ANNE HAKKI

 Dünyâda bir insan için, anne hakkından dahâ ehemmiyyetli bir hak yokdur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecânla onu dünyâya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaşdaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfe’at ile olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu meydândadır. Çok zemân çocuk, annesinin hakkını ödeyecek zemânı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkiyâdan farksız bir insan demekdir. Bu çocuğun büyüdükden sonra, annesini dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilmemek yüzünden, annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler ba’zen zor durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bed düâ ederse, bu düâ kabûl olunabilir. O zemân çocuk, dünyâda iken bile, cezâsını çeker. Âhıretdeki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmağa dikkat eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen afv dilemeli, bir dahâ onu gücendirmemeli. İkinci veyâ üçüncü def’â annesinin kalbini kırmış ise, tekrâr afv dilemeli, artık bir dahâ gönlünü kırmamağa dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok acıdır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 710)

İNSANLARA, BİLHÂSSA MÜSLİMÂNLARA İYİLİK ETMEK - KALB KIRMAMAK

 Bir insanın başka bir insana, bilhâssa müslimâna iyilik etmesi Allahü teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşidli olur. Para ile olur, vücûd yardımı ile, fikr yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır. [(Cevâb Veremedi) kitâbında, 147. ci mektûba ve (Mektûbât Tercemesi)nde 98. ci mektûba bakınız!] Allahü teâlâ, (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gadabını üzerine çekmek demekdir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecelli etdiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlükelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekden, son derece kaçınmalıdır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 710)

HASED (Kıskançlık)

 — HASED (Kıskançlık): Başkasının, kendinden üstün olan herşeyini kıskanan, ya’nî ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir. Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca râhatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demekdir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâda da, âhıretde de hüsran içindedir. (Ya’nî zarardadır). Bunun için, kendisinde kıskançlık ve hased duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır.

Bu pek mümkindir. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar islâh edebilir. Kıskançlıkdan kurtulanlar râhat ve huzûra kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakîrlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakîrliği işidir. Nice fakîrler vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zemân, Allahü teâlâya şükr eder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile. 

Nice zenginler de vardır ki, milyonlarına dahâ birkaç milyon ekliyemediği için üzüntü içindedir. Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazm edemez. Ya’nî onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Dahâ kötüsü, onun başına gelen fenâlıklara sevinir. İşte bu hâl,kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Dahâ da mahrûm olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himâyesinde demekdir. 

Büyük Peygamberimizin “sallallahü aleyhi vesellem” çok güzel bir hadîs-i şerîfi var: (Bir müslimân, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir müslimân için istemezse ve bir müslimân, kendisine gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslimân için isterse, onun îmânı tam değildir) buyurmuşdur. Ya’nî, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslimânları düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kerre; bütün dünyâ, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu emrlerini yapmış olsa, dünyâda kavga, gürültü kalır mı?


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 709-710)

KANÂ’AT, RIZÂ

 KANÂ’AT, RIZÂ: Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek, kanâ’at sâhibi olmak demekdir. Kendinden dahâ iyi mevkı’de, kendinden dahâ zengin, kendinden dahâ kuvvetli, kendinden dahâ güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ kalbi râhatdır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. 

Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır. Kanâ’at, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanâ’atkâr olmayan bir zengin, kanâ’atkâr olan bir fakîrden dahâ fenâ durumdadır. Çünki, o zenginin kalbi râhat değildir. Kanâ’atkâr olan fakîr ise, kalbi râhat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamakdadır.

Rızâ demek, Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak demekdir. Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fekat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs sabr ve tehammül var demekdir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tehammülü ve bu rızâyı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyetdir.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 709)

ORUCUN FAZÎLETLERİ

ORUCUN FAZÎLETLERİ: Allahü teâlâ senede bir ay (Ramezân-ı şerîf ayında) gündüzleri oruc tutmayı emr etmişdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz vermemişdir. Oruc, insanlara hem maddî, hem de ma’nevî fâideler sağlar. Bütün bir sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi’desi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu maddî fâidesidir. Ma’nevî fâidesi de şudur: Oruc tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çekdiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.

Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruc tutan bir müslimân, Allahü teâlânın emrlerini yapmak i’tiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emrlerini yapmağa da isti’dâd peydâ eder.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 708-709)

NEMÂZIN FAZÎLETLERİ

 NEMÂZIN FAZÎLETLERİ: Nemâzın maddî ve ma’nevî pek çok fâidesi vardır. Maddî fâideleri şunlardır: Hergün beş def’a abdest alan müslimân, temiz bir insan demekdir. Hergün, kırk def’a (kırk rek’at) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket etdiren bir idmâncı demekdir. 

Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca nemâz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.

Nemâzın ma’nevî fâidesine gelince: Hergün beş def’a nemâz kılmak, ya’nî beş def’a Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâya inanan, Ondan korkan insan, Onun emrlerinin dışına çıkmış ise, nemâz sâatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrâr etmekden kaçınır, kendini islâh etmek yolunu arar ve bulur. Kendini islâh etmek belki ilk zemânlarda kolay olmaz. Fekat, nemâza devâm etdikce, Allahü teâlânın emrlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslimân olmak yoluna girer. Nemâz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. 

Nemâz, her müslimânı kusûrsuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydâna getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur. Nemâz müslimânlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, nemâzsız müslimânlık da günün birinde yıkılmağa mahkûmdur.

Nemâz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamağa sebebdir, demişdik. Nemâzı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmağa sebeb olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları afv etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen (onların kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.

(Nemâz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi nemâzlarında abdest almak ve nemâz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünki, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zemânında en az bir sâat, yemek zemânı ayrılmışdır. Bu zemânda abdest almak ve nemâz kılmak için, onbeş dakîka kâfîdir. İkindi zemânında ise, öğle abdesti ile, beş veyâ on dakîka içinde nemâzını kılmak mümkindir.

Nemâz, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslimân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm işidir. Nemâzını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmakdadır.

Gösteriş için nemâz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle nemâz kabûl edilmez. Zemânımızda gösteriş için nemâz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, nemâz kıldığını saklayanlar çokdur. Çünki, zemânımızda, nemâz kılanları, gerici, yobaz, mürteci’, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüşdür. Bunların şerrinden korunmak için, nemâz kılmağı, bu gibilerden saklamak câizdir. Nemâz kılmanın zevkine eren bir müslimân, artık onu bırakamaz.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 708)

KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK

 KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK: Îmânın şartlarından biri de kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmakdır. Kaderin ma’nâsını türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.

Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın emr etdiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veyâ Cehenneme götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir müslimânın içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslimânın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veyâ kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.

Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil’akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür. Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zemân mümkin olmaz.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:707-708)

ÂHIRETE İNANMAK

 — ÂHIRETE İNANMAK: Îmânın şartlarından birisidir. Öldükden sonra, tekrâr dirileceğimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayâtı yalnız dünyâda râhat etmek ve iyi yaşamakdan ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyâda eğlenmek, gezmek, râhat etmek, zengin olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine ve hesâba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kaydsızlığın ma’nâsı, bu olsa gerekdir. Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr dirilmenin mümkin olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şübhesiz îmânsız, dinsiz, zevallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkin değildir diyenlere verilecek mantıkî cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insânı hiç yokdan (bir damla sudan) yaratmağa muktedir de, ikinci def’a yaratmağa muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyâdaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrâr diriltmekden nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, behâr gelince tekrâr canlanmıyor mu? 

Büyük mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Toprağa ekilen hangi tohm toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamışdır?) diyerek, toprağa gömülen insânların tekrâr canlanacaklarına işâret etmişdir. Bu mevzû’da hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” atfedilen aşağıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmışdır. Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrâr dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ’ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. 

Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor:

(Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emrlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emrlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Dahâ mezâra girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacakdır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada i’tibârım ve râhatım yerinde demekdir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey gaybetmem, dünyâdaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret var olduğuna göre, mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum). Bu muhâkeme tarzındaki mantıkın kuvveti karşısında, söylenecek tek söz yokdur. Şunu da işâret edelim ki, âhırete şübhe ile inanmak iyi bir inanış değildir. Tam ve şübhesiz inanmak lâzımdır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:707)

PEYGAMBERLER

 PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emrlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile bildirmişdir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm” insandır. Fekat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusûrsuz yaratdığı büyük insanlardır. Peygamberler ma’nen Allahü teâlâya yakın insanlar olduğu için, onların fikrlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve dahâ geniş bilgiler ve ilhâmlar verilmişdir.

 Müslimân âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyânın yaratılışından bizim Peygamberimize “aleyhisselâm” kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber “aleyhimüsselâm” gelip geçmişdir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm” en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm” sonra artık dünyâya Peygamber gelmiyecekdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize“aleyhisselâm”, (Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyâyı ve semâları] yaratmazdım!) buyurmuşdur. 

Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyâya gelmişdir. Bir üniversitede okumamışdır. Tahsîlleri yokdur. Ümmîdir. Fekat, dünyâdaki bütün insanların en akllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünki, Allahü teâlâ, Onu asrlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyânın son ışığı olarak yaratmışdır. Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devâm etdirecekdir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak, îmânın şartlarındandır. Peygamberimize “aleyhisselâm” inanmıyan müslimân sayılmaz. Müslimân olmıyan da, ateşde ebedî yanacakdır. Bunu Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 706-707)

ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI (KANÛNU)

 ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI (KANÛNU): Allahü teâlânın kitâbına (Kur’ân-ı kerîme) inanmak, îmânın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şübhe etmek, câiz değildir. Şübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, şübhesini gidermelidir.

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emrlerini ve yasaklarını dünyâda işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitâbını (kanûnunu) da göndermişdir. Müslimânların kitâbı Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitâblardaki emrleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitâbdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîm bugünkü dünyâda mevcûd, hıristiyan, yehûdî, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitâbdır.

Kur’ân-ı kerîme inanmayan müslimân sayılmaz. Müslimân olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacakdır. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmişdir.

Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy yoluyla ya’nî, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile bildirilmişdir. Cebrâîl “aleyhisselâm” insan şekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmişdir. Peygamberimize “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm) gelmişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur’ân-ı kerîm meydâna gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.

Kur’ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şartdır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını giderir. Îmânsız insanın âhıreti husrândır. Allahü teâlânın emrleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre ma’nâ vermesi veyâ işine geldiği şeklde anlaması câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. 

Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmin, bizim anlamadığımız taraflarını hadîs-i şerîfleri ile açıklamışdır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir.

Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok geniş ma’nâları vardır. Onun için Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime terceme etmekle tam ma’nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma’nâsını öğrenmek mümkindir.

Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şübhesiz îmânsızdır, kâfirdir.

Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” âyet âyet gelmeğe başladığı zemân, o zemânın en meşhûr arab şâirleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekden âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur’ân-ı kerîme bir mu’cize denmekdedir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük ni’metidir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, dünyâ ve âhıretde insanları se’âdete götürecek yolları açıklamışdır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:705-706)

ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI SEVMEK

 ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI SEVMEK:

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zemânda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.

Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nasîb etdiği kulunu seviyor demekdir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebeb vardır:

Allahü teâlâdan korkmak için sebebler:

Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakîr olmak, akldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veyâ doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmekdedir.

Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretdeki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günâhkâr bir müslimân ise, Allahü teâlânın irâde etdiği kadar, azâb görecekdir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan i’tibâren başlıyacakdır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebebler değil midir?

Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ, müslimân olarak dünyâya gelmek. Ya’nî, bir müslimân ananın ve bir müslimân babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ, hıristiyan ana-babadan dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslimânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veyâ imkânsız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zemânımızda müslimân olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslimânlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslimânlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâli’dir. İsmi Ahmed veyâ Hadîce olup da, müslimânlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslimânlığı hor gören, nice sözde müslimânlar var. Akl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir devletin ferdi olarak yaşamak, sıhhatde olmak, fakîr olmamak vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır. Bu saydığımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslimânın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:705)