Allahü teâlâ insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür

 Allahü teâlâ insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür.


İlk örtü insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir.


İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir.


Üçüncüsü ise.

Allah kulunun günahlarını örtmüş gizlemiş günahlarını sevaba çevirmiş, 


Sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir.


İmam-ı Gazâlî, Esmâü'l-Hüsnâ, tercümesi,  s.128

Say ki öldün

 “Say ki, öldün. Yalvardın, yakardın ve sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil ve öyle yaşa.”    

(İmam-ı Gazali)

Müslimânın yapması lâzım olan şeyler sekizdir

 Tenbîh: (Ni’met-i islâm) kitâbında diyor ki: Ef’âl-i mükellefîn, ya’nî müslimânın yapması lâzım olan şeyler, sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh, müfsid. Farzlar ve harâmlar, Allahü teâlâ tarafından, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmişlerdir. Bir ibâdetin farzlarından biri terk edilirse, o ibâdet sahîh olmaz. Bilmiyerek terk edilince de, sahîh olmaz. Bilerek terk edince, günâh da olur. Sünneti yapmanın sevâbı, farzın sevâbından azdır. Sünneti bilerek terk etmek günâh olmaz. Azâb yapılmaz. Azarlanır. Gayr-ı müekked sünnete, müstehab ve mendûb da denir. Bunu yapmak, sevâb olur. Ya’nî, Cennet ni’metine kavuşur. Bilerek yapmamak, günâh olmaz. Nâfile ibâdet, ya’nî emr olunmamış bir ibâdeti yapmak, müstehabdır. Mubâh, yapması veyâ yapmaması, sevâb veyâ günâh olmıyan şeydir. Yimesi harâm olmıyan şeyleri, doyuncaya kadar yimek, içmek mubâhdır. Doydukdan sonra yimek, içmek harâmdır. Harâmdan kaçınmak sevâbdır. [Farzı yapmakdan da çok sevâbdır.] Mekrûh işlemek de günâhdır. Harâma halâl diyen kâfir olur. Alkollü içki [meselâ bira] içmek, kumar oynamak, anaya, babaya âsî olmak, [ya’nî, harâm olmıyan emrlerini yapmamak, müslimânların kalbini kırmak, rızâsı olmadan malını almak] harâmdır. Mekrûha halâl diyen kâfir olmaz. Midye, istridye, istakoz yimek, abdestde ve guslde suyu isrâf etmek mekrûhdur. Sünnet deyince, müekked sünnet anlaşılır. Mekrûh deyince, tahrîmi olan mekrûh anlaşılır. Ödünc istemek, mubâhdır. Ödünc vermek, müstehabdır. Borc ödemek farzdır. Borclu fakîri sıkışdırmamak vâcibdir. Lâzım olan din bilgilerini öğrenmek, kadınlara da farzdır. Başkalarına öğretecek kadar fazla öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Dahâ çok öğrenmek mendûbdur. İlmi ile öğünmek, mekrûhdur. Bey’ın şartlarından olmayıp da, alıcı ve satıcıdan birine fâidesi olan bir şeyi şart ederek yapılan satış fâsid olur, harâm olur. Her insana ilk farz olan şey, îmân etmesidir. [Îmânı olmıyana, (kâfir) denir. Îmânı olana, (müslimân) denir. Ba’zı sözler, ba’zı işler, îmânın gitmesine sebeb olur. Müslimân iken, sonradan îmânsız olana, (mürted) denir. Bir müslimân, mürted olunca, nikâhı gider.]

(İslam ahlakı kitabı sayfa 372)

Vaktinde kılınmayan namazları hemen kaza etmek de farzdır

 Düşman karşısında, bir farz namazı kazaya bırakmak, yediyüz büyük günah işlemiş gibi günahtır. Hem de bu büyük günah, her namaz kılacak kadar boş zamanlar geçtikçe, bir misli artar.Çünkü vaktinde kılınmayan namazları hemen kaza etmek de farzdır.Tövbe ederse affedilir. Ancak kazalarını kılması şartıyla.

(Muhammed Bâkibillah “kuddise sirruh” hazretleri)

Kur’ân-ı Kerîmi anlamak

Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömeri görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü, dâimâ, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz.Ömer “Dün Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu.

Hz.Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, “Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitapı da, Onun hadis-i şerifleridir.

Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır.

Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, “Tefsîr” ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma’nâya gelmekdedir.

Hatta aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yaptıkları Kur’ân tercümeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor.

Bunun için Kur’an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır.

İslam dinini beğenmeyenlere, aldanmayın

 İslam dinini beğenmeyenlere, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenlere ve mürtedlere aldanmayın.Çünkü bunlar, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyiflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, dinsizliğe ise asrilik ve münevverlik diyorlar.Mürted demek, Müslüman evladı oldukları halde, Müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadıklarından, yalnız bir lutfe, teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için Müslümanlığı beğenmeyenler ve “İslamiyet, terakkiye manidir” diyenlerdir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu

 Her Müslüman, hem imanını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir.Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selam vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyaç olduğu zaman, zaruret miktarı kadar görüşülebilir. Ancak bu hallerde de kalbin yine onları sevmemesi lazımdır.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Bid’at sahipleriyle görüşmeyin

 Bid’at sahipleriyle görüşmeyin, konuşmayın, onlardan uzak durun.Bid’at sahipleri, Peygamber efendimizin “aleyhisselam” zamanında ve onun dört halifesi zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan sözleri,yazıları,usulleri ve işleri,ibadet olarak,inanan,yapan ve yaptıranlardır.Nitekim Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Bid’at sahibi olanlara hürmet eden, dirilerini ve ölülerini metheden, bunları büyük bilen, din-i İslamı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur) buyuruyor.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir

 Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir) buyuruyor.Bazı kimseler, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânâları açık olmayan itikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mânâ çıkardıkları için, hak yoldan ayrılmışlardır ki, bunlara bid’at ehli denir.Onun için namazdan, imandan haberi olmayanların, sırf para kazanmak için, piyasaya sürdükleri uydurma tefsirlerin, yaldızlı reklamlarına aldanmayınız, bunları almayınız ve okumayınız!.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

DÜRZİLER KİMDİR?

 Dürûz, ya’nî Derezîlere, yanlış olarak, “Dürzü” deniliyor.

İbni Âbidîn, üçüncü ciltte, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki: 

(Derezîler, müslümân adı taşır. Namaz kılanları da vardır. Fakat, îmânları bozuktur. Tenâsüha inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helal diyorlar. (Ülûhiyyet sıfatları) tanrılık insandan insana geçer diyorlar. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Bunların ma’nâları, dünyâda yaşama yollarını düzeltmektir derler. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” çirkin şeyler söylerler.


Şâm müftüsü allâme Abdürrahmân, (İmâdî fetvâsı)nda, bunların Mülhidler gibi ve İsmâiliyye gibi inandıklarını bildirmektedir. 


Dört mezhebin âlimleri, bunlardan cizye alarak islâm memleketlerinde oturmalarına izn vermek helal olmaz dedi. Bunlardan kız almak, kestiklerini yemek câiz değildir. 


(Fetâvâ-i Hayriyye)de, bunlar uzun bildirilmekdedir. Bunlara, zındık, mülhid ve münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar.


Dîn-i islâma uymıyan inanışlarından vaz geçmedikçe, müslüman olmazlar. Bunlar, kitaplı ve kitapsız kâfirlerden dahâ zararlıdır). 


İbni Âbidînden “rahmetullahi teâlâ aleyh” terceme temâm oldu. 


Bu (Mülhidler), “Allah, Alî’nin ve çocuklarının şeklinde göründü” derler. Onbirinci imâm olan Hasen bin Alî Askerînin adamlarından olduğunu iddi’a eden İbni Nusayr’ın uydurduğu çirkin sözlere inanırlar. 


Suriye’de bulunanların kendilerine alevî dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Türkiye’de böyle alevî yoktur. 


Mısır’daki Fâtimî hükümdârları, Ehl-i sünnetden ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan Hâkim bi-emrillah, müslümânlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim’i aldatdı. İslâmiyeti yıkmağa uğraştı. Dırâr’ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim’i ve Mısır’daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuşdu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnan’dakilere de aşıladı. 


Selmân-ı Fârisî’yi “radıyallahü anh” çok severiz derler. İnanışlarını gizli tutarlar. İri, inatçı, yağmacı, merhametsiz kimselerdir. 


Yavûz Sultan Selîm’e “rahmetullahi teâlâ aleyh” tâbi’ oldular. Sultân üçüncü Murâd zemânında isyân ettiler ise de, Bosnalı Dâmât İbrâhîm Paşa, terbiyelerini verdi. 


Suriye’deki hıristiyanlarla da, ara sıra savaşdılar. Derezîler, Arabistan’dan Irak’a gelmiştir. Îrânlılar, Irak’taki Hîre devletini yıkınca, Hîrelilerle birlikte Derezîler de Mısır, Şâm ve Halep’e göç etmişti. Şâm’ın fethinde islâm askerine yardım etdiler. Fâtimîler zemânında yolu sapıttılar.


Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye syf. 487

Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır?

 Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır? Bunun tek ölçüsü var,o da İslamiyet'e hizmet ettiği kadar. Kim dine ne miktarda faideli ise, onun kalbinde iman o derece parlaktır. İmanı güçlü ve kuvvetli olanların ellerine zincir vursalar, ayaklarına zincir vursalar yine durduramazlar, yine bir şeyler yapmaya çalışırlar, en azından söylerler.

(Hüseyin Bin said hazretleri)