Dört şey imânsız ölmeye sebeb olur

 Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki,Îmânsız ölmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. 

(Senâullah-ı Pânî Pûtî “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

Hüsn-i zan etmek

 Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. 

(Ahmed bin Yahyâ el-Celâ “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

BİR KÜP DOLUSU ÖLÜM ACISI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

İsa aleyhisselâm, bir gün bir yere gidiyordu. Bir ırmak kenarına vardı, bir müddet dinlendi, abdest aldı, birkaç rekât namaz kıldı ve o ırmağın suyundan birkaç avuç su içti ve çok hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Dört tarafına bakındı ve gördü ki, su ile dolu bir küp gömülmüş bulunduğunu gördü. O küpteki sudan da içti ve gayet acı olduğunu fark ederek bu işe şaştı. Zira, bu küpe su o ırmaktan geliyordu. Şu hâlde, ırmağın suyu neden gayet tatlı ve küpün suyu ise gayet acı idi? Hayretler içinde kaldı ve bir karara varamadı. İşte, tam bu sırada Cebrail aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Yâ Nebiyallah! Hak teâlâ sana selâm etti ve küpe sorsun, küp suyunun neden acı olduğunu ona haber verecektir,” buyurdu. Bunun üzerine İsa aleyhisselâm, meseleyi küpe sordu ve küp Allâhu teâlânın desturu ile dile gelerek cevap verdi: 


“Yâ Nebiyallah! dedi. Ben, bir ulu padişah idim. Dünyada 300 yıl ömür sürdüm. Peşim sıra üç yüz bin asker gelirdi. 300 ulu şehrim vardı. O, 300 şehirde 300 ulu sarayım vardı. Bu 300 sarayıma ara sıra gider ve zevk ederdim. Bu zevk ve safa da iken, bir gün ansızın bana hastalık geldi ve sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağını yedim, can acısı çektim. Bütün o saltanat, devlet, hükümet, yeme içme, zevk ve temaşa hepsi hepsi bir ânda elimden çıkıverdi. Bunlardan hiçbirinden bana bir fayda ve çare olmadı. Bütün görüp geçirdiklerim bana bir gün bile gelmedi. Beni, bir yere gömdüler ve üzerime büyük bir türbe yaptılar.


300 yıl o türbede yattım ve çok ağlayıp feryat ettim ve lâkin hiç kimseden medet bulamadım. 300 yıl sonra bir zelzele oldu ve türbem yıkıldı ve 300 yıl kadar bütün o şehir bir harabe halinde kaldı. Sonra, o şehri tekrar imar ettiler. Benim, türbemin bulunduğu yere bir kiremitçi geldi, kiremit pişirerek satmaya başladı. Bir gün, o yerlerin padişahı da geldi ve o şehre büyük bir saray yaptırdı. O saray için kiremit ısmarlandı ve benim türbem olan yerden ve benim etim, kemiğim karışmış bulunan topraktan kazdılar, balçık yaptılar, kiremit döktüler ve o padişah sarayını bu kiremitlerle örttüler. Yıllarca, kiremit olup padişah sarayının damında durdum. 


Aradan yine zaman geçti, o padişaha da zeval erişti, öldü. Sarayı da yıkıldı ve kiremitleri kırıldı. Ondan sonra, o şehre bir küpçü geldi ve sarayın bulunduğu yeri kendisine imalâthane olarak seçti, benim etimden ve kemiğimden olma kiremitleri de dövdü, balçığa karıştırdı ve bir küp yaparak sattı. Bir zaman da evlerde ve yerlerde küp olarak durdum. Nihayet büyük bir sel geldi, beni bulunduğum yerden söktü çıkardı, buraya getirdi bıraktı. Yıllardan beri burada duruyorum.  


İsa aleyhisselâm, küpe sordu:  

— Hikâyeni anladım, ama benim asıl merak ettiğim şudur ki, şu ırmağın suyu gayet tatlı olduğu ve senin içine de o sudan dolduğu halde, senin suyun neden acıdır?  

Küp, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:  

— Yâ Nebiyallah! Ne zaman ki, Azrail aleyhisselâm mızrağını bana vurunca, ölüm acım benim bütün gövdeme yayıldı, etime ve kemiğime bu acı sindi. O acı hâlâ benden gitmemiştir. Benîm içimdeki suyu acılaştıran da işte o acıdır, dedi.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Nefsine uyan üzüntü ve gamdan kurtulmaz

 Kim nefsine uyarsa, üzüntü, gam ve keder bırakmaz onun yakasını. Çünkü insanoğluna huzur verecek ne varsa, hepsi dinimizde vardır. İslam’ın dışında neşe ve sevinç aramak beyhudedir.Kim İslam’a tam uyarsa, sonsuz rahata kavuşur.

(Behaeddin-i Buhari hazretleri “kuddise sirruh” )

Akıllı insan kimdir?

 Akıllı insan kimdir? Ben bu suali tam yediyüz âlime sordum. Hepsi de ittifak halinde; Akıllı adam, dünyadan soğumuş ve ahiret hazırlığı içindedir. Dünya işleriyle uğraşsa da bunların sevgisini kalbine sokmaz dediler.Velhasıl akıllı Müslüman, yüzünü dünyadan, ahirete çevirmiştir.

(Ebu Ali Cürcani hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur

 Bir gece rüyamda kendimi Resulullahın “aleyhisselam” sohbetinde buldum.

Şeyh Ahmed’in [İmam-ı Rabbani hazretleri “kuddise sirruh”] her ameli doğrudur. Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur, buyurdu.(Bediüddin-i Seharenpuri hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Annesini razı etmeyen Cenâb-ı Hakkı razı edemez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzerinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.

Bizim Ferid şeker hazinesidir

 ***Feridüddin Genc-i Şeker hazretleri “rahmetullahi aleyh” ,uzun yaz günlerinde her gün oruç tutar, çoğu zaman yiyecek bulunmazdı evinde.Açlığı artınca, ağzına küçük taşlar doldurur, o taşlar, hikmeti ilahiyle bir anda çok lezzetli tatlı şeker olurlardı.Hocası bunu görmüş ve;- Bizim Ferid, şeker hazinesidir, buyurmuştu. 

En güzel şifa Kur’ân-ı kerîmdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *(Hizmet)* ediyorsunuz kardeşim. Fakat biz, bu hizmetlerin *(Devâm)* ını istiyoruz. Peki, bu hizmetlerin devâmı nasıl olur? 


Bir *(Şart)* la olur. Birbirinizi kırmıyacaksınız ve üzmiyeceksiniz. Eğer birbirinizin *(Kıymet)* ini bilmezseniz, Allah alır bu *(Ni’met)* ini. 


Elhamdülillah, ben Rabbimizi, hep *(Cemâl)* sıfatıyla anıyorum, hâtırlıyorum. Rabbimizin *(Rahmet)* ini umuyorum. Affedeceğini *(Ümîd)* ediyorum. 


Hiç *(Celâl)* sıfatı aklıma gelmiyor efendim. Hep *(Afv)* edici, hep *(Merhamet)* edici olarak düşünüyorum. Kendisi de zâten; *(Kullarım beni, zannetdiği gibi bulur)* buyuruyor. 


Ben de hep affedeceğini zannediyorum, *(Rahmet)* ini umuyorum, öyle *(Ümîd)* ediyorum. İnşallah öyle olacak kardeşim. 

● ● ●

*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm.)* 

Sabahları okuyoruz bu *(Duâ)* yı. 


Her *(Sabah)* üç kere okuyan, akşama kadar her türlü *(Belâ)* dan *(Emîn)* olur kardeşim. İnanarak okumak lâzım. 


*(Bismillâhillezî)* bu, öyle bir *(Besmele)* dir ki: *(Lâ yedurru)* zarar vermez. 


*(Me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâ)* yerde ve gökde, hiçbir şey ona zarar vermez. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh buyuruyor ki: *(En güzel şifâ, Kur’ân-ı kerîmdir.)* Yâni Allahü teâlâdan sonra en yüksek makâm, Kur’ân-ı kerîmdir. 


*(Namaz)*, çok kıymetli bir ibâdetdir. Niçin kıymetlidir? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okunduğu için. 


Abdülhakim arvasi Efendi hazretleri buyuruyor ki: *(Kur’ân-ı kerîmin her bir harfinde, yüz bin derde, yüz bin şifâ vardır.)* Kim buyuruyor? Abdülhakim Efendi hazretleri buyuruyor.

Şeyh-i San'a'nın hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu?

Ma'den-ül Cevâhir kitâbını yazan, Kayyûm-ı Zamân'ın halîfesi Muhammed Şevk'den anlatır: Kayyûm-ı Zamân Kâbil'e teşrif etmişti. Bu fakîre de, kendilerine imâmlık yapmamı buyurdu. Bir gün öğle namazı için huzûrlarına geldim. Yolda bir genç gözüme aldı. Ona hayran oldum. Kalbim bir defa benim tasarrufumdan çıktı. Kendimden geçtim. Biraz sonra kendime geldim. O genç gitmişti. Kalktım, Kayyûm-ı Zamân'ın huzûruna gittim. Odalarında yatıp uzanmakta olduğunu gördüm. Hizmetçisine, kim geldi? diye sorunca; Fakîr Şevk geldim, dedim. Buyurdu ki, Şeyh-i San'a'nın hikâyesini, hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu? Böyle buyurdu ve şu beyitleri okudu: 

Şeyh-i San'a vaktinin piri idi,

Ne söylersem de, ondan yüksek idi. 


Harem-i Şerîfde elli yıl kalmış,

Dört yüz müridiyle, çok olgun idi. 


Hristiyan kızı, peçeyi açdı,

Şeyhin yüreğine bir ateş saçdı. 


Anladım ki, benim başımdan geçeni anlamıştı. Kalkıp namaz kıldı. Namazdan sonra, kalbim tasarrufdan çıkınca, kalktım, o güzeli görmeye gittim. İkindi vaktinde tekrar namaz için geldim. Öne geçip namaz kıldırmak istedim. Buyurdu ki, siz bugün imâm olmayınız. Başkasını imâm eyledi. Öyle utandım ki, daha fazlası mümkün değil idi. O günden beri tevbe ve istiğfar ile meşgûl oldum. Her gün o sevgi azaldı. Hattâ nihâyet yüksek üstâdımın bereketiyle, o sevgiden tamamen kurtuldum. 

Bir gün ikindi vaktinde üstâdımın ya'nî Muhammed Sıbgatullah'ın (kuddise sirruh) huzûrunda idim. Gözleri bana alınca, tebessüm edip: "Fâtiha sûresini okuyunuz" buyurdu. Emirlerine uyarak Fâtiha sûresini okudum. "Bundan sonra imâm siz olunuz" buyurdu. Ayaklarına kapandım. Büyük bir sürûr hâlimi kapladı. 

Bundan üstâdımın, üç hârikasını müşâhede eyledim: 

Birincisi, mubârek kalb gözü ile benim gizli hâlimi anladı. İkincisi, tasarrufu ile beni o belâdan kurtardı. Üçüncüsü, bu fakîrin hâlini örtüp, kimseye bildirmedi. Buyurdu ki, Arab olmayanların dad ile zîyı birbirine yakın okumaları gibi okuyorsun, buldum. Şimdi okuyunca, güzel okuduğunuzu, aralarını ayırdığınızı gördüm.

Kaynak: [Urvet-ül Vüskâ Muhammed Ma'sûm (kuddise sirruh) sf: 214-215] 

Tercüme: Süleyman Kuku [A. Fârûk Meyân]

Hakîm-i Tirmizî

Âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Ali bin Hasan bin Bişr, künyesi Ebû Abdullah’tır. Hakîm lakabıyla tanındı. Tirmiz’de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 932 (H.320) senesi Nişâbûr’da şehîd edildi.


Hakîm-i Tirmizî küçük yaşta tahsil hayâtına başladı. Babasından teşvik ve destek gördü. Doğduğu şehir olan Tirmiz’de Kuteybe bin Saîd, Sâlih bin Abdullah Tirmizî, Sâlih bin Muhammed es-Sa’dî, Hasan bin Ömer bin Şakîk, Yahyâ bin Mûsâ, Utbe bin Abdullah Mervezî, İbâd bin Yâkûb Ravagânî, Muhammed bin AliŞakîk, Süfyân binVekî’, Yâkûb bin Şeybe, Yâkûb bin Devrekî ve başkalarından hadîs-i şerîf öğrendi.


İlim öğrenme arzusu ile yandığı gençlik günlerinde bir gün, iki arkadaşıyla anlaşıp başka yerlere gitmek, oralarda ilmini arttırmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak istedi. Bu karar ve anlaşmayı annesine açıkladı. Annesi buna çok üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin AliTirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu yalnız bırakıp, ilim tahsîli için yola çıktılar. Buna ziyâdesiyle üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil ve ilimden mahrûm kaldım, arkadaşlarım âlim gelecekler.” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada âniden nûrânî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi ve; “Yavrum niye ağlıyorsun?” diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim.” cevâbını verdi.Bunun üzerine bu tatlı sözlü, nur yüzlü mübârek ihtiyar, Muhammed bin Ali’ye her gün ders verdi. Üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Sonradan kendisi; “Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” buyurmuştur. Her Pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hallerini birbirlerine anlatırlardı.


Hakîm-i Tirmizî yirmi yedi yaşındayken hac ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu yolculuğunu kendisi şöyle anlatır: “Bir zaman gönlümdeKâbe-i muazzamayı ziyâret arzusu uyandı. Aşkla yola çıktım. Irak ve Basra’ya uğradım. Mekke’de hac zamânına kadar kaldım. Kâbe’de Mültezem denilen yerde sabahlara kadar duâ ile meşgûl oldum. Sonra duâlarımın kabûl edildiğini anladım. Kalbime, lüzumsuz şeylerden sıyrılma arzusu doğdu. Rabbime, beni ıslah etmesini, dünyâlık şeylerden uzaklaştırmasını ve bir de Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeyi nasîb etmesini istedim.” Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî, daha Mekke’de iken Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeye başladı ve Tirmiz’e dönüşünde de kısa bir süre içinde ezberini tamamladı.


Hakîm-i Tirmizî ilmî çalışmaları yanında mânevî ilimlerde de üstün bir dereceye kavuştu. Ebû Türâb Nahşebî, İbn-i Celâ gibi velîlerle sohbet edip onlardan istifâde etti. Feyz ve bereketlerine kavuştu. Kendisinden de çok kimseler istifâde ettiler. Ebü’l-Hasan Ali el-Kâdî, Ebü’l-Hüseyin Muhammed Yahyâ bin Mensûr, Ebû Ali Nişâbûrî ve başkaları kendisinden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.


Hakîm-i Tirmizî’nin pekçok kerâmeti görüldü.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri çok sayıda kitap yazdı. Bâzıları yazdığı kitapları beğenmediler. Bunun üzerine o yazdığı kitapları Ceyhun Nehrine attı. Büyük balıklar kitapları alıp muhâfaza ettiler. İki sene kadar sonra kitapları istedi. Balıklar kitapları suyun yüzüne çıkardılar. Kitaplara bakıldığında hiç suya düşmemiş gibi, hattâ bir noktası dahi bozulmamış görüldü. Kitaplarını beğenmeyenler gelip kendisinden özür dilediler ve tövbe ettiler.


Zamânında zâhid olduğunu söyleyen birisi Hakîm-i Tirmizî’nin büyüklüğüne inanmaz ve îtirâz ederdi. Hakîm-i Tirmizî’nin evinden başka bir şeyi yoktu. Dünyâda sâhib olduğu tek şey bu küçük ev olup onun da kapısı yoktu ve girişinde bir perde asılıydı. Bir ara evinden ayrılıp bir yere gitmişti. Dönüşünde kaldığı yere bir köpeğin girip yavruladığını gördü. Belki yavrularını alıp buradan çıkar diye birçok kere kulübesine gitti geldi. O gece, onun büyüklüğünü inkâr eden kişi rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Ey kişi! Evine giren bir köpeği çıkarmak için, kendiliğinden çıkar diye köpekten ricâda bulunarak, seksen defâ gelip giden bir zâtla kendini eşit mi tutuyorsun? Eğer ebedî saâdete kavuşmak istiyorsan, git onun hizmetine kavuş.” buyurdu. Bunun üzerine, bu kişi Hakîm-i Tirmizî’nin huzûruna geldi özür dileyerek affına sığındı ve ölünceye kadar hizmetinden ayrılmadı.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri Hızır aleyhisselâmla görüşürdü. Lâkin uzun bir zaman Hızır aleyhisselâmı görememişti. Bir gün, temiz yeni elbiseler giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızan bir kadının evinin önünden geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî’yi evinin önünden geçerken görünce, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı necâset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî hazretleri hiçbir şey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır aleyhisselâm geldi ve; “Sen bu hakâret ve kötülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün.” buyurdu.


Sünnet-i seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed’in büyüklerinden bir zât olan Hakîm-i Tirmizî, herkesin dili ile öğülmüş, medhedilmiştir. İnce mânâları açıklama ve îzâh husûsunda bir üstâd, hadîs ilminde ise sika (sağlam, güvenilir) bir âlimdi. Sözleri kâmil, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyâde, şefkati çok ve ahlâkı pek güzeldi. Peygamber efendimizin mübârek ahlâkı onda görülürdü. Meşhûr Keşf-ül-Mahcûb kitabının sâhibi Hucvurî; “Hakîm-i Tirmizî çok büyük, mübârek bir zâttır. Benim yanımda öyle bir kıymeti vardır ki, kalbim tamâmen ona bağlanmıştır. Benim üstâdım onun için “Muhammed bin Ali, tek olan iri bir incidir. Cihanda eşi az bulunur.” buyurdu.” demiştir. Çok kıymetli ve mânâlı sözlerinden dolayı, Hakîm-i evliyâ (velîlerin hikmetli söz söyleyenlerinden) ismi verilmiştir.


Hikmetli sözleri çoktur. Birgün kendisine; “Îsâr nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Başkalarının lezzetini ve rahatlığını, kendi lezzet ve rahatlığına tercih etmektir.” buyurdu.


“Şükür nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır.” buyurdu.


Huşû sâhibi olanların kimler olduğu sorulduğu zaman: “Huşû sâhibi olanlar; arzu ateşi sönen, kalbindeki arzu ve maksaddan tad alma dumanı sükûnet bulan, kalbi İslâmiyete hürmet ve tâzim nurları saçan, böylece nefsin arzuları ve şehvetleri ölen, fakat kalbi ve rûhu dirilen; bunun için de âzâları ve bedeni, huşû’ ve sükûnet içinde bulunanlardır.” cevâbını verdi.


Kendisine, “Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; “Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbeyi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır.” buyurdular.


Allahü teâlânın sevgili kullarından soruldukta; “Evliyâyı küçük görmek, Allahü teâlâyı tanımanın azlığından ileri gelir. Her makâmın kendisine has bir ehli vardır. Kim bir makâma çıkmak arzu ettiği halde, o makâmın ehline yâni o makamdakilere hürmet etmezse, o makamdan hâsıl olacak bereketten mahrum olur. Ayrıca ulaştığı makam, yavaş yavaş o kimseyi helâke sürükler.” Çünkü yolda yürürken düşen bir kimsenin düşmesi ile, bir binânın beşinci katından düşmek arasında çok fark vardır. Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini şu sözleriyle beyân etti ve: “Kalbin ve vaktin, sana bir sermayedir. Fakat sen kalbini kötü zanlarla (Allahü teâlânın sevgisinden başka şeylerle) doldurdun. Vaktini de mâlâyânî, boş ve faydasız şeylerle geçirdin. İflâs etmiş, sermâyesini kaybetmiş olan bir kimse, nasıl kâr edebilir?” buyurdu.


“Kalblerin kemâli, Allahü teâlâdan korkmaktaki kemâl ile, nefslerin itminâna kavuşması (azgınlık ve taşkınlıktan kurtulması) da, takvânın (haramlardan uzaklaşmanın) kemâli iledir.”


“Dünyâ; hükümdarlar için gelin, zâhidler için aynadır. Hükümdarlar onunla güzelleşir, zâhidler ise âfetlerine bakarak ondan uzaklaşıp terk ederler.”


“Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır.”


“Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak?”


“İslâmiyetin, müslümanlığın aslı şu iki şeydir: Allahü teâlânın yapmış olduğu iyilik ve ihsânı görmek (ona göre şükretmek), diğeri ise hicrân, yâni âhirette çok fecî ve acıklı bir hâle düşmek korkusu.”


“Allahü teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yâni O’nun dînine hizmete koşmalıdırlar.”


“Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir.”


Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; “Şeytanın insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır.” buyurdu.


“Allahü teâlânın zikri ve O’na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki, O’ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır.”


“Her kim, haram bir kuruşu alacaklısına iâde ederse, nübüvvetten bir nûra kavuşur.” buyurdu.


Hakîm-i Tirmizî; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimlerinde kıymetli pekçok eser telif etmiştir. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: “Yazdığım kitapları, bana isnâd edilsin, bunun kitapları denilsin diye telif etmedim. Fakat haller beni kaplayıp, kendimden geçtiğim zamanlar, telif ile teselli bulurdum.” Böylece yazdığı eserleri, Allahü teâlânın yardımı ile telif ettiğini beyân buyurdu.


Pekçok risâleleri mevcut olmakla berâber, yazdığı meşhûr kitapları; Kitâb-ül-Furûk, Hatm-ül-Vilâye ve İ’lel-üş-Şer’iyye, Nevâdir-ül-Üsûl fî Ehâdîs-ür-Resûl, Gars-ül-Muvahhidîn, Erriyâdatü ve Edeb-ün-Nefs, Gavr-ül-Umûr, El-Menâhî, Şerh-üs-Salât, El-Mesâil-ül-Meknûne, El-Ekyâs ve’l-Mu’terrîn, Beyân-ül-Fark Beyn-es-Sadr, El-Akl ve’l-Hevâ’dır. Bunların dördü hâriç, diğerleri basılmıştır.


O HÂLDE ATMADIN


Ebû Bekr Verrâk anlatır: Hakîm-i Tirmizî bana cüzler ve bir risâle vererek: “Al bunları Ceyhun Nehrine at.” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve: “Ne gördün?” dedi. “Hiçbir şey görmedim.” dedim. “O halde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at.” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risâleyi aldım, suya attım. Derhal su ikiye ayrıldı. Kapağı açık bir sandık meydana çıktı. Attığım cüzler ve risâle içine düştü ve sandığın kapağı kapandı, su da eski hâlini aldı. Hakîm-i Tirmizî’nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım.” “Tamam şimdi atmışsın.” buyurdu. “Efendim bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız.” dedim. Cevâbında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dair bir risâle telif etmiştim. Onun ince mânâlarını keşf ve idrakten akıl âcizdi. Bunu, kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi.” buyurdu.


1) Tekziret-ül-Evliyâ; s.248

2) Nefehât-ül-Üns; s.169

3) Risâle-i Kuşeyrî; s.127

4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.101

5) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.233

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.2, s.245

7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.217

8) Büdüvvûşân

9) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.146

10) Tabakât-ı Ensârî; s.253

11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.100

12) Brockelman; Gal.1, s.163, 199

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.124