Musîbet duâsı

Rebi’ rahmetullahi aleyh şöyle anlatır: 


Ca’fer-i sâdık “radıyallahü anh” halîfe Mensûrun yanına geldiğinde, dudaklarını kıpırdatıyor, bir şeyler okuyordu. 


Mensûrun kızgınlığı yavaş yavaş geçdi.Hattâ onu yanına çağırıp, güler yüzlü ve hoşnûd davrandı. 


Oradan ayrılınca, Ca’fer-i sâdıka “radıyallahü anh” halîfe sana çok kızmışdı, sen gelip dudaklarını oynatdıkca, onun kızgınlığı yavaş yavaş söndü. Hangi düâyı okuyordunuz, diye sordum. 


Dedem hazret-i Hüseynin “radıyallahü anh” düâsını okuyordum. Bu düâ şöyledir buyurdu: 


“Yâ uddetî inde şiddetî ve yâ gavsî inde kürbetî ührüsnî biaynikelletî lâtenâmü ve ekfinî bi rüknike ellezî lâ yerâmu”. 


[Ey, zorlukda dayanağım ve ey sıkıntıda hakîkî mededkârım! Dâimî görmekliğin ile beni koru ve nihâyetsiz kudret ve kuvvetinle bana kâfi’ ol!] 


Rebi’ rahmetullahi aleyh demişdir ki, bu düâyı ezberledim. Bana ne zemân bir musîbet gelse, bu düâyı okur, kurtulurdum.


Şevahid-ün Nübüvve syf. 357

Tâbiîn’in büyüklerinden Kâsım bin Muhammed (rahmetullahi aleyh)

 Tâbiîn’in büyüklerinden Kâsım bin Muhammed (rahmetullahi aleyh), çok alçak gönüllü idi.


Bir gün bir (Köylü) geldi.


Huzûruna girdi.


Ve kendisine;


"Sen mi daha çok biliyorsun, yoksa Sâlim bin Abdullah mı?" diye sordu.


O da cevâben;


"Sâlim çok bilir” dedi.


Başka şey söylemedi.


● ● ●


Kâsım bin Muhammed hazretleri anlatıyor:


Resûlullah Efendimizin eshâbından birinin gözleri (Kör) oldu.


Ziyâretine gittiler.


Sebebini sordular.


O da cevâbında;


“Ben, bu gözlerle Sevgili Peygamberimizin güzel yüzünü görmekle şerefleniyordum. O, şimdi yok. Allaha yemîn ederim ki, Yemen'de, Tübâle beldesinin geyiklerinden birinin güzel gözlerini verseler, artık istemem” dedi.


● ● ●


Kâsım bin Muhammed hazretleri diyor ki:


Bir gün, halam Hazret-i Âişe'nin yanına vardım.


Ve kendisine;


“Ey Anacığım! Bana, Peygamber Efendimizin mübârek kabrini açar mısın” dedim.


O da bana;


“Peki açayım” dedi.


Ve hücre-i seâdeti açtı.


Üç kabir gördüm.


Pek yüksek değillerdi.


Yerle beraber de değillerdi.


Peygamberimizin kabr-i şerîfi, hepsinden ilerideydi. Hazret-i Sıddîk'ın başı, Fahr-i Kâinat’ın mübârek sırtı hizasında; Hazret-i Ömer'in başı, Resûlullah’ın ayağı hizasındaydı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ hepimize *Hüsn-ü hâtime* nasîb eylesin. Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri, talebeleriyle bir *Han* da konaklamışlar. Akşam yatmadan önce, talebelerine demiş ki: 


Bu gece, bu handa yangın çıkacak. Herkes, *Bis-millâhillezî lâ yedurrü ma’asmihî şeyün fil erdı velâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm!* duâsını okusun. 


Hepsi de bu *Duâ* yı okumuşlar. Sabahleyin, handaki herkesin eşyâları *Yandığı* hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin *Eşyâ* ları kurtulmuş. 


Yalnız bir *Talebe* nin eşyâsı yanmış. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o talebeyi çağırmış ve *Sen bu duâyı okumadın mı?* diye sormuşlar. 


O da; *Efendim ben duymadım!* demiş. Meğer İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylerken, o dışarıdaymış. Duâyı okuyamadığı için, onun da eşyâları yanmış. 

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bir gün bana; *Sen öğretmen olunca talebeye bol not ver. Talebeyi sıkma, güler yüzle davran!* buyurmuşdu. Aradan yıllar geçdi. 


Bursa Askerî Lisesinde öğretmen iken, okul kumandanı birgün beni çağırdı ve *Yarın imtihânınız var. Bu imtihâna, iyi bir ahbâbımın oğlu da girecek, ona bol not ver!* dedi. 


O bahsettiği talebe, Halk partili Kars milletvekîlinin oğlu idi. *Peki efendim!* dedim. Ama, Kumandanın emrini dinlemek için değil, Efendi hazretlerinin nasîhatine uymak için *Peki* dedim. 


Bir başka üsteğmeni çağırdı. Ona da aynı şeyi söyledi. Ama o, kumandana cevâben; *Çocuk ne kadar bilirse, o kadar not veririm, hakkından fazlasını vermem!* dedi. 


Çocuk imtihana girdi. Ama pek birşey bilemedi. Herkes çocuğa *Bir-İki* verdi, ben *Yedi-Sekiz* verdim. Efendi hazretlerinin nasîhatini dinleyip *Râhat* etdim kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Sabâh erkenden *Eyüp* deki dergâha giderdim. Kapı kapalı olurdu. *Mevlânâ Hâlid* dîvânından, yüksek sesle okumaya başlardım. Efendi hazretleri işitirmiş. Şâkir Efendi’ye; *Bizim bülbül geldi, koş kapıyı aç!* buyururmuş. 


O zamanlar, ben Ankara’da vazîfeli idim. Efendi hazretleri İstanbul’da idi. Ben Ankara’dan her fırsatda gelir, Efendi’nin *Sohbet* leriyle şereflenirdim. 


Bâzan *Tren* le gelirdim. Hattâ bir keresinde tren çok kalabalıkdı. Öyle ki, kompartımanlar tamâmen *Dolu* idi. Hattâ koridorlarda bile yer *Yok* du. 

● ● ● 

Arkadaşlardan ricâm, *Kitap* okumalarıdır. Ben de arkadaşlarımı kitap yoluyla görmeği tercîh etdim. Siz, benim *Gözüm*, *Kulağım* ve *Elim* siniz. 


*Siz* olmasanız, ben bir *İşe* yaramam. Onun için kitapların dağıtılmasında yardımcı olan kardeşlerimi çok *Seviyorum* ve onlara *Duâ* ediyorum. 


Yolunu şaşırmış bir kimseyi Doğru yola* çevirmek, on kâfiri *Îmâna* getirmekden daha çok *Sevap* dır. Arkadaşlarımızın, ilmihâl ve diğer kitaplarımızdan her gün bir veyâ iki *Sahîfe* okumalarını istiyorum. 


Okursanız, *Feyz* alırsınız, feyz demek, *Nûr* demekdir. Nûr, kalbe yağar ve kalbi temizler. Okudukca kalbiniz *Nûr lanır*, okuduğunuzu anlamağa başlarsınız. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin kitaplarını okuyanlar, Allahü teâlânın *Rızâsı* na ve *Sevgisi* ne mazhar olurlar. Şimdi o yolu bilen kalmadı. Ama yalancılar ve dolandırıcılar çok var her tarafda. 


Bunların sözlerine aldanmıyalım. Tesavvufu *Anlamıyan* ve büyükleri *Tanımıyan* bâzı câhillerin, din adamı şekline girdiklerini işitiyor, *Yaldızlı* kitaplarını da görüyoruz. 


Sakın onlara aldanmayınız! Onlardan, *Zehirli Yılan* dan kaçar gibi kaçınız. Elinizdeki doğru kitaplara sarılırsanız, bu *Kitaplar*, sizi maksada ulaşdıracakdır.


Cenâb-ı Hakka hamd ve senâlar olsun ki, *Küfr* ve *İrtidâd* ın istilâ etdiği bir zamanda, böyle muhabbet ve zevk, Cenâb-ı Hakkın en büyük *Lütfu* ve *İhsânı* dır. 


Hakîkati görmek, *Nûr* ile *Zulmeti* anlamak ve *Kâr* ile *Ziyânı* tefrîk edebilmek, ne büyük bir sermâye ve seâdetdir. Ehl-i sünnet üzere *Îmân* etmek, her zaman kıymetlidir. 


Fakat böyle doğru inananların azaldığı bir zamanda, *Kıymeti* daha da *Fazla* dır. Gece gündüz Cenâb-ı Hakka şükrediniz. Ve en birinci vazîfe olarak *İslâm Harfleri* ni öğreniniz kardeşim.

Ebû Bekr el-Betâihî

Irak'ta yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Ebû Bekr olup, babasınınki Hüvârâ'dır. Irak'ta Betâih'te yaşadığı için Betâihî nisbesi ile meşhur oldu. On ikinci asrın sonları ile on üçüncü asrın başlarında yaşadı. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Irak'ın Hüvârîn veya Hüvâriyyîn kabîlesine mensuptur. O zamanda Irak'ta bulunan evliyâ arasında şânı yüce, kadri yüksek bir zât idi. Evliyâdan birçoğu kendisine talebe olup ilim öğrenmiş, istifâde etmiştir.


Önceleri, Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda berâber oldukları arkadaşları vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının, kocasına; "Çabuk buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar, yakalarlar." dediğini duydu. Gizliden de bir ses; "Allahü teâlâdan korkma zamânın gelmedi mi?" diyordu. Bu sözler çok tesir etti. Ağlamaya başladı. "İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş değil." dedi. Tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip, haydutluktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşleAllahü teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk, ihlâs ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve tevfîki ile kısa zamanda velîlerden oldu ve şânı yüceldi.


Ebû Bekr el-Betâihî, hazret-i Ebû Bekr'in rüyâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır. Şöyle ki; Ebû Bekr el-Betâihî bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Yanlarında da hazret-i Ebû Bekr vardı. Ebû Bekr el-Betâihî, Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bana bir hırka verir misiniz?" dedi. Resûlullah efendimiz; "Ben senin peygamberinim. (Hazret-i Ebû Bekr'i işâret ederek) Bu da senin üstâdındır." buyurup, sonra hazret-i Ebû Bekr'e döndü ve; "Arkadaşın olan Ebû Bekr el-Betâihî'ye giydir!" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr de ona, hırka ve takke giydirip, başını okşadı, alnını sıvazladı. Sonra da; "Allahü teâlâ, bunu sana mübârek eylesin." buyurdu. Resûlullah efendimiz de, Ebû Bekr el-Betâihî'ye hitâben; "Yâ Ebâ Bekr! Sen Irak'ta, ümmetimden tasavvuf ehli olanların, unutulmuş yolunu yaşatacaksın. Allahü teâlânın dostlarından hakîkat ehli olanların, kaybolan yollarını canlandıracaksın. Bu yolda olanların öncüsü, ışığı, yol göstericisi olacaksın. Bu yolun önderliği, kıyâmete kadar sende kalacak. Senin ortaya çıkman ile, Allahü teâlânın rahmet rüzgârları esecek. Senin meydana çıkman ile, Allahü teâlânın yardım, lütuf ve ihsânı bol bol gönderilecek." buyurdu. Ebû Bekr el-Betâihî uyandığında, kendisine rüyâda giydirilen elbise ve takkeyi üzerinde buldu. O zaman Irak ufuklarından, herkesin rahatlıkla duyabileceği bir ses; "Muhakkak ki Ebû Bekr el-Betâihî, Allahü teâlâya vâsıl olan velîlerdendir." diyordu. Bundan sonra, her taraftan insanlar, onu görmek için akın akın yollara düştü. Bu rüyâdan hemen sonra, onda Allahü teâlâya yakın olma alâmetleri görülmeye başladı.


Ebû Muhammed Şenbekî ve başka birçok velî, kendisinden ilim ve feyz aldı. İnsanlar akın akın gelip, bereketli sohbetlerinden istifâde ederlerdi. O zamandaki evliyâ ve âlimler, ona; saygı, hürmet ve tâzimde ve sözlerine îtibâr etmekte ittifak hâlinde idiler. Bir ihtilâf meydana gelirse, son söz onun olurdu. Hal ve hareketleri, sûreti, ahlâkı çok güzel idi. Tam bir edep ve tevâzu sâhibi idi. Dînin hükümlerine uymakta çok sabırlı ve gayretliydi. Bunda gevşeklik göstermezdi. Dîne bağlı ve Ehl-i sünnet îtikadında olanlara çok ikrâmda bulunurdu.


Azzâz bin Müstevdâ anlattı: "Ebû Bekr el-Betâihî'yi dinlemeye gelen ricâl-i gayb ismi verilen velîler, başlarını eğmiş oldukları halde, sohbetlerini dinlerken, yayılan nûrlar, Betâih şehrini aydınlatırdı. O, duâsı kabûl olan tasavvuf ehli, çok yüksek bir velî idi."


Bir gün kadının biri, Ebû Bekr el-Betâihî'ye gelerek; "Oğlum nehir kenarında boğuldu. Kendisinden başka da kimsem yoktu. Azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâ sana öyle bir kuvvet ve izin vermiştir. Oğlumu bana geri getirebilirsin. Eğer bunu yapamazsan, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne şikâyet ederim ve; "Yâ Rabbî! İçim yanarak büyük bir üzüntüyle ona gittim. O ise, üzüntümden kurtulmam için duâ yapması elinde iken bunu esirgedi." derim. Ebû Bekr el-Betâihî, kadını dinledikten sonra, başını önüne eğip bir müddet murâkabe etti ve; "Oğlunun nerede boğulduğunu bana göster!" buyurdu. Kadın, Ebû Bekr el-Betâihî'yi oğlunun boğulduğu yere götürdü. Bir de baktılar ki, boğulan çocuğun cesedi, boğulduğu yerde ve su üzerinde duruyor. Ebû Bekr el-Betâihî suda yüzerek çocuğun yanına vardı. Çocuğu omuzunda taşıyarak kıyıya çıkardı ve annesine teslim edip; "Onu al!" buyurdu. Kadıncağız oğlunun sağ olduğunu gördü. Kadın ile oğlu oradan ayrıldılar. Oğlu kendisi ile berâber yürüyor, elinden tutuyordu. Sanki hiç bir şey olmamış gibiydi.


Bir defâ, Vâsıt ile Behmût arasında zelzele oldu. Her taraf bu zelzelenin tesiriyle sallanmıştı. Ebû Bekr el-Betâihî zelzeleye hitâben; "Ey Allah'ın mahlûku, sâkin ol!" buyurdu. Zelzele, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; "Sana itâat etmekle emrolundum." dedi ve sâkinleşti.


Ebû Bekr el-Betâihî, Betâih' te bir gün, suyu çok aşağılarda olan bir kuyudan abdest almak istedi. O anda, Allahü teâlânın izniyle kuyunun suyu yükseldi ve abdest aldı. Su gâyet tatlı ve hoştu.


Ebû Bekr el-Betâihî bir defâsında sohbet ederken; "Irak'ın en yüksek sekiz evliyâsı şunlardır. Mârûf-i Kerhî, Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî, Mensûr bin Ammâr, Sırrî-yi Sekatî, Sehl bin Abdullah-i Tüsterî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Abdülkâdir-i Geylânî." buyurdu. O zaman Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri henüz tanınmamış olduğundan, dinleyenler suâl ettiler: "Efendim, saydığınız âlimlerden yedisini duyduk biliyoruz da, Abdülkâdir-i Geylânî'yi duymadık. O kimdir?" dediler. Buyurdu ki: "Iraklıdır. Çok şerefli bir zâttır. Bağdât'ta yaşar. Çok yüksek bir zât olduğunun herkes tarafından bilinip tanınması çok yakındır. Sıddîklardan ve zamânının en büyük, en yüksek velîlerinden biridir." Dinleyenler, Abdülkâdir-i Geylânî'nin henüz meydana çıkmadığını, Ebû Bekr el-Betâihî'nin onun geleceğini kerâmet olarak anlayıp müjdelediğini ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tanınmasının çok yakın olduğunu anlayıp sevindiler.


Ebû Bekr el-Betâihî hazretleri buyurdu ki:


"Kırk Çarşamba kabrimi ziyâret edene, sonunda kendisine Cehennem'den kurtulduğuna dâir berât verilir."


"Benim bu türbeme giren bir cesedi ateşin yakmaması için Rabbimden ahid, söz aldım." Nakledilir ki, bu zâtın türbesine, herhangi bir şekilde balık ve başka bir et girmiş olsa, daha sonra o eti ateş yakmaz, kızartılamaz, yemek ve başka bir şey yapılamazdı.


"Allahü teâlâya yakınlık; edebe riâyet, devamlı korku ve ibâdete devâm etmekle olur. Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem yakınlık; sünnetine tam tâbi olmak ve ilme, canla başla sımsıkı sarılmakla olur."


"Allahü teâlâ ile olmak, O'ndan başkasından uzaklaşmaktır. O'ndan başkasından uzaklaşmak da O'nunla olmak demektir."


"Allah korkusu, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır."


"İnsanları, hor, hakîr ve aşağı görmen, senin için tedâvîsi mümkün olmayan büyük bir hastalıktır."


ARSLANIN RIZKI


Ebû Muhammed Şenbekî bir defâsında Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına gitmişti. Huzûrunda büyük bir arslan vardı. Arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda ağzını yüzünü toprağa sürüyordu. Ebû Bekr el-Betâihî ise, bâzı suâllere cevap veriyormuş gibi arslana bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti. Ebû Muhammed Şenbekî, Ebû Bekr el-Betâihî'ye yaklaşıp; "Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi. Buyurdu ki: "Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım. Açlık beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek, denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona, sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur, dedim. Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır olarak yaralanacağını, arslanın da sağ tarafından bir yara alacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.


Ebû Muhammed Şenbekî, bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktı. Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını gördü. Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi. Baktı ki yine o arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.


1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.255

2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.132

3) Kalâid-ül-Cevâhir; s.78

4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.168

Kuşluk (Duha) namazı

Sual: Kuşluk namazının önemi nedir, ne zaman kılınır?

CEVAP

Kuşluk vakti, şer’i gündüzün dörtte biri geçtikten sonra başlar, zeval [İstiva] vaktine kadar devam eder. Yani imsak vaktine bu dörtte birlik zaman ilave edilince, kuşluk vakti başlar. Mesela 21 Aralıkta İstanbul’da imsak 5.31dir. Akşam ise 16.44te oluyor. Böylece şer’i gündüz 11 saat 13 dakika olup, bunun dörtte biri 2 saat 48 dakikadır. Bu imsak vaktine ilave edilince 5.31+2.48= 8.19 bulunur. Şu halde, kuşluk bu vakitte başlıyor demektir. Bu da aşağı yukarı işrak vakti ile aynıdır. Çünkü o gün işrak vakti 8.13tür. Kuşluk namazı, bu vakitten öğleye 20 dakika kalıncaya kadar kılınır. (Kısaca söylersek, kuşluk vakti, güneş doğduktan 50 dakika sonra başlayıp, öğleye 20 dakika kalana kadar olan vakittir.)


Kuşluk vaktinde en az iki rekat namaz kılmak çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Günde iki rekat kuşluk namazı kılanın günahları denizlerin köpüğü kadar olsa, affedilir.) [İbni Mace, Tirmizi, Ebu Davud]


(Herkesin eklem yeri kadar sadaka vermesi gerekir. Sübhanallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah veya Allahü ekber demek birer sadakadır. İyiliği tavsiye etmek, kötülüğe mani olmaya çalışmak birer sadakadır. İki rekat kuşluk namazı kılmak ise bütün bunları karşılar.) [Müslim]


(Günde 2 rekat kuşluk namazı kılan, doğduğu günkü gibi günahsız olur.) [Ebu Ya’la]


(İki rekat kuşluk namazı kılan gafillerden olmaz. Dört rekat kılan, abidlerden olur. Altı rekat kılarsa, bu namaz o gün ona kâfi gelir. Sekiz rekat kılan, masivayı terk edip itaat eden kullardan yazılır. On iki rekat kılan da Cennette özel bir köşke kavuşur.) [Taberani]


(Cennetin bir Duha kapısı vardır. Bu kapıdan ancak kuşluk namazı kılanlar girer.) [Taberani]


(İki rekat kuşluk namazı, kabul olunmuş bir hac ve umreye bedeldir.) [Ebuşşeyh]


Peygamber efendimizin, düşman üstüne gönderdiği askerler, kısa zamanda zafer kazanıp bol ganimet ile evlerine döndüler. Bu askerlere gıpta edenleri görünce buyurdu ki:

(Size bunlardan daha kısa süren, daha çok ganimet getiren ve daha tez eve döndüren cihad yolunu göstereyim. Kuşluk namazı için camiye giden, daha az savaşmış, daha çok ganimet almış ve daha tez evine dönmüş olur.) [İ. Ahmed]


(İki rekat kuşluk namazı kılmak bana farzdır.) [İ. Ahmed]


(İki rekat kuşluk namazı kılan vücudunun zekatını ödemiş olur.) [İ. Asâkir]


Redd-ül-muhtar’da, (Kuşluk namazına devam eden şehit olarak ölür) buyuruluyor.


İmam-ı Şarani hazretleri, (Kuşluk namazına devam edenlere cin musallat olamaz) buyurdu.


Kuşluk namazı nafile namazdır. Kazası olan, kazasını ödemedikçe nafile namaz kılarsa kabul olmaz. Önce kazasını ödemelidir. Kaza namazı borcu olan, kuşluk vakti kuşluk namazı kılmak isterse, (İlk kazaya kalmış sabah [veya öğle, ikindi, akşam, yatsı] namazının farzını ve kuşluk namazı kılmaya) diye niyet ederse, hem kazası ödenmiş, hem de kuşluk namazı kılmış olur.) [Redd-ül-muhtar]


Sual: Seferde kuşluk namazı kılmak caiz mi?

CEVAP

Vakit müsaitse kılmak iyi olur. Kaza namazı olan hem kazaya hem de kuşluğa niyet etmelidir.


Sual: Duha, kuşluk ve işrak namazları, ne zaman başlar, ne zamana kadar kılınabilir?

CEVAP

Duha, kuşluk demektir. Âlimlerin çoğu işrak namazının da kuşluk namazı olduğunu bildirmektedir. Tam İlmihal’de diyor ki:

Duha vakti olunca, iki rekat (İşrak namazı) kılmak sünnettir. Bu namaza (Kuşluk namazı) da denir.


İşrak vakti, bayram namazı kılınan vakitte başlar. Öğleye 20 dakika kalıncaya kadar kılınır. Kaza namazı kılan kuşluğa da niyet ederek kılar. Böylece hem kaza namazı ödenmiş olur, hem de kuşluk namazı kılınmış olur.


Kaza kılarken

Sual: Sabah namazının vakti girince nâfile kılmak caiz olmadığına göre, sabah namazı kazaya kalınca, kuşluk vaktinde sünnetini kılarken, Sübha ve Kuşluk namazına da niyet edilebilir mi?

CEVAP

Evet, niyet edilebilir. Kaza kılarken, Kuşluk, Sübha, Tehıyyet-ül mescid gibi nafile namazlara da niyet edilir.


Kuşlukta kaza kılmak

Sual: Kuşluk vaktinde, Duha namazı kılmayı âdet edinen kimse, sabah namazına kalkamayıp Kuşluk vaktinde kaza etse, Kuşluk namazı da kılmış olur mu?

CEVAP

Kuşluk vaktinde kaza kılmakla, Kuşluk namazı da kılınmış olur. Ama sabah namazının sünnetini kılarken Kuşluk namazına da niyet edilirse, ayrıca niyet sevabı da alınır.

Şerre değil hayra vesile olmak gerek

Mevlana Hâlid-i Bağdadi hazretlerinin 'kuddise sirruh' Seyyid Taha-i Hakkari "kuddise sirruh" hazretlerine mektubu var. Orada buyuruyor ki; Hadis-i şeriftir, Eğer bir hayra vesile olursan, o hayrı işlemiş gibi ecir alırsın. Eğer bir şerre alet olursan, o şer icra olundukça, günaha girersin. Dolayısıyla, hayra vesile olmak, iyidir. Ama şerre alet olmak, tehlikelidir. O bakımdan, Allahü teala kullarına mal, imkan, her şey verebilir. Bu bir imtihandır. Kulum bunu nasıl harcayacak, kulum bunu nasıl yiyecek? Dolayısıyla, eviniz, barkınız, aileniz, malınız, mülkünüz, mutlaka hayra vesile olmalıdır. Aksi halde, siz yerken, içerken, uyurken, gezerken, hatta ibadet yaparken, bir taraftan günah yazılır. Çünki, bizim dinimizde asıl olan, haramdan sakınmaktır. Sonra ibadetleri yapmaktır.

İlâcların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir

 Düâların en kıymetlisi ve fâidelisi (Fâtiha) sûresidir. (Tefsîr-iMazherî) son sahîfesinde diyor ki, (İbni Mâcede yazılı, hazret-i Alînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, 

“İlâcların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir” buyuruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafîfler. Eceli gelmemiş ise, iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslîm etmesi kolay olur. Resûlullah, sallallahü aleyhi ve sellem, gam, gussa, sıkıntıyı gidermek için, 

“Lâ ilâhe illallâhül’azîm-ül-halîm lâ ilâhe illallâhü Rabbül-Arş-il’azîm lâ ilâhe illallahü Rabbüs-semâvâti ve Rabbül-Erdı Rabbül’Arş-il kerîm” çok okurdu. 

“Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azîm”okumak, sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini Enes bin Mâlik haber vermişdir. 

İslam Dininde Kadınların çalışması

Sual: Kadınların çeşitli sanayi kollarında çalışmasında bir sakınca var mıdır?

CEVAP

Dinimizde kadın, geçim derdinden, düşüncesinden muaf tutulmuştur. O, çalışarak, didinerek para kazanmaya, bunun için beş vakit namazı aksatmaya, başını, kolunu açarak veya erkeklerin arasına karışarak günah işlemeye mecbur değildir. Her şeyi onun ayağına getirmek mecburiyeti vardır. Dinimiz ona bu kıymeti vermiştir.


Müslüman kadın ticaret, fen, sanat ve ziraat ile uğraşmaya mecbur değil ise de, bunlarla meşgul olması, para kazanması günah değildir, kendi isteğiyle çalışabilir. Yalnız, bunlarla meşgul olurken, haramlardan sakınması şarttır. Haram işleyerek ibadet de yapılamaz. Mesela farz olan hacca kadın mahremsiz gidemez.


İhtiyaç halinde çalışmak

Sual: Kadın hangi şartlarda çalışabilir?

CEVAP

Bir kadının, kızın, anası, babası ve mahrem akrabası yoksa veya var da, fakir iseler ve devlet de yardım etmez ve kimse yardım etmezse, bu kadın, kendinin, çocuklarının ve hastalık, ihtiyarlık sebebiyle çalışamayan fakir ana babasının nafakalarını temin etmek için çalışmak zorundadır. Erkekle karışık olmayan kadın işlerinde çalışır. Erkek bulunmayan iş yoksa, sıhhatini, dinini, namusunu, Müslümanlık haysiyetini ve şerefini koruyacak kadar farz olan nafakayı kazanmak için, yabancı erkeklerin bulunduğu yerde örtülü olarak çalışması caiz olur. Bu nafakayı kazanmasında mani olunması, ikrah olur. Böyle ihtiyaçtan fazla, orada kalması caiz olmaz. Çalışırken, başını, kollarını açması için zorlarlarsa, açmazsan burada çalışma derlerse, örtülü olarak çalışacak başka yer bulamayınca, kolları açık çalışması, İmam-ı Ebu Yusuf’un kavline göre caiz olur. Kadının kulaklarından sarkan saçlarını örtmesi farz değildir diyen âlimler de vardır. Harac olduğu zaman, bu zayıf kaville amel etmek caiz olur. Başında bulunan saçları örtmenin farz olduğu sözbirliğiyle bildirildiyse de, kulaklardan sarkan saçların açılması, zorlanmak sebebiyle caiz olur. Böyle zorlanan kadın, her zaman, erkekle karışık olmayan veya örtülü çalışacak yer aramalıdır. Bulunca, orada çalışması lazım olur. Saçlarını, kollarını sokakta, gidip gelirken örtmelidir. Müslüman erkekle evlenince, bunun nafakasını kocası temin etmeye mecburdur. Zengin olmadığı için, anasına, babasına ve çocuklarına nafaka vermesi lazım gelmezse de, kocasının izniyle çalışıp onlara bakması lazımdır. (S. Ebediyye)


Nafakayı kazanmak

Sual: Kocam gereksiz harcamalar yapıyor. Mesela, neredeyse her gün gereksiz yere dışarıda yemek yiyor, cep telefonlarını gereksiz yere değiştiriyor, telefonla çok uzun konuşuyor, süs olsun diye lüks eşyalar alıyor. Bir de bunlar için borçlanıyor, aldığı para borçlara gidiyor. Nafakamızı sağlamak için, ev temizliğine gitmek gibi bazı işler yapıyorum. Bazen haram işlemek zorunda da kalıyorum. Bu şartlar altında, haram işlemem mazeret olur mu?

CEVAP

Mazeret olmaz. Dışarıda yemek yemek, cep telefonu değiştirmek, lüks eşyalar almak günah değilse de, önce evin nafakasını temin etmesi gerekir. Nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar çalışıp kazanmak farzdır. Bunu yapmayıp, ailesini zor durumda bırakan günahkâr olur. İki hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kimseye muhtaç olmamak ve ana baba, çoluk çocuğunu muhtaç etmemek için işe gidenin, her adımı ibadettir.) [Taberani]


(Çalışmayıp kendini sadaka isteyecek hâle düşüren, 70 şeye muhtaç olur.) [Tirmizi]


Erkek mesleği

Sual: İslam Ahlakı kitabında, zaruret olmadan erkekler gibi giyinen, onlar gibi tıraş olan ve erkeklere mahsus işleri yapan kadınların, kadın gibi saçlarını uzatan ve süslenen erkeklerin lanetlendiği bildiriliyor. Erkeklere mahsus işler hangileridir?

CEVAP

Bu işler, zamana göre değişirse de genelde, güreş, hamallık, polislik, şoförlük, inşaat, maden ocaklarında çalışmak gibi meslekler bu sınıfa dâhildir. Kadın, kocasının izniyle, erkeklere mahsus olmayan işlerde, günah işlemeden çalışabilir.


Hayat, müşterek midir?

Sual: Zamanımızda boşanmalar, gün geçtikçe artıyor. Hayat müşterektir diyerek, kadınlar her işte çalışmaya zorlanıyor ve bunun neticesinde de evlilik hayatı bitiyor. Bütün bunların sebebi ne olabilir?

Cevap: Zaruret olmadan boşayarak evini barkını, yuvayı yıkmak, huzuru, saadeti kaçırmak ve boşadığı kadına mehir parasını ödemek, bir erkek için kolay şey değildir. Kadın, kocasına yemek hazırlayarak, çamaşırını yıkayarak, yırtıklarını dikerek, çocuklara din ve ahlak bilgisi vererek, kocasının rahat ve mesut yaşamasını sağlar. Tatlı sözleri ile kocasını neşelendirir. Hanımını boşayan erkek, bu nimetlerden mahrum kalır. Boşanılan kadının nafakasını vermek, babasına, babası yoksa, zengin akrabasına farz olur.


Görülüyor ki, İslâm dininde, kadın değil, erkek acınacak hâldedir. Kız olsun, dul olsun, evli olmayan fakir kadına babası bakmaya mecburdur. Babası yoksa veya fakirse, zengin akrabası bakacaktır. Müslüman kadının çalışıp kazanmaya ihtiyacı yoktur. İslâm dini, kadının bütün ihtiyaçlarını erkeğin sırtına yüklemiştir. Erkeğin bu ağır yüküne karşılık, mirasın hepsinin yalnız erkeğe verilmesi lazım iken, Allahü teâlâ, kadınlara burada da ihsanda bulunarak, erkek kardeşlerinin yarısı kadar da miras almalarını emir buyurmuştur.


Erkek, hanımını, evin içinde veya dışında çalışmaya zorlayamaz. Kadın arzu ederse ve kocası izin verirse, haram işlemeden çalışması caiz ise de, kazandığı kendi mülkü olur. Hiç kimse, bunları ve mirastan eline geçeni, kadından zorla alamaz. Kendisinin, çocukların ve evin herhangi bir ihtiyacına sarf etmesi için de zorlanamaz. Bunların hepsini erkeğin alıp getirmesi farzdır.


Zamanımızda bazı memleketlerde, kadın da, erkeklerle birlikte, boğaz tokluğuna, en ağır işlerde zorla çalıştırılıyor. Hayat müşterektir denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar. Çoğunun evlendiklerine pişman oldukları, mahkemelerin boşanma davaları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmektedir. Kadınlar, İslâm dininin kendilerine verdiği kıymeti, rahatı, huzuru, hürriyeti ve boşanma hakkına malik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünya kadınları, hemen Müslüman olurlar ve İslâmiyetin her memlekete yayılması için çalışırlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Annenin babanın, üzerimizde hakkı çokdur. Onları seveceğiz, ama *Aşk* derecesinde değil. Onlara olan sevgi de, *Allah sevgisi* nden dolayıdır. O emretdiği için seviyoruz.  


Müşrikler, *Bilâl-i Habeşî* radıyallahü anh hazretlerini, *Kızgın kuma* yatırıp, üzerine koca bir *Taş* koydular. Bu eziyete, Allahü teâlâya olan *Sevgisi* sâyesinde sabredebildi. 


Peygamberimiz aleyhisselâm; *Büyüklerine hürmeti olmıyan, küçüklerine şefkati olmıyan, bizden değildir!* buyuruyor. 


Ayrıca; *Bu yolda, ehil ve nâehil, berâberdir*, buyuruluyor. Yâni birbirini sevenler, Cennetde de berâber olup ayrılmıyacaklar. 


Yâni, bu *Ehil* dir, şu ehil *Değil* dir, diye bir ayırım yok, yeter ki Allahı ve Peygamberi *Sevsin*. Sevenlerin hepsi berâber olacak, ayrılmıyacakdır. 

● ● ● 

Peygamber Efendimiz; *İki kelime vardır ki, söylemesi çok kolay, ama terîzîde çok ağırdır* buyuruyor. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bunu bana okutdu, tekrar etdirdi, ezberletti.


Ve, Ölünceye kadar bunu unutmazsın, dedi. Nedir o iki kelime? *Sübhânallahi ve bi hamdihî sübhânallahil azîm!* Hadîs-i şerîfdir bu. 


Bu iki kelime, kıyâmetde *Mîzâna*, yâni *Terâzî* ye konacak. Öbür kefedeki günâhların toplamından daha *Ağır* gelecek ve bütün günâhları temizliyecek. 


Onun için kitapda diyor ki: *Her namazdan sonra bunu on kerre okumalı*. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i şerîf kitâbı var, fârisî, orda yazılı bu. 


Berîka kitâbının en son sahîfesinde de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 


*Namazlardan sonra 11 kerre ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennetin sekiz kapısından istediğinden Cennete girer*. Müsâid olduğu zaman okumalı kardeşim. 


*Mehmed Mâsum* hazretleri de, Mektûbât’ında bunu bildiriyor ve diyor ki: *Peygamber Efendimiz buyurdu ki: Her namazdan sonra üç istiğfâr okuyun!* 


Bunu okumak lâzım. Geriye 67 kalıyor. Bunu da, duâdan sonra okuruz, diyor. Bunlar, bizler için büyük *Kazanç*. Bunu 70 kerre okumak, günâhlara *Keffâret* dir. 


Büyüklerimiz çok merhametli olduğu için, kazanalım diye bunları tavsiye ediyorlar bize. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme!* Ne demek bu?


Yâni evliyânın *İsmi* anıldığı yere *Rahmet* yağar. Bütün arkadaşlar müsâit zamanlarda toplanıp, *Kitap* okusunlar. Kitap okumak çok mühim, hattâ *Şart* dır kardeşim.

İdrîs aleyhisselam Cennet’te kaldı.

Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselam, İdrîs aleyhisselamı ziyârete geldi. 

İdrîs aleyhisselam, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselama; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselam rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselamın rûhunu tekrar iâde etti. 

İdrîs aleyhisselam, Azrâil aleyhisselama; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. 

İdrîs aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. 

Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. 

Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı.