Dört mezhebden birine uymayan iş bâtıldır. Bir mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir.
(Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” hazretleri)
Dört mezhebden birine uymayan iş bâtıldır. Bir mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir.
(Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” hazretleri)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir mürşid-i kâmilden istifâde edebilmek için, o zâtın, Peygamber aleyhisselâmın *(vârisi)* olduğunu, Allahü teâlânın sevdiği bir *(Velî)* olduğunu bilecek.
Böyle inanırsa, istifâde eder. Bizim sohbetimiz de onların *(kırıntı)* sıdır. Çünkü, hep o büyüklerden, onların sözlerinden anlatıyoruz kardeşim. Kendimizden bir şey eklemiyoruz.
Kötü kişilere, (Allah râzı olsun) demiyecek miyiz? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, *(diyeceğiz)* buyurdu. Allah râzı olsun demek, (Allah, senin bu hâlinden râzı olsun) demek değildir.
Biz bunu söylerken, *(Allah seni, râzı olduğu hâle soksun)* mânâsına niyet edip de söyliyeceğiz.
İhlâs elde etmek, Allahü teâlânın dostlarından *(feyz)* almakla olur. Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimizden feyz aldılar, hepsi ihlâslı oldu. Onlar da kendi talebelerine *(feyz)* verdiler.
Onların talebeleri de, kendilerinden sonrakilere feyz verdiler. Feyz, akmak demekdir. O da, kalbden kalbe olur. Hiç anlaşılmadan feyz akar.
Nasıl ki güneş ışınları *(hava)* dan akar, elektrik *(tel)* den akar. Bunlar, birbirine hiç benzemez. Feyz akışı da onlara benzemez.
Diğer tarîkatlerde intisâb etmek, yanına gelerek olur. Nakşî yolunda ise, uzakdan *(sevmesi)* de yetişir.
Nakşî büyükleri için *(feyz)* vermekde, (uzak-yakın), (ölü-diri), (kadın-erkek), (yaşlı-çocuk) farkları olmaz.
*(Diri)* olan mürşid-i kâmil, *(ölü)* lere de feyz verebilir. Vefât etmiş olan bir mürşid-i kâmil, yaşıyanlara da feyz verebilir.
Bir kadın, Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebesi olmayı istermiş. Kocasına, *(Git söyleyiver, beni de mensublarından saysın)* dermiş. Kocası da söylemeyi unuturmuş.
Bir gün kadın ölmüş. O vakit kocasının aklına gelmiş ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerine gelip, durumu anlatmış. O gece, bu adam rüyâsında, ölen hanımını görmüş.
Hanımı kendisine; *(Senelerdir istediğime bugün kavuşdum)* demiş.
Evliyâ-yı kirâm, râhat ve huzûr kaynağıdır kardeşim. Resûlullahın mübârek kalbinden çıkan *(feyz)* ler, onların kalbleri vâsıtasıyla yayılır. Kimlere yayılır? Onları sevenlere yayılır.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kirâmdan Sa’d ibni ebî Vakkâs hazretlerine buyurdular ki:
*(Yâ Sa’d, duâlarının kabûl olmasını istiyorsan, ağzına dikkat et. Ağzına harâm girmesin, ağzından harâm çıkmasın.)*
Ağıza haram girmesini anlıyoruz. Nedir onlar? Yemesi ve içmesi haram olan şeylerdir. Peki, ağızdan çıkan haramlar nedir? Onlar da gıybet, iftirâ, dedikodu ve yalan söylemekdir.
Öyleyse ağzımıza haram girmeyecek ve ağzımızdan haram çıkmıyacak kardeşim.
*(İşte bu ikisine dikkat ederseniz, duâlarınız kabûl olur)* buyuruyor Efendimiz aleyhisselâm. Ebül Hasan Harkânî hazretleri de, talebelerine bunu böyle beyân buyuruyor.
*(Müslümâna gelen her şey ni’metdir, hayrdır)* buyuruyor. Müslümânları parayla dahî doyuran, sevâba kavuşur. Allahü teâlâ hepimize seâdet-i dâreyn ihsân eylesin kardeşim.
*(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz)* hadîs-i şerîfdir. Herkes çobandır ve emri altındakilerden mes’uldür. Öğretmen talebeden, işyeri sâhibi işçilerden mes’uldür
*(İhlâs)* sız yapılan ibâdet makbûl değildir. Namaz, insanı kötülüklerden korur, ama *(ihlâs)* la olursa korur. Allahü teâlâ ihlâsı emrediyor. Kehf sûresinin son âyet-i kerîmesinde;
*(Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı istiyorsanız, her şeyi yalnız Allah rızâsı için yapın)* buyuruluyor. Allahü teâlânın rızâsı kazanılırsa neye kavuşulur? Cennete.
Cennete kavuşmak istiyen, Allahü teâlânın rızâsına dikkat edecek, yâni ihlâslı olacak. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede *(ihlâsı)* emrediyor. Câhiller, ibâdeti spor için, gösteriş için yapar.
İhlâssız amel insanı kurtarmaz, ancak ihlâsla yapılanlar kurtarır. İhlâssız olursa, yalnız borcu ödenir. Hiçbir şeye kavuşamaz. Velhâsıl sevap kazanmak için, *(ihlâs)* şartdır.
İhlâsla ibâdet yapılırsa, Allahü teâlâ *(Cenneti)* va’d ediyor. İhlâs elde etmek için ne yapacağız? İslâm âlimlerinin, evliyânın hayâtlarını okuyacağız.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, (Bir üniversiteliye cevap) yazısında, *(Evliyânın sözünde Rabbânî te’sîr vardır)* buyuruyor.
Abdülhakim Efendi hazretleri bana *(Reşâhâtı)* okuturdu. Bâzen yanlış okurdum, düzeltirdi, gülerdi. Çok merhametliydi. Sabırla bana öğretirdi.
İbâdetini ihlâssız yapan, bir gün sapıtabilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, İbnissâkkayı misâl veriyor. İbnissâkka, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin talebelik arkadaşıymış.
O kadar büyük âlim, sonra İstanbul’a gelmiş sefîr olarak, kötü arkadaşlara uymuş irtidât etmiş, yâni *(mürted)* olmuş, dînden çıkmış. Demek ki, ihlâsı yokmuş.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike.)*
Yâni yâ Rabbî, bana kendi sevgini ver, seni sevenlerin sevgisini ver ve sevdiğin amellerin sevgisini ver. Yâni o amelleri yapmayı bana sevdir yâ Rabbî.
Mehmed Mâsum hazretleri; *(En başarılı mü’min, büyüklerin şadırvanına musluk olabilendir)* buyuruyor. Yâni büyüklerden nakledendir.
Eğer kendinden söylüyorsa, ona yaklaşma. Büyüklerin şadırvanından su veriyorsa, yâni ona *(musluk)* olmuşsa, ona yapış. O, doğru yoldadır.
Birini sevmenin üç alâmeti var kardeşim. Biri, sevdiğin zâtı sevenleri seveceksin, Onu sevmiyeni sevmiyeceksin. Bu, çok mühim.
Meselâ bir kimse, hocanı *(tenkîd)* ediyorsa, sen de bunu bildiğin hâlde onunla berâber olabiliyorsan, hiç (seviyorum) deme, *(yalancı)* durumuna düşersin. Çünkü hubbu fillâh ve buğzu fillâh diye bir şey var.
Sa’d ibni ebî Vakkâs hazretleri, Efendimize diyor ki: (Yâ Resûlallah! Sen, Allahın sevgili Peygamberisin. Allahü teâlâ senin her duânı kabûl ediyor, duâ et de, Allahü teâlâ benim duâlarımı kabûl etsin.)
Böyle diyor Efendimize. Resûlullah Efendimiz ne buyuruyor? Mübârek parmağı ile, mübârek ağzını gösterip;
*(Yâ Sa’d, duânın kabûl olmasını istiyorsan, ağzına dikkat et. Ağzına harâm girmesin, ağzından harâm çıkmasın)* buyuruyor.
*(Abdülhakim Arvasi Efendi)* hazretlerini yeni tanıdığım günlerde, yâni henüz lise çağında iken, bir gün dergâha gitdim. Huzûruna girince; (Efendim, ben bu gece sabaha kadar hiç uyuyamadım) dedim.
Efendi hazretleri; *(Hayrdır inşallah, ne oldu?)* buyurdular. Dedim ki: (Efendim, Hazret-i Alî ile hazret-i Muâviye arasındaki muhârebeleri düşündüm. O kadar Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn şehîd düşmüşler.
Birinin ictihâdı şöyle, diğerininki böyle. Acabâ hangisi haklıydı? Sabaha kadar bunu düşündüm efendim. Sonunda Hazret-i Alî’nin ictihâdının doğru olduğunu anladım) dedim.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana bir bakdııı, bakdııı, bakdııı, sonra da *(Allah Allaaah!)* buyurdu. *(Hilmi, bu iş sana kadar düşdü mü?)* dedi.
(Yâni bütün ehl-i sünnet âlimleri, bu kadar din imâmları ve müctehidler, bu işi hâlledemediler de, sen bu işi hâlletmek için bütün gece uykusuz kaldın öyle mi?) dedi.
Sonra da bana acıyarak bir bakdı ve; *(Vâh vaaaâh! Hilmi, senin hâline çok acıdım)* buyurdu.
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Şimdi aziz:
Bunları sana bir bir anlatmamın sebebi budur ki, Hak teâlâ muhakkak ki illel-lât diyenin bile rızkını kesmez: Bunu böylece bil ve düşün ki, sıdk ile ihlâs ile ALLÂH diyenin rızkını vermez mi sanırsın? Onun nimetlerinin nihayeti yoktur. Onun kullarına ihsan ve ikramı çoktur. Bütün mahlukat onun emrindedir ve onun hanında karınlarını doyurur. Kâfir olsun, müslüman olsun hepsini karşılıksız olarak besler.
Gaip hazinelerinden lütfedersin ey Kerim,
Kâfir müşrik ayırd etmez, rızık verirsin bilumum,
Düşmanına bunca nimet bahşederken ey Rahim,
Dostlarını iki cihanda elbet etmezsin mahrum.
Şu hâlde, rızık için kaygılanmak, ibadet ve tâat yolunu Bırakmak ve dünyaya dalarak haktan gafil olmak edepsizliktir. Demek ki, tevekkül etmek için sabretmek lâzımdır. Sabrı olmayan tevekkül edemez, öyle ise, sana biraz da sabır hakkın da ve sabrın faziletleri hususunda nasihat edeyim ki, faydalanasın. Zira, nefes nefesten mübarektir, saat saatten kutludur. Gün günden devletlidir.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
*Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:
Bizim en büyük şansımız, *Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye* kitabına kavuşmamızdır. Elhamdülillah, elimizde, başucumuzda böyle bir şaheser var. Bu muhteşem kitap, öyle bir kitaptır ki, bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından, bu zamandaki bir Müslümana lâzım olan bilgiler satır satır seçilmiş, binlerce, onbinlerce çiçekten toplanan bal misali, bir bal peteği olmuş ve kim alırsa, kim okursa kurtulacağı mutlak olan eserdir. Eserin kıymetine bakarak yazarının büyüklüğünü anlamak mümkün. Bu kitap vasıtasıyla yazarının büyüklüğünü idrak etmemiz lâzım. Mübârek Hocamız buyurmuşlardı ki, *“Asrımızın mürşid-i kâmili, Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye’dir. Çünkü yüzlerce, binlerce evliyânın, âlimlerin mübârek sözleridir. Kim alır okursa âlim olur, hele hele içindekileri yaparsa evliyâ olur. Hiç başka şeye ihtiyâc kalmaz ama nasîb meselesi bu!...”*
Kabrini ziyaret edenler muratlarına kavuşur...
Mehmed Emîn Tokadî hazretleri buyurdu ki: "Ömürlerinde bir defa bizi ziyaret eden imanını kurtarmadıkça vefat etmesin!"
Mehmed Emîn Tokadî hazretleri -Eshab-ı kiram hariç- İstanbul'un üç büyük evliyâsından biridir. (Diğer ikisi Murad-ı Münzavi ve Abdülfettah-ı Akri hazretleridir.)1664 (H.1075) senesinde Tokat'ta doğdu. 1745 (H.1158)'te İstanbul'da vefât etti. Kabri, Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek Yokuşu'nun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek duâ edenler dileklerine, muratlarına kavuşur...
Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır:
Sultan Bâyezîd Câmii avlusunda, oyma ustalarından Kefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Ara sıra Mehmed Emîn Efendi de öğle namazından sonra orayı teşrif ederdi... Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasında, herkes tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kâdı (hâkim) geldi ve Kâdıaskerin, "Ben makamda olduğum sürece, sana vazife vermem!" diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı...
Bu hâdiseye üzülen Mehmed Emîn Efendi, yarım saat kadar murâkabeye daldı. Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, dükkan sâhibi Kefelizâde İbrâhim Halebî'ye bir duâ yazdırdı. Bunu, o mağdur kâdıya verdi ve;
-Bu dua üzerindeyken doğruca Kâdıasker'e git! buyurup, adamcağızı gönderdiler...
Aradan birkaç saat geçmişti ki genç kadı, sevinçle geldi. Mehmed Emîn Efendiye durumunu şöyle arz etti:
-Kâdıaskerin makâmına girdim. Beni görünce beti benzi attı. Feryâd ederek; "Kâtip! Hemen bak! Bu kâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı?" dedi. Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; "Bir yer var ama şimdilik dolu" dedi. Kâdıasker; "Olsun, hemen tâyin edelim, benim şu anda çektiğim sıkıntıyı bilemezsin!" dedi. Böylece tâyinim derhâl yapıldı...
Mehmed Emîn Efendi verdiği o duâyı kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhim Halebî'ye vererek silmesini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâde şöyle demiştir:
"Mehmed Emîn Efendinin bana yazdırdığı o duayı; defâlarca denediğim hâlde bir daha yazamadım."
Bu dua silindi, günümüze ulaşmadı ancak bu mübarek zatın bizler için müjde olan bir duası var:
"Ömürlerinde bir defa bizi ziyaret eden imanını kurtarmadıkça vefat etmesin!"
Böyle dua eden bir zatın kabri ziyaret edilmez mi hiç?..
***
Zeyrek yokuşunu çıkınca yeri,
Ağaçlar altında mübarek kabri,
Çoğu tanır Mehmet Emîn Tokadî,
Dilek kapısıdır İstanbul şehri.
Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın ve din büyüklerinden hiçbirinin resmi yokdur. Onların resmi diye, gazetelerde, filmlerde görülen resmler, hep uydurmadır. Para kazanmak için, müslimânları aldatmak için yapıyorlar. Mubârek zâtların resmlerini de yükseğe asmak harâm olduğu gibi, bunları aşağı yerlere koymak da harâmdır. Avret yerleri örtülü olsun olmasın, her yere büyük veyâ küçük canlı resmi yapmak harâm olduğu gibi, bunu yapmak için alınan para da harâmdır. Putperestliği önlemek için harâm edilmişdir. Üzerinde canlı resmi bulunan elbiseyi nemâz dışında da giymek mekrûh olduğu, Tahtâvînin (İmdâd) hâşiyesinde de yazılıdır.Seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh”, bir mektûbunda diyor ki, (Üzerinde canlı resmi bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ böyle şeyler mühândırlar, muhakkardırlar, muhterem değildirler). (El-fıkh-u alel-mezâhibil-erbe’a)nın üçüncü cildinde de böyle yazmakdadır.
(Se’âdet-i Ebediyye)
Cinnin varlığına inanmıyan müslimânlıkdan çıkar, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.Cin hakkında bilgi, her Peygamberin kitâbında vardı.Şeytânlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine te’sîr ederek, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. ..Eskiden kâhinler, cinnîlerden ba’zı şeyler işiterek falcılık yapardı. Bunun için, puta tapanlar, cinnin varlığına inanır ve cinden korkardı. Cinnin var olduğunu, müslimânlar, putperestlerden işiterek öğrenmedi. Kur’ân-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmdan öğrendi. Müslimânlar, puta tapanlar gibi, cinden korkmaz. Muhâfaza melekleri, insanları cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve düâ okuyup, Allahü teâlâya sığınanlara da birşey yapamazlar...imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve dahâ pekçok meşhûr vak’a ve işler kıymetli kitâblarda yazılıdır. Bunların hepsi, cinnin varlığını göstermekdedir. [Keçi, yılan, kedi şekline girdikleri çok görülmüşdür. Mikrop şekline de girip, insanın damarlarında dolaşırlar.]
(Seyyid Abdülhakîm Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri )
Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek yapılan taşkınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler uyduruldu. Bunların bid’at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde uzun yazılıdır.Sultân Üçüncü Muhammed hân “rahimehullahü teâlâ” zemânında yaşamış olan Itrî efendi, bir din âlimi değildi. Meşhûr Beethoven gibi, bir mûsikî üstâdı idi. İslâm tekbîrini, segâh makâmına bestelemekle, islâmiyyete bir hizmet yapmamış, dîne bir bid’at karışdırmışdır.
(Se’âdet-i Ebediyye)
Cinnîler yir, içer.(Aynî târîhi)nde diyor ki, (Cinnîlerin sayısı, insanların on katından fazladır. Şeytânların sayısı, bu ikisinin on katlarından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayılarının, on katından dahâ çokdur) (Kurtubî tezkiresi)nde buyuruyor ki, (Cinnin ölümü, yerde gâib olmakdır. İhtiyârları, gençleşmeyince ölmez. Ölecekleri zemân, çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar..)İnsan, cinni ve şeytânları, uyanık iken ve rü’yâda görebilir. Çünki, onlar her şekle girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebeb olurlar. Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” ve Evliyâdan çoğu şeytânı görmüş ve konuşmuşdur. Her ne şeklde olursa olsun, cinni gören kimse, hep ona bakarsa cin şeklini değişdiremez. Gözden kaçamaz. Ona sorup cevâb alınabilir. Bir ân başka tarafa bakılırsa, hemen kendi şekline girip gayb olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, (Cinni kendi şeklinde gördüğünü iddi’â eden kimsenin şâhidliği kabûl olmaz!) buyurdu. Çünki, hayâli kuvvetli olanlar, bulunmıyan şeyleri görüyorum sanır. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât) kitâbının ellibirinci bâbında buyuruyor ki: (Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya âid bir bilgi edinmemişdir. Çünki, cinnin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünyâ bilgileri edineceğini sanan kimse de, aldanmakdadır. Çünki, fâidesiz şeyle vakt geçirmeğe sebeb olurlar. Onlarla tanışanlar, kibrli olur. Hâlbuki, Allahü teâlâ, kibrli olanı sevmez).
(Seyyid Abdülhakîm Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri )