Bu zaman kaçmak zamanıdır

 "Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır."

Ebüssü’ûd Cârihî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 930 (m. 1523) senesinde Mısır’da vefât etti. Şehâbeddîn Merhûmî’den ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Hârika ve kerâmetler sahibi idi. Çok talebe yetiştirdi. 

Bu mübarek zat buyurdu ki:

“Otuzüç yaşında idim. Senelerce çalışıp öğrendiğim bilgileri ve güzel ahlâkı, insanlara öğretmek için çırpınıyordum. Tek kişi olsun, benden Allahü teâlâya kavuşturan yolu talep etmiyordu. Gelenler, ancak şu sözleri söylemek için geliyorlardı: 'Efendim bana zulmetti', 'Hanımım beni üzüyor', 'Hizmetçim kaçtı', 'Komşum bana eziyet ediyor', 'Ortağım bana ihanet etti...' Ben de bu sözler karşısında onlarla uğraşmak istemedim. Yalnızlığı seçtim. Bunun, benim için daha hayırlı olduğunu anladım. Ne kimse beni anladı. Ne de ben kimseyi tanıyabildim...”

Çok zaman Ebüssü’ûd Cârihî’yi hâl kaplar, kendinden geçerdi. Bir gün vâli ona, bir sepet içinde muz ve nar getirdi. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine vâli; “Bunu Allahü teâlânın rızâsı için getirdim” dedi. Cârihî de; “Niyyetin öyle ise, onu fakirlere vermen daha iyidir” buyurdu. Vâli, o muz ve nar sepetini alıp geri döndü. Evine gitti. Cârihî, vâli gittikten sonra, biri âmâ, iki fakiri ona gönderip; “Muz ve nardan Allahü teâlânın rızâsı için bize veriniz” demelerini söyledi. O iki fakir de vâliye gidip, muz ve nar istediler. Fakat vâli onları kovdu. Hiçbir şey vermedi. Fakirler geri geldiler ve durumu Cârihî’ye söylediler. Bunun üzerine Cârihî, birini vâliye gönderip, şöyle söylemesini tenbîh etti: 'Sen, muzun ve narın Allah için olduğunu söylerken yalan söyledin ve sen, Allah için bize bir şey ver diyenleri de kovdun. Bundan sonra sakın bizim dergâhımıza gelme.' Sonradan o vâlinin bedeninde bir hastalık meydana geldi ve çok geçmeden de öldü...

Ebüssü’ûd Cârihî, vefâtından önce bir talebesine şu tavsiyeyi yaptı: “Müridin olmasın. Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır.”

Münâvî onun hakkında şöyle dedi:

“Cârihî’nin gece karanlığında yazdığı yazılar ile gündüz yazdıkları arasında hiç fark yoktu.”

Cârihî hazretleri buyurdu ki: “Rabbinin ismini hürmetle ve ondan korkarak an.”

Kızma!

 Bu Hadîs-i Şerîf'in ravîsi, Ebû Hüreyre "radıyallahü anh" hazretleridir. 

Sahabe-i kirâmdan birisi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a arz etmiş: "Yâ Rasûlallah! Bana bir nasihat et!" Allahü Teâlâ'nın Rasûlü "sallallahü aleyhi ve sellem" hazretleri de [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] diye emr etmişler. 

Gadablanmak, ya'nî kızmak, bir ateştir. Kalb, donmuş kandan ibaretdir. Suyun altındaki ateşin şiddetlenmesiyle, üstünde kaynayan suyun galeyâna gelip taşması gibi, kalb de kızınca, taşar. Bütün vücûddaki damarlar, kalbe bağlıdır ve kalbdedir. Kalbdeki ateş, vücûdun bütün uzvlarına, sinirlerine, damarlarına yayılır. Kalb temâmen boş olursa, derhal ölür. Kalbin sektesi, budur. Kalbin hayatı, kan iledir. Kalb kızdığında, kalbden gönderilen kan, gözün içindeki damarlara kadar te'sîr eder ve göz kızarır. Ellerin hareketleri gayr-i ihtiyârî darbelenir ve bu darbelerde şiddetli olur. Dil, gayr-i ihtiyârî söyler. Ayakların kuvveti artar; uçar gibi yürür. Ba'zan olur ki, utanır veya korkar. Etrafındaki kanlar, içeriye gider. Kalbden taşınca da, ölüm vâkı' olur. Her çeşit günâh, kalbin kızmasındandır. Hadîs-i Şerîf'de üç def'a tekrar buyurulmasının sebebi, budur. Dinde, bu lâzımdır. Her fesâd şey'in, her şerrin menşe'i, gadabdır, kibrdir, haseddir ve ucbdur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"] 

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Tütün mes'elesi

 Tütün hakkında hiçbir nehy, yasaklama mevcûd olmadığı halde, nasıl haram veya mekrûh olabilir?! Kahvenin ve tütünün kullanılmasında vâcib olmak, haram olmak, mekrûh olmak, müstehab olmak ve mübah olmak üzere beş vech vardır: Bir kimse, mazarratı ya'nî zararı mûcib olduğunu bilse, hiss etse, tecrübe etse, içmesi haram olur. Bir illeti ve hastalığı varsa ve bu hastalığın ancak tütün ve kahve ile şifa bulacağını bilse ve başka şifası yoksa ve onu almaya muktedir ise, içmesi farz olur. Bilse ki hastalığı başka bir şeyle de şifa bulacak, tütünle de şifa bulacak ve onu almaya da kudreti var; o zemân içmesi, sünnet olur. Eğer malı kendisinin, evladının ve ailesinin nafakasına kifayet etmezse, kullanması mekrûh olur. Bu takdîrde et yemesi de, şerbet içmesi de mekrûhdur. Eğer bu sebeblerden hiçbirisi mevcûd değilse,mübahdır. Bir kadın, babasının evinde tütün içmeyi alışkanlık haline getirmiş, tütüne me'lûf olmuş ise, kocasının evinde o kadının nafakasına ekmek ve su gibi dahil olur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Bid'at Sahipleri ile Kardeş Olmak

*Allahın kulları, kardeşler olunuz!* hadîs-i şerîfine bid'at sahipleri, yanlış manâ veriyorlar. 


(Çünkü ayeti kerimeye, hadisi şerife kafalarına göre mana verilmemesi gerektiğini bilmiyorlar. Bu yaptıklarının bid'at olduğunun farkında bile değiller. Üstelik yaptıklarını doğru zannediyorlar. O yüzden bid'at sahibine tövbe nasip olmuyor. )


Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı, *(Umdet-ül-Kâri)* ve *başka kitâblarda* da bildirildiği gibi, *(Kardeşler olmanızı sağlayacak şeyleri yapınız!)* demektir. 


Buna göre, bid’at sâhiblerinin, hak yolda bulunan müslimânlarla kardeş olabilmeleri için, *bid’atlerini terk etmeleri ve sünnet-i seniyyeyi kabûl etmeleri lâzımdır.* 


*Bid’atlerinde devâm edip* de, *Ehl-i sünnet olan müslimânları kendileri ile kardeş olmağa çağırmaları, açık bir dalâlet, sapıklık ve çirkin bir hîledir.* 

(Zehirli süt ile, sağlıklı sütü karıştırmayı istemektir. Herkesi zehirlemek istemektir.)


Faideli Bilgiler 429-430

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiç kimse, hiç kimseye bir şey yapmaz, ancak *(Kendi)* ne yapar. Kötülük edenler, birini üzenler, incitenler, *(Helâl)* lık dilemezlerse, âhiretde *(Cezâ)* sını görürler.


Yâni yine *(Kendi)* lerine etmiş olurlar. Allahü teâlânın iyilik murâd etdikleri, hep *(İyilik)* yaparlar. Çünkü yaratılışdan öyledirler. *(Hilkat)* leri, iyilik yapmak üzerinedir.


*(Kötülük)* yapamazlar. Bütün düşünceleri, *(İyilik)* etmek üzerinedir. Bâzıları da hep *(Kötülük)* yapmayı düşünürler, bunlar da *(İiyilik)* yapamazlar. 


*(Arkadaş)* ımız iyi olursa, bu *(Nefs)* in şerrinden kısmen kurtuluruz. En azından yapdığımız işin *(Kötü)* olduğunu biliriz. 


Bunu bilmek de bir *(Fazîlet)* dir. Tersi de olur Allah korusun. İşlediğimiz *(Günâhı)* beğenmek de olabilir. 


İnsan, işlediği günâhı beğenirse *(Küfr’e)* girer, çok tehlikeli. Yapdığının *(Günâh)* olduğunu bilmesi, gene fazîletdir. 


Çünkü *(Tövbe)* yolu açık. Ama, *(Bunda ne var ki canım?)* derse, felâket olur. Niçin? Çünkü *(Îmân)* gider, Allah korusun. 


Âhiretde *(Zaman)* mefhûmunu kaldırıyor Cenâb-ı Hak. Orada zaman yok. Zaman, *(Dünyâ)* da idi. Orada yok. 


Gene orada *(Gün)* ler var, ama güneşin doğup batmasıyla alâkası yok. Oraya *(Mahsus)* bir tarzda günler var. 


Orada zaman yok. Onun için meselâ Efendimiz aleyhisselâm *(Mîrâc)* da, hazret-i *(Osmân)* ın koşarak Cennete girdiğini gördü. 


Hâlbuki hazret-i Osmân henüz *(Dünyâ)* da. Zamanlı olduğu için dünyâda yaşıyor. Ama orda, yâni âhirette *(Zaman)* yok. 


Onun için, Efendimiz aleyhisselâm, *(Mîraç)* gecesinde dünyâdan çıktı, *(Âhiret)* e karıştı ve Allahü teâlâyı âhirette *(Görmüş)* oldu. 


Hazret-i Osmânı da *(Cennet)* e girerken gördü. Onu da âhirette görmüş oldu. Çünkü bu dünyâ *(Hayâl)*, yâni bir *(Görüntü)*. 


Bu görüntünün aslı, âhiretde. Hazret-i Osmân’ın gerçek hayâtı, *(Âhiret)* de. Burda zaman çok uzadığı için *(Ölüm)* ü bekliyor. 


Niye bekliyor? Öldükden sonra *(Âhiret)* e gitsin de, o gerçek hayâtda *(Cennet)* e girsin, diye.

Allahü teâlâ, müslümânlara hizmet edeni çok sever

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, müslümânlara *(Hizmet)* edenleri çok *(Sever)* kardeşim. Şimdi biz de, Türkiye’deki ve bütün dünyâdaki müslümânlara *(Hizmet)* ediyoruz. 


*(Dünyâ)* larına hizmet etmek kıymetli, *(Âhiret)* lerine hizmet etmek daha *(Kıymet)* li. 


Onların Cennete gitmelerine ve *(Küfr)* den, *(Cehennem)* den kurtulmalarına hizmet ediyoruz elhamdülillah. Bütün âbiler, bu sevâba *(Ortak)* dır kardeşim. 


Yeter ki, *(Allah)* için yapsın. Fakat elhamdülillah bizim âbilerin hepsi *(Allah için)* çalışıyor. Hepsi bu *(Sevâba)* kavuşacak inşallah. 


*(Kıyâmet)* de, karşımıza çıkacak bu *(Hizmet)* ler. Efendi hazretlerini seven, Ona *(Bağlı)* olan kimsede, muhakkak bir *(Kıvılcım)* vardır. 


*(Efendi)* hazretlerinin *(Nûr’u)*, onun kalbine bir kıvılcım verir. 


abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, *(Sofra)* da bâzen, tabağındakilerin yarısını yerdi, bir parça kalırdı. Onu da bana uzatırdı ve *(Al, bunu sen tamâmla)* derdi. 


Elhamdülillah, onunla *(İftihâr)* ediyorum kardeşim. Ne büyük ni’met. Bir *(Mürşid-i kâmil)* in yediği yemeğin bakiyesi bana *(Nasîb)* olurdu. 


Onların yemeklerinde *(Feyz)* vardır muhakkak. Bir gün de gitdim yine *(Efendi)* ye, ikindi namâzına. Efendi hazretleri yalnızdı odada. 


Bana; *(İkindiyi kıldın mı?)* dedi. Hayır efendim, daha kılmadım, dedim. *(Hadi gel, gidelim de berâber mescitde kılalım)* dedi. 


Çıkdım, abdest aldım geldim. *(Efendi)* nin peşinde mescide girdim. Sünnetleri kıldık. İkimiz *(Farzı)* kılacağız. Bana döndü; *(Hadi, sen imâm ol)* buyurdu. 


Şaşırdım efendim. Ben *(İmâm)* olacağım Efendiye. Hiç olmaz denir mi? *(Başüstüne efendim)* dedim. Berâber namaz kıldık.


Ben *(İmâm)* oldum, Efendi *(Müezzin)*. Ancak, o namâzı nasıl kıldım bilmiyorum. Titreye titreye, korka korka. 


Efendi’nin imâmı olmak bir *(İltifât)*. Bunlar, hep Efendi hazretlerinin *(Kalp)* lerindeki muhabbetin *(Eseri)* dir kardeşim. 


*(Muhabbet)* olmazsa, bunlar olur mu? Efendi hazretleri, sonra bana; *(Namazdan sonra nereye gideceksin?)* dedi. Efendim, Ankara’ya, dedim.

DİYÂNET

"Diyanet Teşkilatı, devletin bir müessesesi olarak, dinin yanlış anlatılmasına, bozulmasına ve saptırılmasına karşı tarafsız kalamaz. Aksi hâlde “sahte mürşitler”, art niyetli veya cahil kişi ve zümreler ve bunların etrafında oluşan “akımlar”, hem milleti hem de dinî hayatı parçalar. 

Unutmamak gerekir ki, İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Hanbel, İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbanî gibi güneşler unutturulunca, ateş böcekleri, kendilerini “aydınlık kaynağı” zannettiler. Gerçekler ortadan çekilince, sahteleri piyasayı doldurdu. 

Diyanet kadrosu, gerçek din büyüklerinin “çizgisinde ve tavizsiz” yürümek zorundadır."


(Seyyîd Ahmed Arvasî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin)*. 


Ne demek bu? Yâni müslümânların, *(Erkek)* olsun, *(Kadın)* olsun, ilim öğrenmesi *(Farz)* dır, diyor Peygamber Efendimiz. 


Ben, *(Yedi)* yaşımdan beri okuyorum efendim, hâlâ okuyorum, *(Kitap)* okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. 


Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdular ki: *(Yabancı dil bilseydim, çok fâideli olurdum)*. Şimdi, bütün yabancı dillerde kitaplarımız dünyâya yayılıyor. 


Sabâh erkenden *(Dergâh)*a giderdim efendim. Kapı kapalı olurdu. Kapının dışında, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin *(Dîvân)* ından, yüksek sesle okumaya başlardım. 


Efendi hazretleri sesimi işitirmiş ve yardımcısı olan Şâkir Efendi’ye; *(Bizim bülbül geldi, kapıyı aç!)* buyururmuş. 

● ● ●

Ben Ankara’da *(Vazîfe)* li idim. Abdülhakim Efendi hazretleri *(İstanbul)* da idi. 


Cumartesi Pazar tâtilinden istifâde ederek, Ankara’dan her fırsatda gelir, *(Efendi)* nin o güzel *(Sohbet)* leriyle şereflenirdim. 


Bâzan *(Tren)* le gelirdim. Hattâ bir keresinde tren çok kalabalıkdı. Öyle ki, kompartımanlar tamâmen *(Dolu)* olduğu gibi, koridorlarda bile *(Yer)* yokdu. 


Ama Efendi hazretlerini *(Görmek)* için her *(Sıkıntı)* ya katlanırdım. Meselâ, hani trenlerde, iki *(Vagon)* u birleşdiren, üst üste gelen yassı *(Demir)* ler vardır ya, işte o demirlerin üzerinde geldim. 


Ama Efendi hazretlerine *(Kavuşma)* hayâliyle hiç bir râhatsızlık duymadım. Efendi hazretlerinin *(Huzûru)* na girdiğimde, bakdım ki, çoraplarını çıkarmış.


Mübârek ayakları açık vaziyetdeydi ve yerde uzanmış yatıyordu. Bana; *(Sen sandalyede otur)* dedi. Kendisi yerde *(Kaylûle)* yapıyordu.

Boşanma sebepleri

Hıristiyan memleketlerinde, kadınlar, kızlar, başları, kolları, bacakları açık geziyorlar. Erkekleri fuhşa, zinâya sürüklüyorlar. 


Evde, hanımı yemek pişirirken, çamaşır yıkarken ve evi temizlerken, erkeği sokakta veya iş yerinde hoşuna giden bir kadınla zevk, safâ, hattâ zinâ yapıyor. Akşam evine düşünceli ve yıpranmış olarak geliyor. Kötü hayâllere dalarak, vaktiyle beğenmiş, sevmiş, seçerek almış olduğu hanımının yüzüne bile bakmaz oluyor. 


Evdeki yorgunluğunu gidermek için, alâka ve neşe bekleyen hanımı, haklarına kavuşamayınca, asabî olup, buhranlar geçiriyor. Âile yuvası bozuluyor. 


Sokaktaki kadına bakan erkek,bir zaman sonra onu kirli çamaşır gibi bırakıyor. Bir başkası ile anlaşıyor. Böylece, her sene, binlerce kadın ve erkek ve çocukları perişan oluyor. Ahlâksız ve anarşist oluyorlar. Cemiyet, millet çürümeye, çökmeye sürükleniyor. 


🔹 Bazı kokulu, süslü dolaşan kadınların, gençlere, millete ve devlete zararları, alkollü içkilerden ve uyuşturucu zehirlerden daha çok ve daha korkunç oluyor…


✅ Allahü teâlâ, kullarının dünyada felâkete, âhırette de şiddetli azaplara yakalanmamaları için, kadınların, kızların örtünmelerini emretti. 


Ne yazık ki, nefislerinin, şehvetlerinin esîri olan bazı kimseler, Allahü teâlânın emirlerine gericilik, kâfirlerin şaşkın, çılgın işlerine ilericilik diyor. 


Bu ilericilerden bazısı, meslektaşları vâsıtası ile bir diploma ele geçirmiş. Köşe başlarını paylaşmışlar. Baykuş gibi ötüyorlar. Her fırsatta İslâmiyete saldırıyorlar. Bu kahramanlıkları (!) ile tarihî düşmanımız olan Hıristiyanlardan, Yahudilerden ve komünistlerden alkış ve maddî yardımlar toplayarak güçleniyor, binbir hileyle, gençleri aldatıyorlar. 


Allahü teâlâ, kendilerine akıl versin! 

Hakkı bâtıldan ayırmalarını nasip eylesin! 

Âmin.


🌺 Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh

İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum


İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim!" dediler. Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:

"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni yaptım. İşte, mazardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin."


"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmam Gazali Hazretlerinin kabri şerifi

İmam Gazali Hazretlerinin İran’ın Meşhed şehri Tus köyündeki kabri.