ îmân, ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Îmân, mâhiyyet i'tibarıyla ne artar ve ne de eksilir. Artması ve kâmil olması, îmânın inkişafı ve parlaklığı, cilâlanması itibarıyladır. Îmân, Server-i Âlem'in "sallallahü aleyhi ve sellem" rasûllüğü ve nebîliği i'tibârıyla getirdiği akîdeleri akla, hikmete ve felsefeye havâle ve ihåle etmeksizin, bunlarla mukâyese etmeksizin îkân, i'tikâd ve tasdik etmekle hâsıl olur. Akla uygun olmak i'tibarıyla tasdik ve îkân ederse, aklı tasdîk etmiş olur. O zemân peygamberliğe tâm i tikâd hâsıl olmaz. Tâm i'tikâd hâsıl olmayınca, îmânın mâhiyyeti tecezzî, parçalara ayrılmak kâbûl etmediğinden dolayı îmân olmaz. Belki akl, Rasûl'ün tebliğine muvâfık olursa, kâmil akl ve selîm akl olur. Ya'nî, aklın kemâli istifade eder. İ'tikâdî mes'eleler hükmüne havâle olunup hikmet kabûl ederse, tasdik eder; kabûl etmezse veyâhûd tereddüdde bulunursa, o zemân hakîmine îmân etmiş olur; Rasûl'e tâm i'tikâd ile i'tikâd etmemiş olur ki, bu takdirde îmân olmaz. Zîrâ îmân, zâtında parçalanamaz, bölünemez, ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.


Dînî meseleler felsefe ile müvâzene edilirse, ölçülürse yine bir filozof tasdîk edilmiş olur. Bu da, Rasûl'e tâm i'timâd edilmemesi demektir. Hasılı îmân, Rasûl-i Ekrem'in "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Allâhü Teâlâ dan rasûllük ve nebîlik itibarıyla kulların hepsine getirdiği, tebliğ ettiği hükmlerin hepsine topyekûn i'timâd ve i'tikâd etmekle hâsıl olur. Bu hükmlerin ve akîdelerin birisinde dahî tereddüd ve birisinin dahî inkârı var ise, mü'min olmaz. Zîrâ hükmde Rasûlü tasdîk veyâhûd i'timâd etmemekle Rasûl'ü doğru söylememekle ithâm etmiş olur ki, bu da noksanlıktır. Noksânlık ise, nebîliğe ve rasûllüğe aykırıdır. Dînde müttefekun aleyh olan meselelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyyetle böyle oluyor; bu mes'elede "Allâhü Teâlâ'nın ve Allâhü Teâlâ'nın Rasûlü'nün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" murâdı nasıl ise, öylece îmân, îkân ve i timâd ettim!" der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı acele olarak arar. İlminde ve dînde vüsûk, sağlam ve tâm i'timâd sâhibi, zekî, yüksek anlayışlı, ârif, müttekî, vukûfiyyeti derîn, müşkilleri hall etmeye muktedir bir zât bulur; sorar. Aldığı cevaba kalbi mutma in olunca, artık öyle îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak, farzdır. Tesadüfe bırakmaz. Çok acele, hemen arar. Bulamadıysa veya bulup da mutma'in edilemediyse, Allâhü Teâlâ'nın ve Rasûlü'nün irâde ettiği gibi inanır. Müşkilinin halli için Hakk Teâlâ'ya tezarru ile istirhâm eder. Bundan ötürü, her yerde böyle müşkil mes'eleleri hall etmeye muktedir bir kimsenin bulundurulması, farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin i'tirazlarını, felsefe fenninin kâ'idelerine göre hall etmeye muktedir, hakîmlerin i'tirazlarını da hikmet kâ'idelerine göre hall etmeye kâdir, bâtıl dînlerin i'tirazlarını o bâtıl dînlerin bâtıllığını isbâta muktedir; Mu'tezile'nin ve Râfızîler'in i'tirazlarını, onların itirazları kâ'idelerini bilerek cevab vermeye kâdir, selâhıyyetli, dünyâ ta'rîhine vakıf, riyazî ilmlerde mâhir, İslâm ilmlerinin hepsinde derîn ilmi, vukûfiyyeti olan kamil bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmazsa dîn, i'tirâz sahiblerinin elinde oyuncak olur. Bunlar istedikleri gibi te'vil ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletden,sapıklıktan kurtaramazlar. 


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Kalbin ölmesi küfre düşmesidir

 İlmihal kitabı” okuyun. Bir sayfa da olsa, okuyun. Dinden bir mesele öğrenmek, gece sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır. Hem ilim öğrenmek, kalbi de temizler.Unutmayın ki her şeyin bir rızkı vardır.Kalbin rızkı, dini ilimdir. Bir kimse dinini öğrenmezse, kalbi rızıksız kalır, hasta olur.Tedavi edilmezse ölebilir de.

Kalbin ölmesi,mâzallah küfre düşmesidir.

(Attar Hoca hazretleri “rahmetullahi aleyh“)