YALANCI VE OYUNBAZ KÖLE

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:  

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:  

— Bunun ayıbı vardır, dedi.  

— Ayıbı nedir? diye sordu.  

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.  Alıcı olan zat:  

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.  

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:  

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:  

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?  

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:  

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.  

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:  

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.  

Adam şaşırdı:  

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.  

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:  

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.  

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.  


Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Küfür tehlikesinden emin olma

 Küfür tehlikesinden emin olma. Nasıl bir kelimeyle iman ele geçerse, bir kelimeyle de gidebilir mâzallah.Hak teâlâ, bize doğru imanı ihsan etti. Cennete, bu imanla girilecektir yarın.Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği imandır. Bu imandan kıl kadar ayrılan kimse, Cehenneme girmekten kurtulamayacaktır.

(Hace Mevdud-i Çeşti hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İslamiyet’i öğrenmek farzdır

 Evladım, İslamiyet’i öğrenmek farzdır. Öğrenmeyen günaha girer. Öğrenmeye ehemmiyet vermezse, imanı gidebilir mâzallah.Nefsine uyan haram işler. Haram işleyen, alışır. Alışınca zevk alır. Zamanla ehemmiyet vermez olur. Harama ehemmiyet vermeyince de imanını kaybeder.Zikirden önce, İslamiyet’i öğrenin! . Bunun için her gün, mutlaka bir iki sayfa ilmihal kitabı okuyun!Çünkü dinini, ilmihalini öğrenmek, kadın erkek her Müslümana farzdır.Herhangi bir Ehl-i sünnet âliminin kitabı olabilir. Ama cahil ve sapıkların kitaplarını sakın okumayın! Zira çok tehlikelidir.Rastgele kitap okuyan, dinimi öğreneyim derken dinden çıkar da haberi bile olmaz.

(Abdullah-ı Dehlevi “kuddise sirruh” hazretleri,  Alaüddin-i Sabir “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Sabâh erkenden *Eyüp* deki dergâha giderdim. Kapı kapalı olurdu. *Mevlânâ Hâlid* dîvânından, yüksek sesle okumaya başlardım. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri işitirmiş. Şâkir Efendi’ye; *Bizim bülbül geldi, koş kapıyı aç!* buyururmuş. 


O zamanlar, ben Ankara’da vazîfeli idim. Abdülhakim Efendi hazretleri İstanbul’da idi. Ben Ankara’dan her fırsatda gelir, Efendi’nin *Sohbet* leriyle şereflenirdim. 


Bâzan *Tren* le gelirdim. Hattâ bir keresinde tren çok kalabalıkdı. Öyle ki, kompartımanlar tamâmen *Dolu* idi. Hattâ koridorlarda bile yer *Yok* du. 

● ● ● 

Arkadaşlardan ricâm, *Kitap* okumalarıdır. Ben de arkadaşlarımı kitap yoluyla görmeği tercîh etdim. Siz, benim *Gözüm*, *Kulağım* ve *Elim* siniz. 


*Siz* olmasanız, ben bir *İşe* yaramam. Onun için kitapların dağıtılmasında yardımcı olan kardeşlerimi çok *Seviyorum* ve onlara *Duâ* ediyorum. 


Yolunu şaşırmış bir kimseyi Doğru yola* çevirmek, on kâfiri *Îmâna* getirmekden daha çok *Sevap* dır. Arkadaşlarımızın, ilmihâl ve diğer kitaplarımızdan her gün bir veyâ iki *Sahîfe* okumalarını istiyorum. 


Okursanız, *Feyz* alırsınız, feyz demek, *Nûr* demekdir. Nûr, kalbe yağar ve kalbi temizler. Okudukca kalbiniz *Nûr lanır*, okuduğunuzu anlamağa başlarsınız. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin kitaplarını okuyanlar, Allahü teâlânın *Rızâsı* na ve *Sevgisi* ne mazhar olurlar. Şimdi o yolu bilen kalmadı. Ama yalancılar ve dolandırıcılar çok var her tarafda. 


Bunların sözlerine aldanmıyalım. Tesavvufu *Anlamıyan* ve büyükleri *Tanımıyan* bâzı câhillerin, din adamı şekline girdiklerini işitiyor, *Yaldızlı* kitaplarını da görüyoruz. 


Sakın onlara aldanmayınız! Onlardan, *Zehirli Yılan* dan kaçar gibi kaçınız. Elinizdeki doğru kitaplara sarılırsanız, bu *Kitaplar*, sizi maksada ulaşdıracakdır.


Cenâb-ı Hakka hamd ve senâlar olsun ki, *Küfr* ve *İrtidâd* ın istilâ etdiği bir zamanda, böyle muhabbet ve zevk, Cenâb-ı Hakkın en büyük *Lütfu* ve *İhsânı* dır. 


Hakîkati görmek, *Nûr* ile *Zulmeti* anlamak ve *Kâr* ile *Ziyânı* tefrîk edebilmek, ne büyük bir sermâye ve seâdetdir. Ehl-i sünnet üzere *Îmân* etmek, her zaman kıymetlidir. 


Fakat böyle doğru inananların azaldığı bir zamanda, *Kıymeti* daha da *Fazla* dır. Gece gündüz Cenâb-ı Hakka şükrediniz. Ve en birinci vazîfe olarak *İslâm Harfleri* ni öğreniniz kardeşim.

SULTAN MELİKŞAH'I KURTARAN DUA

Bir gün Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yoluna çıkan ihtiyar bir kadın ağlayarak şöyle dedi: -Ey adil padişah! Ey güzel yüzlü, güzel huylu padişah... Benim gibi güçsüz ve fakir kadının, bakmakla yükümlü olduğum birkaç öksüz torunum var. Bütün geçimimiz bir öküze bağlıdır. Ancak gördüm ki onu da kesip yemişler, şu anda tam 24 saat oldu ki benim yetimlerim açtırlar, açlıktan feryat etmekteler. Sen ki günümüzün güçlü adil bir sultanısın; benim hakkımı onlardan almazsan, yarın kıyamet gününde o kıldan ince, kılıçtan keskin sırat köprüsünden nasıl geçersin! Askerlerin de ciğerleri sızladı!

Yaşlı kadının hıçkıra hıçkıra ağlamasından dolayı padişahla birlikte, bütün askerlerin de ciğerleri sızladı. Sultan Melikşah; 

-Ey hatun bundan benim haberim yoktu. Bununla birlikte senden af dilerim. Şimdi söyle bakalım o senin boğazlanan hayvanının yerine başkalarını kabul eder misin? dedi ve askerlerine yetmiş tane sütlü inek ve öküz getirmelerini emretti. Hepsini de o aciz ve fakir kadına teslim etti. Yaşlı kadının gönlünü ve dualarını aldıktan sonra yola çıktı...

Bir müddet sonra Sultan Melikşah bu fani âlemden bakilik sarayına göçtü. Haberi duyan yaşlı kadın yetimler ile birlikte gelerek, Melikşah’ın kızını kucakladı, yüzünü yerlere sürdü, başını kaldırdığı zaman ona söyle dua etti:

“Azabından korkarak bize acıdı”

-Ey Melik-ül müteal, ey padişah-i bizeval, ol günkü Melikşah kulun senin azap ve ikabından korkarak bize acımıştı ve zalimlerin zulmünü üstümüzden kaldırıp, gammımızı sevince dönüştürmüştü. Sen en büyük rahmet ediciden, ben yaşlı ve aciz kadının niyaz ve temennim budur ki; o kulunu hesapsız kerem hazinenden mahrum kılma, kendisini o sonu gelmez rahmetinle, gufranına ve rahmetine, sevincine gark eyle!

O zamanın büyük velîlerinden bir kısmı Sultan Melikşah’ı rüyalarında görürler. Kendisine; “Rabbin katında ne muamele edildi” diye sual ederler. O büyük Sultan da; “Cenab-ı Allaha sonsuz hamd ederim. O yaşlı ve aciz kadının duası bereketiyle beni sonsuz rahmetlere vesile eyledi. Onun duası olmasaydı hâlim perişandı” der...

Allahü teâlâ îmânı seçdiği kullarına verir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse; Ben *emr-i mâruf* nasıl yapılır bilmiyorum derse, ona deriz ki: Sen bilmiyorsan, bunu bildiren *Kitap* lar var. Al onlardan dağıt. Yâni *Mâzeret* yok bu işte kardeşim. 


Peygamber Efendimiz *Mîrâc* gecesi, Allahü teâlâyı *Görmek* devletiyle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. 


Yâni, *Âhiret* te görmüş oldu. *Dünyâ* da görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıktı, âhirete karıştı ve gördü. Çünkü Allahü teâlâ, bu dünyâda görülemez efendim

● ● ● 

İnsan, bir şeyi seçebilir, beğenebilir, alabilir. Meselâ evlenecekse, *Hanımı* nı seçer, beğenir ve alır, ama *Îmânı* böyle alamaz. Peki bunu nasıl alır? 


Ancak seçilirse, *Îmâna* kavuşur. Çünkü Allahü teâlâ, seçdiklerine verir onu. Sen îmânı seçemezsin. Cenâb-ı Hak onu, *Seçdiği* kullarına verir. 


Velhâsıl Allahü teâlâ, *Îmânı* kime verecekse, ona, sevdiği bir *Dostu* nu tanıtır, Onu sevdirir ve onun vâsıtasıyla *Îmâna* kavuşdurur. 


Zâten bir *Allah dostu* na kavuşmak demek, ona *Îmân* nasîb olacak demekdir.  

● ● ● 

*Mâlûmât-i Nâfia* diye bir kitap vardı. Efendi hazretleri bana; *Al oku bunu, fâidelidir!* buyurdu. Biz o kitâbı şimdi basdırdık. İsmini de *Fâideli Bilgiler* koyduk. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri *Tavsiye* etdi bize onu. Hep Efendi hazretlerinin beğendiği, methetdiği, tavsiye etdiği *Kitap* ları basdırdık kardeşim, elhamdülillah. 


*Abdülhakim Efendi hazretleri* ne gitdiğimde, hiç ayrılmak istemezdim yanından. Hep *Son* vapuru beklerdim. Vakit hayli ilerleyince, saate bakardım.


İçimden; *Son vapurun kalkmasına daha yarım saat var. Hele beş-on dakîka daha oturayım!* derdim, ayrılamazdım. Bir de bakardım ki, *On dakîka* var. 


Bu defâ; *Olsun, koşa koşa giderim. Beş dakîka daha otursam kârdır!* derdim. Sonra bir bakardım ki, *Beş dakîka* kalmış vapurun kalkmasına. 


Bu defâ da; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun!* derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. Hattâ *Yarım sâat*, hattâ *Bir sâat* olmuş. 


Mecbûren yürüyerek *Fâtih’e* giderdim. Beş on dakîka diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. *Gece* karanlıkda, yürüyerek *Eve* giderdim.

Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir

 Bir Müslüman dinden çıkarsa, buna mürted denir. Mürted olunca, önceki ibadetleri ve sevapları yok olur.Kelime-i şehadeti söylerse, tekrar imana gelmez .

İmanının gitmesine sebep olan o şeyden tövbe etmesi gerekir. Yoksa Müslüman olamaz.Bunun için Müslüman, küfre girmekten çok korkmalı, İslamiyet’e uygun olmayan söz, iş ve hareketlerden şiddetle sakınmalıdır.Hadis-i şerifte mealen; “Şirkten sakınınız! Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir” buyuruldu.

(İbrahim Havvas hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İslamiyet 4 temel üzerine bina edilmiştir

 İslamiyet 4 temel üzerine bina edilmiştir. 

Edille-i şer'iyye. yani 1.Kur'an -ı kerim, 2.sünneti seniyye,3.icma-ı ümmet, 4.kıyas-ı fukaha .Bunların bildirdiklerinin ışığında dinimizi öğrenmek zorundayız . aksi sapıklık tır. bidat ehli olmaktır. sonuda küfre düsmektir. Aman dikkat.

Şu dört şey kimde varsa korkmasın

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şu dört şey kimde varsa, korkmasın. Nedir onlar? *İlim, Akıl, Sabır, Edeb*. Bu din, bilmek dînidir, bilmeden müslümânlık olmaz kardeşim. *İlim* sâhiplerine hürmet edilir. 


Meselâ bizim arkadaşlardan *Mehmed Yücel* vardı, Allah rahmet eylesin. Daha Lisede iken *Arabî* öğrendi, *Fârisî* öğrendi. 


Bir gün bâzı arkadaşlarla bir evde oturuyorduk. Kapı açıldı, bu *Mehmed* içeri girdi. O gelince ben ayağa kalkdım, diğer arkadaşlar da kalkdılar. 


Tabii *Mehmed* şaşırdı, öbürleri de merak etdiler hâliyle. Ben Mehmed’e döndüm; *Kardeşim, ben sizin şahsınıza değil, ilminize ayağa kalkdım*, dedim. 

● ● ● 

Mürşid olgun, mürîd uygun olunca, yâni mürşid, *Kâmil* ve *Mükemmil* olunca, mürîdde de *Muhabbet* ve *Kâbiliyet* olunca, senelerin işi, sâatlere ve sâniyelere döner. 


*Mürşid-i kâmil* in bir bakışı yeter. Bütün ilimlerde de aynı kâide vardır. Hoca, *Mâhir* ve *Müşfik* olursa, talebe de *Zekî* ve *Çalışkan* olunca, öğrenilmiyecek hiçbir ilim yokdur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bize *Husûsî* emek verirdi efendim, husûsî bir şekilde ilgilenirdi. *Abdülhakîm Efendi* hazretlerine her gitdiğimde, beni *Yanına* oturtur, *Elini* elime verirdi. 


Sonra cebinden *Kâğıt* çıkarıp birşeyler yazar, yazar ve bana verip; *Al, bunu oku!* derdi. Ben de okurdum, bâzan da okuyamazdım veyâ yanlış okurdum, *Gülerdi* Mübârek. 


Kendisi *Düzeltir*, doğrusunu öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan önce bir müddet, sâdece elini tutdurup, *Sık!* derdi. Ben de sıkardım. Az sonra yorulup elimi gevşetince, tekrar *Sık!* derdi.

● ● ● 

Abdülhakim Efendi hazretlerini tanıdıkdan bir sene sonra, *Ders* okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Başkaları, bahçede *Namaz* vaktini beklerdi. 


*Ezâna* daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, üzerine birşeyler yazardı Mübârek.


Sonra bana verir ve; *Al bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu. O okurken, ben *Hareke* koyardım. Sonra çıkınca yolda, otobüsde, tramvayda, bunları *Okur* ve ezberlerdim. 


Ertesi gün yanına gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım!* derdi. Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Nûr* içinde yatsın.