DÜNYÂ ve ÎMAN

Efendimiz aleyhissalatü vesselam hazretleri buyurdular:

“Allahu teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Ama îmânı yalnız sevdiğine verir.”


(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 251)

...

Vermesinde ve vermemesinde bilmediğimiz nice hikmetler olan Rabbim!

Bize, bizim için hayırlı olanı ihsan buyur.

Âmin.

ALLAHU TEÂLÂYI SEVMEK

Kulun Allahu teâlâyı sevdiğinin en özel alâmeti, Allahu teâlânın muhabbetine delâlet (işaret, delil) ediyorsa, Allah için sevmektir.”


(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 254)

...

Allahu teâlânın sevdiklerini sevmek ne büyük ni’met!

MUHABBET

“Muhabbet (Allah sevgisi), tertemiz bir ağaçtır. Aslı yerde, dalları göklerdedir. Meyveleri kalbde, dilde ve diğer uzuvlarda görülür.”


(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 255)

ÖLÜM

Süfyân-ı Sevrî ve Bişrî Hafî Hazretleri (kaddesallahu teâlâ esrârehumâ) buyurdular:

“Ölümü ancak şübheci sevmez. Çünkü seven, herhalde sevdiğine kavuşmağı ve onu görmeği sevmemezlik edemez. O halde Hak teâlâyı sevmekte sâdıklardan iseniz, ölümü isteyiniz.”


(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 255)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her müslümâna, Sırat köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 


*Kul hakkı* o kadar mühim ki, bir *Dank* kul hakkı için, âhiretde yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış, kabûl olmuş namâzın *Sevâbı*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *Günâhları* buna yükletilip Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, *Münâkaşa* edemez, *Kavga* edemez, *Kalb* kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *Kâbe* yi, yetmiş defâ *Yıkmak* dan daha büyük günâhdır. 


*Hubbu fillah* ve *Buğdü fillah* yâni Allah için seveceksin, Allah için düşmanlık edeceksin. Kimdir o Allah için düşmanlık edeceğimiz kimseler? *Allah* ın düşmanları. Şimdi zamânımızda çok var. 


Ne demek islâmiyet? Allahü teâlânın *Emrleri* ve *Yasakları*. Allahü teâlânın emretdiği şeyleri yapacağız. Yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. 


İşte budur hubbu fillah, buğd-ü fillah. *Îmân* ın alâmeti budur. Zamânımızda Allahın düşmanları çok var. İslâmiyetle *Alay* ediyorlar. Allahın düşmanları sevilmez efendim. 


Namaz kılmak *Farz* dır. Namaza mâni olanlar, Allahın düşmanıdır. Oruç tutmak *Farz* dır. Oruca mâni olan da Allahın düşmanıdır. 


Bunlar sevilmez. Sevmek ve sevmemek *Kalb* ile olur. Muhabbetin yeri *Kalb* dir. 


Kitaplarda; *Evliyâlar, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışlardır* diye yazıyor. Yâni dünyâda, Allahü teâlânın sıfatları ile hareket ederler. 


Onlar da, bu dünyâda dost ile düşmanı ayırmazlar. *Evliyâlar* da, dostlara yapdıkları iyi muâmeleyi, düşmanlara da yaparlar. 


*Ve men yüridillâhe bihî hayren yüfekkıh hü*. Ne demek bu? *Ve men*; bir kimse ki, *Yüridillâhe*; Allahü teâlâ irâde ediyorsa, diliyorsa. 


*Bihî*; o kimse için. *Hayren*; Hayr murâd ediyorsa, yâni Allahü teâlâ, bir kulunu seviyorsa. *Yüfekkıh hü*; onu fıkh âlimi yapar.

Dört mezhebin (Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî) itikâdı birbirinin aynıdır

Süleyman ibn-i Battal Batalyûsî  “rahmetullahi aleyh” hazretleri Mâlikî fıkıh âlimidir, buyurdular ki;


Dört mezhebin (Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî) itikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkıh bilgilerine uyan bir Müslümâna Ehl-i sünnet veyâ Sünnî denir. Dört mezhebden birinde olmayan kimsenin îmânı bozulur. Yâ, bid’at sâhibi Müslümândır, yâhut mürted olur. Bunun her ikisi de tövbe etmeden ölürse, muhakkak Cehenneme girecektir. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fakat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. Kendi mezhebinde de zor olur ise, kendi mezhebindeki birinci şartı yapmaması câiz olur.

Yeni Müslümân olan kimsenin veyâ âkıl ve bâliğ olan Müslümân evlâdının, evvelâ (Kelime-i şehâdet) söylemesi ve bunun manasını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikâd, yani îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmayan, ehemmiyet vermeyen mürted olur. Yani kelime-i şehâdet getirerek Müslümân olduktan sonra, tekrar kâfir olur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim cihâdımız, *Fıkh* üzerine kardeşim. Fıkhı yaymakla meşgûlüz. Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun *Fıkh* öğrenmesini nasîb eder. 


Ya öğretmesi? Daha çok *Sevap*. Cenâb-ı Hak bize bu ni’meti vermiş. Gece gündüz *Şükr* etsek azdır. Öyleyse biz de, fiilen şükredeceğiz. 


Bir *Lisân-ı hâl* var, bir de *Lisân-ı kâl* var. Lisân-ı kâl, ağız ile söylemek demek. *Lisân-ı hâl*, hâliyle tavrıyla davranışıyla söylemek demek. 


*Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır* buyuruluyor. Ne demek bu? Yâni, lisân-ı hâl daha güzel bildirir. Onun için, *Lisân-ı hâl* mûteberdir. Elhamdülillah biz fıkhı yayıyoruz. Cenâb-ı Hak bize nasîb etmiş bu hizmeti. 


Biz de şükrünü îfâ edeceğiz. Şükrünü îfâ etmek için de çalışmak lâzım. *Öğreneceğiz* ve *Öğreteceğiz*. Bâzı ilimler zararlıdır. Meselâ günâh işlemeye sebep olan ilim, zararlı olur. 


*İlm-i nâfi*, yâni fâideli ilim, iki niyetle elde edilen ilimdir. İki niyetden biri varsa, o ilim *Nâfi* dir, yâni fâidelidir. 


O iki niyetden biri, onunla amel etmekdir. Yâni ilim öğreneceğiz, fakat o ilimle, önce kendimiz *Amel* edeceğiz. İbâdetimizi doğru yapacağız. 


Niyetin ikincisi de, öğrendiğini din kardeşlerine, başkalarına öğretmekdir. Öğretmek, ilmin sevâbını artdırıyor, yâni sevap kazanmaya sebep oluyor. 


Öğretmek niyetiyle ilim öğrenmek *Sevap* dır. Öğrenmesi de sevap, öğretmesi de sevap. 


Elhamdülillah, bizim hizmetlerimiz, hep bu *Cihâd* dır. yâni insanlara İlim öğretmek, *Fıkh* bilgisini öğretmekdir. Fıkh bilgisi de ikiye ayrılır. 


Biri, *Usûl-i fıkh*. *Îmân* ve *îtikâd* bilgilerine, usûl-i fıkh denir, fıkh-ı ekber yâni. İkincisi, bildiğimiz ibâdetlerdir. Demek oluyor ki, ikisini de *Öğrenmek* lâzım. 


Bu, kimlere nasîb oluyor? Allahü teâlânın sevdiği kullarına. Allahü teâlâ bir kulunu seviyor mu? Onun alâmetleri var. İşte o alâmetlerden biri de *Fıkh* öğrenmekdir. 


Hem *Îmân* kısmını, hem de *Amel* kısmını. İşte îmân ve amel, bu ikisini bildiren kitaplara, ilmihâl kitâbı denir. İşte bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, işte bizim *Tam ilmihâl*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-yı kirâm, *Râhat* ve *Huzûr* kaynağıdır kardeşim. Resûlullahın mübârek kalbinden çıkan *Feyz* ve *Nûr* lar Onların kalbleri vâsıtasıyla yayılır. Kimlere yayılır? Onları sevenlere yayılır. 


Peki, sevenler o feyzleri alır mı? Yâni o feyzler gelir, ama sevenler alır mı? Alması için de *İstîdâd* lâzım, yâni *Kâbiliyet* lâzım. O kâbiliyet ve istîdâd nasıl hâsıl olur? 


*İbâdet* ile. Bilhâssa *Namaz* kılmakla. Namaz kılanlar, ibâdet edenler, helâle harâma dikkat edenler, Onlardan *Feyz* alırlar. Onlardan gelen feyz, *Muhabbet* ile gelir. 


********


Rabbimiz, kıyâmetde inşallah hepimize *Kevser Şerâbı* içmek nasîb eder, ihsân eder, inşallah. Hadîs-i şerîfde; *Dîn-ül mer’i dîn-ül ahîhi* buyuruluyor.


Bir de, *Dîn-ül mer’i dîn-ül halîlihî* var. İkiz, yâni iki tâne. Birincide *ahîhi*, ikincisinde *halîlihî*, aynı şey. Yâni bir insanın dîni, arkadaşının dîni gibidir. 


Mü’minin dîni, kiminle *Sohbet* ediyorsa, kimi *Seviyor* sa, onun dîni gibidir. Pekii, seveceğimiz öyle büyük zâtları bulamazsak ne yapacağız? 


Onların kitaplarını okuyacağız. Kitapları vesîlesiyle onları gıyâben seveceğiz. *Rûhen*, onlarla berâber olacağız inşallah. *El mer’ü mea men ehabbe*. Bu da hadîs-i şerîf. 


Yâni insan dünyâda kimi severse, âhiretde onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde* efendim. Onun için, biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim, elhamdülillah. 

********

Bu ramezânda kaç gün oruç tutuldu, belli değil. *Ay* hesâbiyle olmak lâzım, *Takvim* hesâbiyle olmaz. Onun için, ya bir gün evvelden başlamış olduk veyâ bir gün sonradan. 


Hakîkî Ramezândan bir gün evvel başladıksa, o bir gün evvelki orucumuz kabûl olmaz. Niçin? Ramezândan evvel olduğu için. 


Yok, bir gün sonra başladıksa, bu sefer de, bizim bayram yapdığımız gün, hakîkî Ramezândır. O günü *Yemiş* olu-yoruz. 


O hâlde başından ve sonundan *İki gün* dedi Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, böyle buyurdu. Bayramdan sonra, iki gün *Kazâ* etmemiz lâzım kardeşim.

Resû­lul­lahla ilk na­maz kı­lan o­dur!

 Hazret-i Alî’den “radıyallahü teâlâ anh” şöyle rivâyet edilir: 

Evvelâ İslâma gelen, Ebû Bekir’dir “radıyallahü anh”. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile ilk önce kıbleye durup, namâz kılan Ebû Bekir’dir. Hazret-i Ebû Bekir önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâm’a giderdi... YEMLİHÂ’YA RÜYASINI ANLATTI!... 


Bir gün seferde iken, bir rüyâ gördü ki, gökten Ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekir, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine bastı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rüyâsını anlattı. Râhib dedi ki: 

-Ey Arabistanlı kişi. Bu rüyâda, sana büyük müjdeler vardır. Tabîrini ister isen, ücretini ver, dedi. Hazreti Ebû Bekir oniki dînâr çıkarıp, verdi. Râhib dedi ki: 

-O Ay ki, gökten sana indi. Âhir zamân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecektir. Sen Onun vezîri olursun. Sonra da halîfesi olursun... Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaştırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhirette şefâatinden unutmasın. 

Hazret-i Ebû Bekir “bana bir mektûb ver” dedi. Râhib, on iki satır bir mektûb yazıp verdi...

Hazret-i Ebû Bekir; 

-Ey rüyâmı tabîr eden kişi. Eğer tabîr ettiğin gibi olursa, sana yüz altın daha veririm, dedi...

Bu hâdiseden on iki sene geçti. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammed’e vahiy etti ki; bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys Dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: 

-Allahü teâlâya davet edenin davetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz... 

Hazreti Ebû Bekir, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitti ve Kelime-i şehadet getirdi...


“SANA O MUCİZE YETMEZ Mİ Kİ!” 


Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, Resûlullah efendimiz ile buluştu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki: 

-Ne olaydı, İslâma geleydin! 

Hazreti Ebû Bekir dedi ki: 

-Yâ Muhammed! Peygamber isen mucize gösteresin! 

Resûl-i ekrem, Ebû Bekir’in göğsüne mübârek ellerini dayayıp, şöyle duvâra yaslayıp, dedi ki: 

-Sana o mucize yetmez mi ki, o rüyâyı gördün. Râhib Yemlîhâ’ya tabîr ettirdin. O zamândan on iki yıl geçti. Tabîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ vaat ettin. Rüyâyı tabîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular. 

Hazreti Ebû Bekir işitip, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah) dedi.

Bizim için delil mezhebimizin bildirdiği hükümdür

 Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:

Dindeki dört delil (Kuran, sünnet, kıyas, icma), müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür; çünkü biz, âyetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, nassa yani âyet veya hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyarız. Çünkü nass, ictihad isteyebilir, tevil edilmesi gerekebilir, nesh edilmiş olabilir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, nakli esas alan fıkıh kitaplarını okumak gerekir. (Berika s.94)

Vuslat müjdesi olmadan kalkmaz aşk şehîdi

Merhûm Hüseyin Hilmî Bey hocamızın (rahmetullahi teâlâ aleyh) dilinden düşürmedikleri beyt:

“Bî müjde-i visâl ne hîzed şehîd-i aşk

Sâd bâr eger ferişteh-i rahmet nidâ küned”


(Vuslat müjdesi olmadan kalkmaz aşk şehîdi,

Rahmet meleği yüz defa nidâ etse de)