Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İslâmiyeti* anlatmak demek, *Peygamber* efendimizi anlatmak demekdir. Bir *Kâfir* müslümân olsa, ilk yapacağı şey, Efendimizin *Hayât*’ını öğrenmekdir. 


İnsan *Ne ile* meşgul ise, *Alın yazısı* odur. Herkes, alın yazısının iktizâsını yerine getirir. 


Dünyâdan çok mektup geliyor kardeşim, hepsi de bizim kitaplara hayrân. *Allah râzı olsun, sizin kitaplar gibi kitap, bugün yeryüzünde yok!* diyorlar. *Yok… yok… yok!...* 


Dünyâda *Kitap* yok kardeşim. Ne Hindistân’da, ne Afrika’da. Elhamdülillah, dünyânın her yerinden *Mektup*’lar yağıyor bize. *Şerîf bey* bir rapor yazmış. 


*Son aylarda dünyâdan gelen mektuplar, kitap sipârişleri çok artdı efendim, başa çıkamıyoruz!* diyor. Ne güzel, ne güzel. Çok sevindim bu habere. 


Her mektupda en çok neye seviniyorum biliyor musunuz? *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diyorlar. Buna çok seviniyorum kardeşim. 


Ürdün’e de, Afrika’ya da, Amerika’ya da Filipinler’e de, her nereye göndersek, *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diye cevap geliyor. Çok seviniyorum. 


Bizim kitaplarımız, *Bizim* değil ki. Peki kimin? Bizim kitaplarımız, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. 


Kimimiz *Tercüme* etdik, kimimiz *Basdırdık*, kimimiz *Para* yardımı yapdık, kimimiz de *Sırtlayıp*, câmi câmi dolaşıp dağıtıyoruz. 


Birbirimizden üstünlüğümüz yok! Üstünlük, *İhlâs*’dadır. Yâni Allah için yapılan iş, *Makbûl*’dür. Dünyâ için yapılanlar *Mel’ûn*’dur, ancak Allah için yapılanlar *Kıymetli* dir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin huzûrunda *Çay* içerdik. Bana; *Hilmi! çay koy!* buyururlardı. Ben kalkardım, semâverden doldururdum. *Bir Şeker*’le, bir *Bardak* içerdi Mübârek. 


*Çok lezzetli olmuş, bir daha koy!* buyururlardı, tekrar koyardım. İki üç kere içerler, sonuncu bardağı yarıya geldi miydi, *Tamaaam, al bunu da sen iç!* buyururdu. 


Bana verirdi. Efendi’den kalan çayı içerdim. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî!. Şimdi de o niyetle içiyorum kardeşim, *Tatlı* geliyor, *Lezzetli* oluyor çay.

Destîna Hâtun

Destîna Hâtun, Konya’da yetişen evliyâ hanımlardandır. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed’dir. Doğum târihi belli değildir...MESNEVÎ’Yİ ÇOK OKURDU...

Destîna Hâtun Babasından; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri öğrendi ve Mesnevî’yi incelikleri ile okudu. Dünyâ süsüne ve lezzetlerine kıymet vermezdi. Zamânının büyük bir kısmını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanımlar için yapılan bölümde ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Hanımlara sohbet eder, Mesnevi okurdu. Mesnevi’den anlattıklarından bazıları:

*Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.

*Her ağlamanın sonu gülmektir.

*Akarsu neredeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.

*Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.

* Fakirlik korkusu insanları hırs ve emele lokma yapmıştır. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.

*Âlem cesettir. İlim can.

*İçi kötü olanın aybını deri örter. İçi iyi olanın aybını gayb âlemi örter.

*Kalemin su, kağıdın rüzgâr ise ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.

*Manâsız söz; suya yazılan yazıdır.

*Kaza gelince bilgi ve tedbir uykuya yatar.

*Zalimin zulmü karanlık kuyudur. Sonunda içinde boğulur.

*İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.

*Ey gam ateşine dalan! Ateşe azar azar nur serp de nur olsun.

*Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.

*Üstünlükler ve durumların değişmesini Hak’tan bil.

*Ok gibi doğru olursan, hiçbir yay seni tutamaz. Hakça ol ki, nefis yayından hakikâte fırla.

*Halk arasında meşhur olmak, sırlara ermeye engeldir. Şöhretten kurtulmaya bak.

*Kâmil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.

*Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.

“YAKINDA ONA KURBAN OLURUZ”

Destîna Hâtun’un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. “Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak” dediklerinde; “Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. Biz de yakında ona kurban oluruz” buyurdu ve kısa bir zaman sonra da vefat etti..

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etdi elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Beni Rabbimize hibe edin

 Beni Rabbimize hibe edin

Ahmed bin Yahya el Cela hazretleri “rahmetullahi aleyh”, henüz çocuk iken dinine düşkündü.


Nitekim çocuk yaşında, bir gün;

- Beni, Rabbimize hibe edin ki, her an Onun emrine çalışayım, diye rica etti anne babasına.


Onlar da memnun olup;

- Pekâlâ verdik, dediler.


Çok sevinip çıktı evden.

İlim öğrenmeye gidiyordu.

Bir müddet sonra bir gece vakti tekrar eve gelip çaldı kapıyı.


Babası içerden;

- Kimsin? diye seslendi.


Küçük Ahmed,

- Benim babacığım, dedi. Oğlunuz Ahmed.


Babası;

- Ben oğlumu Rabbime hibe etmiştim, deyip açmadı kapıyı.


Hatta kilitledi içerden.

Ahmed, içeri giremeyince geri döndü.

Doğruca Medine'ye gidip, Ravda-i mübareki ziyaret etti.


Ve Ravda’ya karşı;

- Yâ Resulallah! Eğer kabul edersen, bu gece sana misafir olmak istiyorum, dedi.


Ravda’dan;

- Kabul ettim! sesi duyuldu.


O gece orada kaldı ve rüyada, Resulullahı “aleyhisselam” görmekle şereflendi.


Efendimiz “aleyhisselam” kendisine bir ekmek verdiler.

Rüyada yemeye başladı.


Yarısını yiyince uyandı.

Ekmeğin kalan yarısını elinde gördü.


Başarı nedir?


Bu zat bir gün;

- Asıl başarı, ahirette faydası olan şeylerdir, buyurdu.


- Başarıya engel nedir efendim? dediler.

- Kendisidir, buyurdu. Nefsine uyan, hiçbir işte başarılı olamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lerin arzûsunu, isteğini, Allahü teâlâ *Geri* çevirmez efendim. Meselâ Efendi hazretleri buyurdular ki: *Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. 


İşte efendim, kaç tâne *Yabancı Dil*’de kitaplarımız basıldı. *Otuz*’dan fazla lisânda kitaplarımız, Efendi hazretlerinin bu *Arzû*’su ile teşekkül etdi. 


Onun bu *İsteği* ile tecellî etdi ve dünyânın her tarafına *Yayılıyor*. Her yerde, Efendi hazretlerinin *Rûhâniyeti* ile birlikde okunuyor, seviliyor, elhamdülillah. 


*Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. Kim buyuruyor bunu? Efendi hazretleri gibi bir *Allah dostu*. Cenâb-ı Hak, onun bu arzûsunu *Geri* çevirir mi efendim? 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber aleyhisselâma en çok *Tâbi* olan kimselerdir. Bizim inandıklarımıza, onlar bizzât *Şâhit* oldular, *Gördü*’ler çünkü. 


*Cebrâil* aleyhisselâmı gördüler, *Melek*’leri gördüler, hazret-i *Peygamber*’i gördüler. 

● ● ● 

Size iki emânet bırakıyorum. Bu emânetlerin bir tânesi *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*’dir. Çünkü onda, *İlim*, *Amel* ve *İhlâs* çok güzel anlatılıyor. 


İlim, amel ve ihlâs elde etmek istiyen, *İlmihâl*’i elinden düşürmesin. Her vesîleyle bir *Satır*, bir *Sayfa* okursa, hem *İlm*’i artar, hem *Amel*’i artar, hem de *İhlâs*’ı artar. 


İkinci emânet, *Enver âbi*’dir. Enver'in neden muvaffak olduğunun sebeplerini size anlatayım. *Enver*'de üç *Haslet* var, bu üç haslet onu *Muvaffak* ediyor. 


Birincisi, bugüne kadar *Berâber* olduk, yakînen tanıyorum, hiçbir zaman, hiçbir arkadaşı bana *Kötülemedi*. Hiçbir zaman kalbine, bir arkadaşa karşı *Kötülük* duygusu gelmedi. 


Onun *Hücre*’lerinde kötülük duygusu *Yok*. Zâten kötülük yapamaz, hattâ onda kötülük *Düşünce*’si bile yok. Onca *İftirâ*’ya uğramasına rağmen, kimseyi bana kütülemedi. 


İkincisi, onda anlatılamaz bir *Sabır* var. Hattâ bizden daha sabırlıdır. *Kızmak* yok, *Telâş* yok. Hadîs-i şerîfde buyruluyor ki; *Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır!* 


*Enver*'in muvaffakiyetinin üçüncü sebebi de şudur: Bir zamanlar savaş âleti *Ok* idi. Ondan sonra *Kılınç*’lar çıkdı. Daha sonra *Tüfek*’ler, *Tabanca*’lar ve *Top*’lar çıkdı. *Atom bombası* yapıldı. 


Ama şimdi atom bombasının yerini alan yeni bir silâh var. O da, *Tatlı dil* ve *Güler yüz*. Buna diplomasi derler. İşte *Enver*, tatlı dili ve güler yüzüyle, hizmetlerimizi bu *Nokta*’ya getirdi. 


Enver âbi, *Kuleli*'den benim *Talebem*’dir. Talebelerimin içinde en çok *Onu* beğenirdim. Onun için, onu kendime *Dâmâd* seçdim. Bütün bu müesseseleri *Ben* kurdum kardeşim.

Süleymaniye Camisinin yapımına sebep olan rüya

Mübarek bir gecede, Kanunî Sultan Süleyman, rüyasında Peygamber  Efendimiz  Sallallahü Aleyhi ve Sellemi gördü. Sultan Süleyman, Peygamber Efendimizi Sallallahü Aleyhi ve Sellemi takip ederek, bugün Süleymaniye’nin inşa edilmiş olduğu yaklaşık yetmiş dönümlük arazinin bulunduğu çok güzel manzaralı tepeye geldiler. Bu tepe, hem Haliç’i hem de Boğaziçi’ni mükemmel bir açıdan görür.

Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Sultan Süleyman’a; “Mihrabı buraya, minberi buraya olsun” dedi.

Kanunî Sultan Süleyman mübarek rüyadan uyandı ve şükürler etti. Mimar Sinan’ı çağırttı. Hiçbir açıklama yapmadan büyük bir heyecan ile rüyada gördüğü yere götürdü. “Buraya bir cami bir de külliye yapacağız.” diye sözlerine başladığında, Mimar Sinan söze karıştı. “Sultanım, mihrabı burada, minberi burada olsun…”dedi. Sultan Süleyman şaşırdı: “ Sinan sen bu işten haberli gibisin.” dedi. Mimar Sinan cevap verdi: “ Sultanım dünkü rüyanızda ben de bir adım gerinizden geliyordum…”

Günâhdan sonra hemen tevbe etmek farzdır

 Günâhdan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi gecikdirmek de, bu günâhı işlemekden dahâ büyük günâhdır. Bu günâh, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Bir günâhın tevbesi yapılınca, bunun tevbesini gecikdirme günâhlarının hepsi afv olur. Farzı yapmamanın tevbesi, ancak kazâ etmekle sahîh olur. Her günâhın afvı için, kalb ile tevbe etmek ve dil ile istigfâr etmek ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. Yüz kerre tesbîh etmek, ya’nî (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm) demek ve sadaka vermek ve bir gün oruc tutmak, çok iyi olur.

Mızraklı İlmihal

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Bir mü’minin artığını yiyenin, bütün günâhlarını, Allahü teâlâ afvediyor*. Hadîs-i şerîf bu. Bir mü’min, bir mü’minin *Artığı*’nı yese, bütün günahları *Afv*’olur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin sohbetinde *Çay* içilirdi. Ben *Hizmet* ederdim. Efendi hazretleri bana; *Çay koy!* buyururdu. Ben de *Semâver*’den koyar verirdim. 


Efendi hazretlerinin çayı, *Normal* koyulukda ve bir *Şeker*’di. Normal çay ve bir şeker. Yanında bizim kayınpeder *Ziyâ bey* otururdu. O, *Açık* içerdi, ama üç *Şeker* koyardı. 


Efendi hazretlerinin diğer tarafına *Hâlid bey* otururdu. O, *Koyu* içerdi, simsiyah ve bir *Şeker* koyardı. Onları ben bilirdim, öyle koyardım. 


Ben kendime, iki *Şeker* koyardım. Çünkü Efendi hazretleri; *İbâdetde uymak şartdır, ama âdetde uymak şart değildir!* buyururlardı. 


Sonra Efendi hazretleri üç *Bardak* içerdi. Ama üçüncüsünü *Yarı*’ya kadar içer, kalan yarısını bana uzatır; *Al, bunu da sen iç!* derdi. Önce sebebini bilmezdim. Sonra anladım.


Efendi hazretlerinin o çay *Artığı*, insanın vücûdundan ziyâde, *Kalb*’ine şifâ veriyor. Ne yapıyor? Kalbi *Tasfiye* ediyor? Ne demek tasfiye? Yâni *Boşaltıyor*. 


Kalbi, *Dünyâ* sevgisinden boşaltıyor. Kalp boşalınca, bu defâ *Allah* sevgisi kendiliğinden gelip *Kalb*’e giriyor. Tasavvufda buna, *Tasfiye* ve *Tesviye* deniyor. 


Mü’minin *Nazarı* da şifâdır, *Sîmâsı* da şifâdır kardeşim. 


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet kitaplarını *Dağıtmak*’dır kardeşim. Kur’ân-ı kerîm okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Kelâm-ı ilâhîdir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne güzel şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. Dünyâda da ni’metdir, âhiretde de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*.

HABİB BABA

Doğu Anadolu'dan, Habib Baba isimli bir şahıs, 4.Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için İstanbul'a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. "Bunda da vardır bir hayır" demiş içinden... Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gelmiş. Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han'ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler, diye cevaplamış hamamcı. Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya: -İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler farketmez beni. Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanması için sıkı sıkı tembihte bulunduktan sonra içeriye almış. Biraz sonra, hamama, tebdil-i kıyafet, Sultan 4. Murad Han'da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş. Hamamcı aynı şekilde, tanıyama dığı bu gence de durumu anlatmış, içeri alamayacağını söylemiş. Sultan'ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, O'nu da sıkı sıkı tembihledikten sonra, Habib Baba'nın yanına göndermiş. Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış. Bir ara 4. Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş: -Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı? Baksana koskoca hamamı kapatmış, gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debeleşip dururuz. -A be evladım, demiş Habib Baba. Böyle vezir olacaksında ne olacak? Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşısında tir tir titrediği Sultana, senin uyuzlu sırtını keseletsin...

Sıddık Kelimesinin Üstünlüğü

🌹 *Sıddık Kelimesinin Üstünlüğü* 🌹


Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'ın (radiyallahu anh) lakab-ı şerîflerinden biri *"Sıddîk"dır.* 


*Sıddîk* kelimesi, *lügatda üç ma’nâya gelir.*


*Birinci* ma’nâsı, *gâyet doğru söyleyici* demekdir. 


*İkinci* ma’nâsı, *kendi yapdığı işi, sözü ile doğrulamak* demekdir.


*Üçüncü* ma’nâsı, *dâimî tasdîk* demekdir.  


*Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk* “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Sıddîk söylenmesinde, *birinci ma’nâ düşünülse*, o cihetle adlandırılır ki, *gâyet doğru söyliyen* idi. Demişlerdir ki, *Hazret-i Alî hadîs rivâyetini kimseden yemîn etmeksizin kabûl etmezdi. Ancak hazret-i Ebû Bekrden “radıyal-lahü teâlâ anh” kabûl ederdi.* 


Eğer *ikinci ma’nâ* ile düşünülse, yine o cihetle adlandırılır ki, *açıktır.*


Eğer *üçüncü* ma’nâ düşünülse, o şekilde adlandırılır ki, *O sultânı tasdîki devâmlı olup, yok olması, şübheye düşme ihtimâli yok idi.* *Miraç hadisesinde tasdiki*, buna misaldir.


Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin

Sayfa 7-8

Nereden geldiği bilinmeyen keder

 Ebû Osman hazretlerine; "İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?" diye sorulunca, cevaben; "Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz" buyurmuştur.