Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum

 Rüyâda Resûlullah efendimiz aleyhisselamı gördüm. Bir minber üzerinde, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerini medh ederek şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı." 

(Mîr Hüsâmeddîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Müctehîd olmayan müftîler âyeti kerime ve hadîsi şeriflerden hüküm çıkaramaz

 Müctehîd olmayan müftîlerin, âyeti kerime ve hadîsi şeriflerden herhangi bir hüküm çıkarmağa yetkileri yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek için müctehîd olmak şarttır. 

(İbn-i Âbidîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Bugün ehl-i sünnet îtikâdında kalanların hepsi Eshâb-ı kirâmın soyundandır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bugün, *(ehl-i sünnet)* îtikâdında kalanların hepsi, Eshâb-ı kirâmın soyundandır kardeşim. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, öyle *(şerefli)* kimselerdir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Her biri, çeşitli yerlerden gelip toplandılar. 


Meselâ Selmân-ı Fârisî hazretleri, *(Îran)* dan; Bilâl-i Habeşî, *(Afrika)* dan gelip, sahâbî oldular. Bu şerefi kazandılar.


Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâmın en yakın akrabâları, amcaları, *(îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


Peygamber Efendimizin *(kabir)* resmi diye bir resim satılıyor. Bu resim, aslında Bursada, Osmânlı Sultânlarından birine âitdir. Peygamber Efendimizin *(kabr-i şerîfi)* ile hiç alâkası yok. 


Çünkü oranın resmini çekme imkânı yokdur. Sebebine gelince, kabr-i şerîfin dışında, kapısız, penceresiz bir *(duvar)* var. 


Onun dışında, gene kapısız ve penceresiz bir *(duvar)* daha var. Onun da dışında *(settâre)* denilen bir örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. 


Yâni kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir *(hava)* deliği gibi bir boşluk var. Oradan 500 sene evvel, bir *(kuş)* düşmüş ve ölmüş. 


Onun çıkarılması ve oranın temizlenmesi için, beş yaşlarında küçük bir *(kız)* çocuğunu, belinden bağlamışlar, tepedeki o delikden aşağıya indirmişler. Orayı görmek, yalnız o çocuğa nasîb olmuş. 


Bu yolun sünneti, *(çile)* çekmekdir efendim. Başda Efendimiz aleyhisselâm, hayâtı boyunca hep çile çekdi. Bize ve kitaplarımıza çok *(sıkıntı)* verdiler. Sıkıntı verenler de çok sıkıntı çekeceklerdir. 


Hem sünnete uygun olması, hem de hizmetlerimizin *(kabûl)* olacağının ve bu hizmetlerin devâm edeceğinin alâmeti bakımından, bu sıkıntılar, bizim için bir *(ni’met)* dir kardeşim. 


Allah, hepsine hidâyet versin. Tabii bizim yüzümüzden kimsenin sıkıntı çekmesini istemeyiz. Biz işimize bakarız. İşimiz nedir? İslâma hizmet. O hizmet nedir? Kitaplarımızın dağılmas, gazetemizin yayılması. 


Birine bir kitap vermek veyâ kitap verilmesine sebep olmak o kadar *(sevâb)* dır ki, bunu yapana, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar; *(Yâ Rabbî, bu kulunu affet)* diye duâ ederler. 


Bizim dînimizin iki esâsı vardır. Biri *(öğrenmek)*, diğeri *(öğretmek)*. Dînimizin en büyük düşmanı cehâletdir. Onun için nerede ilim varsa, *(din)* oradadır. Nerede din varsa, *(ilim)* oradadır. 


İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *(ibâdet)* dir, çok büyük *(sevâb)* dır kardeşim. Hizmetlere katılan arkadaşlarımızın alnından *(öpmek)* lâzım. 


Allahü teâlânın dîni yayılıyorsa, dînin yayılmasına hizmet ediliyorsa, bu hizmet devam etdiği müddetçe, o yere umûmî belâ, umûmî felâket gelmez efendim.

Dünyâ imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı

 Evliyânın büyüklerinden Şemsüddîn Muhammed Rûcî hazretleri buyurdu ki: 

"İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez."

"Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir: 

(Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, 'Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah' de, fakirliğin geldiğini görürsen, 'Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti' de, istersen rahatlık sâhibini öv.)"

"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikir olur."

"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."

"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır."

"İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."

"İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."

"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."

"Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!  O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inatçı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azaplara müstehak olurlar."

Zararını ben ödeyeceğim

Osmanlı devletinin ilk yılları.. Bursa’da bir kişi, satın aldığı atın hemen sonrasında, atın hasta olduğunu fark etti. Onu geri vermek istiyor ancak satan adamın atı geri almayacağından endişe ediyordu. Bu yüzden önce kadıya gidip işi resmi olarak halletmek istedi. Ancak kadıyı yerinde bulamadı, mahkeme ertesi güne kaldı, hasta at ise gece öldü. Adam, ertesi gün olanları kadıya anlattı, ne yapılabileceğini sordu. 

Kadı, “Zararını ben ödeyeceğim” dedi. Şaşkınlıkla kadıya bakan adam “Sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyeceksiniz ki…” dedi. Kadı, şu manidar cevabı verdi: “Evet, görünürde benim konuyla ilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkân kalmamıştır. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi. 

O kadı, sonradan Osmanlının ilk şeyhülislamı olacak olan zamanın din ve fen bilgilerine  vâkıf Molla Fenari Şemseddin hazretleri (1350-1431) idi.

Kul hakkı çok mühimdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kul hakkı o kadar mühimdir ki, bir *(dank)* kul hakkı için, âhiretde, yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış ve kabûl olmuş namâzın *(sevâbı)*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *(günâh)* ları buna yükletilip, Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, münâkaşa edemez, kavga edemez, kalp kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *(Kâbe)* yi, yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. 


Bu zamanda, islâmiyete hizmeti muvaffakıyetle yapabilmek için, muhâtabın anlıyacağı gibi konuşmalı ve herkese *(tatlı)* dilli ve *(güler)* yüzlü olmalıdır. 


Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği ni’metin izhâr edilmesini ister. Yâni cenâb-ı Hak; *(Ben sana şu şu ni’metleri verdim, onları ifşâ et, göster)* buyurur. 


Allahü teâlânın dînine hizmet ni’metinin ifşâsı, gösterilmesi de, *(tatlı)* söz ve *(güler)* yüze bağlıdır. Eğer ben, arkadaşların hatâlarına, kusurlarına *sert* davransaydım, burada hiçbiriniz olmazdınız. 


Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâma; *(Ahlâkı güzel olan, Cennetde benim yanımda olacak)* buyurdu. İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyyeti, kıymeti, ilim sâhibi ve edebli olmasıdır. 


Yoksa, çok zengin, çok etiket sâhibi olması, çok meşhur olması, veyâhud filâncanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, *(ilim)* sâhibi olması ve *(edeb)* sâhibi olmasıdır. 


*(Edeb)*, haddini, sınırını bilmekdir. İş yerinde, evlilikde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *(sınırı)* vardır. O sınıra riâyet edildiği müddetçe, bu dünyâ *(Cennet)* olur. 


Bütün sıkıntılar, üzüntülerler, kavgalar, hep sınır tecâvüzünden olmakdadır. İşte bu sınır, *(ilim)* dir, yâni islâmiyeti *(bilmek)* dir. 


Dînini öğrenmiyen, ne sınır tanır, ne de sınırsızlık. Önce *(îmân)*, ondan sonra *(ilim)*. Çünkü bütün ibâdetler ilme bağlıdır. Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


(Bir talebe, dînine âit bir *(mesele)* öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, melekler, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, kanatlarını bunun ayaklarının altına döşerler. 


Ayrıca, havadaki bütün *(kuşlar)*, karadaki bütün *(hayvanlar)* denizdeki bütün *(balıklar)*, bu kul için istiğfâr ederler ve *(Yâ Rabbî, bunu affet)* diye duâ ederler.)

Tefsiri anlayabilmek için

 (Bırakın tefsir yapmayı) tefsîr kitaplarını anlıyabilmek için otuz sene durmadan çalışıp, İslâm'ın yirmi ana ilmini, iyi öğrenmek lâzımdır. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

ÜÇ ŞEY KALBİ ÖLDÜRÜR

    ■  *Vücudun rahatı için az yiyip içmeli, ruhun rahatı için ise günah işlememeli.* 

     *Dünya zevklerine düşkün olmak nefsi beslemektir.* Halbuki *nefse düşmanlıkla* emrolunduk. Çünkü *nefs Allahü teâlânın düşmanıdır.*

     Bize; " *nefsinizi besleyin* " diye bir emir yok, *"kalbinizi kuvvetlendirin"* diye emir var. 

     Nefse düşmanlık; *riyazet ve mücahede* ile olur. *Riyazet; nefsin arzularını yapmamak, mücahede ise nefsin istemediği şeyleri yapmaktır.* 

     Cereyan *hata* kabul etmez. Allahü teâlâ cereyanı yarattı. Faydaları çok çeşitli, ama elini değeni yakıyor. Kontak yapıyor, evler yanıyor. *Kullanmaya göre* değişiyor. 

     Su, çok faydaları var ama seller evleri yıkıyor. Yani hem *faydaları* var hem de *zararları*.

     Nefs de böyle. *Nefissiz olmaz. Nefs, İslamiyet’e uyarak zaptedilirse ilerleme olur*. Yani *içimizde* olan bu mahluku *iyi tanımalı, İslamiyet ile zaptetmelidir.* Nefs, seni iman etmek, haramlardan kaçmak, farzları yapmaktan alıkoymasın. 

     Her uzvun, kalbin ve nefsin *lezzet* aldığı şeyler *başkadır*. Nefs *haram* işlemekten *zevk* alır. Çünkü *gıdası* haramlardır. 


     ■  Bir şey için olan *hırs ve gayret*, ona olan *sevginin* neticesidir. 

     Müminin *kabrinde* yüzünün *kıbleden çevrilmiş* görünmesi, *dünya sevgisi* üzerine ölmesindendir. 


     ■  *Meşhur olmak sevdası* ile yanıp tutuşana, *doğruluk* nasip olmaz. 


     ■  *Üç şey kalbi öldürür:*

          ● *Çok konuşmak,*

          ● *Çok uyumak* ve 

          ● *Çok yemek.* 


     ■  Gözü *harama bakmaktan* ve *başkalarının ayıplarını görmekten* korumalıdır! 


     ■  *Eskiden iyilik yaparlardı söylemezlerdi. Sonra hem yapmaya hem de söylemeye başladılar. Şimdi ise yapmıyorlar fakat söylüyorlar.*

 

     ■  Salihlerle *beraber* ol! Eğer *ilim sahibi* isen, ilmin onlara *faydalı* olur. *İlim sahibi değilsen, onlardan bir şeyler öğrenirsin.*

     Allah’ı *hatırlamayanlarla* beraber olma! *İlim ehli de olsan,* ilmin onlara *faydası olmaz. İlim ehli değilsen, daha çok zarara* girersin. 

     Eğer Allah onlara *gazap* ederse, sen de *helak* olursun. *İyilerle beraber iken, Allah onlara rahmet ederse, layık olmasan da, sen de o rahmetten faydalanırsın.* 

     Bir kimse, *salihler gibi* amel işlese; fakat *günahkârlarla* düşüp kalksa, iyi amelleri *boşa* gider, *kıyamette kötülerle beraber* haşrolur. 

     Bir kimse de, *kötüler gibi* amel işlese; fakat *salihleri sevse, onlarla beraber olsa, günahları iyiliğe çevrilir, iyilerle beraber haşrolur.* 


     ■  Allahü teâlâyı *tanıyan* onu *sever.* Onu *seven* de *dinin emirlerini yapar.* Haramlardan kaçınır. 

     Bunlara yani *emir ve yasaklarına riayet etmeden "ben Allah’ı tanıyorum, onu seviyorum" demek yanlış olur.* 

     *Sevmenin* bir tarifi de *itaat etmek* demektir. *Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür.*

 

     ■  En önemli şey, *Ehl-i Sünnet itikadında* olmak, bundan daha önemlisi de inandığı *Ehl-i Sünnet itikadını ilave çıkarma yapmadan* aynen yaymaktır.

 

     ■  Herkes *ahiret* yolcusudur. Bir *vasıta* ile gidiliyor. Ancak *yanlış vasıtaya* binen, *istediği yere* değil, *vasıtanın gittiği yere* gider.

     *Kâbe’ye* gitmek için *niyet* edip *Paris’e* giden uçağa binen, *niyeti halis olsa da* Kâbe’ye *varamaz*.

     

     ■  Allahü teâlâ, *doğruyu arayana hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine* söz vermiştir.[Ankebut 69, Şura 13], 

     *Allah sözünden dönmez*. [Al-i imran 9] 

     Demek ki *batıl yollardakiler* istemek bir yana *merak* bile etmiyorlar.

     

     ■  İtikadı *düzeltmeden* önce *ibadet* etmenin *faydası olmaz.*

     *Doğru itikad, ehli sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir.*

     Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. 

     *İhlâssız, [riya ile] yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi* yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi *değersizdir.*

     Ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç *faydası* olmaz, *soldaki sıfır gibi değersizdir*. 

     İşte bu kadar *önemli* olduğu için Ubeydullah-i Ahrar hazretleri *"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, halimiz haraptır. Eğer bütün çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmeyiz* buyuruyor.


     🌹🥀🌷🌹🥀🌷🌹🥀🌷🌹

Beni küfrden kurtardılar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda *(Enver Ören)* e sormadan yapılan işler meşrû değildir. Meşrû olmıyan iş demek, *(Bunun hesâbını vereceksin)* demekdir. 


Ama sordukdan sonra yapılan iş, meşrûiyyet kazanır, *(Meşrû)* olur. Mes’ûliyyet sizden kalkar. Eğer bir şeyin sonu *(Mutlak)* sa, olacaksa, onu *(Olmuş)* bilin. Kurtuluş yok çünkü. 


Bizim, *(Başarı)* dan kastımız, âhiretdeki başarıdır kardeşim. Yoksa dünyâyı *(Îmâr)* eden, dünyâyı *(Ma’mûr)* eden kişiye, başarılı denmez. Başarı, *(Kalıcı)* olandır. 


Kalıcı olan da *(Âhiret)* dir, dünyâ değil. Hepimiz bir işlerle uğraşıyoruz. Bunun sonunda bir muhâsebe var, bir hesaplaşma var. Bu hesaplaşmada *(Kazanmak)* da var, *(Kaybetmek)* de. 


Velhâsıl âhiretde kendisini Cehennemden kurtaran kişi, *(Başarılı)* dır. Kendisini *(Yanmak)* dan kurtaramıyana hiç başarılı denir mi? 


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *(Kitap)* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni bir *(Şey)* öğrenmek için okumuyorum ki. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, mûteber kitaplardan, *(Mehaz)* ını, *(Kaynağı)* nı, *(Vesîka)* sını, *(Senedi)* ni arayıp bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *(Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar.)* 


Ancak, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı öğrenmişse, onun kitap okuması, zarar vermez. Çünkü bir *(Mürşidi)* var. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin şu kerâmeti varmış, bu kerâmeti varmış, benimle hiç *(Alâka)* sı yok kardeşim. Neden? Çünkü ben *(Yanlış)* yolda idim, ben *(Küfr)* de idim.


Beni *(Küfr)* den kurtardılar, *(Müslümân)* olmama sebep oldular, bundan daha büyük *(Kerâmet)* olur mu? Yâni ben *(Ateş)* de idim, beni yanmakdan kurtardılar.

İslâmın hakkını hiçbir vakit ödeyemezler

 “Müslümanlar İspanyayı, Endülüs Emevi sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar etmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmışlardı. İlim, sanat, ticaret ve ziraata ve güzel ahlaka çok ehemmiyet verilmişti. İspanya daha önce, Gotlar elinde vahşi bir belde iken, Müslümanların idaresine geçtikten sonra, sanki Cennet bahçeleri gibi olmuştu. Avrupalı ilim adamları ve sanayiciler, İslâmın hakkını hiçbir vakit ödeyemezler. Bunlar, ilelebed Müslümanlara teşekkür etmelidirler. Çünkü, Avrupaya ilim, güzel ahlâk kıvılcımı, ilk defa, Endülüs Müslümanlarından sıçramıştır. Kurûn-ı vüstâ dediğimiz, Ortaçağda, Endülüste ortaya çıkan islâm medeniyeti, Endülüsün dışına taşarak, Avrupaya yayıldı. Endülüsdeki medeniyeti gören kabiliyetli bazı Avrupalılar ortaya çıktı. İslâm âlimlerinin kitaplarını, Avrupa lisanlarına tercüme ettiler. Bunların, tercüme ve telif ederek, neşrettikleri kitaplar sayesinde, Avrupa halkı cehâlet uykusundan uyanmaya başladı”


[Cevâb Veremedi kitabından]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, bir gün evde, yukarıki odada oturuyordum. Kapının zili çaldı. Enver bey inip açdı, sonra gelip; *(Efendim arkadaşlar kitap satışından gelmişler, satış raporunu getirmişler)* dedi. 


*(Açın, okuyun)* dedim. Okudu, çok sevindim efendim. Çok kitap satmışlar, dağıtmışlar. Çok *(Memnun)* oldum, çok *(Duâ)* etdim.


Hattâ pencereyi açıp, o arabaya bakdım. Arkadaşı da gördüm. Enver beye; *(Gidin, çok sevindiğimi ve duâ etdiğimi o arkadaşa söyleyin)* dedim. 


Ve ayrıca; *(Arabayı sürerken dikkat etsin. Melekler kanatlarını, o arabanın altına döşüyorlar)* diye söyleyin dedim. 

● ● ●

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *(Biz Mektûbâtı teberrüken, yâni bereketlenmek için okuruz, kitâbın heryerini anlıyamayız)*, buyururdu. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine *(Sevgi)* ve *(Muhabbet)* le bakdıkları anda, o talebenin kalbi *(Zikr’e)* başlarmış. 


Bir kişi o kadar *(Zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa, malının hepsini *(Sadaka)* olarak dağıtsa, bundan aldığı *(Sevap)*, unutulmuş bir *(Sünneti)* meydana çıkarmanın sevâbına yetişemez. 


Hele *(Farz)* sevâbıyla hiç kıyaslanamaz. İşte bizim *(Kitap)* larımızın yayılmasıyla, *(Farz)* lar yayılıyor kardeşim.