***Bir nasihat dinlenmiyorsa, bunun iki sebebi vardır:
Ya dinleyenlerin kalbleri günah işlemekten kararmıştır. Ya da nasihat eden, söylediğini kendi yapmıyordur.
(Cüneyd-i Bağdadi “kuddise sirruh” hazretleri)
***Bir nasihat dinlenmiyorsa, bunun iki sebebi vardır:
Ya dinleyenlerin kalbleri günah işlemekten kararmıştır. Ya da nasihat eden, söylediğini kendi yapmıyordur.
(Cüneyd-i Bağdadi “kuddise sirruh” hazretleri)
"İslamiyet'in kaynağı dört şeydir, edille-i şer'iyye diyoruz. Bunlar; Kur'an-ı Kerim, sünnet, kıyas-ı fukaha, icma-ı ümmet. Fakat bunlar bizim için değil. Bunlar müctehidler içindir. Bizim için İslam'ın temeli, kaynağı, Kendi mezhebimizin imamıdır "
(Hüseyin Bin said hazretleri)
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
HAZRETİ MUSA’NIN HİKAYESİ
(ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)
Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı? Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:
— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.
(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)
Hak teâlâ, buyurdu:
— Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin. Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:
— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş
Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi.
Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:
— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,
Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:
— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.
İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti. Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.
Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:
— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu. Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:
— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.
Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:
— Aman yâ Rab! Nasıl olur?
Hak celle ve âlâ buyurdu:
— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir. Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.
Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)
Evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, “İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?” diye sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.
Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye bir ses işitti.
Bu zat buyurdu ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir."
Ebü'l-Abbâs Dîneverî buyurdu ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir."
"Allahü teâlânın öyle kuları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanımaları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın) hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kular vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple, onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."
İmâm-ı Kuşeyrî buyurdu ki: Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.
Ukayl el-Münbecî bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, dağ hareket eder!”
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem." buyurdular.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar.
İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbi* nden gelmiş.
Resûlullahın kalbindeki o *Feyz* ler, o *Nûr* lar ve *Mârifet* ler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir.
Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir.
Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir.
Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. *Harâm* lardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâh* lardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur.
Bu Dünyâ yı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni Hayâl gibi görür. Kalbinde Dünyâ ya yer kalmaz.
Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük Ni’met kardeşim. Ne mutlu büyüklerin Feyzine kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor?
A’reftü şerre lâ Lişşerri, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için.
Lüzûmsuz konuşanı, Gıybet edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ Nasîhat edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla Arkadaş lık etmeyin.
Allahü teâlâ, Sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar Cömert dirler. Allahın kullarına İnfak ederler, İhsân ederler, onları se-vindirirler.
İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, Kin ve Nefret yokdur. Yâni bütün müslümânları Sever ve muhabbet beslerler.
Üçüncüsü de, onlar Emr-i mâruf yaparlar. Yâni insanlara İslâmiyeti öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.
Dünyanın zevki üç şeydir ki, bunlar, yemek, giyinmek ve malum münasebettir. Yiyecekler içinde en lezzetlisi baldır. Onu imal eden de, bir küçücük hayvandır ki, insan istese, kolayca öldürebilir onu.Giyeceklerin en iyisi ise ipektir ki, bunu da bir ufacık böcek imal etmektedir. Bu da öyle zaif ve acizdir ki, bir gök gürültüsüyle ölür.
Üçüncüye gelince, bir anlık zevktir. Bu üç şeyin de kalbini bağlayacak nesi vardır?
(Seyyid Ebül Vefa “rahmetullahi aleyh” hazretleri)
Mübârekler (Hüseyin Hilmi Işık Efendi "rahmetullahi aleyh") buyurdular ki,
Herkesin ideali, dünyâda bile bir rahata
kavuşmak, rahat bir iş bulmak, iyi bir
hanımla evlenmek, iyi çocuk sahibi
olmak, huzurlu olmak değil midir?
Bütün bunlara kavuşsanız, boğazda
yalınız olsa, villanız olsa, bırakacaksınız
en azından. Daimi değil... Hastalıktan
da kurtulamazsınız. Mutlaka bir aksilik
sizi bulur. Neresinden bakarsanız gene
sıkıntı. Cennette bunlar yok ki. Hastalık
yok, huzursuzluk yok, geçimsizlik yok, fakirlik yok... Ne var? Refah var, zevk var,
muhabbet var, sohbet var. Öyle sıcaklık da yok. Serinlik var. Ne güzellik
düşünebiliyorsanız hepsi orada var. Zamanı! O da belli değil. Belki biraz sonra diyorum,
belki beş sene sonra, belki on sene sonra. Neyse, netice itibariyle sonunda orası var.
Müjdeler olsun, imanı olanlara ve ibâdetlerini İhlâsla yapanlara... Yazıklar olsun, üç
paralık dünyâyı, üç-beş kuruşu, üç beş mevkii, üç beş rütbeyi, bu Cennetle
değiştirenlere. Çok yazık... Vallahi çok yazık. Yani, duvarların içini altınla doldursalar ne
yapacaksın. Yenmez, içilmez. Üsteilk hergün korkacaksın. Ha hırsız geldi, ha öldürdüler,
ha çaldılar. Olmaması daha iyi. Hiç olmaz ise huzurumuz var. Git o zenginlere sen sor,
ne sıkıntı içerisinde yaşıyorlar. Her an ölmek korkusu veya bir başkasına bırakmak
endişesi içerisindeler. Cennette bu, kalıcı olacak, sonsuz olacak. Velhasıl, gözümüzü
açıp kapayıncaya kadar bu ömür bitecek.
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Ey aziz: Dilin afetleri pek çoktur. Hepsini söylersek, kitap çok uzun olur, maksattan uzaklaşılır. Ben sana birkaç tane yaramazını söyleyeyim de bu gibi yaramaz sözlerden Allâhu teâlâya sığınasın ve kalanından da Allâhu azim-üş-şân seni korusun. Bu dilin bir âfeti de yalan veya gerçek sevdiklerini anmak ve methetmektir demiştik, onu söyleyeyim. Evet, sevdiklerini methederken, mübalâğa ederek: (Salih’tir, cömerttir.) dersen, bu sözler karşıdakinin hoşuna gider. Yahut zemmeder ve dedikodusunu yapıp, ona desinler istersin.
Sözün kısası övmek veya yermek konusunda söylediklerin o kişilerde olsun veya olmasın, ulu orta sözler söylersin. Oysa, düşünmezsin ki, o söylediğin sözler o kişide yoksa, yalancı olur ve yalancılar defterine yazılırsın. Ey biçare: Sen o kimseyi övdüğünü sanırken, bakarsın ona sövmüşsün. Çünkü, onu mutlaka bir maksatla ve kendine göre bir sebeple övdüğün için, üstelik münafık da olursun ki, münafıkların yerleri cehennemdir.
Eğer, riyâ ile översen ve duysun da bana muhabbet etsin, gözüne ve gönlüne gireyim dersen bu takdirde de iki yüzlü olursun ki, iki yüzlülerin yerleri de cehennemdir. Riyâ, şirk-i hafidir. Bir zâlime, zâlim olduğunu bile bile âdil dersen veya yolunu yordamını bilmez bir suret hırsızına derviş yahut sofi dersen, gerçeğini bilmediğin bu sözlerinden Allahu teâlânın hışmına uğrarsın veya uğramaya müstahak olursun. Kaldı ki, övdüğün bir fâsık veya zâlim ise, suçun daha da ağırlaşır.
Ey kardeş: Bu fısk dedikleri, yalnız içki içmek değildir. Belki, dedikodu eden de fâsıktır. İftira eden de fâsıktır. İki yüzlü olan da fâsıktır. Hâsılı, Allahu teâlânın haram ettiği şeyleri işleyenlerin hepsi fâsıktırlar. Eğer, helâl olduğunu söyleyerek işlerse kâfir olur. Bir kimse, bir kâfir veya fâsıka (Salih kişidir) derse, yalan şahitlik etmiş olur. Fâsıkı övdüğünden ötürü ayrıca azaba müstahak olur. Zira, fâsıkı medh edene, Allahu teâlâ hışım eder. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz: “Fâsıkları övenlere, Allahu teâlâ gazap eder, buyurmuşlardır.” Zâlimleri kötü kişileri methederek âdil olduklarını söylemek de böyledir. Bir kimse, böylelerini yüzlerine karşı sevindirmek ve memnun etmek için överse, Allahu teâlânın hışmına uğrar.
Bunları öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de insanlarla alay etmek ve eğlenmektir. Maskaralık ederek halkı güldürenler de bu âfete tutulanlardır. Olur olmaz şakalara gülmek, gönlü öldürmektir. Gönlü ölen kişi, Ne’ûzü billah şaki olur ki, şakiler de cehennem ehlindendirler, Şekavetin bir nişanı da çok gülmek, olur olmaz her şeye, her şakaya, her maskaralığa gülmektir.
Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur: “Artık onlar kazandıkları küfür ve nifakın (geçimsizlik) cezası olmak üzere (Dünyada ve âhirette hallerini düşünerek) az gülsünler ve çok ağlasınlar.” (Tevbe sûresi: 82) Evet, Allahu teâlâ (Az gülün ve çok ağlayın!) buyurmaktadır. Ey gafil! Sen ise, yılda bir kere olsun, günahlarını hatırlayarak ağlamazsın. Fakat, nefsine hoş gelen şeyleri, günde birkaç defa hatırlayarak kahkahayla gülersin. Oysa, bilmez misin ki Yahya peygamber aleyhisselâmın, ağlamaktan yanaklarının eti çürümüştü. Hak teâlâ, ferah olanları sevmediğini, Kur'an-ı aziminde açıkça beyan buyurmaktadır: “Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.” (Kassas sûresi: 76)
Maskaralık ederek halkı güldürmek, evvelâ gönlü öldürür. Sonra, kin hâsıl eder. Nihayet, kişinin heybet ve hürmetini giderir. Halk arasında yerli yersiz şaka yapanlar, herkesi güldürenler, herkesle alay edenler insanların yüzlerinden hayâ duygusunu giderirler. Hayâ duygusu olmayan insanda ise, Allâh korkusu da olmaz. Çünkü, onun gönlü ölmüştür. Bu gibi kimseler, iki cihanda da zarara uğramışlardan ve mahrum kalmışlardan olurlar. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar ve az gülerdiniz.” buyurmuşlardır. Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir mecliste kahkaha ile gülünse, dedikodu edilse veya dünya sevgisini artıracak sözler söylense, Allahu teâlâ o mecliste bulunanlara rahmet etmez (El-iyâzü billahi teâlâ).
Fakat, kişinin ehliyle ara sıra lâtife etmesi caizdir. Şu kadar ki, bunda da çok kahkaha ile gülmek olmaz. Hem de yalan yanlış şakalarla ve halkı güldürmek için yapılan lâtifelerle gülmekten de 'sakınmalıdır. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Yazıklar olsun o kimselere ki, halkı güldürmek için yalan söylerler. Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.” buyurmuşlardır.
Dikkatinizi çekerim: O Habib-i hazret ve şefi-i ümmet üç defa bu gibi kimseler için (Yazıklar olsun!) buyurmuştur. Şu hâlde, bunu öğrenip bildikten sonra, yerli yersiz, manalı manasız şakalarla halkı güldürmek, herhangi bir kimseyi övmek veya yermek yasaklanmış ve bunlara dilin âfeti tâbir olunmuştur, bunları da iyice aklına koy! Yukarıda, dilin bir âfeti de herkesle alay etmek, eğlenmektir demiştim. Evet, bir kimseyi veya bir topluluğu alaya almak haramdır. Zira, Hak teâlâ Kurân-ı kerimde Hucurât sûre-i celilesinin 11. âyetinde: (İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allâhu teâlâ indinde alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.) buyurulmaktadır. Demek ki, hiç kimse ile alay etmek câiz değildir, alay edilen kimsenin Hak teâlâ katında mertebesi ve menzili daha yüce olur, sen bundan gaflet edersin, bu yüzden davranışın Allahu teâlânın hışmına sebep olabilir.
Evet, tekrar ediyoruz: Bu dili, kendi bildiğine kapıp salıvermek olmaz. Şaka ile, alay ile kimseyi incitmek olmaz. Zayıfları alaya alanlar, herkesle yerli yersiz şakalar yaparak eğlenenler, yarın kıyamet gününde herkesin maskarası ve eğlencesi olacaklardır. Ona, cennetten bir kapı açacaklar ve diğer bir kapıdan dışarı çıkaracaklardır. Böylece, birçok defalar girip çıktıktan, boş yere koşturup durduktan sonra, aciz kalarak iki dizinin üstüne çökecektir. Sonunda, ona bir kapı daha açacaklar ve oraya çağıracaklardır. Sürüne sürüne gidip bu kapıdan girmeye davrandığı zaman, kendisine:
— Sen, dünyada herkesle alay eder, onları maskara haline getirir ve gönül eğlendirirdin. Halkı bu şekilde alaya alanların ve onun haline gülenlerin cezası cennet değil, cehennemdir. Sen, cennetten mahrum oldun, diye kovarlar ve zebaniler yetişip onu tutar, yüzü üstüne sürükleye sürükleye cehenneme götürür ve atarlar.
Kardeş:
Düşünebiliyor musun, ne büyük zarardır bu âhiret zararı? Ne yaman musibet olur, âhiret musibeti? Ne müşkül iş olur, halkı alaya almak ve herkesle eğlenmek?
Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.
Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.
Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.
Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.
Bilmiş ol ki, dilin afetlerinden bazıları da yalan söylemek, dedikodu ve iftira etmek, yalan veya gerçek yere and içmek, VALLAHİ demektir. Dilini, and içmeye alıştırmaktır, ki bu da büyük bir afettir. Zira, gerçek konuşurken VALLAHİ demeye alışan bir kimsenin, bir gün aynı alışkanlıkla yalan yere de VALLAHİ demesinden korkulur. Aklı başında ve kendi halinde birçok insanlar dahi, bundan son derece sakınırlar ve bir gün ağızlarından hata sayılabilecek bir söz çıkarak, bütün amellerinin zayi olmasından ve yarın kıyamet gününde hak huzuruna kara yüzle varılmasından ve cehennem azabına müstahak olunmasın dan korkar ve çekinirler.
Bir kişi, yalan söz söyler ve birisine gidip: (Filân kişi, senin için şöyle söyledi) der. Bu aynı zamanda dedikoduculuktur. Bu şekilde kasten yalan söyleyenin ağzından öyle çirkin ve kötü bir koku çıkar ki, omuzlarında bulunan melekler o kokudan incinerek kaçarlar ve: “Yalan ile imân bir yerde durmaz. Yalan, imânı giderir” derler. Hele, bir kişiden bir kişiye söz ve haber götürmek, dedikodu ve bilhassa iftira etmek, çok büyük günahtır.
Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde: “Onu duyduğunuzda, bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır demeli değimliydiniz” (Nûr sûresi-16) Buyurmakta ve diğer bir âyet-i kerimede de: “O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının” (Hâc sûresi-30) buyurulmaktadır ki, bu takdirde iftira küfre yakın bir günahtır.
Aziz: İftira olunan kişiye MEBHÛT derler. Çünkü: (Sen, şöyle bir iş yapmışsın.) veya: (Sen, böyle demişsin) denilince, âdeta sersemleşir, şaşırır ve kalır. İşte böylelerine MEBHÛT denir.
Şunu da bilmiş ol ki dedikoduculuk da türlü türlüdür. Birisi, yukarıda bahsolunan iftiradır. Diğeri, bir kişiden işitilen sözün, diğer bir kişiye söylenmesidir ki, asıl dedikoduculuk da budur. Onlar hakkında Fahr-i-âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Şerli olanlarınız iki yüzlülerdir. Onlar birine bir yüzle ve diğerine başka bir yüzle gelirler.” buyurmuşlardır.
Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:
— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:
— Bunun ayıbı vardır, dedi.
— Ayıbı nedir? diye sordu.
— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar. Alıcı olan zat:
— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.
Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:
— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:
— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?
Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:
— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.
Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:
— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.
Adam şaşırdı:
— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.
Köle, hemen ona da fitneyi soktu:
— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.
O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.
Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.
Görülüyor ki, dedikoducu büyücüden de şerlidir. Zira, dedikoducunun bir saatte becerdiğini, büyücü bir yılda beceremez, demişlerdir. Hatta, dedikoducunun zararı, şeytanınkinden de fazladır. Çünkü, şeytan ne yaparsa vesvese ile yapar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka yalan söyler ve ortalığı karıştırır. Ebi Abdullah Kureyş'ten rivayet olunur ki:
Bir gün, birisi 700 fersahlık uzak yoldan geldi ve yedi şey öğrenmek istedi: Allâhu teâlânın sana ihsan buyurduğu ilimden, Allâh için bana öğret, dedi. Ebi Abdullah sordu:
— Neyi öğrenmek istersin?
— Bana onu öğret ki, göklerden ağır ve yerlerden hafif, taştan katı ve ateşten sıcak, zemheriden soğuk ve denizlerden zengin, yetimden zayıf olan şey nedir?
— Göklerden ağır olan iftiradır. Yerden hafif olan haktır, yani hak olan şeylerdir. Taştan katı olan kâfirlerin gönülleridir. Ateşten sıcak olan, hırstır. Zemheriden soğuk olan bir hacet istenildiği zaman vermeyendir. Denizden zengin olan, kanaat ehlinin gönülleridir. Yetimden zayıf olan, dedikoducuların halleridir, yüzü yerle beraber olduğu halde dedikoduculuk ederler.
Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim:
“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”
Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:
1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler.
2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler.
3 - Dedikoducular.
4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.
5 - Livatâ edenler.
6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)
7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler.
8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.
Hasan Basri rahmetullahi aleyhi buyurur ki: “Başkalarından sana ve senden de başkalarına haber götürüp getiren kimselerin yüzlerini, kâğıt gibi karalamak ve karartmak gerektir. Zira, bu gibiler iki yüzlü kâğıt gibidirler. Onun için, bunların iki yüzlerini de karartmak lâzımdır ki, artık ne sana haber getirebilsin ne de senden başkalarına haber götürebilsinler. İki yüzünü karartmak demek, böyle bir kimse sana gelip dedikoduculuk ettiği zaman, kendisine: “Senin bu yaptığın iş, Müslümana yakışır iş değildir. Söylediğin, yalansa; Hucurât sûresinin 6. âyeti olan (Eğer, bir fâsık size bir haber getirirse, hemen inanıp kapılmayın, onu araştırın) kavl-i celiline uymuş oldun. Eğer, söylediklerin doğru ise, bu takdirde Kalem sûresinin 11. âyeti olan: (Daima halkın ayıbını araştıran, gammazlıkla lâf götürüp getiren) hükmü cehline uymuş oldun, demelidir.
Ey aziz kardeş: Dedikodu yalan olursa Ne’ûzü billâh, doğru olursa da gayet fenadır. Her ikisinin de hallerini söyledim, öğrendin ve dilin afetlerinden birisinin de dedikoduculuk olduğunu anladın. Dilin bir âfeti de zem etmek yani sevmediğini yermek ve onun aleyhinde sözler söylemektir, ki işitince o kimse incinir. Hak teâlâ, her insan için bir melek yaratmıştır. Daima, onunla beraber gezer yürür. O kimse, başka bir kimseyi zemmetse o melek derki: “O şerrin hepsi senin üzerine olsun ki, Allahu teâlânın kulunu kötülükle andın, o kötülük sendedir.” Bir kimse de başka bir kimseyi hayır ile anarsa, o melek bu defa da: “Allâhu teâlâ senden razı olsun ki, Allâh’ın kulunu hayırla andın, o hayır seninle de beraber olsun,” der. Böyle olunca, hiç kimse hakkında fena söz söylemek iyi değildir. Bir kimse, diğer bir kimseden ne kadar fenalık görse de onu hayra hamletmek gerektir: Müminin hayrı seçmesi vaciptir.
Dilin bir âfeti de sevmediklerini lanetle anmak, haklarında kötü ve çirkin sözler söylemektir. Böyleleri, kıyamet gününde hakkın emriyle mahşer yerine getirilirlerken, görenlerin iğrendiği bir halde ve ve ateşten kilitler vurulmuş, kan ve irin akarak getirilirler. Mahşer halkı, bunların ağızlarından yayılan çirkin ve pis koku ile bunalırlar. Melekler derler ki: “Bunlar dünyada iken edep yerlerini daima ağızlarına alır, herkese bu sözlerle söver, fena küfürler ederlerdi. İşte, cezaları da budur. Cehennemde de daha büyük azap göreceklerdir.”
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
Hubeyb bin Adiy radıyallahü anh
Eshâb-ı kiramın şehîdlerinden. Ensârdan ve Evs kabilesindendir. Hicretten önce müslüman oldu. Bedir ve Uhud savaşına katıldı.
Hubeyb bin Adiy radıyallahü anh ve Zeyd bin Desinne radıyallahü anh müşriklere esir düşmüştü.
Onları öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti.
İdam sehpaları kurulmuş, bu iki büyük sahabiyi idam etmek için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.
İpler boyunlarına geçirilince, keyften kendini kaybetmiş müşrikler salyalarını akıtarak;
-" Şimdi senin yerine Muhammed’in (aleyhisselam) olmasını onun öldürülmesini ister miydin? Sen de evinde rahat otururdun!."
Hubeyb radiyallahu anh onlara acıyan gözlerle baktı ve;
-"Medine'de Muhammed aleyhisselâm’ın ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmayacakken, siz bana bunu mu soruyorsunuz?" dedi.
O zaman müşrikler alay edip, gülüşerek, -“Ey Hubeyb, İslâm dininden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz!.”
dediler.
Hubeyb radıyallahü anh,
-“Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur!.” dedi.
Sonra hasret ve umutsuzlukla;
-"Allahım! Şurda düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allahım, benden Resûlüne ( aleyhisselâm ) selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir..”
O an çook uzaklarda Medine'de Resulüllah efendimiz ashabıyla otururken birden;
-"Ve aleyhisselâm!..” dedi.
Ashab merak etti.
-"Vahiy mi geldi ya Resulallah, kimin selamına cevap verdiniz?"
Resulüllah efendimiz;
-"Şu an kardeşiniz Hubeyb'i şehid ediyorlar. İdam sehpasında bana gönderdiği selamını Cebrail aleyhisselam bana bildirdi. Ona cevap verdim!."
Hubeyb radiyallahu anh hazretleri o gün şehid edildi...
Peygamberimizden haber verilen, (Bir kimse, Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî la-yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî) istigfâr düâsını yirmibeş kerre okursa, odasında, âilesinde, evinde ve şehrinde hiç kazâ, belâ olmaz)dir. Bunu ayrıca her sabâh ve akşam da üç kerre okumalıdır.
*** Biliniz ki, se’âdete kavuşmak için, bir Velîye ma’nevî bağ ile bağlanmak lâzımdır. Bu da, onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inanmak ve onu sevmekdir. [Allahü teâlânın ni’metlerini, ihsânlarını düşünen, Onu sever. Çünki, ihsân sâhibini sevmek, insanlık îcâbıdır. Onun sevmesini kazanmak için, islâmiyyete uyana ve bir mürşidi sevene (Sâlih) [iyi insan] denir. Allahın sevmesini kazanmış olana (Velî) denir. Başkalarının da kazanması için çalışan Velîye (Mürşid) denir.] Velîye ma’nevî bağ [ya’nî muhabbet] çok olunca, [Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp] Velînin kalbinden gelen feyzlerden, bereketlerden almak da çok olur. Velîyi görür, sesini işitirse ve O da, teveccüh ederse, ya’nî feyz vermek isterse, dahâ çok feyz alır. Fekat, herkese isti’dâdı, kâbiliyyeti kadar kalbe feyz gelir. Kâbiliyyet, islâmiyyete uymakla artar. İslâmiyyete uymıyana, feyz gelmez. Ma’nevî râbıtası bozuk olan, mürşidi tanımıyan, kendine gelen feyzlerden alamaz. Senelerce riyâzet yapmak, onu bu se’âdete kavuşduramaz. [Feyz gelen kalb, dünyâ hayâtını hayâl gibi görür.]
(Muhammed Masum Faruki hazretleri)