Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin)*. 


Ne demek bu? Yâni müslümânların, *(Erkek)* olsun, *(Kadın)* olsun, ilim öğrenmesi *(Farz)* dır, diyor Peygamber Efendimiz. 


Ben, *(Yedi)* yaşımdan beri okuyorum efendim, hâlâ okuyorum, *(Kitap)* okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. 


Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdular ki: *(Yabancı dil bilseydim, çok fâideli olurdum)*. Şimdi, bütün yabancı dillerde kitaplarımız dünyâya yayılıyor. 


Sabâh erkenden *(Dergâh)*a giderdim efendim. Kapı kapalı olurdu. Kapının dışında, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin *(Dîvân)* ından, yüksek sesle okumaya başlardım. 


Efendi hazretleri sesimi işitirmiş ve yardımcısı olan Şâkir Efendi’ye; *(Bizim bülbül geldi, kapıyı aç!)* buyururmuş. 

● ● ●

Ben Ankara’da *(Vazîfe)* li idim. Abdülhakim Efendi hazretleri *(İstanbul)* da idi. 


Cumartesi Pazar tâtilinden istifâde ederek, Ankara’dan her fırsatda gelir, *(Efendi)* nin o güzel *(Sohbet)* leriyle şereflenirdim. 


Bâzan *(Tren)* le gelirdim. Hattâ bir keresinde tren çok kalabalıkdı. Öyle ki, kompartımanlar tamâmen *(Dolu)* olduğu gibi, koridorlarda bile *(Yer)* yokdu. 


Ama Efendi hazretlerini *(Görmek)* için her *(Sıkıntı)* ya katlanırdım. Meselâ, hani trenlerde, iki *(Vagon)* u birleşdiren, üst üste gelen yassı *(Demir)* ler vardır ya, işte o demirlerin üzerinde geldim. 


Ama Efendi hazretlerine *(Kavuşma)* hayâliyle hiç bir râhatsızlık duymadım. Efendi hazretlerinin *(Huzûru)* na girdiğimde, bakdım ki, çoraplarını çıkarmış.


Mübârek ayakları açık vaziyetdeydi ve yerde uzanmış yatıyordu. Bana; *(Sen sandalyede otur)* dedi. Kendisi yerde *(Kaylûle)* yapıyordu.

Boşanma sebepleri

Hıristiyan memleketlerinde, kadınlar, kızlar, başları, kolları, bacakları açık geziyorlar. Erkekleri fuhşa, zinâya sürüklüyorlar. 


Evde, hanımı yemek pişirirken, çamaşır yıkarken ve evi temizlerken, erkeği sokakta veya iş yerinde hoşuna giden bir kadınla zevk, safâ, hattâ zinâ yapıyor. Akşam evine düşünceli ve yıpranmış olarak geliyor. Kötü hayâllere dalarak, vaktiyle beğenmiş, sevmiş, seçerek almış olduğu hanımının yüzüne bile bakmaz oluyor. 


Evdeki yorgunluğunu gidermek için, alâka ve neşe bekleyen hanımı, haklarına kavuşamayınca, asabî olup, buhranlar geçiriyor. Âile yuvası bozuluyor. 


Sokaktaki kadına bakan erkek,bir zaman sonra onu kirli çamaşır gibi bırakıyor. Bir başkası ile anlaşıyor. Böylece, her sene, binlerce kadın ve erkek ve çocukları perişan oluyor. Ahlâksız ve anarşist oluyorlar. Cemiyet, millet çürümeye, çökmeye sürükleniyor. 


🔹 Bazı kokulu, süslü dolaşan kadınların, gençlere, millete ve devlete zararları, alkollü içkilerden ve uyuşturucu zehirlerden daha çok ve daha korkunç oluyor…


✅ Allahü teâlâ, kullarının dünyada felâkete, âhırette de şiddetli azaplara yakalanmamaları için, kadınların, kızların örtünmelerini emretti. 


Ne yazık ki, nefislerinin, şehvetlerinin esîri olan bazı kimseler, Allahü teâlânın emirlerine gericilik, kâfirlerin şaşkın, çılgın işlerine ilericilik diyor. 


Bu ilericilerden bazısı, meslektaşları vâsıtası ile bir diploma ele geçirmiş. Köşe başlarını paylaşmışlar. Baykuş gibi ötüyorlar. Her fırsatta İslâmiyete saldırıyorlar. Bu kahramanlıkları (!) ile tarihî düşmanımız olan Hıristiyanlardan, Yahudilerden ve komünistlerden alkış ve maddî yardımlar toplayarak güçleniyor, binbir hileyle, gençleri aldatıyorlar. 


Allahü teâlâ, kendilerine akıl versin! 

Hakkı bâtıldan ayırmalarını nasip eylesin! 

Âmin.


🌺 Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh

İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum


İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim!" dediler. Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:

"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni yaptım. İşte, mazardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin."


"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmam Gazali Hazretlerinin kabri şerifi

İmam Gazali Hazretlerinin İran’ın Meşhed şehri Tus köyündeki kabri.

Cennetteki makamını görmek için

 Bir Ramazan-ı şerîfin ikinci yarısında Bâyezid câmi-i şerîfindeki va'z da "bir kimse aşağıda yazılı tesbîhleri, ya bir defada veya taksîm ederek okuduğu vakit, ya kendisinin bizzât, veya bir dostunun rüyâda Cennetteki makamını gördüğü kendisine söylenir: 

Sübhân-ed-dâim-il kâim, sübhânel-hayyil-kayyum. Sübhânel-melik-il kuddûs, sübhâne rabbil-melâiketi ver-ruh. Sübhânellahi ve bi-hamdihi. Sübhânel-aliyyil-a'lâ, sübhânehü ve teâlâ.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild,sf: 283]

Halid bin Sinan aleyhisselâmın kabri

İran’ın Sebzvar şehrinde medfun bulunan ve Hazreti İsa aleyhisselâm ve efendimiz salallahu aleyhi ve sellem arasında yaşamış bir nebi olan Halid bin Sinan aleyhisselâmın kabri.

Ahmed Namık Câmi hazretleri

İran’ın Cam vilayetine bağlı Cam şehrinde medfun bulunan Ahmed Namık Câmi hazretlerinin kabri. 

Ahmed Câmî hazretleri ümmî idi. Ya’nî okula gitmemişti. Yirmiiki yaşında iken tövbe etmek nasîb oldu. Tövbesini Sîrâc-üs-sâirîn kitabında şöyle anlatır:

“Yirmiiki yaşında idim. Allahü teâlâ bana tövbe etmeyi nasîb etti. Arkadaşlarla yiyip içerdik. Birgün içki getirmek sırası bende idi. Kırk küp içkimiz vardı. Gittim hiçbirinde şarap yoktu. Şaşırdım kaldım. Sonra merkebi alıp şarap bulunan bağ tarafına gittim. Oradaki şarapları merkebe yükledim. Merkep yürümekte inat ediyordu. Yürümesi için şiddetle dövüyordum ki, aniden bir ses işittim. “Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz” diyordu. Hemen yere kapandım ve “Yâ Rabbim, tövbe ettim. Bundan sonra asla şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım” dedim. Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşların yanına varıp şarabı önlerine koyduğumda, bana sen de iç dediler. Ben tövbe ettim, dedim. Yine de bana içirmek için ısrar ettiler. Aniden kulağıma yine bir ses geldi. “Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir” diyordu. Hemen alıp içtim şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada bulunanlara tattırdım, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Ahmed Câmî’nin ( radıyallahü anh ) oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.Kendisine sordular ki, “Biz geçmiş velilerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen hâller çok azında meydana gelmiştir. Bunun sebebi hikmeti nedir?” Buyurdu ki: “Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed’e hepsini verdi. Her dörtyüz yılda, bir Ahmed’e böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür.”Nitekim Ahmed Câmî’den dörtyüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikramlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân eylemiştir. Bu, Allahü teâlânın husûsi bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O’nun ihsânı boldur.Huzûrunda okunan Kur’ân-ı kerîm âyetlerini, üç-dört derece tefsîr ederdi.

Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhafaza et !

 {Her nerede olursan ol, Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza et! Bir günahın ardından hemen bir haseneyi, iyiliği ulaştır ki, o günâhı mahv edesin! İnsanlara da güzel hulkla, huyla mu'âmele et!}

Bu Hadîs-i Şerîf'in râvîsi, Ebû Zerr Cündüb bin Cünâdeti'l-Gıfârî "Radıyallahü anh" Hazretleri ve Ebû Abdirrahman Mu"âz bin Cebel "Radıyallahü anh" Hazretleri"dir.

"Vikâye" "muhâfaza" demektir. "Allahü Teâlâ'nın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza ya'nî vikâye et!" demektir. "Kahr", yok etmek" demektir. Allah,yok eder; gazab eder, iyilik etmez; bunlardan korkun! Kahr ve gazab, ebedî ve muvakkat olmak üzere iki kısımdır. Ebedîsi, kâfirlere mahsûstur. Sonsuz, zemânsız demektir. Kâfir, Allahü Teâlâ'nın düşmanıdır. Allahü Teâlâ'nın azabından kurtulması, onun için bir iyiliktir. Düşmanına iyilik, kendisine düşmanlıktır.

Zât-i İlâhî Celle Celâlühû, kendi zâtının muhibbidir, kendi zâtını sevendir. Kendisi, kendisinin mahbûbudur. Allah hem kendi zatına muhibdir ve hem de kendi zatının mahbûbudur. Vâhidün 'ale'l-ıtlâkdır; "bir"dir. Kendisini sevmesi i'tibârıyla, muhibdir. Sevilmesi i'tibârıyla, mahbûbdur.

Mûsâ Aleyhisselâm muhibliğe, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm mahbûbluğa mazhar olmuştur. Mûsâ Aleyhisselâm hem muhibdir ve hem mahbûbdur. Muhibliği, mahbûbluğunun üstündedir. Muhammed Aleyhisselâm hem muhibdir, hem mahbûbdur. Fakat mahbûbluğu, muhibliğine gâlibdir.

Mûsâ Aleyhisselâm, muhibliği i'tibârıyla niyâzlıdır; niyâz makamındadır. Muhammed Aleyhisselâm, mahbûbluğu i'tibârıyla nâzlıdır; nâz makâmındadır. Bir muhib, mahbûbundan hiçbir şey'i esirgemez. Bir muhib, mahbûbunun düşmanına küçük bir iyilik dahî etse, o iyilik nisbetinde mahbûbunu sevmemiş olur. Binâ'en aleyh, Allahü Teâlâ'nın muhibliği ve mahbûbluğu, nihayetsizdir. Allah, kendini sever; düşmanını sevmez ve düşmanını sevse, kendisini sevmemiş olur. Kendisini sevmemiş olursa da muhib olmaz. Muhib olmazsa, mutlaka ezelî kadîmliğinden, İlâhî kâmil sıfatlarından birisi tenâkus etmiş, noksanlaşmış olur. Bir Hadîs-i Şerîf'de {Eğer dünyânın temâmı tartılmış olsa ya'nî kıymetlendirilmiş olsa ve Allah'ın indinde bir sivrisinek kadar i'tibârı olsa, muhakkak Allahü Celle Celâlühû, kâfire bir yudum su içirmezdi.}buyurulmuştur. İnsanlar nasıl ki ahırlardaki gübreler gibi kıymetsiz şeyleri atarlar ve onları düşmanı da alsa, gücenmezler, belki memnûn olurlar; Allah da, sevmediği şey'i düşmanlarına verir. Bir sivrisinek kanadı kadar i'tibârı olmayan şeyleri, düşmanına verir. Muvakkat azâb, günâhla alâkalıdır. Zerre kadar îmânı olan, cehennem azâbında ebedî kalmaz. Muhtıra, ihtâr müslimânlara dünyâda verilen hastalıklar, fakirlikler, zarûretler hep günahların neticesidir. Seyyi'e, fenâlık, kötülük; hasene, iyilik demektir. Hadîs-i Şerîf'de buyurulduğu üzere her bir kötülükten sonra hemen bir iyilik etmek lâzımdır. Nemâzların hasenesi, böyledir. Küçük günâhları müte'âkıb kılınan nemâzlar, o günâhları mahv eder.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

MUHABBETULLAH

Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

"Muhabbetten sonra makam yoktur; olanlar onun meyve ve dallarıdır. Şevk, üns, rızâ ve benzerleri gibi. Muhabbetten evvel de makam yoktur; olanlar onun mukaddemeleri (başlangıçları) gibidir. Tevbe, sabır, zühd ve benzerleri gibi."

(Rûhu'l-ârifîn)

O halde, Muhabbetullah nedir?

Yine buyurdular:

"Muhabbetullah demek, Allahu teâlâya tâ'ate (kulluğa) devam etmektir."

(Rûhu'l-ârifîn)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir *(Kelime)* için, koca bir *(Kitap)* yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *(Arap)* demek için, bir *(Roman)* yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara Allah yerine *(Allah baba)* dedirtmek için, bir *(Kitap)* yazarlar. 


Böylece, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin *(Îmân)* ını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *(Hoca)* şekline girmiş bir *(Sanatçı)* nın, İslâm dînini alaya alan hareketine, bir kahkaha atsa, mâzallah *(Küfr’e)* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînimizce *(Kutsal)* olan şeylere saygısızlık, *(Küfr’e)* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç *(Bin)* nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, iki *(Şeyi)* ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *(Rızkı)* mız, ikincisi *(Nefes)* lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *(İsmi)* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin *(Rızkı)* nı yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden *(Ölmez)*. Cenâb-ı Hakkın *(Takdîri)* böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*(Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb)* sadakallahül azîm. Yâni kalplerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak Cenâb-ı Hakkı hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan *(Biri)* ile berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *(Kitâb)* ını oku, hâtırlatır sana. *(Kabr)* ine git, *(Rûh)* una oku, hâtırlatır sana. 


*(Namaz)* kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *(Zikr)* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *(İlmi)* sonsuz, *(Kudreti)* de sonsuz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün dergâhın bahçesinde Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriyle oturuyorduk, kanepede yan yana. Bana dönüp; *(Sen muallim olunca talebeye bol not ver. Bu sözümü unutma)* dedi Mübârek. 


Ben de; Efendim, bizi *(Öğretmen)* yapmazlar, bizi *(Hastâne)* lere tâyin ederler, biz *(Eczâcı)* lık yaparız, öğretmen sınıfı ayrıdır, dedim. 


Ben öyle söyleyince, Mübârek gülümsedi ve; *(Sen şimdi eczâcısın, ama zararı yok, öğretmen olunca benim bu sözümü unutma)* dedi. 


Abdülhakim Efendi hazretleri vefât etdikden dört *(Sene)* sonra, 1947 de, buyurdukları *(Gerçek)* oldu. Beni, Bursa Askerî lisesi’ne *(Kimyâ)* muallimi olarak tâyin etdiler. 


Bir müddet sonra Genelkurmayda işimiz kalmadı. *(Bu kimyâ mühendisini ne yapalım?)* diye düşünmüşler.


Sonra; *(Askerî mekteplere kimyâ muallimi yapalım)* demişler. Askerî Liseye sokak kapısından girerken, Abdülhakim Efendi hazretlerinin bu sözü hâtırıma geldi. 

 

*(Bu sözümü unutma!)* buyurmuşdu bana. Bunu hâtırlayınca hüngür hüngür ağladım. Benim ilerde *(Muallim)* olacağımı haber vermişdi. 


Efendi hazretleri *(Ölüm)* hastalığında sık sık; *(Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz)* derlerdi. Yatak üstünde konuşurduk. Beni imtihân bile etdi. 


Vefâtına iki *(Gün)* kala, yatağın içinde oturuyordum, o gün de pazardı. *(Bu gün günlerden ne?)* dedi. (Pazar efendim) dedim. 


Peki, Pazar *(Arabca)* mı, *(Farsça)* mı? dedi. Yatakda beni imtihân ediyor. 


Ben de; (Efendim Arabca) dedim. Efendi; *(Ooo olmadı, Fârisîdir)* dedi. Bilemedim orada. İmtihânı kazanamadım.


********


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* u okuyorlardı. Buralarda şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?