Osmanlı'ya muhabbet imanın, düşmanlık küfrün alâmetidir.
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)
Osmanlı'ya muhabbet imanın, düşmanlık küfrün alâmetidir.
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)
Kardeşi Halid bey anlatıyor:
Ahmet Arvasi abim cezaevinde tutuklu iken hastalığı sebebiyle hastanede tedavi görmeye başladı.Zar zor ziyaret edebildim.Ziyaretimde bana
-Allah aşkına beni bu hemşireden kurtar.Demek gençleri zehirleyen sensin deyip iğneyle işkence yapıyor.” dedi.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Alî bin Muvaffak* hazretleri bakmış ki, *Arafat*’da millet feryât figân içinde ağlıyorlar, yalvarıyorlar, duâ ediyorlar. O da açmış ellerini, *yâ Rabbî!* demiş.
*Bunların duâlarını kabûl eyle. Eğer haccı kabûl olmıyan biri varsa, benim haccım da onun olsun*, diye duâ etmiş. Allahü teâlâ rüyâda kendisine bildiriyor:
*Ey kulum, sen benden daha mı merhametlisin, daha mı şefkatlisin. Ben, yalnız onları değil, analarını babalarını dahî affetdim*, buyuruyor.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri rahmetullahi aleyh, mübârek, bizim hanım daha *Yedi* yaşında iken, belki daha küçük iken, bir gün bana ne dedi biliyor musunuz?
Mübârek dedi ki: Bak evlâdım, sana birçok *Kız* teklîf edecekler, *Şunu al, Bunu al* diyecekler, sakın onlara bakma. Çünkü Allahü teâlâ, *ilm-i ezel*'de takdîr etdi.
Ve *Levh-il mahfûz* da yazdı ki; *Sen, bu kızla evleneceksin. Senin ailen bu olacak, senin hanımın bu olacak*, diye buyurdu bana.
Bir âfât olduğu zaman, bir zelzele olduğu zaman, bir harp olduğu zaman ölen müslümânlar *Şehîd* olur. Dolayısiyle mü'min için ölmek, dünyâda olmakdan hayrlıdır.
Peki, ne zaman hayrlı olur? Eğer dînimize *bir hizmeti* varsa, hayrlıdır. Çünkü ölürse Cennete gidecek. Dünyânın sıkıntılarından kurtulacak.
Mü’minin kabri, *Cennet bahçesidir* kardeşim. Bunu, *Hadîs-i şerîf* bildiriyor. Mü’minin âhireti, dünyâsından hayrlıdır.
Hele çâresiz hastalıkdan ölürse, *Şehîd* olur. Şehîdler, hiç acı çekmezler. Üstelik şehîdlere *hesap* da yok.
Asıl, gerçek hayât, *Âhiret*’de kardeşim. Burası *hayâl*. Burada konuşduklarımız, inandıklarımız, sevdiklerimiz, kavuşmak istediklerimiz, orada, *Hakîkî* olarak karşımıza çıkacak.
Burada hizmetlerden, büyüklerden, Cennetden konuşuyorsak, orada, *onlarla berâber* olacağız. Cennetin hakîkatine kavuşacağız. Bütün mesele, kendimizi tanımak.
Yâni *Kul* olduğumuzu bilmek, *Âciz* olduğumuza inanmak, bu dünyânın *İmtihan* olduğunu iyi anlıyabilmekdir kardeşim.
TAM İLMİHAL SE’ÂDET-İ EBEDİYYE TAKRİZ
Derin âlim, fazîletli merhûm seyyid Ahmed Mekkî efendi hazretlerinin, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının beşinci baskısı başına yazdığı arabî takrîz tercemesi.
Bismillâhirrahmânirrahîm ve bihi sikatî
Beyândan bilmediklerimizle bizleri ni’metlendiren Allahü teâlâya hamd olsun! Doğru söyleyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet verilenlerin en üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve Onun temiz Âline ve insanlar arasından Onun için seçilmiş olan Eshâbına, salât ve selâm olsun!
Asrımızın fâdıllarından, zemânımızın bir dânesinin yazmış olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâbda, kelâm, fıkh ve tesavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâblarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâbda, Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdına uygun olmıyan hiçbir bilgi, hiçbir söz yokdur. Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarına ve bu kitâbın yazarının çalışmasına iyi karşılıklar ihsân buyursun! Âmîn.
Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmıyan, belki de, ileride bir benzeri yazılamıyacak olan, bu kitâbdan alınız!
Yâ Rabbî! Bu kıymetli kitâbın yazarını mes’ûd ve mubârek et, yümünlü eyle! Âmîn. Allahım! Onun anasından, babasından ve kerîm olan merhûm hocalarından râzı ol! Peygamberlerin en üstünü hurmetine “sallallahü aleyhi ve sellem” bu düâyı kabûl buyur! Âmîn.
7 Temmuz 1967 29 Rebî’ul-evvel 1387 Cum’a
Kulların en aşağısı, islâm âlimlerinin hizmetcisi, İstanbulda Kadıköy müftîsi, Arvâsîzâde Esseyyid Ahmed Mekkî Üçışık
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Büyükler buyurmuş ki: *Kün fiddünyâ ke enneke garîbün*. Ne demek bu? Yâni, bu dünyâda, garip gibi yaşa.
*Ev âbirü sebîl*. Yâhut da durakda bekliyen bir yolcu gibi düşün kendini.
*Ve udde nefseke min ashâbil kubûr*. Ve kendini ölmüşlerden say. Bir gün, mutlaka gireceğin kabri unutma.
Bir gün mutlaka gireceğin yere saygılı ol, hürmet et. Çünkü orası senin mekânın, aslî mekânın, oraya hazırlık yap.
*Tasavvuf*, helâl lokma’dır kardeşim. Eğer lokma helâl değilse, hiçbir yapdığının faydasını göremez. İbâdetler on kısımdır, dokuzu helâl *lokma* dır. Büyükler öyle buyuruyor.
Seksen yaşına gelmiş bir ihtiyar, *İmâm-ı âzam* hazretlerine geliyor. Efendim çok yaşlandım, âhir ömrümü yaşıyorum, bana bir duâ öğretir misiniz, diyor.
Mübârek, ona *Bey ve şirâ* risâlesini verip; *Burada yazılan alış veriş bilgilerini öğren*, diyor. Adamcağız; Efendim, ben bu yaşdan sonra tüccar mı olacağım? deyince de;
*Boğazından bir lokma haram geçerse, hiçbir ibâdetin kabûl olmaz*, buyuruyor.
Efendim bir insanı hocası çağırsa, nasıl acele gider, hiç gecikdirmeden. Hele Peygamberimiz çağırsa, koşarak gider, değil mi? Hâlbuki *Allah* çağırıyor namaza, şaka değil.
*Hayyâlassalâh!* yâni *Namaza gelin!* buyuruyor Allahü teâlâ. Onun için, ezânı işitince namâza koşan kimse, Allahü teâlânın bu dâvetine cevâben;
*Başüstüne yâ Rabbî, geliyorum*, demiş ve bu dâvete icâbet etmişdir. Ve herkes misâfirini, kendi iktidârına göre ağırlar. Köylü, köylüce ağırlar. Şehirli, şehirli olarak.
*Zengin*, zenginliğine göre, *Fakîr* de fakîr olarak. Herkes, misâfirine, imkânı nisbetinde bir ikrâm’da bulunur, ihsânda bulunur.
*Allahü teâlâ* da kendi evine, yâni camiye gelenlere, kendine göre ikrâm’da bulunur. Ahmedin Mehmedin verdiği gibi değil.
Mübarek Hocamız,[Hüseyn Hilmi Işık Efendi] kitâblarını yazmaya başladıkları senelerde, Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye kitâbımız, küçük bir kitâbcık idi. Hocamız, müslimânların sorularına, İslâm âlimlerinin kitâblarından verdikleri cevablarını, Tam İlmihal kitâblarına da yazdılar. Hocamız ömürlerini vererek hazırladıkları, 1248 sayfa, büyük boy ciltli, muazzam bir eser meydana getirerek, cümle müslimânlara ve müslimân olmayanlara da müslimân olmaları için hediye etdiler. Son olarak 147 ci baskısı yapılan böyle bir dîni ve ilmî eserin, belki bir daha benzeri yazılamayacak. Rabbimiz hepimizi Hocamızın şefâatlerine kavuştursun inşâallah.
Bir müslimânın mukîm iken, nemazlarını cem’ etmesini, yâni iki nemazı birleştirmesini; 1965 senesinde, üniversitede iken Hocamıza sormuştuk. Sorumuz şöyle idi “Hafta da iki gün akşamları, resmî lisân kurslarımız oluyor. Akşam nemazımızdan evvel başlıyor, yatsı nemazımızdan sonra bitiyor. Yoklamada bulunmayanı, o sömestreyi tekrarlatıyorlar. Nasıl hareket edelim Efendim” diye yazmıştık. Hocamız evlerine davet etdiler. Bize, "siz niçin okuyorsunuz” diye sordular. Biz sustuk. Onlar cevab verdiler; “Bir meslek sahibi olmak için değil mi? Evet efendim dedim. Sonra ne olacak buyurdular? Hocamız devam ederek; Evleneceksiniz, çocuklarınız olacak, işte onların rızkını kazanmak için çalışacaksınız. Biz mûteber kitâblardan araştırdık. Yalnız Hanbelî mezhebinde, “mukîm iken, çoluk çocuğun rızkını kazanmak için veya herhangi bir sebebden, meselâ doktorun ameliyatının geç bitmesi gibi” nemaz kılınamayacak olursa; Ahmed Bin Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin ictihâdına göre, nemazlar cem edilir. Yâni Hanbelî mezhebi taklid edilir kardeşim” buyurmuşlardı.
Tam İlmihal kitabımızın 203 cü sahifesinde; “Nemâzı kılmak için işlerinden ayrılmaları mümkin olmıyanların, bu nemâzlarını kazâya bırakmaları, Hanefî mezhebinde câiz değildir. Bunların, yalnız böyle günlerde, (Hanbelî mezhebi) ni taklîd ederek, kılmaları câiz olur. Cem’ ederken, öğleyi ikindiden ve akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci nemâza dururken, cem’ etmeği niyyet etmek, ikisini ard arda kılmak ve abdestin, guslün ve nemâzın hanbelî mezhebindeki farzlarına ve müfsidlerine uymak lâzımdır” yazılıdır.
Osmân Nûrî Osmânağaoğlu
- Bina yapan veyâ ekin biçen kimsenin, bu çalışmalarına Ramazan ayının orucu zarar verirse, ya'nî oruçtan dolayı ekinini biçemeyip ekin telef olursa, bina yapılamayıp kışın yıkılmak tehlikesi olursa, oruc tutmayıp bu işlerini yapar. Ramazan ayı orucunu da sonra kaza eder; hiç günâhı yoktur. Hiçbir kesbe [işe] zararı olmaksızın, sadece çok susadığı için tehlike şübhesi olursa, yine oruc bozulup kazâ olunur. Dinde harac ve usr [zorluk] yoktur.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı,2.cild, sf: 224-225]
Şerîat Allahın emridir. Hâkim Allah celle şânühüdür. Hükmü de Kur'ândır. Şerîat dünyâdan kalktı; hiçbir yerde kalmadı. Cenâb-ı Hak Kur'ânı yalnız okumak için değil, amel için gönderdi. Ameli de pâdişah yapacaktır. Çünkü vekildir, halîfedir.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı,2.cild,sf: 224]
- İslâm ilimle paydârdır. İlim olmayınca, âlim bulunmayınca, islâmiyyet de olmaz. Bulut olmayınca yağmur beklemek, mucize istemek demektir. Allah celle şânühü bunu yapabilir. Fakat âdetullah câri olmamıştır. İslâm ilimleri yayılıp yüz sene paydâr olmalı [devam etmeli] ki, âlim meydana gelebilsin.
- İslâmiyyet ufül etti [battı]. Mehdî zamanında yeniden doğacak.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 224]
- Zikr, hatırlamak demektir ki, kalbe âid işlerdendir. Râbıta zikirdir. "Onlar görüldükleri vakit Allah hâtıra gelir" hadîs-i şerîfdir. İzâ, vakta ki, ne zaman ki. Rüû, görüldüler. Zükirallahü, Allahu teâlâ yâd olunur [hâtıra gelir]. İsmini söylerken ve işidince gafil olmak da mümkündür. Fakat Allah ehlinin görülmesiyle Allahu teâlâ hâtırlanır. Yanlışlık hiç olmaz. Pâdişahın yâverlerini görünce, kalb derhal pâdişahı hatırlar, işte öyle. İsminden nasıl intikal ederse, onları görmekle de husûle gelir. Ehlüllahın alnında nûr vardır. Onu görünce, zihn Allaha intikal eder. Binâen aleyh Râbıta enfa'dır; efdal değil, enfa'dır [en fâidelidir]. Bismillah, ya'nî insan-ı kâmil demektir.
Râbıtaya ehil olan bir zâta, tam itikad ile inanıp râbıta edince, zikr husûlü muhakkaktır. Böyle bir zâtın kendisine râbıtaya rızası şart değildir. Herkes şeyhine râbıta eder. Bu pek doğrudur. Lâkin şeyhin zât-ı ilâhînin dâimî tecellisine mazhar olması, ya'nî vilâyet-i Muhammediyyeye (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vâsıl olması şarttır. Bu şart da müridde zevk yoluyla hâsıl olur. Böyle bir zâtın râbıta ettirmeğe râzı olması [olursa], mecburdur. Zirâ bununla memurdur. Fakat bizzât söylemez. Yakınları söyler.
Cehrî [sesli] zikir, zaman-ı seâdette yok idi. Belki bid'attir.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 227-228]
- Kur'ânın bir kelimesi, bir harfi yüzbin derde şifâdır.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)