Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allah*, bir kuluna *İyilik* murâd ederse, onun önüne, sevap kazanacak bir *İş* koyar. Yâni önüne bir iyilik yapma fırsatı çıkartır. Meselâ; *Şunu yap da, sana bir sevâp vereyim!* buyurur. 


Ne *Güzel* şey. Cenâb-ı Hak, sevdiklerine böyle *Fırsat* lar çıkarır. Yapsın da *Sevap* kazansın diye. İşte bu fırsatları kaçırmamak lâzım efendim. 


Çünkü o *Fırsatı* Allahü tâlâ koydu önümüze. Bir *İmtihân* dır bu. Tabii orda vereceğimiz karar, *Îmânımız* ın gücünü veyâ zayıflılığını gösterir. 


Bir kimse, karşısındakinin kalbinden neler geçiyor, neler düşünüyor, onları *Anlasa*, her etdiği duâ *Kabûl* olsa, bu, Allahü teâlânın o kimseyi sevdiğine *Alâmet* değildir. 


Allahü teâlânın sevgisi, şerîata *Uymak* dadır. Farzları, sünnetleri *Yapıyor* mu? Harâmlardan *Sakınıyor* mu? İşte Allahü teâlânın sevgisine *Alâmet* budur. 


Bunu, büyük *Velî* Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri, *Avârif* kitâbında uzun anlatıyor. 


Meselâ; Şu adam *Çok* mübârek, duâları *Kabûl* oluyor, herkesin ne düşündüğünü *Anlıyor*, kaybolan şeylerin nerde olduğunu *Biliyor*. Çok büyük evliyâ, diyorlar. 


Hayır, bu *Yanlış* Evliyâlık bu değil. Çünkü bu gibi hâller *Evliyâ* da olduğu gibi, *Kâfirler* de de olabilir. 


Evliyâda olursa *Kerâmet* denir. Kâfirlerde, fâsıklarda olursa, *İstidrac* denir. Bu ikisi, riyâzet çekenlerde de olur, riyâzet çekmiyenlerde de olur. 

● ● ● 

● ● ● 

Pâkistân'dan bir *Mektup* geldi. Yazmış ki: Âcizâne nakşibendî ve müceddidîyim. Çok talebelerim var. Geliyorlar, onlara *Mektûbât* dan okuyoruz, anlatıyoruz ve *Mektûbâtın* gösterdiği yolda çalışıyoruz, diyor. 


Bir gün talebelerim toplanmışlar, oturuyoruz. Ben onlara, *Mektûbât* dan anlatırken, postacı geldi. Bana bir paket getirdi. Bir de açdım ki, *Hakîkat Kitâbevi* nden geliyor. 


İçinde *Kitaplar* var, hem de İngilizce. Açdım bir kitâbınızı, bakdım İngilizce *Seâdet-i Ebediyye* Endless Bliss kitâbını alıp bir sayfasını açdım, seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* nin mektûbu çıkdı.


İngilizce bir mektup. O anda, Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin *Rûhâniyeti* salonu kapladı. Mübârek *Rûh’u* burada hâzır oldu. *Vallahi* senin şeyhinin rûhâniyeti salonu doldurdu! diyor. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İki mü’min, *Sevgi* ile bir araya gelseler, kalpleri arasında bir *Akım* başlar, birinden diğerine *Feyz* akar. Feyz nedir? *Muhabbet* dir, Allah *Sevgisi* dir. 


Ve o yere melekler *İmrenir* efendim. Mühim olan, *Muhabbet* dir, *Huzûr* dur. Huzûr nedir? *Huzûr*, bir an olsun, günâh işlememekdir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, ara ara; *Beni her zaman aranızda bulamazsınız, ayrılık zamânı yaklaşdı!* buyururdu. Ben de buna çok üzülürdüm. 


Ve içimden; *Niye böyle üzüntülü şeyleri söylüyor, inşallah daha çok yaşıyacak!* derdim. Şimdi bakıyorum da, sözleri doğruymuş. 

● ● ● 

*Besmele* çekilerek yapılan bir iş, bir amel, bir icraat, dâimâ *Muvaffak* olur, *Hayırlı* olur kardeşim. 


İstemediğimiz şekilde netîcelense bile, yine *Hayır* dır. Neden? Çünkü biz neyin *Hayır* lı olduğunu bilemeyiz ki. 


*Muvaffak* olmadık zannederiz. Hâlbuki onun olmamasında, bizim için *Hayır* vardır. Kur’ân-ı kerîmde öyle buyuruluyor çünkü: 


Siz, bir şeyi *Hayırlı* zannedersiniz, hâlbuki o size *Zararlı* dır. Bir şeyi de *Zararlı* görürsünüz, ondan kaçarsınız, hâlbuki o, sizin için daha *Hayırlı* dır, buyuruyor. 


Onun için Allahü teâlâya; Yâ Rabbî, bana şunu ver, bunu ver, demiyeceğiz. Ne diyeceğiz? *Hayırlı olanı ver yâ Rabbî!* diyeceğiz. 

● ● ● 

Herkese diyorum ki: *Bizim kitaplarımız çok kıymetlidir, çok değerlidir*. 


Böyle söyleyince, işitenler; *Yâ amma da kendi kitâbını beğeniyor, ne kadar da çok methediyor!* derler. 


Ama ben böyle söyledikden sonra, *Çünkü* diyorum. Yâni devâmı var bu sözümün. Ben *Çünkü* deyince, ağzıma bakıyorlar, acabâ *Ne söyliyecek*, diye. 


Ben de diyorum ki: Çünkü bizim *Kitaplar* da, bana âit tek bir satır *Yazı* yokdur. Hepsi, *Büyükler* in yazısıdır. Onun için *Kıymetli* dir. 


Eğer bana âit bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman *Kıymet* den düşerdi! diyorum. O zaman bir şey diyemiyor, bana *Hak* veriyorlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın, mutlaka birşeyler *Öğrenmesi* ve bunu, başkalarına da *Öğretmesi* lâzımdır efendim. Öğrenmek neyse de, *Öğretmek* hassas bir mevzû. 


Öğretmek için, çok iyi *Bilmek* lâzım. Çünkü yanlış bir şey söylerseniz, *Mes’ul* olursunuz. Öyleyse en iyisi *Kitap* vermek. Verin kitâbı, geri çekilin. 


Anlatmaya kalkmayın, *Kitap* verin. En *Doğru* su bu. *Kitâbı* verin, siz aradan *Çekilin*, işi büyüklere havâle edin. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz araya girersek, belki *Yanlış* bir şey söyleriz. Böylece ya kendimizi veyâ karşımızdakini *Yakarız*, Allah korusun. 

********

Bir kitapda okudum. Allahü teâlânın en *Sevdiği*, en çok *Râzı* olduğu ibâdet, onun dînini, Onun kullarına *Yaymak* dır. 


Her mü’min, elinde ne *İmkân* varsa, ilmiyle, parasıyla, mevkîsiyle, mutlaka bir şekilde *Teblîğ* etmek zorundadır. Bunu yapmazsa, çok büyük *Günaha* girer. 


Çünkü bu teblîğ *Farz* dır. Yâni, Allahın *Emri* dir. Bu teblîği yapmıyan, bir *Farzı*, yâni Allahın emrini terk etmiş olur Allah muhâfaza. 


İşte, bizim arkadaşların *Kıymeti* bundan ileri geliyor kardeşim. Çünkü *Cihâd* yapıyorlar, Allahın dînini *Yayıyor* lar. Ne mutlu bu hizmete iştirak edenlere.

Aklı bırakmak ne demektir?

Eski devirlerde yaşamış, mürşid-i kâmil denilen zatlar, sıradan kimseler değildi. Basiretleri açık, selim akıl sahibi kimselerdi. Mürşide tâbi olan insanın aklı ve ilmi, hocasının aklı ve ilmiyle kıyas kabul etmezdi.


Akıl göz, İslamiyet ise ışık gibidir. Işık olmayınca göz görmediği gibi, aklımız almasa da, İslamiyet’in bildirdiklerini hiç şüphe etmeden kabul etmek gerekir. Allahü teâlâ, koca karı imanı gibi inanan akıllı Müslümanları övüyor. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(O müttekiler, gayba inanırlar.) [Bekara 3]


Yani Allah’tan korkup günahtan sakınan Müslümanlar, görmeden ve tecrübe etmeden Resulullah’ın bildirdiklerine inanırlar. Demek ki akıllı Müslüman, hocaların hocası olan Resulullah’a kayıtsız şartsız inanan, (O söylediyse doğrudur) diyen kimsedir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Allahü teâlâ, hayrı murat edilen kulun kalb gözünü açar, o kul da gayba inanır.) [Deylemi]


Basireti yani kalb gözü açılınca, gayba [görmediğine], güvendiği zatların sözüne inanıyor. Bunun en meşhur örneği, Mirac olayı üzerine, hiç aklını kullanmadan, (O söylemişse doğrudur) diyen ve Sıddık ismini alan Hazret-i Ebu Bekir’dir. Allahü teâlâ, onu Zümer suresinin 33. âyetinde mealen, (Doğru haber veren ve Resulullah’ı tasdik eden) diye övüyor. (Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin)


Aklı bırakmak demek, haddini bilmek demektir. Aklın her şeyi bilemeyeceğini ve bilenlere tâbi olmak gerektiğini anlamak demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Dini hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)


Kâmil ve mükemmil [yetişmiş ve yetiştirebilen] bir zat ele geçerse, bütün arzuları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde, teneşirdeki ölü gibi olmalı. Ancak böyle olan kimse maksada kavuşur. (1/61)


Allahü teâlâ da, Resulü de, doğru yoldaki âlimlere tâbi olmamız gerektiğini bildiriyor. Tâbi olmak, her konuda ona itaat etmek demektir. Kendi aklına uymaya, tâbi olmak denmez. Bir âyet-i kerime meali:

(Allah’a itaat edin, Resulüne ve sizden olan ülül-emre itaat edin!) [Nisa 59]


Yine Nisa suresinin 83. âyet-i kerimesinde, ülül-emre uyulması, sorulması gerektiği bildiriliyor.


Bu âyet-i kerimelerde geçen ülül-emrin âlimler demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)


Peygamber efendimiz de, âlimleri rehber edinmemizi emrediyor. İki hadis-i şerif meali şöyledir:

(Âlimlere tâbi olun!) [Deylemi]


(Âlimler birer kılavuz, birer rehberdir.) [İ. Neccar]


Âlime tâbi olunca, kendi görüşümüzü, kendi aklımızı bırakmamız gerekir. Kendi görüşümüzde ısrar edersek, âlime tâbi olmamızın ne önemi olur ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hediye*, başlı başına bir *Sevap* dır, sadaka sevâbıdır. En büyük *Sadaka* da, birine bir şey vermekdir. Verenin ömrünü uzatır efendim. 


Allahü teâlâya çok *Şükr* edelim ki bize, kendi dînine *Hizmet* yolunu açdı. Kendi *Dînine* hizmeti, bize *Nasîb* etdi. Allahın kullarına yapılan her türlü hizmet makbûldür. 


Meselâ birine *Yemek* yedirmek veyâ *Para* vermek, *Sıkıntısı* varsa, gidermek, hattâ bir mü’mine gülümsemek bile *Sevap* dır.


Ama, birine bir *Kitap* vermek veyâ verilmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Kıymetli* dir, daha makbuldür. Yâni bir insanın dînini öğrenmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Sevap* dır. 


Onun için, bir kimsenin tek maksadı, yegâne gâyesi bu ise, onun her nefesi *İbâdet* dir. O kimse, tam *Cihâd* ın içindedir, mübârek olsun. 


Biz, o *Büyükler* den değiliz, ama o büyüklerin *Sözleri* ni yayıyoruz, *Kitapları* nı yayıyoruz kardeşim. Hepimiz, o büyükleri *Seviyoruz*. 


O büyükleri *Seven*, eğer harâm işlemez ve haram da yemezse, o büyüklerin kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir, *Allah sevgisi* demekdir. 


Duâsının kabûl olmasını istiyen, bu büyükleri *Sevsin*, ismini *Ansın*, kitâbını *Okusun*. Bu, çok mühim kardeşim.


Bu *Büyükler* sevilince, *İsmi* anılınca, *Kitâbı* okununca, Allahü teâlâ merhamet eder, duâsını *Kabûl* buyurur. Bir mü’min, bir mü’mine *Selâm* verirken;


Bütün *Peygamber* lere, bütün *Melek* lere, bütün *Eshâb-ı kirâma* ve *Evliyâ* nın hepsine de selâm veriyorum diye düşünürse, bunların hepsi de o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Bâzı meleklerin husûsî *Vazîfesi* olduğundan cevap veremezler. Çünkü kimi *Kıyâm* da, kimi *Rükû* da, kimi *Secde* de, kimi de başka mühim bir *İşte* dir. 


*Bütün Meleklere* diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. Efendi hazretleri buyururdu ki: *Keşke diğerlerinin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*.

Amberiyye Mescidi

 Osmanlı sultanları bazı sebeplerden dolayı hac görevlerini yerine getirmezlerdi. Bundan dolayı yerlerine bazı kimseleri Hac’a gönderirlerdi. Bir hac mevsiminde sultan Abdülhamit han, hac farizasını yerine getirmek üzere vezirini görevlendirir. Yıldız sarayından vezirini dualarla ve kutlu toprakların insanlarına verilmek üzere türlü türlü hediyelerle uğurlar. Ve vezirinden bir istekte bulunur. Hac dönüşünde Ravza-i Mutahhara’dan’ bana bir avuç toprak getir’ der.


Vezir, hac ibadetini yerine getirir. Mekke-i Mükerreme de tavaf eder. İslam dünyasından gelen Müslümanlarla tanışır. Büyüklere saygılı, küçüklere sevecen davranır. Fakirlere, Sultan’ın vermiş olduğu emanetleri dağıtır. Arafat’ta vakfeye durur. Mina’da şeytan taşlar. Mekke’den Medine’ye giderken, peygamberimizin çektiği sıkıntıları düşünür. Baki Kabristanı’nda dünyanın geçiciliğini anlar. Vezir, hac görevini tamamlar. yorgun bir şekilde, Arafatta ilahı affa uğramış yüzlerce hacı birlikte İstanbul’a gelmek için trene biner. Trende padişahın ricası aklına düşer. Tren hareket etmek üzeredir. Mescidi- nebeviye gidip toprak almaya zaman kalmamıştır. Trenden inerek istasyonun yanındaki boş araziden bir avuç toprak alır.


İstanbul’a vardığında padişah onu bir kardeşi gibi karşılar. Sarılır. Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem)in kokusunu hissetmeye çalışır. Ve sözü, Ravza-i Mutahhara toprağına getirir. Vezir, kadife bir kesenin içine koyduğu toprağı sultan Abdülhamit Han’a verir. Abdülhamit han itinalı bir şekilde ve hürmet ile toprağı avuçlarının içine alır. Koklar, bir daha koklar… Döner, Vezir’ine’bu toprağın amberi var. Lakin miski yok’ der. Vezir şaşırır. Ve doğruyu itiraf eder. Bunun üzerine padişah, vezir’in toprak aldığı yere bir mescit inşa edilmesini talep eder. Bir sonraki hac mevsimine kadar Medine-i münevvere tren istasyonu karşısına beyaz kubbeli mescit inşa edildiğinde ismi hazırdır: Amberiyye Mescidi.....

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım

 Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz Buyurdu ki:

Şeytan yalan yere yemin etti

Âdem aleyhisselâmın Cennet’ten çıkarılmasının sebebi, şeytanın yemin etmesi oldu. Yani şeytan yemin etmeseydi, Âdem aleyhisselâm inanmazdı ona. Âdem aleyhisselâm, “Allahü teâlânın  ismine yemin eden, yalan söyleyemez” diye düşündü. Şeytan, “Bu meyveden yersen, burada ebedî kalırsın. Vallahi bunda şifâ var” dedi ve Allah’ın ismine yemin etti. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm meyveyi yedi.

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım. Allahü teâlânın ismini üç beş paralık dünya için kullanmamak lâzım. Hele yalan yere yemin etmek çok tehlikeli. Daha büyük tehlike olamaz.

Allahü teâlâ onu zayi etmedi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Fransız* büyük elçisi, yardımcıları ile birlikde *Piyerloti* de kahve içiyor. Oradan aşağı inerlerken Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Câmisi* ni ve *Evini* görüyor. Diyor ki: *Burası nedir?* 


Diyorlar ki: Efendim, burda bir İslâm âlimi oturuyor. Büyükelçi; *Allah Allah, gitsek kabûl eder mi?* diye soruyor. Soralım diyorlar. Ve gidip soruyorlar. 


*Efendi* hazretleri kabûl ediyor ve onları, gâyet *Şık* bir kıyâfetle karşılıyorlar, berâber *Çay* içiyorlar. Hâl hâtır sordukdan sonra *Efendi* hazretleri buyurmuşlar ki: 


*Siz Alman’lara mağlup oldunuz. Onlar Pârise girdi. Bu mağlûbiyetinizin sebebini biliyor musunuz?* 


Büyükelçi, *Bilmiyorum* demiş. Efendi hazretleri, *Peki öyleyse ben söyliyeyim!* buyurmuş ve şöyle anlatmış:


Siz *Krallığı* bırakdınız, *Demokrasi* ye geçdiniz. Hâlbuki kral, *Baba* gibidir, ülkesine *Sâhip* dir ve milletine bir *Baba* şefkatiyle bakar. 


Ama dört senede bir *Seçimle* gelen kişiler, daha yarısındayken, *Kendi* hesaplarını yapmaya başlar. Memleket meselesi, *İkinci* dereceye kalır. Kaybetmenizin sebebi işte budur, buyurmuş. 


Adam hayret içinde ayağa kalkmış ve *Vallahi doğru!* demiş. *Siz bunları nerden biliyorsunuz?* demiş. İşte böyle kardeşim. Bu büyükler, herşeyi, herkesden daha iyi bilirler. 

********

Efendi hazretleri, *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Bu *Cümle* yi kullandılar kardeşim. Bizzât işittim. Ben zâyi oldum, buyurdu. *Efendi* hazretlerinin bu sözü, *Gayretullaha* dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim!* buyurdu. Ve işte bütün bu *Âbiler*, bütün bu *Hizmetler* ondan sonra meydana geldi. 


Bütün dünyaya, milyonlarca *Kitâbın* dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum!* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Velhâsıl bütün bu *Hizmet* ler, bu *Gayret* ler, hep Efendi’nin *Bereketi*, Onun *Himmeti* ile meydana geldi kardeşim. Allahü teâlâ, Onu *Zâyi* etmedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ hepimize, *Hüsn-ü hâtime* nasîb etsin kardeşim. Bir gün, bir mektup geldi *Gana* dan. Gelen mektupda diyor ki: 


Efendim, *Sunni Path* kitâbınızı, yâni İngilizce *Ehl-i sünnet Yolu* kitâbınızı burada toplu hâlde okuduk. Bir daha okuduk, *Kitap* bitdi. 


Bu *Kitap* sâyesinde, dörtyüz putperest *Müslümân* oldu. Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz. Böyle yazıyor efendim. 


Enver bey dedi ki: *Efendim, acabâ o kitap, hangi âbinin parasıyla gitdi, kim onun pulunu yapışdırdı, kim postaya verdi?* dedi. 


Ben de ona dedim ki: Kardeşim, bu öyle değil. Bu, bir *Şirket* dir, bir *Ortaklık* dır. Bir kişinin, iki kişinin işi değil. Bunda her arkadaşın *Payı* var, her âbinin *Hisse* si var. 


Bu sevâba, Ardahan’da *Su arıtma* satan arkadaş da dâhil. Yeter ki, bu sistemin içinde olsun. Listede *Adı* bulunsun. *Miktârı*, yüzdesi mühim değil. Hattâ, duâ eden de bu sevâba *Ortak* dır. 


Çünkü bu, bir *Şirket*. Aynı sevap, herkese gider, hem de hiç azalmadan. Meselâ, bir *Çuval* buğdaya, *İki kişi* ortak olsa, *İkiye* bölerler, yarısı senin yarısı benim, derler. *Üç* kişi olsalar, *Üçe* bölerler. 


Ama bu, öyle değil. Bizim *İhlâs* da böyle değil. Her bir buğday *Tânesi* nde, belki *Onbin*, belki *Yirmibin* kişinin hissesi var. Listede kimler varsa, hepsi *Ortak* dır. 


Mühim olan, *Liste* ye girmek. Listeye *Adını* yazdırmak. Yâni bu hizmetlere, bir şekilde *Katılmak*. Meselâ *Para* vermek. *İhlâsla*, Allah için verdikden sonra, mutlaka *Hisse* alır efendim. 

********

Bizim yolumuzda, *Uçmak* veyâ *Uçurmak* yok efendim. Bizim büyüklerimiz böyle şeylere kıymet vermemişler. Bu asırda en büyük *Sevap*, bir müslümâna bizim kitaplardan bir *Kitap* vermekdir. 


Çünkü bu, *Nübüvvet* yoludur. Nübüvvet yolunun yanında *Evliyâlık*, okyânusda, bir *Zerre* dahî etmez. Bir *Damla* su etmez. 


Neden? Çünkü evliyâlar, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. Bunun için uğraşırlar. 


Bu *Büyükler* ise, başkalarının kurtulmasına çalışırlar. Onların Cehenneme girmemesi için uğraşırlar. Aradaki fark, *Deniz* ile *Damla* nın farkı gibidir.

Saray Hocası Molla Şemseddîn

Yavuz Sultan Selim Hân, bir gün hocası Halîmî Efendi’ye dedi ki: “Molla Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Şemseddîn Efendi çok hızlı yazardı. On günde bir adet Mushâf-ı şerîfi yazıp bitirirdi...

Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Saray Hocası Şemseddîn Efendi’ye bildirdi. O da yirmi beş gün mühlet isteyip Halîmî Çelebi’nin evinde yazmaya başladı...

Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmaya başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. 

Molla Şemseddîn, o zata bazı sorular sordu ve enteresan cevaplar aldı:

-Arab diyârının tamamı fethedilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? 

-Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin hizmeti ona ve nesline verildi. 

-Sultan Selim’in saltanatı uzun sürer mi?

-Üç yıl vakti vardır. 

-Konağında oturduğum Halîmî Efendi ne zaman vefât eder?

-Şam’dan öteye geçemez, orada kalır.

-Ya benim ölümüm ne zaman olur?

-Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez.

-Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız!

-Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur...

O zat, koynundan bir başlık çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana da başımdakini vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye başlığını verip hemen gözden kayboldu.


HEDİYE, PADİŞAHA ULAŞTI...

Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasan Can’a anlatıp başlığı Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasan Can da emaneti vermek üzere padişahın huzûruna vardı. Olanları anlatıp başlığı verdi. Selim Hân hediye başlığı eline alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü...

Olaylar aynen vuku buldu ve Yavuz Sultan Selîm Han; Halîmî Çelebi, Molla Şemseddîn ve saraydan bir hoca efendinin cenâze namazında hazır bulundu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri  buyuruyor ki:*


*Cenâb-ı Hak*, kendisiyle kulları arasındaki günahları *Affeder* veyâ *Cezâlandırır*. Bu, Rabbimizin bileceği bir işdir. 


Ama kulların, kendi aralarındaki günahlarda, mutlaka *Adâlet* olacakdır efendim. Yâni âhiretde, *Kul hakları* ndan, herkes hesâba çekilecek. 


Her müslümâna, *Sırat* köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 

********

*Âlim* in mürekkebi, *Şehîd* in kanıyla tartılacak ve mürekkep *Ağır* gelecek. Ama hangi *Mürekkep?* Kitâbı yazmış, rafa koymuş, orada öylece duruyor. Hiç kimse bundan *İstifâde* etmiyor. 


Bu mürekkep *Tartılmaz* kardeşim. Tartılan mürekkep, milletin istifâdesine sunulan *Kitaplar* ın mürekkebidir. O hâlde, *Bizim kitaplar* ın mürekkebi tartılır ve *Ağır* gelir.


Bunun sevâbına, hem *Biz*, hem de *Bütün arkadaşlar* dâhildir kardeşim. Niçin? Bu kitapları dağıtdıkları için. İnsanlar *İstifâde* etdikleri için. 

********

Benim elime *Beş kuruş* geçse, bunu *Efendi* hazretlerinin *İhsânı* olarak biliyorum kardeşim. Büyüklerin maddî ve mânevî *Himmet* lerine kavuşmak, ancak böyle ifâde edilir. 


Binâenaleyh kavuşduğumuz bütün bu *Ni’met* ler ve *Seâdet* ler, hepsi, Efendi hazretlerinin *Himmeti* ve *Bereketi* dir. 


*Akıl*, her şeye ermez kardeşim, her şeyi anlamaz. Akıl, ancak bir *Rehber*, bir *Mürşid-i kâmil* buluncaya kadar işe yarar. Onu buldukdan sonra, akla mürâcaat etmek, *Ahmaklık* olur. 

********

*Peygamber Efendimiz*, bir gün mübârek ellerini duâya kaldırmış ve şöyle duâ etmiş: 


*Yâ Rabbî*, dünyâya umûmî bir *Felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *Cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, *Beni* ve benim *Yolumu* temsîl etsin. 


İnsanlar bir *Yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *Îkâz* etsin, *Doğru yolu* göstersin.


Böylece insanlar, *Benim* ve *Eshâb* ımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye *Niyâz* da bulunmuş. Allahü teâlâ da bu niyâzı *kabûl* etmiş. 


*Mekkî Efendi*, zaman zaman bunu bize böylece anlatır ve ardından da; *Allah bilir ki, bu cemâat, bu topluluk, bu şanslı kimseler işte sizlersiniz!* derdi. Mübârek *Nûr* içinde yatsın.