TEVHÎD FASLI

[Osmanlı devleti âlimlerinden Kâdı-zade Ahmed bin Muhammed Emîn efendi, îmanın altı şartını bildiren (Âmentü billâhi...)yi türkçe olarak şerh etmiş, böylece ikiyüzelli sayfalık bir kitap meydana gelmiştir. Bu kitaba (Ferâid-ül-fevâid) ismini vermiştir. Büyük velî, derin âlim, Seyyid Abdülhakîm Efendi bu kitabın ve diğer eseri olan (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi)nin çok kıymetli olduklarını söyler, gençlere tavsiye buyururdu. Kâdı-zade Ahmed efendi 1197 [m. 1783] de İstanbulda vefât etmiştir. Bu kitabında diyor ki, Allahü teâlânın (Sıfât-i zâtiyye)si altıdır. Bunlara, (Sıfât-i vücûdiyye) ve (Ülûhiyyet sıfatları) da denir. Bu sıfatlar, Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının evveli, başlangıcı olmamak), Beka (varlığının âhırı, sonu olmamak), Vahdâniyyet (nazîri ve şerîki olmamak), Kıyâm-ı binefsihî (mekâna muhtaç olmamak. Madde, mekân yok iken o vardı), Muhâlefetü lilhavâdis (mahlûklara, hiçbirşeye benzememek)dir. Allahü teâlânın (Sıfât-ı sübûtiyye)si sekizdir. Bunlara, (Sıfât-i hakikiyye) de denir. Bu sıfatlar, Hayat (diri olmaktır), İlm (bilici olmaktır), Sem' (işitici olmaktır), Basar (Görücü olmaktır), Kudret (güçlü olmaktır), İrâdet (dilemesi olmaktır), Kelâm (söylemesi olmaktır), Tekvîn (yaratıcı olmaktır.) Âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki; herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Fakat, sebeplerin, vâsıtaların, Onun yaratmasına hiç te'sîrleri yoktur. Vâsıtasız mâliktir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Bütün varlıkları yoktan var etti. İnsanların ve hayvanların hareketlerini, sükûnlarını, düşüncelerini, hastalıklarını, şifâlarını, hayrlarını, şerlerini, faydalarını, zararlarını yaratan yalnız Odur. İnsan, kendi hareketlerini, düşüncelerini, hiçbirşeyi yaratamaz. İnsanın düşüncelerini, hareketlerini, keşflerini, buluşlarını hep o îcâd etmekte, yaratmaktadır. Ondan başkasına yaratıcı demek, câhilce, bâtıl bir sözdür. Allahü teâlânın sıfât-i sübûtiyyesi de, sıfât-i zâtiyyesi gibi kadîmdirler. Bu sıfatları da, zâtından ayrılmazlar. Yâni sıfatları zâtının, kendinin aynı da değildirler, gayrı da değildirler.]


Tevhîd, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah) demektir. Mânası şudur: (Hak teâlâ hazretleri birdir, şerîki ve benzeri yoktur ve Muhammed aleyhisselâm sevgili kulu ve hak Peygamberidir.) Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimse, kelime-i tevhîdi dese, Hak teâlâ hazretleri ile o kelime arasından perdeler kalkar ve kelime, doğrudan doğruya Allahü teâlâ hazretlerine gider. Allahü teâlâ buyurur ki, ey kelime, dur! Kelime der ki, beni söyleyen kulu affetmeyince duramam. Hak teâlâ hazretleri, o zaman buyurur ki, izzetim, celâlim, kudretim, kemâlim hakkı için beni zikreden kulumu affettim.)


87 - Bu kelime-i tevhîdi söyleyen kulu kıyâmet gününde melekler ziyâret ederler. Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma meâlen, (Yâ Mûsâ! Kıyâmet gününde meleklerin seni ziyâret etmesini istersen, kelime-i tevhîdi çok söyle) buyurdu. Bu kelime-i tevhîdi dilinle söyleyip kalbinle şüphe etme! Aksi takdîrde, ebedî olarak Cehennemde kalırsın.


Mûsâ aleyhisselâm dedi ki, yâ Rabbî, bir kulun, dili ile kelime-i tevhîdi söyleyip, kalbi ile şüphe etse, sen ona nasıl bir cezâ verirsin? Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki, (Yâ Mûsâ! Ben onu dâimî olarak Cehennemlik yaparım. O kimseye ne Peygamber, ne Velî, ne Şehit ve ne de Meleklerden şefaat eden olmaz.)


88 - Bu kelime-i tevhîdi çok zikreyle! Zîrâ Mûsâ aleyhisselâm cenâb-ı Hakka sordu. Yâ Rabbî! Bir kulun kelime-i tevhîdi söylese, sen o kula ne ecr verirsin? Allahü teâlâ hazretleri cevabında meâlen, (Ben o kulumdan râzı olup, Cennet ve cemâlimle onu mesrûr eylerim) buyurdu.


İşte bu kelime-i tevhîd söyleyen kimseye, Hak teâlânın vereceği in'âm ve ihsânı Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Kelime-i tevhîd söyleyince, Arş-ı âlâ titrer. Resûlullah buyurdu ki: (Hak teâlâ hazretleri bir direk yaratmıştır. Kelime-i tevhîdden bu direk de titrer ve Arşı titretir. Arş titreyince, Hak teâlâ hazretleri Arşa, sâkin ol emrini verir ve Arşın mukabelesiyle yine o kelime-i tevhîdi söyliyen kimse afv-ı ilâhîye mazhar olur.)


Resûlullah buyurdu ki: (Her kim cân-ü gönülden, hâlisen, muhlisen bir kere kelime-i tevhîd söylese, Hak teâlâ hazretleri, o kimseye Cennet-i âlâda dörtbin derece ihsân eder ve dörtbin günahını bağışlar.) Eshâb-ı kirâm sordular, yâ Resûlallah ! O kimsenin dörtbin günahı olmazsa? Resûlullah buyurdu ki, (Ehlinin, evladının ve akrabâ ve teallukâtının günahlarından bağışlanır.)


89 - Kelime-i tevhîdi dilinle çok söyle! Bütün günahlardan ağır gelir. Resûlullah buyurdu ki: (Mahşer günü bir kişi gelecek, doksandokuz defteri olup, her bir defterin sathı göz gördüğü kadar geniştir. Hiç birinde iyiliği olmayıp, yalnız bir parmak kadar, o kimsenin dünyada söylediği kelime-i tevhîd bulunur. O doksandokuz defter terâzînin bir kefesine ve bir kelime-i tevhîdi diğer kefesine koyarlar. Kelime-i tevhîd tarafı ağır gelir.)


90 - Kelime-i tevhîdin sevap hâssası çoktur.


Tenbîh: İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri [971-1034 Hindistândadır] (Mektûbât) kitabının ikinci cildinin otuzyedinci mektûbunda Kelime-i tevhîdin fazîletini uzun bildirmektedir. Bu mektûbun fârisîden türkçeye tercümesi (Se'âdet-i Ebediyye) ilmihâl kitabında mevcuttur.


(İslam Ahlakı)

İstikâmet

 Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçebilmek için istikâmet üzere bulunmak gerekir. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

*İstikâmet, kerâmetin üstündedir. 

(İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" hazretleri )

*Allahü teâlâ kendisine Hûd sûresinde; "Emr olunduğun gibi istikâmet üzere ol!" buyurunca, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, istikâmetin zorluğuna işâretle; "Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" buyurdu. Yâsîn sûresinde; "Ey Resûlüm! Sen elbette istikâmet üzeresin" buyurulunca, Resûlullah efendimiz rahatlamışlardır. 

(Seyyid Tâhâ "kuddise sirruh" hazretleri)

Zâhir ve Bâtının istikâmeti

 Zâhirin (bedenin)istikâmette olması demek, dindeki emir ve yasaklara uymaktır. Bâtının, kalb ve rûhun istikâmeti ise, hakîkî îmâna kavuşmaktır. Yüksek hocamız, hakîki îmânı, kalbi Allahü teâlâdan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir, diye açıkladılar. 

(Ya'kûb-i Çerhî "kuddise sirruh" hazretleri )

Sûra üfürülmesi

 İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a iki defâ üfürecektir. Birincisinde Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî "kuddise sirruh" hazretleri )

*İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a üfürünce Sûr'dan büyük bir ses çıkacak ve yedi kat göklere ve yerin her tarafına ulaşacaktır. İşitenlerin hepsi yerde olsun göklerde olsun ölecektir. Vasiyetlerini bile edemezler. Çarşıda olanlar evlerine dönemezler. 

(İmâm-ı Birgivî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Bin said hazretleri buyurdular ki:

Hiç bir insan, peygamberler(aleyhimüsselâm) bile Allahü teala bildirmeyince doğruyu bulamazlar. Ancak Allahü teala'nın bildirmesiyle bilinir. Salih aleyhisselam kavminde kral idi. Herkes onu pek çok seviyordu. Bir gün ibadet ederken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teala'nın, emir ve yasaklarını semud kavmine bildirmesini söyledi. Salih aleyhisselam, Allahü teala'nın emir ve yasakları nedir ben bilemem dedi. Cebrail aleyhisselam, Allahü teala'nın emir ve yasaklarını, razı olduğu yolunu Salih aleyhisselam'a öğretti. Salih aleyhisselam semud kavmine doğruları, Allahü teala'nın emir ve yasaklarını bildirince, kabul etmediler. Düne kadar çok sevdiği kralları iken bütün emirlerini yaptıkları halde, Allahü teala'nın emirlerini bildirince hepsi isyan etti. Pek az kişi iman etti. İman etmeyenler, pek çok idi ve çok işkence yaptılar. Bir gün dediler ki: şu kayanın içinden kızıl tüylü bir deve çıkarırsan sana iman ederiz. Salih aleyhisselam onlara ben bunu nasıl yapayım, bu benim yapabileceğim bir iş değil dedi ise de, hemen Cebrail aleyhisselam geldi, sen dua et Allahü teala senin duanı kabul edecek ve kayanın içinden deve çıkaracak dedi. Salih aleyhisselam da dua etti, kavminin böyle istediğini söyledi. Kaya büyük bir gürültüyle yarıldı içinden deve çıktı. Bu hadise ile iman etmiş olanların imanı sağlamlaştı, şüphede olanlar iman ederek iman edenlerin sayısı biraz daha arttı. İman etmeyenler ise inanmadıkları gibi inkarda daha da aşırı gittiler. Deveyi öldürmek istediler. Salih aleyhisselam onlara dedi ki, sakın bu deveyi öldürmeyin başınıza çok büyük felaket gelir. Bir kuyu vardı, Salih aleyhisselam dedi ki; bu kuyunun suyunu bir gün siz hepiniz içersiniz, öbür gün deve içecek hiç kimse su için gelmesin dedi. Fakat kavmi suyu her gün istediler, devenin gününde de içmek istedikleri için, deveyi öldürmeğe karar verdiler, bunun için 7-8 kişi tuttular ve deveyi öldürtdüler. Deve öldürülünce Allahü teala'nın gazabının çok çabuk geleceğini Salih aleyhisselam kavmine söyledi. Kavmi inanmadı, Salih aleyhisselamın kavmi çok zengindi ve çok sağlam ve güçlü binalar yapmışlardı. Bize bir şey olmaz dediler. Salih aleyhisselam kendine iman etmiş olanları toparlayarak, burası artık lanetlendi, çok acil burayı terk ediyoruz, şu karşıki tepeye çıkalım, bulunduğumuz yerde neler olacak oradan seyredelim dedi. Kendine inananlarla tepeye çıktılar, bu sırada semud kavminin bulunduğu şehirde çok büyük bir deprem başladı. 7 saniye değil 7 saat değil 7 gün sürdü, hiç bir şey kalmadı, her şey toprağın altına karıştı karıştı tekrar çıktı, her şey dümdüz oldu. 


Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem tebuk harbine giderlerken bu vadiden geçiyorlardı.. eshabı kirama buyurdular ki, burası lanetlenmiş bir yerdir, çok hızlı geçin duraklamayın, burada durulmaz, gözünüzden yaş akıtın, bizim başımıza böyle bir şey gelmemesi için dua edin, buyurdular. Peygamber efendimiz'e kafirler beddua et de, ad kavmi gibi, semud kavmi gibi bize de bela gelsin peygamber olduğunu görelim derlerdi. Peygamber efendimiz de ben aranızdayım ben aranızdayken bela gelmez buyururlardı. (Vârisleri de böyledir). Büyüklerimiz buyuruyorki; Belli bir yerin insanları üzerine azab-ı ilahi geliyor olsa, o beldede emr-i maruf yapılıyorsa, Allahü tealanın dinine hizmet ediliyorsa ve Allahü tealanın sevgili kulları varsa, oraya umumi bela gelmez, Allahü tealanın azabı ref olur, yani kaldırılmaz, ertelenir. Oradaki azabı hak edenlerde, dine hizmet edenler ve Peygamber efendimizin varisi olan büyükler hatırına kurtulurlar. Bu hizmetlere ve büyüklere sevgisi olanlar dünyada bile kurtulurlar, ahiretdede inşallah kurtulurlar. Onun için, dinimizin yayılması için gayret etmeliyiz, hiçbirşey yapamıyorsak, hiç olmazsa (Tam İlmihal Seadeti Ebediyye gibi) ehlisünnet itikadını anlatan kitabların dağıtılmasında yayılmasında yardımcı olmalıyız, bir kitab alıp sevdiğimiz bir arkadaşımıza verebilmeliyiz... bunuda yapamayan, bu hizmeti yapanlara dua etmeli onları sevmeliki, bu kişilerin arasında sayılsın.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, Delhi’ye geldiğinde, arkadaşı Hasen Keşmîrî hazretleri; *Hep ölülere gidiyorsun, burada bir diri var, o diriyi de ziyâret et* dedi. 


Ve *Bâkî billâh* hazretlerine götürdü. Bâkî Billâh hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerindeki *cevheri* görünce, birkaç gün misâfir olarak kalması için yalvardı. 


O da kabûl edip kalınca, Onun huzûrunda iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, kâbe’nin sâhibine kavuşdum*. 


Yâni *Bâkî Billâh* hazretlerinin yanında *Allahü teâlâ* ya kavuşdum demek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, hizmet etmeden iltifâta kavuşan büyüklerdendir. 


Ben Kuleli’de *hoca* iken, talebelere, sırası geldi dedim ki: *Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze ve akar suya bakmak*. 


*Nefse* güzel gelen şeylerle, *Rûha* güzel gelen şeyler birbirine zıtdır. Bunu birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *Cehenneme* götürür. 


Tâbiîn’den gençler, Eshâb-ı kirâma; Efendim sizin ne husûsiyetiniz vardı da, Allahü teâlâ sizi, böyle yüce bir Peygambere Eshâb yapdı, Onun sohbetine kavuşdurdu, Onun talebeleri oldunuz? dediler. 


Eshâb-ı kirâm cevâbında; *Biz temiziz, temizliği severiz*, buyurdular. Onun için, temizlik îmândandır. Tabii *beden* temizliği, *kalb* temizliği ve *çevre* temizliği var. Netîcede, Allah temizleri sever.


Bizim kitaplarımız çok *kıymetli*, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana âit hiçbir *Yazı* yok da onun için. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. *Pırlanta*’nın yanında *Cam* parçasının kıymeti olur mu? 


Abdülhakîm Efendi hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medhetdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme etdim. 


Bir gün sohbet arasında, hattât *Safî bey* geldi. Çok ufak boyluydu. Bir yazı getirdi. Efendi hazretlerine verdi. Efendi hazretleri okudu, gülmeğe başladı. 


Ve en yakınındakine verdi. Okuyanların da güleceğini bildiği için, kendisi içeriye geçdi. Hepimiz yazının başına üşüşdük. Merak etmişdik. Ne yazıyordu o kâğıtda. Bakdık ki; 


*Bûy-u Nebî gelir şeyhim özünden, boyum yetişmez ki öpem yüzünden*. Böyle yazıyordu. Safî bey yazmış Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri için. Efendi’yi çok severdi.

SABIR VE SABRIN ÇEŞİTLERİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Îbn-i Mübarek rahmetullahi aleyh der ki: “Musibet birdir, sabır etmeyince iki olur. Biri büyük musibet ve diğeri küçük musibettir. Büyük musibet, sabredenlere verilen sevabın elinden alınmasıdır. Sabır edilemeyen musibet ise küçük musibet olur. Bu sebeple: (Ah, şu şöyle olmasaydı!) demek de musibettir. Allah rızasını isteyen kişilerin, ister rahat olsun, isterse mihnet olsun, nefse muhalif gelen yerlerde ve nefsleri incindikçe ona sabretmeleri ve darlanmamaları gerektir. 


Nefse hoş gelen yerlerde de yani rahata erişilince bu nimete şükretmelidir. Çünkü, rahatlık da bir nimettir. Böylece, mihnete sabır ve nimete şükredenler hem SÂBÎR hem ŞÂKÎR olurlar, Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz: “Varlıkta ve yoklukta hamd edenleri, Allahu teâlâ hamd edenlerin cennetine davet eder, buyurmuşlardır.”  


Her belâya sabretmek, Muhabbetullah alâmetidir. Zira, kişi sevdiğinin zahmetlerine sabredici olur. Hak teâlâ, dostlarına daima iptilâ (düşkünlük) taşlarını atar, dost olanlar bu iptilâ taşlarına, başlarını ve canlarını gönül birliği ile tutarlar. Nitekim, ol sultan-ül-Enbiyâ Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: “Hak teâlâ kulunu sevince, ona belâlar gönderir. Bu belâlara sabreden kullarını da sever.” Öyle âşıklar vardır ki, haktan gelen rahat veya mihnet ne olursa olsun hiç ayırt etmezler.  

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dünyâ, ayrılık yeridir kardeşim. Bir mübârek zâtın yanına, çok sevdiği bir arkadaşı ziyârete gelmiş. Ama bu zât, onunla görüşmek istememiş.


Bunu gören oğlu, çok şaşırmış ve; *(Babacığım, siz onu çok seviyordunuz, niçin görüşmek istemediniz?)* demiş. O da oğluna; 


*(Biraz sonra ayrılınca, ayrılığına dayanamam. Onun için sabrediyorum. Âhiretde, hiç ayrılmamak üzere görüşeceğiz)* demiş. 


Bir âyet-i kerîmede, *(İblîs’e)* kıyâmete kadar lânet ediliyor. *(İlâ yevmiddîn)* buyuruluyor. *(Yevmiddîn)*, kıyâmet günü demekdir. *(Mâlik-i yevmiddîn)*, kıyâmet gününün sâhibi, mâliki demekdir. 


İblîs, buna sevinmiş. (Niye seviniyorsun?) denilince, *(Allahü teâlâ bana kıyâmete kadar lânet ediyor, sonsuz demiyor, kıyâmetde kurtulacağım)* demiş. 


Bâzı âlimler, âyet-i kerîmeye bakarak İblîse hak vermişler ve *(İblîs kıyâmetde kurtulacak, biz kendimize bakalım)* demişler. 


İmâm-ı A’zâm hazretleri, bu meselenin aslını öğrenmek için, Eshâb-ı kirâmdan hayâtda olanları araşdırmış. O zaman Eshâb-ı kirâm’dan sâdece *(altı)* tânesi hayâtdaymış. 


Bunlardan en yakında olanı, yüzlerce kilometre uzakdaki *(Tufeyl)* radıyallahü anh hazretleriymiş. Tabii herkes yüz sene yaşamaz. Tufeyl radıyallahü anh hazretleri *(yüz)* yaşından fazla idi. 


Hadîs-i şerîfde, abdest alırken, dirseklere kadar yıkamak emrediliyor. İmâm-ı A’zâm hazretleri, Tufeyl hazretlerine; (Peygamber Efendimizi abdest alırken gördünüz mü?) diye sormuş. 


O da, *(gördüm)* deyince; (Abdest alırken, kollarını yıkarken, dirseklerini de yıkar mıydı, yıkamaz mıydı?) diye sormuş. Hazret-i Tufeyl; *(Hem yıkardı, hem de herkesin yıkamasını emrederdi)* demiş.


Ayrıca, *(Dirseklerinizi yıkamazsanız, abdestleriniz olmaz buyururdu)* demiş. O zaman İmâm-ı A’zâm hazretleri; (İblîs hapı yutdu) buyurmuş. 


Çünkü, abdest alırken, *(dirseklere kadar yıkayın)* emrinde, dirsekler de dâhil olunca, İblîse kıyâmete kadar lânet edilmesinde, kıyâmet de dâhildir, *(İblîs hapı yutdu)* buyurmuş.


Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir. *(Tefsîr-i Mazharî)* kitâbını, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebesi Senâullah-ı Pâni Pûtî hazretleri yazmış. 


Bu zât o kadar büyük ki, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, onun hakkında diyor ki: Allahü teâlâ, bana âhiretde; *(Benim için ne yapdın?)* diye sorarsa, söyliyecek bir tek sözüm var.


Cevap olarak; *(Yâ Rabbî, senin için Senâullahı yetişdirdim)* derim, buyurdu. İşte Senâullah-ı Pâni Pûtî hazretleri bu kadar büyük bir zât idi


İslâm âlimleri çok çalışmışlar. İmâm-ı Buhârî hazretleri, yediyüzbin hadîs-i şerîf toplamış. Hepsini araşdırmış. Nasıl araşdırıyorlar? 


Birinden bir hadîs-i şerîf duyunca ve bunu; *(Falan sahâbîden duydum)* deyince, o kişi, o sahâbî ile aynı şehirde yaşamış mı? Yaşadıysa, aynı sohbetde bulunmuş mu? 


Bunu araşdırırmış. Bulunmuşsa yazarmış, bulunmamışsa yazmazmış. Bunlar *(Müslim)* de de var. Müslim kitâbının sâhibi; *(Aynı şehirde bulunması yeter)* diyor. 


*(Aynı şehirde bulunmuşsa, bir sohbetde karşılaşmışdır)* diyor. O da sağlam bir kitap. Ama *(Buhârî)* daha sağlam. 


Kesin kaynak bulamazsa, hadîs-i şerîf de mühimse, o zaman Ravda-i mutahhera’ya gelirmiş mübârek, kabr-i seâdetin halkalarından yapışırmış ve;


*(Yâ Resûlallah, sen bu hadîs-i şerîfi söyledin mi?)* diye sorarmış. Kabirden de, *(Evet söyledim)* cevâbını alırmış, ondan sonra yazarmış. *(Buhârî)*, böyle sağlam kitâbdır. 


Şimdi *(din)* den bahsedenlerin mânâdan haberi yok, yaldızlı kelimelerle konuşup yazıyorlar. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin kelime hazînesi çok *(zengin)* di. Aynı mânâya gelen sekiz-on kelime söylerdi. Birinden anlamıyan, diğerinden anlasın diye. 


Hakkı, bâtıl’dan ayırmak kolay değildir. Mürşid-i kâmil olmıyan ve bir mürşid-i kâmile kavuşmamış olan kimsenin, hakkı bâtıldan ayırması mümkün değildir. 


Peygamber Efendimiz, aleyhisselâm; *(Erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan)* buyururdu. Yâni *(Yâ Rabbî, bana hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak bildir)* diye duâ ederdi. 


Ayrıca, *(erzel-i ömür)* den sana sığınırım diye de duâ ederlerdi. 63 yaşında, gencecikken, henüz kuvvetliyken vefât etdi.

Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır

 Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.

 (Kâ'b-ül-Ahbâr hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

ZIHAR

 SUAL; Kocam , bana senin sırtın anamın sırtı gibi diyerek zıhar yaptı. Şimdi ise pişman oldum ne yapmalıyım diye soruyor ?


CEVAP; Hanefi mezhebinde zıhar yapan kimsenin, keffâret ödemeden eşiyle cinsel ilişkide bulunması, ona dokunması ve öpmesi haramdır.


KAYNAK; (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, III, 470, Mısır, 1966).


ZIHAR KEFARETİ; Zıharda bulunan kişinin köle azadı, 60 gün peş peşe oruç tutması, buna gücü yetmez ise 60 fakiri doyurmasıdır


AYETİ KERİME; (Mücâdele 58/3-4).


ZIHAR; Bir kimsenin eşini, annesi, kız kardeşi, halası, teyzesi gibi kendisiyle evlenmesi ebedî yasak olan bir kimsenin, sırtı, karnı, baldırı gibi bakılması haram olan bir uzvuna benzetmesi zıhârdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye hicret edince, Medîneli müslümânlar, evlerinin arsalarının yarısını onlara verdiler. Odayı verince, *(Bunun kirâsı ne kadar?)* diye sordu Mekkeliler. 


Onlar da; *(Ne kirâsı, burası eşyâsıyla birlikde sizin)* dediler. Kendi evlerini verdiler. Mühim olan da zâten, kendine lâzım olmıyanı değil de, kendine lâzım olandan verebilmekdir. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında, bir adada yaşıyan bir *(kutub)* varmış. Bir gün, denizin üzerine yağmur yağarken, bu kutub, kalbinden;


*(Yâ Rabbî, hikmetinden suâl olunmaz ama, Afrikada çöller susuzlukdan kavrulurken, burada suyun üzerine yağmur yağıyor)* diye düşünürken, bir anda derecesi düşmüş. 


Gene evliyâlıkdan çıkmamış da, sâdece derecesi aşağı düşmüş. Kendisi de bunu fark etmiş, o düşüncesine pişmân olmuş ve Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden yardım istemiş. 


O büyük Velî de, o esnâda talebeleriyle sohbet ediyormuş. O anda penceredeki perde kıpırdamış. Perdenin  kıpırdadığını bâzı talebeleri görmüşler, merak edip, hocalarına, *(Bu neydi?)* diye sormuşlar. 


O da, bu hâdiseyi anlatmış ve *(Biraz önce o zât buraya geldi, benden yardım istedi. Ben de ona duâ etdim. Eski derecesine kavuşdu)* buyurmuş. 


Bu zamanda *(küfr’e)* girmek çok kolay kardeşim. Meselâ insan, bir harama, *(ne güzel)* dese, mâzallah küfr’e girer. Fakat efendim îmâna gelmek de çok kolaydır. Bir tövbe etse, küfrden kurtulur. 


Meselâ *(Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir günâh işledimse veyâ küfr’e girdimse çok pişmânım, beni affet)* dese, o anda günâhları affolur, îmânı gitdiyse, geri gelir. 


Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(kazâsı)*, bir de *(kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız, kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim. Namâzını kazâya bırakan, iki suç işlemişdir. 


Biri, Allahın *(namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, ancak kazâsını kılmakla affolur. İkincisi, o namâzı vaktinde kılmamak suçudur ki, o da, *(emr-i mâruf)* yapmakla affolur. 


Meselâ bizim kitapları dağıtmak, hem *(cihâd)* dır, hem *(emr-i mâruf)* dur, hem de büyük günâhların affına sebepdir.