KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-H-2

 – H –

● Hâtimeye [son nefese] kat’i hükm olunmaya ki, vahye bağlıdır. Zann-ı gâlib ve mutmainne olunmuş bir ilm, din büyüklerinin son nefesinin selâmetine delâlet ederse, mümkindir ve bunun gibi ilhâm ile dahî hâtimenin [son nefesin] güzel ve çirkinliği kat’î bilinmez. Zîrâ ilhâm zannîdir. Lâkin zandan zanna olan fark, yer ile gök arasında olan fark gibidir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hâtimenin [son nefesin] selâmeti hiçkimse için kat’î değildir. (Müstesnâlar vahy iledir). 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hârika, açlık ve riyâzet ile cûkiye ve berâhime gibi, küfr ehlinde de hâsıl olur. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Hânümândan [ev, barkdan] geçip, akrabâ ve çoluk çocuğa vedâ gerekdir. Zîrâ Hakkın hakkı, bütün haklardan öncedir. 6/92


● Hatm-i tehlîl okunarak sevâbı rûhâniyyet-i meyyite [meyyitlerin rûhlarına] hediyye olunur. 5/13


● Hizmet-i îşâna ikdâm [îşâna hizmetde devâm [çalışma] olmadıkça], sohbet hevesinde olmamalı. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Hizmet-i huzûr-ı pîr [Pîrin huzûrunda hizmet] ve sohbet, râbıtadan efdaldir. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Hizmet-i fukarâ [sâlihlerin hizmeti] ve ehlullaha hizmet, müsmir-i berekâtdır. Dünyâ ve âhıret sefâsına [se’âdetine] sebebdir. 6/244


● Hizmet-i fukarây-ı bab-illah [Allahü teâlânın kapısına gelen fukarâya hizmet] ve Ehlullahın rızâsını kazanmak, büyük bir se’âdetdir ki, herkese nasîb olmaz [her ni’met sâhibine müyesser olmaz]. 5/151


● Hızır ve İlyâs “aleyhimesselâm” vefât etmişlerdir. Rûhları cism sûreti ile [cesed olarak görünüp] cesede âid harekât ve cismânî ibâdetler onlardan vukû’ bulur. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Hızır aleyhisselâm, zikr-i nefy-i isbâtı [Lâ ilâhe illallah ile zikri], Abdülhâlık Goncdüvânîye, havuzda, su içinde tâ’lim eylemişdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Hâtıraların [düşüncelerin] çok olmasından kalb muzdarip olmaya. Kendi işlerine bakalar. Ve istigfârı terk etmiyeler. 6/193


● Hulefâ-i ümeyye [Emevî halîfeleri] minber üzerinde ehl-i beyte nice seneler seb’ ve la’net eylediler. Ve Ömer bin Abdülazîz “rahmetullahi aleyh” onları kaldırdı. Lâkin Mu’âviye “radıyallahü anh” onlar arasında değildir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hâtıratı kavuşma sebeblerinden sayalar. “Elâ innehü bi külli şey’in mühîtun.” [Dikkat ediniz. Haber veriyorum. Şübhesiz ki, Allahü teâlâ herşeyi ihâta eder.] 6/237


● Hallâc-ı Mensûr, hergün bin rek’at nemâz kılardı. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hılkatden [yaratılışdan] maksâd olan şeyi, bu kısa fırsat zemânında kazanmak gerekdir. Yoksa mahrûmlukdan ve pişmânlıkdan gayri hiç netîce olmaz.


Birkaç günlük ömr büyük bir ganîmetdir. 5/20


● Halkla ülfet eyle [görüş, konuş]. Fekat, alâka peyda eyleme [alâka kurma]. 4/16


● Halkla ihtilât [aralarına karışmak], onların hukûkunu edâ niyyeti ile olursa tâ’atdir. 4/172.


● Halka i’tirâz kıllet üzere [az] olmalıdır. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik eylememeli. Meğer ki, Hak için ola. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Halka hizmet zikrden efdaldir. 4/160


● Hannâs, insanların sadrında [göğsünde] bulunan cin olup, üsûl-i dinde [îmânda] vesvese ve hâtıralar hâsıl eder. 4/190


● Hâb [uyku] esnâsında, bedenine bir nev’i gaflet â’rız olmakla, bâtın nisbeti meydânı boş bulup, tam bir güzellik ile güzel ve perdesiz olan, meydân-ı zuhûra yol bulur. Ve yüzlerce nâz ve niyâz ile gülistanda [gül bağçesinde] görülür. 4/215


● Hâce-i Ahrâr, “rehberin görüntüsü [râbıta], Hakkın zikrinden dahâ fâidelidir.” buyurmuşdur. 4/165


● Hâce-i Ahrâr buyurmuşdur ki, eğer ben şeyhlik eylesem, hiçbir şeyh, âlemde mürîd bulamazdı. Ammâ bize başka işler emr olunmuşdur ki, o işler, islâmiyyetin yayılması ve müslimânların kuvvetlendirilmesidir. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hâce-i Ahrârın vahdet-i vücûda meyli var iken, emr-i ma’rûf ile meşhûrdur. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hârikaların hâsıl olması, açlığa ve riyâzete bağlıdır. Ma’rifet ile işi yokdur. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Havâsın hâbı [seçilmişlerin uykusu] gaflet olmayıp, ibâdetden ayrı kalmak memnû’ [yasak]dır, [uygun değildir.] Nevmül ulemâi ibâdetün. [Âlimlerin uykusu ibâdetdir.] 4/215


● Havâss-ı beşer [insanların seçilmişleri Peygamberler], havâss-ı melekden [meleklerin seçilmişlerinden] efdaldir. 4/219


● Havâsdan [seçilmişlerden] ba’zılarının vefâtlarında, onların rûhlarını Melek-ül-mevt [Azrâil aleyhisselâm] almaz. Bunların vefâtları sırasında, Melek-ül-mevtin hâzır olması, rûhun kabz edilmesini müjdelemek için olmayıp, ta’zîm ve şereflenmek içindir. 4/229


● “Havf-ı dünyâ [dünyâ korkusu ya’nî, islâmiyyete muhâlif olma korkusu] ve âhıret [korkusu], bir kimsede cem olmaz.” Hadîs-i şerîf. 4/18


● Havf-ı hâtime [son nefes korkusu] ve âhıret endişesi [düşüncesi], tâ’atin artmasına sebeb olup, nâfile amelin çok yapılmasına sebeb olur. 4/18


● Havf-ı hâtime [son nefes korkusu] öyle büyük bir ni’metdir ki, Allahü teâlânın dostları bu derde tutulmuşlardır. (Son nefes derdine.) 5/152


● El-hayrü fî-mâ sana’a Allahü teâlâ [hayr, Allahü teâlânın yapdığındadır] diyerek sabr edeler. Cümle işleri, Hak teâlâya havâle edeler. 5/152


● Havâssa [seçilmişlere] ba’zı şeyler hâsıl olur ki, havsala-i avâmdan [avâmın idrâk etmesinden] gizlidir. Onları [o hâlleri] avâmdan gizlemelidir ki, fitneye sebeb olmaya. 4/24

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-H

 – H –

● Hâcâtın kazâsı [isteklerin yerine gelmesi] ve müşkilâtın küşâyişi [zorlukların açılması] için, (La havle ve lâ kuvvete illâ billah) kelimesini beşyüz kerre okuyalar. Ve evvelinde ve âhırınde en az yüz kerre salât eyleyeler. (Bu, imâm-ı Rabbânî radıyallahü anhın hatm-i hâcegânıdır.) 5/33.


● Hâkimlerden ve gayrilerden görülen zulm ve şiddeti, fi’li Hak [Hakkın fi’li] bilmelidir. Zâhirin gâm ve hüznüne bende [kul] mâni’ olamaz. 6/80


● Hâl, telvînden haber verir. Sâhib-i temkin [temkin sâhibi] olan hâlden geçmişdir. 6/56


● Hâl, ilmden eşrefdir [şereflidir]. Hâl, ehl-i vecd ve kemâlin husûsiyyetidir. 6/217


● Hâl’in doğruluğuna alâmet, yakînin hâsıl olmasıdır. Yakîn hâsıl oldukda, hâl; vehm ve hayâlden bîrûndur [uzakdır] demişlerdir. 6/63.


● Hub ve cünûndan hâlî olan [Sevgi, muhabbet ve delilik olmıyan] âdem, hayvânâta mülhakdır [dâhildir]. 4/114.


● “Hac ile ömre arasını birleştirin. Zîrâ onlar fakîrlik ve günâhların kalkmasına sebeb olur.” Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Hadîs-i şerîfde gelmişdir ki, bu üç şeyden çekinmiyen kimse, gerçekden mü’mindir. Hizmet-i i’yâl [Âilesine hizmet], ve fakîrler ile berâber oturmak ve hizmetkârı ile ta’âm yimek. [Hizmetkâr temiz olmak lâzımdır.] 5/109.


● Hadîslerin ba’zısı, ba’zısını tefsîr eder. 6/5


● Harem-i Kâ’benin füyûz ve berekâtı başka, harem-i Medînenin kemâlât ve kârı ve semeresi başkadır. 6/232


● Hüzn ve ferâhlığın olmaması, kazâya râzı olmağa ters değildir. 6/170.


● Hesâb-ı mü’minîn [mü’minlerin hesâbı] kısa bir müddet içinde olacakdır. Fasl-ı kazâ [yapılma zemânı] bir sâ’atdır. Birinin hesâbı, diğerini hesâbdan işgal etmez. 4/11


● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hakkındaki Hadîs-i şerîfler. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hüsn-i hulk [güzel ahlâk], gücü yetdiği hâlde gadab eylememekdir.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hatâları eritir. Su kırağıyı eritdiği ve mahv etdiği gibi. Ve kötü ahlâk dahî ameli ifsâd eder. Sirkenin balı bozduğu gibi”. Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] buğz eylediği kimseye fütüvvetdir. Ve ikrâh eylediği [tiksindiği] şahsa mal vermek, kalbin nefret eylediği zât ile, hüsn-i sohbetdir, demişlerdir. 5/109.


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, Muhammed Kassabdan efdâldir. Ya’nî müntehîdir [sona varmışdır]. 4/179.


● Huzûr, gafletden kurtulmakdan ibâretdir. 4/160


● Huzûr, öyle ola ki, nefs-i hâzır dahî arada olmıya. Vücûd yolunu yokluk sahrasına çeke. Ve kendi huzûru yine kendine müteveccih ola [döne]. 4/75


● Huzûr ve teveccüh-i kalbî, zikrin fevkidir [üstüdür]. Ve ondan dahâ latîfdir. 5/145.


● Huzûr-ı dâimî [dâimî huzûr] bâtına nisbetle mümkindir. Ve başlangıçda zuhûr eder. Bu devâm, zâhirde zordur. 4/172.


● Huzûr ve âgâhînin devâmında, uyku ve tilâvet ve nemâz ve bunların gayrisi birdir. [Huzûr ve âgâh olan kalb, nemâz, uyku ve tilâvetde aynıdır.] Huzûr ve âgâhî kalbin melekesi olup ve onun sıfat-ı lâzımesi olur ki, hiçbir zemân ayrılık kabûl etmez. 5/109.


● Huzûrun devâmında, mâsivânın unutulması ve hâtırlanmaması hiç lâzım değildir. Huzûr-ı dâimî huzûr-ı mâsivâ ile birleşir. 5/109.


● Huzûr-ı mübtedî [mübtedînin huzûru] öyle bir huzûrdur ki, gaybet ona der-kafâdır [Sonra gaybet hâsıl olur]. Huzûr-ı mütevassıt [Yolun ortasında olan için huzûr], ki gaybet onun der-kafâsı değildir. [Gaybet onunla hâsıl olmaz]. Ve bu iki huzûrda hâzırın vücûdı der-meyândır [aradadır]. Ve fenâ husûle peyveste değildir. [Fenâ hâsıl olmasına bağlı değildir]. Ve huzûr-ı müntehî [sona varanın huzûru ise] bir huzûrdur ki, nefs-i hâzır der-meyân [arada] değildir. 6/137


● Hataranın [fikr, düşüncenin] menşe’i nefsdir. İlhâm da hatarât cümlesindendir. Lâkin bunda, husûl-i yakîn galebe-i zan [yakının hâsıl olması kuvvetli zan] ve inşirâh-ı bâtın [bâtının açılması] vardır. 4/133.


● Hak sübhânehü ve teâlâ, ba’zı mahlûkâtından râzıdır. Ve onu hasen [güzel, iyi] kılmışdır. Diğer ba’zılarından râzı değildir. Onu kabîh [çirkin] eylemişdir. 4/26


● Hak teâlâ, âfâk ve enfüsün ve nisbet ve i’tibârâtın ötesidir. Onu derûn ve bîrûnun verâ’sı taleb eylemek gerekdir. [Onu âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır.] 6/74


● Hak teâlâ bizim akllarımızdan ve anlayışımızdan, ilmlerimizden ve idrâkımızdan verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir.] 4/116


● Hak teâlâ verâ’-ı âfâk ve enfüsdür [âfâk ve enfüsün ötesidir]. Onun tâlibi âfâk ve enfüsden geçmedikçe, ma’rifet el-de edemez [kavuşamaz]. 4/205


● Hak teâlâ verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir]. Sümme verâ’ül verâ’dır [yine ötelerin ötesidir]. Bu ötelerin ötesi olmak, kurb yönündendir. Uzaklıkda değildir. Her ne ki tasavvur olunur ise, hattâ bir kimsenin zâtından dahî ziyâde ona yakındır. Aklın ondan haberdâr olması zordur. Cânib-i bu’dün verâ’iyyeti cevelangâh-ı vehmîdir. [Uzaklık ciheti ile ötelerin ötesi olması vehmin anlıyacağı şeydir]. Hâlbuki yakınlıkda olan bir verâ’iyyeti vehm ve hayâl, anlıyamaz ve kendine, kendinden ziyâde yakınlığı tasavvur eylemeğe kâdir değildir. 4/205.


● Hak teâlânın ihâtası mücmelin müfassalı ihâtası gibidir. Meselâ kelime, aksâmında câri’ olduğu gibidir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Hak teâlâ hiç-birşeye hulûl etmez. Mahlûkâtın ba’zısının, vâcib-i teâlânın nûrlarının zuhûruna liyâkati [kâbiliyyeti] vardır. Ve sengi (taş) ve külûh (toprak keseği), sâhibi liyâkat değildir. Dünyâda rü’yet vâki’ olmaz. 3/12.


● Hak teâlâya, mümkinâtın madde ve heyûlâsıdır demek, çok kötü bir çirkinlikdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Hak teâlânın âleme nisbeti [bağlılığı], hâlıkıyyet [hâlık olması] ve mahlûkların onun mahlûku olması ciheti iledir. Sûrî ve zıllerle ilgili nisbet var ise, ismlere ve sıfatlaradır. 5/132.


● Hak teâlâ ne dâhil-i âlemdir, ne hâric-i âlemdir. Ne muttasıldır [bitişikdir], ne münfasıldır [ayrıdır]. 5/108.


● Hak teâlâya ilm ve fehm vâsıtası ile aşk-i ilâhî [ilâhî aşk] hâsıl olmaz. Aşk-ı ilâhî, sülûke bağlıdır. [Tesavvuf yolunda sülûk yapmak, ilerlemek lâzımdır]. 5/69


● Hak teâlâ âhıretde kurtulmanın medârını [esâsını], kat’î vahy ile sâbit olan Hakkın dînine bağlı ve yakınlığını sünnete tâbi’ olmağa bağlı kılmışdır. 4/57


● Hak teâlânın mukaddes bârigâhına bizim kusûrlu amellerimiz yakışır değildir. 6/68


● Hak teâlânın kuldan râzı olması, kulun Hakdan râzı olmasının üstüdür [fevkıdir.] 4/62


● Hak teâlânın ziyâde mahbûbu [en çok sevdiği] şu kimsedir ki, Allahü teâlânın kullarına muhabbetine sebeb olan ve kulların dahî Ma’bûd-i teâlâya muhabbet eylemelerine vesîle olandır. O kimse, teblîg ve da’vet sâhibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hak teâlânın dostları, onun belâsına râzılardır. Bununla berâber, belâların def’i için düâ ederler. 6/206


● Hak teâlânın kendi zâtına ve sıfatına ve ef’âline muhabbeti vardır. Ve bu muhabbetin çokluğundan, her birinde iki i’tibâr vardır ki, muhibbiyyet ve mahbûbiyyetdir. Ve mahbûbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı Habîbullahdır “sallallahü aleyhi ve sellem”. Ve muhibbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı kelîmullahdadır. Ve mahbûbiyyet-i esmâ ve sıfatın zuhûru, diğer Enbiyâda tahakkuk eder. Esmâ ve sıfatın zılleri olan mahbûbiyyet ve muhibbiyyet-i zıllıyyenin zuhûru, Evliyây-ı Mahbûbîn ve muhibbînde hâsıl olur. 6/137


● Hak sübhânehu müsebbib-ül-esbâb [sebeblerin îcâd edicisi] ve varlıkların bir araya gelmesini hâsıl edicidir. Bir sebeb îcâd etmeğe kâdirdir. 5/17


● Hak teâlâ hikmet-i bâligası ile [yüce hikmeti ile], kendi yüce kudretini, hikmet perdesinde gizli kılmışdır. 4/110.


● Hak teâlâ cümleyi Cehenneme atsa, zulm değildir. Zîrâ, kendi mülkünde tasarruf etmekdedir. 4/11


● Hak teâlâ kullarının rızklarına kefîldir.


Günlük erzâkı ele geçirmek için fazla çalışarak, kendilerini perîşân eylemeyeler. Eğer az bir çalışma ile mümkin olursa, ne a’lâ [ne güzel] ve yoksa onun ardına düşmiyeler. 5/22


● Hak teâlânın talebinde tenbellik [alâkasızlık] eylemeyüp, Onun ma’rifet yolunu arayalar. Ve bu ni’metin kokusu her ne cenâhdan gelirse, o tarafa [ona] alâka göstereler. Ve bu fânî dünyâda istenen şey, bu devletin [ni’metin] ele geçmesidir. İnsanın yaratılmasından maksad, ma’rifete kavuşmasıdır. 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ, o rahmet ve re’fet ile (merhâmet ile), başaşağı (Cehenneme) düşecek kâfirlere, uzak ve düşman olduğunu izhar buyurup, müslimânlara, onlara düşman olmalarını, şiddetli ve sert olmalarını ve muhârebede onları katl etmelerini emr buyurmuşdur. 4/39


● Hak teâlânın hukûku, bütün hukûklardan öncedir. 6/92


● “Hak teâlâ ile ilgili bir iş yaparken, kötü kimseden korkmamalıdır.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hak teâlânın mahall-i nazarı kalbdir. 4/48


● Hak teâlâ cilve buyurursa [dilerse], sonradan yaratılmış bîçâre mahlûk âdeme teveccüh eder. 4/13


● Hak teâlâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olmasını taleb etmekdedir. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ, mâsivâya [mahlûklara] köle olmakdan kurtarıp ve uzaklaşdırıp, temâmen kendi mukaddes cenâbına bağlıya. 4/143


● Hakkın iki veyâ üç kısmı Hanefîde, sülûs (1/3), veyâ rub’-ı (1/4) şâfi’îdedir. 4/231.


● Hakâyık-ı selâsenin [üç hakîkatin], (Kur’ân, Kâ’be, salât) muâmelesi, nübüvvet kemâlâtının fevkıdir (üstüdür). 6/140.


● Hakâyıkın inkılâbı [hakîkatin değişmesi] aklen ve dînen muhaldir. [Mümkin değildir.] 6/2


● Hakkaniyyet ünvâniyle [nâmiyle] zâhir olan bütün şühûdları ve hayâlleri kaldıralar. Ma’lûmât ve şühûdların ötesinde seyr edeler (yürüyeler). Nasıl olduğu anlaşılmayan nisbeti talebde bulunalar. Bu adı geçen nisbetin misâlleri olup ve o mu’âmeleyi hâtırlatan şühûdi nefy eylemek lâzım değildir. Tâ’at vazîfeleri ve ibâdât üzere müstekîm olalar. [Doğru yol üzere bulunalar]. 4/175.


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkati], zât-i şeyden [şeyin kendisinden] ve mâbihi şey’i hüve hüveden ibâret değildir. [Ve onunla olan şey, o ve ondan ibâret değildir.] Belki onun mebde-i füyûz-ı vücûdu ve tevâbi’i vücûdîsidir. [Belki onun başlangıcı, varlığının feyzleri ve vücûdına tâbi’ olan şeylerdir]. 5/1


● Hakîkat-i vâcib-i teâlâyı [Vâcib-i teâlânın hakîkatini] idrâkden, mümkin nasıl haberdâr olabilir ki, bu mümkinin nasîbi acz ve ye’sdir. [Acz ve ye’s olduğu âşikârdır]. 5/57


● Bir hakîkatin diğer bir hakîkatden üstün olması, birinci hakîkat sâhibinin, ikinci hakîkat sâhibinden üstün olmasını gerekdirmez. 4/183.


● Hakîkat-i şey [Bir şeyin hakîkati] o şeyin kendisi demek olmayıp, bundan varlığın başlangıcı ve o varlığa tâbi’ olanlar murâd edilmişdir. 5/1


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i hubbîdir. 4/183.


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” berzehıyyât-ı kübrâ [büyük aracı] tesmiye edilmekdedir [ismlendirilmekdedir]. 4/88


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilk yaratılan olup, bütün mümkinâtin hakîkatlerini kendinde toplamışdır. Ve ona (Hakîkatlerin hakîkati) derler. 6/164.


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”den ilerisi ülûhiyyet olup, buraya yükselmek mümkin değildir. 6/205.


● Hakîkat-i Muhammedîye “sallallahü aleyhi ve sellem” berzâh-ı kübrâ [büyük aracı] derler ki, vahdet makâmıdır. Zîrâ Allahü teâlâ ile mahlûklar arasındadır. 6/207


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, bütün ilâhî şuûnları kendinde toplıyandır. 5/1


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyün-i evveldir. 4/183.


● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-i Muhammedînin “sallallahü aleyhi ve sellem” fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyünâtın mertebelerinden dolayıdır. Hakîkat-i Kâ’be te’ayyünâtın mertebelerinin üstündedir. 6/195


● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-ı Kur’ânın üstündedir. 4/183


● Hakîkat-i Kâ’be, mahlûkların hakîkatleri ile ilâhî hakîkatler arasında geçitdir. 4/24


● Hakîkat-i Kâ’beyi, imâm-ı Rabbânî bir mahalde surâdikât-ı azamet-i kibriyâidir [azamet dereceleridir] buyurmuş, bir mahalde nûr-ı sırf deyip, bir mektûblarında dahî hakîkat-i Ahmediyyedir diye karar vermişdir. Bilcümle bu değişiklikler [farklılıklar] nüzûl esnâsındaki söyledikleridir. 6/130.


● Hakîkat-i Kâ’be-i Rabbânî, hakîkat-i Muhammedî sallallahü aleyhi ve sellemin fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-ı Kâ’be, Zât-ı teâlânın şânı ile olup, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin, kulluk makâmının kemâli ve âbidiyyetidir. 5/1


● Hakîkat-i Kur’ânî ve hakîkat-i Kâ’beden her birinin diğeri üzerine üstünlüğünün beyân olunmasının sebebi, kusûrlu olan hâtıra şöyle gelir ki, Kur’ân-ı Mecîd, Hak sübhânehunun sıfatından veyâ şânından dolayıdır. Ve şu’ûn ve sıfatda iki i’tibâr mevcûddur. Birisi i’tibâr-ı te’ayyün ve biri dahî i’tibâr-ı ıtlak ve lâ te’ayyündür [te’ayyün olunmıyandır]. Dolayısiyle bu iki i’tibâra nazarla iki hakîkatden herbirinin diğeri üzerine üstünlüğü ile hükm olunmuş bulunması mümkindir. Bir hükm bir i’tibâr ile ve hükm-i diğer, i’tibâr-ı diğerle oldukda tehâlüf (muhâlif) olmaz. 4/183.


● Hakîkat-i Kur’ânî, sıfat-ı zâidedir. Şân-ı gayr-ı zâide dahî değildir. 6/130


● Hakîkat-i Kur’ân [Kur’ânın hakîkati], bütün zâtî kemâlâtı kendinde toplamışdır. 4/183


● Hakîkat-i Kur’ânîde, vüs’atin başlangıcı, nemâzın hakîkatinde, vüs’atın kemâli vardır. 6/140.


● Hakîkat-i Kur’ân, Enbiyânın hakîkatlerinin üstündedir. 6/128


● Hakîkat-i Kur’ân, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyân değildir [yakışır değildir]. 6/128


● Hakîkat-i salât [nemâzın hakîkati], bütün hakîkatlerin üstündedir. 6/224


● Hakîkat-i salât, hakîkat-i Kâ’benin üstündedir. 6/140


● Hakîkat-i salât, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyândır [yakışır]. 6/76


● Hükemâ demişlerdir ki [maddîciler diyor ki], (yok olan var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu isbât etmeğe bile lüzûm yokdur, bunu herkes bulabilir.) Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar elbette birşeyi yokdan var edemez. Hiçbirşey yaratamaz. Fekat bu sözü, Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak birşey değildir. Bunu söylemek âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini, bütün dinler sözbirliği ile bildirdiler. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu önceden yaratdık, hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun değildir. Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh” tefsîrinde (insan adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ vermişdir. Bu sözleri, hem de, Allahü teâlânın birşey yapamıyacağını bildirir.


Çünki, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ Allahü teâlâ eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek. Bunların her zemân yeniden meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl bu sözleri söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ böyle şeylerden çok yüksekdir. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● “Halâl zâhir [açık], harâm âşikârdır [açıkdır]. Şübhe eylediğin şeyi terk ve şübhesiz ile amel eyle.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Hilm sâhibi kul, oruclunun ve nemâz kılanın derecesini idrâk eder.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Halvet der encümen, tefrîka yeri olan encümende [toplulukda, kalabalıkda] kalb yolu ile matlûb ile halvet eylemekdir. [Halk içinde Hak ile olmakdır.] 4/163.


● “Hamd etmekden çok, Allahü teâlâya sevgili, birşey yokdur.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hamele-i Kur’ânın diğer insanlar üzerine fazîleti, Hâlıkın mahlûk üzerine olan fazîleti gibidir.” Hadîs-i şerîf. 4/134.


● Havl [hareket] ve kuvvetden kendini tamâmen ihrâc edip, bütün işleri Hak teâlâya havâle edeler. 4/145


● “Hayâ, îmândan bir şu’bedir.” Hadîs-i şerîf. 5/27


● Hayât-i dünyâ [dünyâ hayâtı], bir kaç gündür. Çok değildir. Bu kısa zemânda [fırsatda], kabrin ve kıyâmetin fikri mutlaka lâzımdır. 4/105.


● Hayât-i kabrde [kabr hayâtında], his [hissiyyat] vardır. Hareket yokdur. 4/34 [İslâm Ahlâkı: 558.]


● Hayâti çend rûzeyi [birkaç günlük hayâtı] âhıret azığının tahsîline sarf edip, diğer işleri Hak celle ve a’lâya sipâriş edeler. Magrib ve meşrıkın Rabbi, Ondan başka ilâh yokdur. Onu vekîl edin. 5/8


● Hayâtda iken kabr ittihâzı, yâ mekrûh veyâ müstehâbdır. 5/51


● Hayvânlarda nefs-i emmâre yokdur. 5/50


● Hayât-i dünyevî [dünyâ hayâtı] gâyet azdır. Ebedî ve dâimî mu’âmele ona bağlıdır. Bahtiyâr şu kimsedir ki, bu az zemândaki fırsatı ganîmet bilip, âhıret kârını onda görüp, âhıret rızkını hâzır ede. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-C

 – C –

● Câmi’ıyyet-i ârifin ma’nâsı. 4/203.


● Cebriyye mezhebi, kuldan irâde ve ihtiyârı kaldırıp [yok deyip], kulu; işlerin yapılmasında mecbûr bilirler.


Belki işi kulun [irâde-i cüz’iyyesi ile] yapdığını, kula nisbet eylemezler. Ve bunu Allahü teâlâ yapıyor [kulu mecbûr] bilirler. Bu küfrdür. Ve buna böyle inanan kâfirdir. Hayrlı işe sevâb taleb edip, şer işe azâb yokdur. Ve kâfirler ve âsîler ma’zûr ve onlara süâl ve azâb yokdur. Zîrâ işler bil-cümle Hakdandır. Ve bunlar mecbûrdurlar derler. Böyle i’tikâd küfrdür. Hak teâlâ Saffât sûresi 24.cü âyetinde meâlen buyurur: (Onlar inanışlarından ve yapdıklarından sorulacaklardır.) Hicr sûresi 92. ve 93.cü âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Rabbin hakkı için, onların hepsine kıyâmet gününde işledikleri küfr ve ma’siyyetlerden süâl edip, cezâlarını veririz.) buyuruluyor. Yetmiş Peygamber lisânından bunlar mel’ûndur. Ve mezhebleri aklın anlıyacağı şeklde bâtıldır. Zîrâ elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Kulun o kadar ihtiyâr ve kudreti vardır ki, emrlerin ve nehylerin uhdesinden gelmeğe kâdirdir. Hak teâlâ kerîmdir. Kula gücü yetmiyeceği şeyi emr buyurmamışdır. Uhdesinden gelmeğe kâdir olduğu kadar teklîf buyurmuşdur. Bu cemâ’at, kendilerine eziyyet edeni kınayıp, intikâm almağa kalkarlar. Ve çocuklarını döverler ve edeblendirirler. Yabancı bir erkeği kendi zevceleri ile görseler, kınayıp, azar da ederler. Ma’zûr ve mecbûrdur deyip, göz yummazlar. Kat’î nas ile sâbit olan âhıret azâbından bu behâne ile kurtulmak ve istedikleri işleri ihtiyâr eylemek isterler. Böylece kazâ ve kaderi inkâr ederler. 5/83, 5/137. [Fâideli Bilgiler: 231.]


● Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (İbâdet ve iyilik yapanların, kendilerini, günâh işleyenlerden üstün görmeleri, onların günâhlarından dahâ fenâdır.) 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (İşlenen günâhın tevbesinden gaflet eylemek, o günâhı işlemekden dahâ kötüdür.) 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Celâleddîn-i Rûmî, vahdet-i vücûd mensûblarının reîslerindendir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Celâleddîn-i Rûmî, sofiyye-i muvahhidîn [vahdet-i vücûd ehlinin] reîslerinden iken, kendine bağlı olanların ahvâline riâyet ve helâk edici şeylerden onları selâmete rağbet etdirip himâye ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor, fâideli şeyleri çekip, zararlı şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâçlarını elde etmeğe uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye ediyorlar. Mühim işlerde birbirine danışıyor, kızlarını ve âilelerini açık gezdirmeyip, yabancıların bunlara yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını fenâ arkadaşlardan koruyorlar. Zâlimlere ve düşmanlara cezâlarını veriyor ve hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz ediyorlar. O hâlde bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti terk etmek mübâh iken, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma riâyet farz olduğu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile kulluk vazîfelerinden kurtulmak istemek, ahkâm-ı ilâhîyeye inanmamak ve Peygamberlere inanmamakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Celâl ve elem yolu ile olan lezzet, cemâl ve in’am [ni’metler] lezzetinden ziyâdedir [çokdur]. 4/106


● Cem’ makâmı, insanları Hak teâlâdan ayrı görmeyip, birinin ahkâmını diğere câri kılmakdır. Cem’ makâmı sekrdir. Fark makâmı, ya’nî cem’ül-cem’ sahv olup, buraya vüsûlde ârif islâm-ı hakîkî ile müşerref ve da’vet ve irşâda lâyık olur. 5/64


● Cem’ makâmında Allahü teâlânın varlığı zuhûr ve istilâ edip, sâlik kendi mevhûm varlığını âciz [hiçbir şey] bulur. Bîçâre sâlik mukayyed varlıkdan nasıl haberdâr olur. Ve hakîkî varlıkdan nasıl haber bulup, cemâl ve kemâlden ne vech ile hissedâr olur. O yüksek makâmdan onun nasîbi, nasîb alamamakdır. Bu işde ilm-i matlûbu nice tedârik eder ki, ilm-i münâfîyi ayndır. [Asl ilme tersdir]. Çok ârif, bu makâm-ı cem’den terakkî edip, fark-ı ba’del cem’e vâsıl ve bekâ ve şu’ûr ile şeref hâsıl etdikde, ilm ile aynın ikisi cem’ olur. Ve biri diğerine münâfi (zıd) olmaz. O zemânda ilm-i bâkî ile fehm eder, ilm-i fânî ile değil. Ayn-ı fenâda bâkî ve ayn-ı bekâda fânîdir. 5/52.


● Cem’ makâmında olan sâlik nemâzı merfû’ bulur [kaldırılmış bulur].

Ve islâmî teklîfleri, zincîr-i dest [el bağı] ve pây-ı mecnûn bulur ve hayâl-i sükût tekâlif eder. Ve zikri laklaka [söz kalabalığı] ve günâh fehm eder. 4/181


● Cem’ul cem’, halkı Hak celle ve a’lâdan ayrı görmek olup, küfr-i tarîkatdan sonra hâsıl olur. 6/207


● Cem’ul cem’, ya’nî fark mertebesi, islâm-ı hakîkî, sahv ve ma’rifet makâmıdır. 4/26


● Cem’ul cem’ makâmında olan sâlikin ârâmı [râhatı] ubûdiyyetde ve lezzeti de tâ’atdedir. 4/181


● Cem’i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” cem’i ilâhîden dahâ geniş diyen ârif, cem’i Muhammedî vücûb ve imkân mertebelerini câmi’dir [toplamışdır.] Lâkin cem’i ilâhî onları câmi değildir diye buyurur. Hâlbuki bu şühûd şey’in misâllerinin asla benzemesi kabîlindendir. Zîrâ cem’i Muhammedîde olan numûne vücûb mertebesinin numûneleridir. Aslı değildir. O mertebe imkânın ihâtasından dahâ yüksek [berter] ve münezzehdir. 6/164.


● Cin, teklîfde insana tâbi’ ve bizim Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dînine tâbi’ kılınmışdır. 6/29


● “Cennetde yüz derece vardır ki, a’lâsı Allah yolunda cihâd edenlere ihsan edilmişdir. İki derecenin arası yer ve gök arası kadardır”. Hadîs-i şerîf. 4/64.


● Cennete giren insanların çoğunun girmelerine sebeb, Allah için takvâ ve güzel ahlâkdır. Ve Cehenneme insanların çoğunun girmelerine sebeb, gam ve ferecdir (tasa ve şâdümânlıkdır) hadîs-i şerîfini Tirmizî ve İbni Hibban ve Beyhekî rivâyet ederler. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.] Ferec=Gam’ın aksi.


● Cennetin eşcar [ağaçları], enhar [nehirleri] ve bunun gibi hûrî ve gılmâni, Hak sübhânehûnun tenzîh ve tahmîdinin ma’nâlarının görünmesidir ki, dünyâda o ma’nâlar bu harfler kisvesine ve kelimeler sûreti ile peydâ olmuşdur [görünmüşdür, ortaya çıkmışdır]. Meselâ Sübhânallah gibi ve dahî Elhamdülillah gibi.


Ve bu kelimelere dünyâda mübâşeret, mûcib-i terakkîdir [söylemek yükselme sebebidir]. Bunun gibi, Cennetde o latîfelere ve ni’metlere kavuşmak derecelerin yükselmesine ve makâmların yükselmesine sebebdir. 4/189.


● “Cennete girmek ancak, rahmet-i ilâhî iledir.” Hadîs-i şerîf. 4/119.


● Cüneyd-i Bağdâdînin Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmağı teşvîk etmesi. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Cüneyd-i Bağdâdî buyurur ki, hâdis [mahlûk] kadîme [hâlıka] makrûn oldukda [yaklaşdıkda], bundan eser kalmaz. Ya’nî arş ve arşda bulunan herşey hâdisdir. Ârifin kalbi yanında nisbeti mahv ve telâşî sâhibidir ki, kalb kadîmin nûrlarının zuhûr etdiği yerdir. O hâlde nasıl his eder. 6/123


● Cüneyd-i Bağdâdî vahdet-i vücûd bânîsi iken [kurucusu iken], serâpa [tepeden tırnağa kadar] ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ile bezenmişdi. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Cüneyd-i Bağdâdî kutbiyyet ve ferdiyyetin kemâlâtını câmi’ idi. 4/154.


● Civânlık eyyâmı [gençlik çağı] ömrün en kıymetli zemânıdır. En kıymetli şey ise ma’rifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, ma’rifetullahı, ömrün en kötü zemânı olan ve ele geçeceği de kesin olmıyan ihtiyârlık zemânına bırakanlara yazıklar olsun. 4/65. [İslâm Ahlâkı: 558.]


● Civânân-ı müste’idana hayf ve efsus ki, fıtrat-i âlîlerini bu fânî-i denîye masrûf edip, [Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî (alçak) olan dünyâ için sarf eden kâbiliyyetli gençlere çok yazık!], onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla aldatıcı bir kahbeye tutulmuşlar, kıymetli cevherleri, saksı parçaları ile değişmişlerdir. (Mutlak cemâl parlak ve hâzırdır [dönülecek yer bellidir.]). 4/164


● Cehl ve hayret, şühûd-i ma’rûf üzere [bilineni görmek, bilmek] meziyyet sâhibidir ve a’lâ-i makâmâtdır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● “Cû’ [açlık] bir kimseye galebe edip, bunu insanlardan gizleyip, Allahü teâlâya teveccüh ederse, Allahü teâlâ onun bir senelik rızkını verir [rızkını açar].” Hadîs-i şerîf. 5/37[Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Çehre-i mâşûk [ma’şûkun yüzü] karşı karşıya gelen iki aynalarda, aynanın temizliği ve nûrâniyyeti kadar aks ve meydâna çıkar [görünür]. Ayna renge bulanmış ve sûreti kabûl etmiyorsa, noksanlık aynadadır. Yoksa aynanın gösterdiği sûretde değil. 6/167


● Cihâdın fazîletleri hakkında hadîs-i şerîfler. 4/64

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-T

 – T –

● “Teennî [acele etmemek] Allahü teâlâdandır. Ve acele şeytândandır.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Ve tebettel ileyhi tebtilâ”. (Mâsivâdan kesilip, Allahü teâlâya dön) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, nefsinden ve âlem-i emr ve âlem-i halkdaki diğer bütün latîfelerden ve onlara bağlı (dönen) vücûdî kemâlâtdan da tam ma’nâsı ile kesil [kop, ayrıl]. 4/52


● Ticâretde fâsid akdlerden sakınalar ve bu husûsda çok dikkat edeler. 4/202. [İslâm Ahlâkı: 562, Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Tecellî-i ef’âl zuhûr edince, kalb fânî olup, kendi fi’lini fi’l-i hak bularak bâkî olur. 6/4


● Tecellî-i sıfat, kendi sıfat ve kemâlâtını, Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmeği müntecdir [netîcelendirir]. 5/109.


● Tecellî-i sıfatın kemâli, adem aynasında aks eden kemâllerin ve sıfatların kendi aslına dâhil olmasıdır. 5/105


● Tecellî-i zât, sıfatlar makâmında olanlar için, berkîdir. Fekat, makâmı sıfatdan kurtulmuş olanlar için (tecellî-i zât) dâimîdir. 5/109.


● Tecellî-i berkîler (şimşek gibi gelip-geçen tecellîler), tecellî-i şüûnîdir. Tecellî-i zât değildir. [Şüûnların tecellîsidir. Zâtın tecellîsi değildir]. Tecellî eden şân, sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ismin üsûlünden bir asldır. 4/122.


● Tecellî-i zâtî sırasında ârif, kendini eşyâyı ihâta etmiş bulur. 6/164


● Tecellî-i zâtdandır ki, aslın kemâllerine kavuşmasından sonra ârif, kendini hiç sayar ve tam yok olur. 4/182 [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● Tecellî-i zâtî, (aslında) Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sonuncusuna mahsûsdur. Lâkin ona tufeyl ve tâbi’ olmak yolu ile diğer Peygamberlere ve ümmetinden Ona tam tâbi’ olanlara da nasîb olur. Diğer Peygamberler için sıfatların tecellîleri vardır. Lâkin, Enbiyâya sıfatların tecellîsinde hâsıl olan kurb [yakınlık], Muhammed-iyyül-meşreb olan Evliyâya tecellî-i zâtîde hâsıl olmaz. 6/35


● Tahsîl-i me’âşda [Mâişeti tahsîlde, elde etmekde], bir kimse sabra kâdir olamazsa, bir gayret ve çalışma ile eğer hâsıl olursa ne iyi. Ve illâ devâmlı çalışmağa kapılmıyalar ki, işlerin peşinde koşarak kıymetli ömrde perîşanlık hâsıl olur. 5/62 [Hak Sözün Vesîkaları: 342.]


● Tedbîr, umûr-ı dünyâda [dünyâ işlerinde] iskât-ı tedbîrdir. Âhıret işlerinde, gayret göstermek ve günâhları terk etmekdir. [Dünyâ işleri üzerinde fazla durmamak, âhıret işleri üzerinde ısrarla durmak lâzımdır.] 4/207


● Terakkî [yükselme] ve yakınlık mertebelerinin hâsıl olması, temâmen, sünnete uymağa, bid’atden sakınmağa bağlıdır. 6/17


● Terk-i hükmî; islâmiyyetin emr etdiği üzere, zekâtı minnet ile emr edilenlere vermek, sıla-ı rahm, komşu ve borç istiyenlere ve gayrinin hakkına riâyet ve malı isrâf etmemek ve onu lehv ve la’ba [oyun ve eğlenceye] ve zînete vesîle etmemekdir. 4/14.


● Terk-i dünyâ lâzımdır. Bundan kurtuluş yokdur. Hakîkî terk müyesser olmazsa, hükmen terk mutlaka lâzımdır ki, kurtulmak ümmîd oluna. 4/14.


● Teselsül, sonu gelmiyen işlerin birbirini ta’kib etmesine derler. 5/52.


● Tesavvuf, emrleri ve nehyleri yapmakda ferâhlık ve sürûr duymakdır. (Ebû Amr). 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Te’ayyünün ma’nâsı sudûrdur [hâsıl olmakdır]. 4/85


● Te’ayyün, gayb-i hüviyyet üzere i’tibâr olunup, bunun verâ’sında [ötesinde] te’ayyün yokdur. Seyr ve sülûk ve ma’rifet de yokdur. 4/110


● Te’ayyünât mertebeleri, zıllerin ve zuhûrların mertebeleridir. Bunun üstü, mertebe-i ıtlak-ı zât-ı teâlâdır. 4/183.


● Te’ayyün-i imkânî, şahsın te’ayyün-i vücûbîsinin ki, hakîkat-i insandır, zıllıdir. 6/2


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîdir. Mertebe-i ıtlakdan ve genc-i meknûndan [gizli hazîneden] ilk önce arsa-ı zuhûra gelip, müteayyin olan nesne hubdur. 4/113


● Te’ayyünât kâmilen [temâmen] te’ayyün-i evvel-i vücûdînin zımnında [altında] mündericdir [toplanmışdır.]. Te’ayyün-i ilmî-i zımnî ve te’ayyün-i ilmî-i tafsîlî, onun zımnındadır. 4/183.


● Te’ayyün-i evvel, sıfatları toplu ve tafsîlli olarak (içinde) toplıyan hakîkatdir ki, vücûd diye ismlendirilmişdir. Bu mertebe, te’ayyün-i vücûdî ve te’ayyün-i ilmî-i cümelîdir [kendinde toplamışdır]. 4/85


● Te’ayyün-i sânî, te’ayyün-i vücûdîdir. 4/183.


● Te’ayyün-i ilmî, te’ayyün-i vücûdîden dûndür [aşağıdadır]. Ve onun husûsiyyetlerinden bir husûsiyyetdir. 4/113.


● Tefevvuk-ı mekân efdaliyyeti [mekânın üstün olması efdal olmağı] göstermez. 6/2


● Takdîr-i ilâhî, halk ve îcâddan [yaratmakdan] ibâretdir. 5/83 [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Takvâ hakkındaki ba’zı âyet-i kerîmelerin tefsîrî. 4/52


● Ta’ziyeye dâir mektûb: Allahü teâlânın dostlarının vefâtlarının mâtemini diğer insanların mâtemleri gibi bilmeyeler. Diğerlerinin mâtemi, bir yerdedir. Lâkin bunların mâtemi yeryüzünün temâmında ve göklerdedir. Diğerlerinin mâtemi, cismâniyânın ba’zısındadır. Bunların mâtemi, cismâniyâna ve rûhâniyâna şâmildir. Diğerlerinin mâtemi, sâdece zâhirde ve sûretdedir. Bu büyüklerin vücûdları ma’nevî feyzler ve bâtının (kalbin) feyz almasına vâsıtadır. Bu bakımdan mâtemleri bedenlere ve rûhlara yayılır. Lâkin böyle iken, yine onlar için, mâtem tutarken de, Allahü teâlâyı sevenlerin ve tanıyanların nazarında (güzel iş), güzel görünmek gerekdir. İstenen şey odur ki, Allahü teâlânın işine râzı ve mutlu olalar. Ve cadde-i islâmı muhkem ahz edeler. [İslâmiyyete sağlam yapışalar]. Peygamber-i Hudânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti ile amel edeler. Vâlidelerin ve sâir ehl-i hukûkun rızâlarını taleb edeler. Allahü teâlânın rızâsını kazanmakda tam gayret göstermeğe riâyet edeler. Gençliği sâhibinin hizmetlerine sarf edeler. Günleri boş yere geçirmeyip, oyun ve eğlenceye [lehv ve lu’ba] sarf eylemeye. Zevk ve safâya bağlı olmıyalar ki, zevk ve safâ Cennetdedir. Ve sülehâ ve dervişânı kalb ve gönülden azîz tutalar. Ve onlar ile berâber bulunmayı seçeler. Dünyâ ehline, Âhireti düşünmiyenlere ve dünyânın süslerine göz-ucu ile dahî nazar eylemeyeler. Ve onu hakîr ve değersiz ve öldürücü zehr tasavvur edeler. Ve i’yâl ve evlâda iyi şeklde mu’âmele ve güzel olarak iyi ve hoş davranalar. Ve ammâ, onlar ile tâm münâsebet eylemeyeler. Cenâb-ı mukaddesden, yüz çevirmesine sebeb olmayıp, (innehü kâne fî ehlihi mesrûran) “Ve ammâ o kimse ki, sağ eli boynuna zincirli olmakla, kitâb-ı a’mâli [amel defteri] arkasından sol eline verilir.


O, onu gördükde, vâh, keşki helâk ve hebâ olaydım diye temennî eder. O hâlde alevli ateşe bırakılır. Zîrâ o, dünyâda âhireti inkâr edip, âile ve kabîlesi arasında mâl ve makâm ile mesrûr idi.” (İnşikak Sûresi: 13) va’dine yakalanmıyalar. 4/234.


● Tekebbür harâmdır. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Tilâvet-i Kur’ân, Hak teâlâ ile tekellümdür [konuşmakdır]. 6/93.


● Teklîfât-ı islâmiyyeyi [islâmiyyetdeki teklîfleri] inkâr eden, mülhid ve zındıkdır. 5/53.


● Telvîn makâmında, kesret-i vâridât ve televvün-i ahvâl [hâllerin değişmeleri] mevcûddur. 5/28.


● Temkin makâmında, mâsivâyı unutmak ve kalbe gelen hâtırâtı nefy etmek mevcûddur. 5/28.


● Tenâsüh, rûhun bedene teallukundan önce, başka diğer bir cesede te’allukudur ki, böyle inanmak küfrdür. 6/5


● Tevbe, günâhı müte’âkib olursa [hemen günâhdan sonra olursa], üç sâat zarfında ise, deftere yazılmaz. 5/110.[Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Tevbe kapısı açıkdır. Hak teâlâ ra’ûf ve rahîmdir. Kusûr işlemekden kimse hâlî değildir. Ümmîdvâr olalar. 5/12


● Teveccüh muhabbetsiz müessir değil, lâkin muhabbet teveccühsüz müessirdir. 4/33 [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Teveccühde huzûr ve gaybet [yanında ve uzakda olması] berâberdir. 4/122.


● Teveccüh-i pîr-i kâmil [kâmil pîrin teveccühü], dağ gibi zulmeti ve kederleri, her ne yol ile meydâna gelirler ise gelsinler, sâdık mürîdden def’ eder. 6/121.


● Teveccüh yapılması için, kalb ile yalvarmak lâzımdır. 1/157. [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● Teveccüh bir emr-i zâhirdir ki [açık bir işdir ki] beyâna [açıklamağa] ihtiyâcı yokdur. 6/251.


● Teveccüh-i kalb yolu şudur ki, geçmiş günâhlara [kusûrlara] pişmân olup, tevbe-i nasûh edile. Ve üç kerre kelime-i istigfârı söyliyeler. Sonra, göğsün sol tarafında bulunan ve hakîkî kalbin yeri [makâmı] olan kalbi sanavberîye müteveccih olup, Allah lafzı mübârekini tekrar-tekrar söyliyeler ve kalbden söyliyeler. 6/177.


● Tevhîd, Allahü teâlâyı [zâtı kadîm olanı], Allahü teâlâdan gayriden ayrı kılmakdır ki, dereceleri ve mertebeleri vardır. 4/47.


● Tevhîd iki nev’dir. Tevhîd-i avâm; tevhîd-i havâs. Tevhîd-i havâsda, mâsivâya muhabbet ve nefsin adâveti [düşmanlığı] kalmaz. 4/123.


● Tevhîdin tarîkatde ma’nâsı, mâsivâya [mahlûklara] teveccüh ve iltifât etmekden ve başka şeyi görmek ve bilmekden kalbi temizlemekdir. 4/165


● Tevhîd-i şühûdî, mâsivâya şühûd ve şuûru kaldırmakdır ki, tarîkatın şartıdır. 4/150.


● Tevhîd-i vücûdî, nef’i vücûd-i eşyâ olup [eşyânın varlığını kaldırmak olup], tarîkatda şart değildir. 6/73


● Tevhîd, nefs-il-emrde [haddi zâtında] şühûdîdir. Vücûdî değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Tevessüt-i ta’âm ve tevessüt-i menâm ve tevessüt-i kelâm lâzımdır. 4/145


● Tevekkül, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâlidir. Kesb, Onun sünnetidir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Teheccüd ve kıyâm-ı leyl [gece kalkmak], tarîka-i aliyyenin zarûriyyâtındandır. 5/36. [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-P

 – P –

● Pîr, mürîdin Hak sübhânehûya kavuşmasına vâsıtadır. Mürîdin pîr ile münâsebetinin çokluğu nisbetinde, mürîdin feyz alması dahâ çok olur. 5/113.


● Pîri inciten veyâ inkâr eden hidâyetden mahrûmdur. 4/41.


● Pîri incitenden sen de incinmezsen, köpek senden dahâ iyidir. (Nefehât’da). 4/112, 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Pîre bağlılıkda [inanmakda] bozukluk olursa, yükselmek düşünülemez. Bu bozukluğun ilâcı yokdur. 6/222


● Pîrden feyz almakda, teveccühsüz sevmek (muhabbet) ya’nî râbıta-i ma’nevî kâfîdir. 4/78


● Pîr-i hakîkînin [hakîkî pîrin], hakîkî olmıyandan farkı, sohbetinde, Cenâb-ı Hakka kalbin meylinin ve teveccühünün hâsıl olmasıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Pîrin teveccühü bereketiyle, şevk ve taleb [istek ve arzû] ve yükselmek mümkin olur. 6/222


● Pîr, Allahü teâlânın emrlerine hırslandırır, şevklendirir. 2/50, 3/29, 6/18. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Pîr ile münâsebeti tahsîl eden [hâsıl eden şeyler], pîre hizmet ve muhabbetdir. Ve zâhiren ve bâtınen [kalb ve beden ile] onun âdâbına [edeblerine] riâyetdir. Ve âdetlerde ve ibâdetlerde ona uymakdır. Ve kendi murâdâtını [arzû ve isteklerini] onun murâdâtına [arzû ve isteklerine] tâbi’ kılmakdır. Ve pîrde fânî olmakdır ve râbıtadır. 4/165

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-B

 – B –

● Bazgeşt [urûcdan sonraki nüzûl, geri dönme], nefy ve isbât [Lâ ilâhe illallah] zikrinden sonra, ma’lûm yol üzere, kalb dili ile (Allahım), benim maksûdum sensin ve senin rızândır, demekdir. 4/165


● Bâtından murâd, âlem-i emrin beş latîfesidir ki, insanın eczâsındandır [parçalarındandır. Bir kısmıdır, cüz’üdür.]. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Bâtın, zâhirden perdelenmişdir [gizlidir.] Ve anlaşılmasından hayâ eder. Her ne kadar zâhirden ona imdâd ulaşır ise de, lâkin hayâ, nâz ve ihtiyâc duymamak ma’şûka lâzımdır. 4/215.


● Bâtının taleb ateşi ile alevlenmesi ve mahlûkât ile alâkalarının kesilmesi ve ilâhî hakîkatler ile dolması ve temizlenmesi; zikrin devâmı ile ve insanlar ile az görüşmek ve mâlâ-ya’nî olan sözlerin azlığı ile ve büyüklere olan sevginin derinleşmesine bağlıdır. 4/43.


● Bâtının nûrlanmasında kelime-i tayyibeden [Lâ ilâhe illallah’dan] dahâ fâideli birşey yokdur. Bu kelimenin birinci kısmı ile, isti’dâtlı bir sâlik, Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakıp; ikinci kısmı ile, ibâdete müstehak olan bir ilâhı isbât eder ki, sülûkun hülâsasıdır. 4/145


● Bâ kerîmân kârehâ düşvâr nist. [Kerîmler ile yapılan işler güc değildir.] 6/220.


● Bâyezîd-i Bistâmînin nemâzda; Allahü teâlânın korkusu ve islâmiyyeti ta’zîminden dolayı, göğüs kemiklerinin hırıltısı işitilirdi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bâyezîd-i Bistâmî düâ ederken, âmîn diyen bir fâsık, vefâtından sonra, necât buldu [kurtuldu]. 4/233.


● Bid’at ehline Resûlullah la’net edip, Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların la’netleri, bunların üzerine olsun buyurdu. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Bid’ati ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yapdırır. Onu çok ağlatır.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Bid’at bulunan mahallerde, hikmete riâyet olunup, vakt ve hâle göre, fetevâ-i kalb ile amel edilmelidir. 5/131.


● Bid’at sâhibine buğz için ondan yüz çeviren kimsenin kalbini Allahü teâlâ emn ve emân ile memlû eder [emîn eder, korkudan korur]. Bid’at sâhibine güleryüz göstererek karşılasa, islâmiyyetin hükmünü hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bid’at sâhibini tahvîf eden [hor gören] kimsenin kalbini, Hak teâlâ emn ve emân ile doldurur ve bir kimse bid’at sâhibini teşhir eylese, Allahü teâlâ onu büyük korkudan [Kıyâmet gününün korkusundan] emîn eder. Bir kimse bid’at sâhibine ihânet eylese, Allahü teâlâ, Cennetde derecesini yüksek eyler. Bir kimse bid’at sâhibine karşılaşdığında, güleryüz üzere mülâyenet ve mülâyemet eylese [yumuşaklık gösterse], islâmiyyeti hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bid’at yayılmış, sünnet terk edilmiş olan bu zulmetli zemânda, ilmlerin tahsîli ve neşri en ehemmiyyetli işdir. Ve Sünnet-i Muhammediyyenin ihyâsı maksadların en büyüğüdür. “Alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye.” Hâlleri ve vecdleri hiç düşünmiyeler.


Bu dâr, dâr-ı ameldir. [Bu dünyâ, amel yeridir]. Tâ’atleri yapmakda merd olalar. Yalnızlığı ve bir yere çekilmeği ganîmet bileler. Bedenin ihtiyâcı olan şeyleri (yiyecek, içecek v.s.) Allahü teâlâya havâle edeler. 4/178.


● Berâhime-i Hindin [Hind Berehmenlerinin] ve felâsife-i yunanın [Yunan felesoflarının] yapdıkları riyâzet ve mücâhedeleri, Peygamberlerin dinlerine uygun olmadığından, âhıretde kurtulamazlar. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bir kimseye rucû’ eylemeğe (tâbi’ olmağa) illet (sebeb), ve bir mevcûda i’timâd eylemeğe sebeb, yâ mürebbî (terbiye edici) veyâ saltanat sâhibi veyâhud ma’bûdiyyet ve ülûhiyyetdir ki, bunların cümlesi cenâb-ı mukaddese ve bîçûn-i hakîkiye (akl ermiyene) müsellemdir (teslimdir). [Kul’eûzü tefsîri] 4/79.


● Berzah-ı kübrâda [Âhıret gününde] dağılmış parçaları ve çürümüş kemikleri toplayıp, beden zıl mu’âmelesinden kurtulur. O vaktde yakınlık devleti (ni’meti) aslen beden unsuru için olup, bâtın eski nisbetinde iken, zâhire bir yakınlık bahş ederler ki, bâtın zâhire tâbi’ olmağa tâlib olur. 4/109.


● Birinin makbûlü, cümlenin makbûlüdür. Birinin merdûdü, cümlenin merdûdüdür. 4/87


● Bast ve kabz, erbâb-ı kulûbda hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Kalb, makâm-ı telvînde olduğu müddetçe, kabz ve bastın gelmesine sebeb olur. Temkîne bağlı oldukda kabz ve bastdan kurtulur. Müntehî [yolun nihâyetine eren] için bu kabz ve bast yokdur. Onda yekrengi ve temkîn [sükünet ve temkîn] mevcûd iken, ba’zı noksanlıklar sebebi ile, bir tatsızlık ortaya çıkar. 6/137.


● Bast ve kabz, sâliklere zuhûr eden iki hâldir. Kabzda terakkî edemeyip [yükselemeyip], tâ’ate rağbet ederler. 6/79


● Beşerin havâssı [insanların seçilmişleri], meleğin havâssından [seçilmişlerinden] efdaldir. 6/183


● Beşerin yaratılmasından murâd, Allahü teâlâyı tanımak olup, bu da Allahü teâlâda fânî olmağa bağlıdır. 4/99


● Bedenlerin uzaklığı, kalblerin uzaklığına sebeb değildir. 4/175.


● Ba’zı âyet-i kerîmelerin te’vîlleri. 4/52


● Bekânın hâsıl olmasında yorulma ki, tâm fenâdan sonra, uğraşmaksızın, fadl ve ihsân ederek, bekâ ile müşerref kılarlar. 6/38


● Bekâ, ilâhî ismlerin ve cilvelerin sâlikde görünmesidir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bekâ ve fenâ dâimîdir. Aynı fenâda bâkî, aynı bekâda fânîdir. 4/154


● Bekâ-yı zâtî ile müşerref olan bir ârif-i kâmil, cemâlini merâyâ-ı âlemde [âlem aynalarında], müşâhede eder. Âlem onun zuhûr yeri ve tafsîlidir. Zâtı, efrâd-ı âlemde sârî olup [âlemde bulunan herşeyde sirâyet edip], külli eczâsını [bütün cüzlerini] ihâta eylediği gibi, bütün âleme de muhît olur. 4/139.


● Bekâ, vilâdet-i sâniyedir ki, vücûd-i mevhûmdan [Bekâ, ikinci bir doğuşdur ki, mevcûd-i mevhûmdan kurtulup] münhali’ olup, vücûd-ı mevhûble [ihsân olunmuş bir vücûd ile] mevcûd olmakdır. 6/161


● Belâ, sevenin matlûbdan başkasına iltifât etmesine mâni’ olup, mahbûba götüren [ulaşdıran] kemend-i mahbûbdur. 4/54


● Beldeler, menziller ve köylerin acâibi ve garâibi vardır. Hânenin sâhibinin hâneye özel yakınlığı vardır. Ve komşuluk hakkı vardır. Ve onun berekâtından nasîblenmek gerekdir. 6/194


● Belâlar ondan ve def’i dahî ondandır. Ve herbirinin muayyen vakti vardır ki, takdîm ve te’hîri mümkin değildir. Her ecel için yazılmış bir kitâb [vakt] vardır. Izdırâb fâidesizdir. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Bende-i makbûl [makbûl kul] o kimsedir ki, devâm-ı zikr ile vasflanmış ola [devâmlı zikr ile vasflanmışdır.].


Bir an gaflet ve hevâ-i nefs ile berâber olmıya. 4/75


● Borçdan kurtulmak için çok vakt (ekseri), (Allahümme ekfini bihalâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke.) [Yâ Rabbî! Halâl ile iktifâ edip, harâmdan sakınan ve beni fadlınla senden başkasına (muhtaç olmakdan) müstagni eyle.] 6/84


● Bevâsır halkası takmak hoş değildir. 4/119


● Bu suhte-i firâkın [ayrılık ateşi ile yanan bu kimsenin] ve çok arzûlıyanın [kalbi iştiyak içinde olanın] hâli budur ki...... 4/157


● Bugünün kârını [işini] ferdâya [yarına] te’hîrde özr nedir ki, hergünün bir ferdâsı vardır. 4/38


● Beytullahın haccı, bütün şartları mevcûd olduğu takdîrde, edâ oluna. Ve beytden beytin sâhibine yaklaşmağa say’ eylemek gerekdir. Ve hacc-ı mebrûrun [kabûl olunan haccın] sevâbı ancak Cennetdir, buyurmuşlardır. 5/11. [İslâm Âhlâkı: 551.]


● Bîçûn mertebesine tealluk eden nisbet dahî bîçûn ve ibâret ve işâretden uzakdır. Ba’zan o nisbet-i bîçûnîyi âlem-i misâldeki sûreti ile ortaya çıkarırlar [gösterirler] ki anlamağa ve anlatmağa yakın ola. 6/164

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm – A, E, İ, Ü –

 ● Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni [Peygamberin âdâbında gevşeklik göstereni] ve süneni Mustafâviyyeyi [Peygamberin sünnetini] terk edeni ârif zan etme. “CÜNEYD”. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Âhıreti istiyene, Allahü teâlâ, keremi ile, din ve dünyâsına kâfîdir. 4/42.


● “Âhır zemânda bir kavm zuhûr eder ki, râfizî diye adlandırılır. İslâmı terk ederler. Onları öldürün ki, onlar müşrikdirler.” Hadîs-i şerîf. 4/64


● “Âhır zemânda, ümmetime, sultânlardan mihnetler isâbet eder. Fekat, o mihnetlerden şu kimseler kurtulur ki, ilm ve amelin arasını, üstünlük ve mükemmelliğin arasını birleşdirip, üsûl ve fürûdan tafsil üzere Hak teâlânın dînini bilip, islâmiyyetin emrinin îcâbı üzere, amel eyleye. Dîn-i hakkı tahsilde [ele geçirmekde] dili, eli ve kalbi ile mücâhede ede [uğraşa]. İşte o kimse, geçmiş olan se’âdetlere ulaşmış olmakla, kurtulanlardan olur. Ve dahî şu kimseler kurtulur ki, Hak teâlâya ârif olup, sükût eyleyip, eğer hayrişliyenkimseyi görürse, ona muhabbet eyleye. Ve eğer bâtılı işleyen kimseyi görürse ona buğz edip, onunla görüşmeye. İşte bu kimse de zemân ehlinin îmânının za’afı sebebiyle, açığa çıkaramayıp, içinde gizlemek sebebiyle kurtuluşa erer.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Âhır-zemânda bir kavm zuhûr eder ki, Sultân meclislerinde hâzır olup, Allahü teâlânın hükmünün zıddına hükm ederler ve yasak etmezler. Allahü teâlânın la’neti onların üzerine olsun.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Gökdeki melekler, yeryüzünde, Allah için bir araya gelen bir-iki kişinin bulunduğu yere imrenirler. 4/159


● Âfâk ve enfüsün ötesinde zıl yokdur. Asâlet nisbetine başlamak vâkı’ olur. 4/56


● Âfâk ve enfüsde zâhir olan eşyâ, Hak teâlânın varlığına ve kemâl-i kudretine delâlet [işâret] edici âyetlerdir. 6/83.


● Âfâk ve enfüsden geçmek, bir emr-i vicdânîdir ki, kimse ondan geçmedikçe, onun ma’nâsını tâm ma’nâsı ile idrâk edemez. “Tatmıyan bilmez.” 4/205


● Âfâk ve enfüsden temâmen geçip, şü’ûn ve i’tibârâtdan seyr ile zâtın mâhiyyetine resîde olalar [kavuşalar]. 5/131.


● Alın, se’âdet ve şekâvetin açığa çıkdığı yerdir. Kalb, ilmlerin ve sırların mahallidir. 6/238


● Âyine-i bâtınınızı mâh gibi mülâhaza ederim ki [bâtın (kalb) aynanızı ay gibi mülâhaza ederim ki], güneşe tekâbülünde, dolunay gibi [bedr-i kâmil] olmuşdur. 5/7


● İbrâhîm aleyhisselâmı salâtda tahsîs eylemek, [nemâzda teşehhüdde anmak], onun şânına ta’zîm içindir. Ondan sonra gelen her Peygamber, o büyük Peygambere uymakla emr olunmuşdur. 5/53


● İbrâhîm Havvâs, Allahü teâlânın zikrini işitirken, kendinden geçmiş olup, bir hafta sonra, rûhunu teslîm eyledi. 4/18


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” esrâra müte’allik kelâmı konuşurken, Ömer “radıyallahü anh” geldikde, konuşma üslûbunu ve beyân edilen esrârı değişdirdiler. Osmân “radıyallahü anh” geldikde, aynen üslûbu değişdirdiler. Alî “radıyallahü anh” geldikde başka bir üsûl ile tâbir buyurdular. [Ya’nî yine değişdirdiler.] Bu hâl gösteriyor ki isti’dâtların başka başka olması mukarrer (âşikâr) ve fıtratın tegâyyürü (değişmesi) vâkı’ ve mu’teberdir. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hakkında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Allahü teâlânın benim kalbime akıtdığını, Ebû Bekrin kalbine akıtdım) buyurmuşlardır. 6/120.


● “Ümmetimin ümmetime en merhâmetlisi Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” fenâda ferd-i kâmil idi. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hutbede buyurdu ki; Resûlullahdan işitdim ki, gerçekden şübhesiz ki, insanlar bir kötülüğü gördükde, onu tagyîr eylemeseler [ortadan kaldırmasalar], onun cezâsını Allahü teâlâ, onlara da ta’mîm eder [Bu cezâya onlar da dâhildir], buyurdu. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ebû Bekr Tamistânî demişdir ki, tesavvuf ızdırabdır. Sükûn gelince, tesavvuf kalmaz. 4/227


● Ebû Alî Dekkak, Ebûl Kâsım Kuşeyrîye, rü’yâda dedi ki; “Dünyâya geleyim de... [dünyâlık için değil] nâsı (insanları) uyandırmak için, insanın başlangıç ve sonunu bilmesi lâzım geldiğini duyurmak için..]” 4/102


● “Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi, dedi ki: Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! İstediğin gibi yaşa, muhakkak öleceksin. İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğini yap, muhakkak karşılığını göreceksin”. Hadîs-i şerîf. 6/174


● İttibâ’i sünnete say’ edip [Sünnete yapışmağa gayret edip], tâ’at vazîfesi ile zemânı değerlendirmeğe tam gayret edeler. 4/117


● Eser, birşeyin mâhiyyetine âid olan, eserlerden ibâretdir. Meselâ ateşin yakması gibi. 5/87


● Uzak düşmüş ahbâbı hayr düâ ile yâd edeler. 6/223


● Allahü teâlâdan gelen din ile bütün insanlar mes’ûldür.


Bu din, bütün insanlara gelmişdir, ba’zı şahslara değil. 4/39.


● Ahkâm-ı islâmiyye, ilâhî emrler ve yasaklardır. Hitâb-ı ezelîdir ki, Allahü teâlânın kelâm sıfatına te’alluk eder. 4/123.


● Ahkâm-ı islâmiyye ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakda ve yasaklardan kaçmakda kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sofiyyenin hizmetine bağlı ve onların muhabbetine âiddir. 5/158 [Kıyâmet ve Âhıret: 104.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin ortadan kaldırılması ilhad ve zındıklıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bâtınî hâller ve ma’nâlar, misâller şeklinde açığa çıkar ki, idrâke yakîn ola. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ahvâl ve mevâcîde tâlib olan kimseler mâsivâya tutulmuşdur. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İhtiyâc vaktinde, sebeblere yapışmayıp, bu yol ile zarar hâsıl olursa, âsî olurlar. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● İhtilât-ı halk [halk ile görüşme], eğer onların hukûkunu yapmak niyyeti ile olursa, zikr olur. 4/160


● Ehâss-ı havâs, zulmânî ve nûrânî perdelerden halâs ve şühûd ve müşâhededen kurtulmuşlardır. 6/113


● İhlâs-ı şerîf sûresinin tefsîri. 4/76


● İhlâs, fenâsız ve muhabbet-i zâtiyesiz tasavvur edilemez. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● İhlâsın hakîkatine erişmiş olan, tarîkde [tesavvuf yolunda] lâzım olan uğraşmakdan kurtulmuşdur. Her ne işde olursa olsunlar, Allahü teâlâ içindir. Niyyet etsinler, gerekse etmesinler. Niyyetin lüzûmu ihtimâl olan şeydedir. Onların nefsleri, Allahü teâlâ için fedâ olmuşdur. Ben demeği şirk bilirler. Evvelce ne etdiler ise, kendi nefsleri için ederlerdi. Ve niyyete muhtâc değiller idi. Şimdi de, niyyete muhtâc değillerdir. Böyle bir ârife eziyyet edip, edebsizlik etmek, Hak sübhânehu ve teâlâya edebsizliğe varır.


Zîrâ ona nisbet olunanlar, külfetsiz Cenâb-ı Hak teâlâya nisbet olurlar. Her-gâh, o ârifin a’mâli bî ihtiyâc [ihtiyâcsızlık] değildir. Lâkin fil-hakîka Hak teâlânındır. Bu kıyâs üzere onun, Mevlâsı celle ve a’lâya ta’zîm ve itâ’at olunup, bu i’tibârla, Kelâm-ı Mecîdde vârid olmuşdur ki, meâlen: “Resûle itâ’at eden, Allahü teâlâya itâ’at etmiş olur.” Nisâ sûresi 80.ci âyeti. 4/160.


● Ahlâk-ı reddiye [kötü ahlâk], ademin [yokluğun] kötülüğünden ötürüdür. 6/67.


● Bî-edebin [edebsizin] hiçbiri, Allahü teâlâya vâsıl olamamışdır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ezândan sonra, (Veb’ashü mekâmen Mahmûden illezî ve’ adtehü, inneke lâ tuhlifül mîâd) demek, rivâyet edilen mühim bir haberdir. Ecr ve sevâba kavuşmak içindir. Yoksa Allahü teâlânın va’di, elbette vuku’a gelecekdir. 5/53


● İrâde, rızâyı gerekdirmez. Zîrâ, küfr ve isyânlar, Hak celle ve a’lânın murâdıdır. Fekat, mardîsi [beğendiği] değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● İrâdeden hurûc edip [kendi irâdesini terk edip], Hak teâlânın irâdesine teslîm olalar. 5/115


● İrâdenin ortadan kalkması, vilâyetin şartıdır. Ma’nevî kuvvetlerin cezbesi olmadıkça, sâdece sûrî ameller ile, nasîb olmaz. 5/4


● İrâdenin sarf-ı abdden vâki’ olup, [Kul irâdesini sarf edip,] Allahü teâlâ (dilerse) halk eder. 5/83


● İrâde aslında [bizzât] kemâl sıfatdır. Onun çirkin olması, çirkinlik ile alâkasındandır. 5/52


● İrâde olmayıp, insanlar mecbûr olsaydı, dünyâda zâlimlerin kınanması [kötülenmesi], isyân edenlerin cezâlandırılması olmazdı. 5/83 [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Erzâk-ı ibâde [kulların rızklarına] Allahü teâlâ kefîldir.


Eğer az bir çalışmakla tahsîli mümkin olursa ne a’lâ, ne güzel. Ve illâ ardına düşmeyeler. 5/22


● Arz-ı ribâtda [muhârebede] edâ olunan nemâz, ikibin kerre bin (iki milyon) nemâza müâdildir (eşdeğerdir). “Hadîs-i şerîf”. 4/64


● Ervâh ve berzah-ı sugrâ [Rûhlar ve rûhun mahşere kadar kaldığı âlemler] bahsleri ziyâde nâzikdir. Bu bâbda zan ve tahmîn ile konuşmağa cür’et eylemeyeler. Nasslar ile sâbit olanlara kısaca îmân eylemek lâzımdır. Onun tafsîlini Allahü teâlânın ilmine havâle eyleyeler. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâh-ı mükemmel [olgun ve üstün kimselerin rûhları], Allahü teâlânın dilemesi ile, cesed şeklinde görünmüş, acâib şeyler yapmışlardır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâhın [rûhların] müşâhedesi kemâl değildir. Kemâl, bâtının mâsivâyı bilmekden ve görmekden kurtulması [unutması]dır. 6/33


● Ez gubâr-ı nâka-i Leylâ ki Mecnûn sâlehâ çeşm ber reh daşt, girdi zin beyâbân ber nehâst. [Mecnûn Leylânın yolunu beklerken, yıllarca çöle bakdı. [Yol gözledi]. Çölden bir toz kalkmadı.] 5/47


● Esbâbın ref’inde [sebeblerin kaldırılmasında], hikmetin yok olması vardır ki, onun zımnında [arkasında] maslahatlar [fâideler] olabilir. 2/62 [Se’âdet-i Ebediyye: 746.]


● Esbâb [sebebler] vardır. Lâkin hakîkî müessir Allahü teâlâdır [Onun fi’lidir]. 4/110


● Esbâba mübâşeret [sebeblere yapışmak] tevekkülü bozmaz. Te’sîri Allahü teâlâdan bilip ve i’timâd Ona olup, sebebleri kat’î olarak ortaya koyalar. Sebeblerden kat’î olarak kurtuluşa çâre yokdur. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâb [sebebler] üçdür: Vehmî, terk edilmesi lâzım olan sebebler. Kat’î olarak bilinenlerin yapılması vâcibdir.


Şübhe ve zanlı olanların yapılması zanlı ve şübhelidir. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâba [sebeblere] yapışdıkdan sonra, sebebler dolayısiyle, Hak teâlâ eser halk ediyor. 5/52


● İstihâreler tekrâr tekrâr (yedi def’a) yapıla. İlticâ ve tezarru’ eyleyeler. Eğer, zahmetsiz kalbde arzû ve sînede açılma hâsıl olursa, o emre [işe] müteveccih olalar. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● İstihârede, bir emrin [arzûnun] hâsıl olmamasından ve rü’yâ görmemekden ve kanâat hâsıl olmamasından, dağınık fikrde olmayınız. Zîrâ, vilâyet ve kurb, ona bağlı değildir. Ve herbirinin yokluğu kemâlde sebeb-i noksan olmaz. Yüksek himmet sâhibi olup, en yüksek maksada ulaşmağa teşebbüs ediniz. Hasenâtlar fazla bulunsun, gerekse bulunmasın. 5/73


● İstigfâr, belâların ve sıkıntıların [şiddetli] kaldırılması için, fâideli ve mücerrebdir. [Tecribe olunmuşdur.] 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstigfâra sabâh ve akşâm devâm lâzımdır. Bir kimse, yirmibeş kerre dese, beytinde [evinde], ehlinde [âilesinde], dârında [memleketinde ve şehrinde] ve bulunduğu beldede, istenmiyen birşey ile, karşılaşmaz. 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstikâmet, kerâmetin fevkıdir [üstüdür]. Cem’ıyyet ve istikâmet üzere olalar. 4/151


● El-istikâmetü fevkal kerâmeti. [İstikâmet, kerâmetin üstündedir.] “Hûd sûresi sakalıma ak düşürdü.” Hadîs-i şerîf. 6/213


● Esrârın [sırların] çoğu kayda ve kitâba gelmez. Sohbet ve konuşmağa bağlıdır. 4/123


● İslâm, îmân üzerine atf olunduğu [bağlandığı] mahallerde, îmân, kalbin tasdîki, islâm, görünürde teslîm olma ma’nâsınadır. 5/53


● İslâmın beş şartından birine halel gelirse, islâma halel gelir. [Biri yapılmazsa, o şart yapılmadığı için, islâmiyyet eksik olur.] 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İslâm garîb olmuşdur ve gitdikce de ziyâde garîb olur. Yeryüzünde Allah diyecek kimse kalmasa gerekdir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]


● İslâm-ı hakîkî, nefs-i emmârenin inkıyâdına [teslîm olmasına] bağlıdır. Nefsin itminânından evvel kalbin tasdîki ile hâsıl olan islâma, islâm-ı mecâzî derler. 4/64


● İslâm-ı hakîkî, makâmât-ı sülûkun tayyından sonra [sülûk konaklarının geçilmesinden sonra] ve nefsin itminânından sonra hâsıl olur ki, bahs edilen bu kemâller ism-i zâhire teâlluk eder. 6/35


● İslâm-ı hakîkî, ârifin yolunun dönüşsüz olması ve tam olgunluğun asla katılmış olmasıdır. 6/63


● İslâm, uyanıklık yoludur ve netîcesi tenzîhdir. 4/79


● İslâm-ı tarîkat, cem’ül cem’ makâmı olup, küfr tarîkati müteâkip hâsıl olur ve halkı Hak sübhânehudan ayrı görüp, zikr ve nemâza rağbet eder. 6/207


● İsm, ismlendirilenin aynasıdır. Şühûd vaktinde ayna gizlidir. Ve zâhir olan, hemen aynada görünendir. İsmle vukû’ bulmayı, zât ve müsemmâ ile tahakkuk zan ederler. Ve bu benzetmek ve aynanın gizli olması sebebiyle, temâmen gizlenmiş sıfata, zâtdır, derler. Zât ile sıfat, birbirinden, ilmde ayrılmışdır derler. Lâkin hak olan budur ki, Allahü teâlânın sıfatları, hâricde ayrıca vardır. 5/102


● İsm ve ma’nâ ve diğer elfâzın [sözlerin] Hak teâlâ hakkında söylenmesi, ifâde edecek söz bulunamadığındandır. Hak sübhânehuyu, lafzın ve ma’nânın, âfâk ve enfüsün ve tecelliyât ve zuhûrâtın ve tevhîd ve ittihâdın ve müşâhedât ve mükâşefâtin ötesinde olmak üzere aramak gerekdir. 6/122


● İsm-i ilâhî celle sültânühu ile bekâ eyleyip, hakîkat-i sübûtiyye hakîkat-ı ademiyyenin cânişeni oldukda, ârifde müdir ve mütasarrıf hemen o ism olur. Ve o ismin evsâfı ile muttasıf ve mütehalli [zinetlenen] olur.


O ismin hayâtı ile hay ve ilmi ile âlim ve sem’i ile semî’ ve basarı ile basîr ve kelâmı ile mütekellim ve irâdeti ile mürîd ve kudreti ile kâdir olur. Zîrâ her ism-i ilâhî celle sültânühu esmâ ve sıfatı mütezammındır. Çünki her esmâ zıldir, başkadır. Ve o ismin cüz’iyâtından bir cüzdir. Ârif, zıl yolundan asla bağlanıp, ism-i sâbık renginde ism-i lâhıkın evsâfı ile muttasıf ve ol asldan bu asla mülhak olup, asl-ı sânîden asl-ı sâlise ve ilâ mâşâ Allah mütehakkık olur. 4/204


● Her ism-i ilâhî bütün ismleri ve sıfatları kendinde toplar. 5/52


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin aslı, şu’ûn ve zâtın yüceliğine ulaşır [nihâyet bulur]. 4/24


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin bütün ismleri ve sıfatları toplaması, onlar ile sıfatlanmış olması demek değildir. Belki ismin sıfatlar ile alâkalı olması ve sıfatlar ile şartlanmış olması, kendisinde hâtırlanmakdır. Meselâ, ilmin ismleri kendinde toplaması, hepsine alâkası olması i’tibâriyledir. Tekvînin câmi’iyyeti ilm, kudret, irâde ve gayri kemâl sıfatlarını içine alması i’tibâriyledir. Sanki ondan alınmışdır. Kudret ve irâdet, hayât ile şartlıdır. Ve ilm için lâzımdırlar. İlmin topladığı şeyler, bu sıfatdan alınmışdır. Ve kelâm onları şâmil olduğu i’tibâriyle içine alır. 5/52


● Muhammed Eşref, Muhammed Ma’sûmun mahdûmzâdesidir. 4/238


● Eşref sâat, cevf-i şebdir [gece yarısıdır.] 4/144.


● Eşyâ ezdâdıyla tebeyyün eder. [Eşyâ zıddıyla tanınır.] 4/17


● Eşyânın mebde-i te’ayyünü, esmâ-i ilâhînin zıllidir. İsm-i ilâhî mebde-i teayyünün aslı olup, ism-i küllîdir. Mebde-i te’ayyün o küllînin cüz’iyyâtındandır. İsm-i küllînin aslı da şân-ı zâtâ olup, zât-ı teâlâda mücerred i’tibârdır. 5/135


● Eşyâya hakîkî mâlik odur. Lâkin, zâhirde kendi kullarından her kimi mâlik eylediyse, hesâba çekilme onunla alâkalıdır. 5/53


● Eshâbın cümlesi, sohbetin şerefi sebebiyle, ölmeden önce ölmek ile müşerref oldular. 6/24


● Eshâb-ı kirâm vilâyetin en yüksek tabakasındadırlar. 6/19


● Eshâb arasındaki muhârebeler, düşmanlıkdan dolayı değildi. İctihâd yüzünden idi. İctihâdda hatâya da bir derece sevâb verilir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Eshâb-ı kirâm sohbet bereketiyle kemâle ulaşdı. Ümmetin evliyâsından öne geçdiler. 4/88


● Eshâb-ı kirâmda hâller ve kerâmet fazla mikdarda zuhûr etmemişdir. Zîrâ dünyâ amel yapma yeridir. Âhıret mükâfât yeridir. Eğer amelin karşılığı olan meyvelerden bir kısm bu dünyâda ihsân olunursa, âhıret derecelerinin noksan olmasına sebeb olur. Bunun için, dünyâda amelin meyveleri verilen ba’zı kimseler görülmüşdür ki, ölümü ânında, bu işlerin olmamasını temennî ederler. 4/189


● Eshâb-ı kirâmdan iki şahsı Müseylemet-ül-kezzâb yakalayıp, birisine sorup, Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, evet şehâdet ederim ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullahdır, cevâbını vermişdir. Müseyleme yine süâl edip, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, evet dedi. Onu bırakıp, ikinci şahsı getirtip, Muhammedin Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, o kimse evet dedi. Müseyleme, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, o kimse, ben işitmemek illetine mübtelâyım dedi. Müseyleme süâlini üç kerre tekrâr edip, o kimse dahî çok sağır olduğunu söyleyip, onun risâletini ikrâr etmedi. Ona gadab edip, şehîd eyledi. Bu vak’a Resûlullaha erişdikde, buyurdular ki, maktûl olan şahs yakîn ve sıdk yolunu tutmuşdur. Şehîdlik rütbesine mâlik olmuşdur. Diğeri ruhsat yolunu ihtiyâr edip, kendisinden zulmü def’ eylemiş. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İslâh-ı cesed [bedenin islâhı], kalbin islâhına bağlıdır. Bedenin fesâdı dahî, kalbin fesâdına bağlıdır. 6/178


● Aslın zuhûru ne kadar çok ise, zılde dahî mahv ve telâş o kadar çok olur. 4/121


● Üsûllerden ve üsûllerin aslından mücerred, zâta [Allahü teâlâya] kavuşmak mümkin değildir. 4/1


● Üsûl-i dinde [i’tikâd edilecek şeylerde] hâtıra gelen şey ve vesveselerin menşe’i hannâsdır ki, sadrdadır [şeytândır ki, göğüsdedir]. 4/190


● Çocuklara dahî, âhıretde ma’rifet hâsıl olması ve bunlara akl ve şu’ûr i’tâ edilmesi mümkindir. Meselâ, o günde müşrikler tevhîd ehli olurlar [ya’nî inanırlar] ve derler ki, (Allahü teâlâ Rabbimizdir, biz müşriklerden olmadık.) 6/173


● İtmînânın [kalbin mutma’inne olmasının] alâmeti, nâzil olunmuş ahkâma tam uymakdır. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● İtmînândan evvel nefs, ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine uymakdadır. 4/186


● Bir gün i’tikâf eden kimse ile Cehennem arasında üç hendek olur ki, herbiri hâfikayndan [magrib ile meşrık arası mesâfeden] dahâ çokdur. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● İ’tibârât-ı ilâhî, meselâ i’tibârât-ı mescûdiyet ve gayri gibidir. 6/105


● İ’tizâr edenin [özr dileyenin] özrünü kabûl etmelidir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Allahü teâlâyı en iyi tanıyanlar, en çok hayrete düşenlerdir. 5/86


● A’mâl-i hasene arasında, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” nakl olunmuş ve onun ameli olup, hasâisinden olmıyanları, âhıretde sevâb almak niyyetiyle îfâ etmek, [yapmak] için, izne ihtiyâc yokdur. Peygamberin ameli ümmete izndir ve sünnetdir.


Hâcetlerin hâsıl olması, müşkilâtların halli için, ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukyeler mürşidin iznine bağlıdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i sâliha sevâbını mü’min ve mü’minâtın temâmının rûhlarına hediyye eylemek güzeldir. Her birine tam sevâbı ulaşır. Hakkında niyyet olunan meyyitin ecri dahî hiç noksan olmaz. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i uhrevîde tevekkül, bî ma’nâdır [Âhıret amellerinde tevekkül olmaz]. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● A’mâlde [amellerde] her ne kadar kusûr hâtıra gelirse [ya’nî amellerini kusûrlu görürse], kıymeti çok olup, kabûl olunmaya lâyık olur. 6/225


● Amellerin ve tâ’atlerin ve zikrlerin kabûlü, ihlâsa bağlıdır. 5/133


● “Amellerin efdali, mü’minin kalbine sürûr (sevinç) vermekdir. [Mü’mini sevindirmekdir.]” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Ummâlüküm a’mâlüküm. [Yapdığınız amellere göre idâre edilirsiniz.] 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● A’mâl-i sûriye [sûrî ameller], mücerred ma’nevî cezbe kuvveti olmadıkca, insanı varlığı sevmekden ve enâniyyetden kurtaramaz. 4/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Amel yap ve istigfâr et. Bu dünyâda amel istenmişdir ve zarûrîdir. Kabûle lâyık bilin, gerekse bilmeyin, ibâdet yapmak ve ondan istigfâr etmek gerekdir. Ve yalvararak onun kabûlünü istemek gerekdir. 6/68


● A’yân-ı sâbiteye sofiyye-i aliyye izâfî yokluklar derler ve mümkinâtın hakîkatleri olarak tasavvur ederler. 4/130.


● A’yân-ı sâbite mümkinâtın hakîkatıdır. (Muhyiddîn-i Arabî) 6/207.


● Agniyânın [zenginlerin] sohbetine rağbet etmeyeler. Ve fakîr ve nâ-murâd olmağı azîz bileler. 5/25


● Agniyâ [zenginler] ile sohbetden uzak olalar. Ve zarûretsiz onlar ile berâber olmayalar. 6/97


● Ah yazık ki, ömr temâm oldu. Ve hiç amel vücûda gelmedi. Dünyânın vefâsız olduğu açıkdır. Fitne ve musîbetler peşpeşe gelmekdedir. Dostlar ve ciğerpâreler vefât edip, göçüp gitdi. Yine hiç uyanmak ve hâtırlamak ve tevbe ve sığınma yokdur. Gaflet artmakdadır. İsyân ile geçen günler artmakdadır. Bu nasıl îmândır. Ve ne şekl müslimânlıkdır. Ne kitâb ve sünneti kabûl ederler. Ve ne açık işâretlerin görülmesinden ibret alırlar. Fikr ve endişe lâzımdır ki, bir yerde berâber giden eski dostlar, câna yakın, hep berâber olanlar nice oldu ve nereye gitdiler. Cân dostu olan dostlardan hiçbir eser ortada yok. Ve hiç onlardan açık nişân meydanda yok. Yaz harmanı gibi, yokluk rüzgârı, onların nişânını dahî bırakmadı. Öyleyse bizim gibi geri kalanlara lâzımdır ki, şu birkaç günlük ömrü gaflet ile telef ve gözü açık uyku ile [tavşan uykusu ile] zâyi’ eylemiyelim. Bu fânî serâya gönül bağlamayıp ve bu insafsız kahbeye aldanmıyalım ve muhabbet bağlamış olmıyalım. Temâmen cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için, bütün gücü harcamalı, nefs ve şeytânın tuzağından, hevâ ve hevesin girdâbından kenâra (sâhile) çekilmeğe çok gayret edelim. Ve kabr ve kıyâmet her zemân gözümüzün önünde olup, kendimizi ölmüşlerden sayalım. Böyle düşünmemiz emr olundu. Var gibi bilinen hayât ve vücûddan soyulup, ölümden önce olan ölüm ile vasflanmak yoluna gidelim. Ve kendimizi gerçek bir ölü ve aslî bir yokluk gibi sayalım. Yokluk ki, kendini var gibi sayıp, vücûd ünvâniyle ortaya çıkmış olup, kendinin kıymet sâhibi olduğunu iddiâ ediyor. Halk arasında gülünç olması yerindedir. Dünyânın süsleri sebebi ile kendilerini değişdirmeyeler ki, dünyâ fânî ve helâk olucudur. Sâbit değildir. Şekerle kaplanmış bir zehr ve altın kaplanmış necâset gibidir. Bu zehr ile ebedî ölüme tutulmak ve dâimî hüsrâna yakalanmak açıkdır. Varlık ve ona tâbi’ olan şeyler hakîkî vücûd sâhibine yakışır ve ona lâyıkdır. Ve mümkinin üstünlüğü, üstünlük iddiâ etmemesindedir. Noksanlığı da hayrlardan uzaklaşmasıdır. 6/156 [Hak Sözün Vesîkaları: 353.]


● Efdal-i tâ’at [tâ’atlerin efdali], dostlara, Evliyâya muhabbet ve düşmana düşmanlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ef’âl ve harekâtın [işlerin ve hareketlerin] cümlesinde teşebbüs edip, niyyet etmelidir. Ve sâlih niyyet zuhûr etmedikce, hiçbir amele [mümkin olduğu kadar] başlamamalıdır. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ef’âl-i abd [Kulun bütün fi’lleri] hayr ve şerden, cümlesi, Hak teâlânın takdîr ve irâdesiyledir (dilemesiyledir). Takdîr yaratmakdan ibâretdir. 5/83. [Cevâb Veremedi: 346.]


● Eksirû ihvâneküm fiddîn. “Din kardeşlerinizi çoğaltınız.” 4/22 [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● İnsanlarla haşr-neşr olmak, iflâs alâmetlerindendir. 5/6


● Elbise kestirmek için gün ta’yin eylemek sâbit olmamışdır. 5/51


● Elbise-i fâhire [güzel elbise], latîf içecekler, nefis yiyecekler, Allah için câiz, riyâ ve öğünmek için ma’siyyetdir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Elhâmdülillahi alâ külli hal. Ve e’ûzü billâhi min hâl-i ehlinnâr. [Her hâl üzere Allahü teâlâya hamd olsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allahü teâlâya sığınırım.] 6/151.


● “Hikmet on kısmdır. O on kısmın dokuzu uzletdedir. Biri de susmakdadır.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Esselâmü alâ menittebe’al hüdâ. (Hidâyetde olanlara selâm olsun.) Ve Muhammed aleyhisselâma uymayı seçenlere. “aleyhi ve alâ âlihî minessalevâti efdalühâ, minetteslimâtü ekmelühâ.” 4/75.


● Ülfet eyle. (İnsanlarla görüş, konuş). Onlara gönlünü kapdırma. [İhtiyâcın kadar görüş.] 4/16


● Allahü teâlâ, mâsivâya köle olmakdan kurtarıp, temâmen cenâb-ı Kudsîsine bağlayıp ve ma’mûr eyleye. Yakınlık derecelerinde yükselmeler vere. 4/75


● Allahü teâlâ kendi mevcûdiyyetinde, kendi zât-ı mukaddesinden gayra muhtâc değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Allahü teâlâya olan muhabbetin kadar, halk sana muhabbet eder. Senin Allahü teâlâdan korkun kadar, halk dahî senden korkar. Ve Allahü azze ve celle ile meşgûliyyetin her ne kadar olursa, nas dahî senin emrinde o kadar meşgûl olurlar. Temâmen Hak teâlâya müteveccih ol (dön) ve kimseye teveccüh eyleme. Nefsin seni meşgûl etmesin. Allahü teâlânın fadlından gayra i’timâd eyleme. 5/109.


● Allahümme innî es’elüke fi’lel hayrâti ve terkel münkerât ve hubbel mesâkîn ve en tegfire-lî ve terhamenî ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn ve es’elüke hubbeke ve hubbe men yühibbüke ve hubbe amelin yükarribünî ilâ hubbike. (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” okurlardı.) [Yâ Rabbî! Hayr işleri yapmağı, kötü işleri terk etmeği senden isterim ve miskinlerin sevgisini isterim ve beni bağışlamanı ve merhamet etmeni isterim, kavmim arasında bir fitne irâde buyurduğun zemân, beni fitneye düşmeden vefât etdir! ve senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, beni senin muhabbetine yaklaşdıracak amelin sevgisini isterim.] 5/5


● Âfâkî putlara kul olanlar, Zât-i ilâhî düşmanlarıdır. Enfüsî putlara kul olanlar sıfât-ı ilâhî düşmanlarıdır. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Elvân ve envârın [renklerin ve nûrların] görünmesi fenâya muhâlif değildir. 4/154


● Elem ve üzüntü, ayrılık ve musîbet, mâdem ki Allahü teâlânın irâde ve takdîriyledir. Ona râzı olmak lâzımdır. 4/72. [İslâm Ahlâkı: 559.]


● İlhâm hatarât cümlesindendir. Yakîn hâsıl olması ve zann-ı gâlib vardır. Bâtının açılması vardır. Hatarâta menşe’ [başlangıc] ise nefsdir. 4/133


● İlhâm zannîdir. Hâsıl olması umulur. 6/87


● “Allahü teâlâ semâvâtın ve erdın nûrudur” âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, sonradan yaratılmışlar, yokluklar olup, başdan başa zulmet ve şerlerdir. Ve onlarda olan hayr ve kemâl, hüsn ve cemâl vâcib-i teâlâ ve tekaddesdendir. Lâkin bu nûr zıller vâsıtası ile olup, “Allahü teâlânın mü’minin kalbindeki nûru, fener içindeki mum gibidir” âyet-i kerîmesi bunu irâde buyurur. 4/113


● İlhâm zannîdir. Kat’i değildir. Kat’ıyyet vahye bağlıdır. 5/116


● İmâm ile iftitâh tekbîri almağı, tecellîlerden ve zuhûrâtdan dahâ iyi bileler. 5/87


● İmâm-ı a’zam, ömrünün sonunda, iki sene ictihâdı terk edip, uzlete çekilmişdir. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● İmâm-ı a’zam dört bin altın kıymetinde elbise giyerdi. Ve güzel elbise tavsiye ederdi. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● İmâm-ı a’zam, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkdan süâl edip, Yâ ibn-i Resûlillah! Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûlarına bırakmış mıdır, dedikde, cevâbında, Allahü teâlâ, rubûbiyyetini, [yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü] kullara bırakmakdan münezzehdir buyurdu. Yine süâl edip, onlara cebr eder mi, dedikde, cevâbında; cebr yokdur. Yaratmağı kullara bırakmak da yokdur. İkisi arası olagelmekdedir, buyurdu. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkda ayrı ayrı iki nisbet vardı ve birbirinden ayrılmış idi. Nisbetin biri, yüce ceddi tarafından Alî “radıyallahü anh”a ulaşır. Diğeri annesinin ecdâdından Sıddîk-ı ekberden “radıyallahü anh” alınmışdır. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü sirrehül’azîz, müceddid-i elf-i sânî idi. 5/2


● İmâm-ı Rabbânî vilâyet-i Muhammediyye ve vilâyeti Mûseviyyenin terbiyet yaftesı olmuşdur. [Her ikisi ile yetişdirilmişdir.] 4/180.


● İmâm-ı Rabbânînin seyri [ilerlemesi] bir noktaya vâsıl olmuşdur ki, asl noktaya akreb [çok yakın] noktadır. Onun üstünde seyr düşünülemez. 4/63


● İmâm-ı Rabbânînin hakîkat-i Muhammediyyeye vusûl bulduğu [kavuşduğu]. 4/180


● İmâm-ı Rabbânînin seyri, seyr-i murâdî [Murâdların seyri, çekilenlerin seyri] olduğu. 5/101


● İmâm-ı Rabbânînin sohbetinde hâsıl olan feyzler ve bereketler. 6/91


● İmâm-ı Rabbânînin, İmâm-ı a’zam ve imâm-ı Şâfi’î ile keşfen bir araya gelmeleri. 4/231.


● İmâm-ı Rabbânî, kutbiyyet ve ferdiyyetin kemâlâtını dahâ başlangıçda kendinde toplamış idi. 4/154


● İmâm-ı Rabbânînin nisbeti, nisbet-i Eshâb-ı kirâmdır. [Ya’nî Eshâb-ı kirâmın nisbetidir.] 6/206.


● İmâm-ı Rabbânî, tecellî-i zâtî ile şereflendi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânî, sâbikûndan idiler. 5/34


● İmâm-ı Rabbânîye, (Seni ve kıyâmete kadar sana tevessül edenleri magfiret eyledim) diye ilhâm olundu. 4/225


● İmâm-ı Rabbânî, Ehl-i beyt-i nebevî kemâlâtına gark olmuşlardı. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin sînesinden [göğsünden] vesvese veren şeytânı ve onun avânesini ihrâc eylemişlerdir. 4/190


● İmâm-ı Rabbânînin, Cenâb-ı Hakkın, dâire-i gadab, dâire-i istignâ [ihtiyâcsızlık dâiresi], rahmet dâiresinde seyri. 4/45


● İmâm-ı Rabbânî, Kur’ân-ı kerîmdeki hurûf-ı mukatta’a ile mümtâz oldular. [Onun sırlarına erişdiler.] 6/157


● İmâm-ı Rabbânî, zemânın halîfesi ile yol berâberliği yapıp, Ecmir seferine gitmişlerdir. 4/238


● İmâm-ı Rabbânîye vefâtından altı gün evvel hummâ geldi. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin ölüm hastalığı sıtma idi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânînin vefât târîhi 1034, Seferinin 28.ci salı günü idi. 4/86


● İmâm-ı Rabbânînin yaratılışı, Nebî aleyhisselâmın artık toprağındandır. 6/198


● İmâm-ı Rabbânînin mezârından, üstün kemâlâtlarının feyzi alınmakdadır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İmâm-ı Rabbânî Lahorda Hacı süvâyı sokağında Hâce Kâsımın eski hânesinde bir-iki ay ikâmet buyurdular. O hâne köhne olmakla, telâpür sokağında diğer hâneye intikâl buyurdular. 4/25


● İmâm-ı Gazâlî, Fârâbî ve İbni Sînâyı tekfir eylemişdir. [Küfre düşdüklerini söylemişdir.] 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959], 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâm müezzinden mutlaka efdaldir. Me’amâfih imâmda ezânın fazîleti yokdur. 6/24


● “Emr-i münkeri gördükde [İslâmiyyete uygun olmıyan bir iş gördükde] değişdirilmesine kâdir olmadığınız vaktde, sabr ediniz. Allahü teâlâ, onu tagyir eder [değişdirir].” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf ve nehyi münker bütün müslimânlara vâcib ve küffâr ile cihâd gibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Yâ emr-i ma’rûf ve nehyi münker edersiniz, veyâhud Allahü teâlâ sizin üzerinize gadab gönderir. O vakt, düânız kabûl olmaz.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf olmıyan memleketde, emrlere itâ’at etdiği hâlde, ya’nî mutî’ olduğu hâlde üzülmiyenler helâka müstehakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● (Belkıs dedi ki: Pâdişâhlar hasmâne bir şehre dâhil olduklarında, ol şehri harâb ve ehâlisinin azîzlerini zelîl ve esîr eder ve filhakîka bu işi işler.)


Neml sûresi 34.cü âyet-i kerîmesi meâli. 4/66


● “Allahü teâlâ, (şübhesiz ki) ni’metlerin eserini kulu üzerinde görmeği sever.” Hadîs-i şerîf. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● “Allahü teâlâ, bid’at sâhibinin (işleyenin) orucunu, nemâzını, haccını, ömresini, cihâdını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Şübhesiz ki, Allahü teâlâya kullarının en sevgilisi, Allahü teâlâyı kullarına sevdirendir.” Hadîs-i şerîf. 4/117.


● “Şübhesiz ki ben, dünyâyı îmâr etmek için değil........” hadîsi. 4/155.


● “Allahü teâlâ sâdık olan tüccârı sever.” Hadîs-i şerîf. 4/202. [İslâm Ahlâkı: 562.]


● “İnsanoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Bu bozulursa, bütün beden bozulur. Bu et parçası kalbdir.” Hadîs-i şerîf. 5/109.


● (Eğer Allahü teâlâ, sana bir zarar erişdirse, Onu senden keşf ve def’e yine Ondan gayri kimse kâdir olmaz. Eğer sana bir hayr murâd ederse, Onun fadlını red ve men’ eder yokdur. Onun fadlı kullarından dilediğine isâbet eder.) (Yûnüs 107-âyet-i kerîmesi meâli) 5/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339]


● “Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım!” Hadîs-i şerîf. 6/225


● Enbiyâ kabrlerinde zindedir [diridir]. Lâkin dünyâ hayâtı gibi değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâ adedinin ta’yînini, ülemâ men’etmişlerdir. Sofiyyeden bu bâbda nakl edilen bir şey yokdur. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâya indirilmiş olan herbir kitâb, Kur’ân-ı kerîmin eczâsından bir cüz’dür.


Onun ba’zı ibârelerinden o kitâblar almışlardır. [Kur’ân-ı kerîm, bütün kitâbları kendinde toplamışdır.] 4/183


● Enbiyâya mütâbe’at olmadıkca [uyulmadıkca] kemâle ulaşılmaz. Eğer birşeyler hâsıl olursa istidrâcdır ki, netîcesi âhıretde hüsrân ve pişmânlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Enbiyâdan herbirinin kendi Rabbi ile muâmelesi ve sırrı başkadır ki, hiçbir kimsenin o muâmelede aslen şirketi yokdur. O nisbet ve yakınlığın keyfiyeti mechûldür. 4/222.


● Enbiyâ Evliyâdan efdaldir. Fekat ba’zı meziyyetler ve ma’rifetler Velîye mahsûs (üstünlük) olsa, fadl-ı küllîyî mûcib olmaz. Câiz ve belki vâkı’dir. Ve fadl-ı külli Enbiyâya mahsûsdur. Bunun gibi, Nebîler ile Resûller arası da böyledir. Meselâ Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır kıssasında bu husûsu yazmışlardır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyânın müttefik bildirdikleri ve ülemânın icmâ’ları olan kavlleri, bâtıl hayâllerle kaldırmak [kabûl etmemek] mümkin midir? 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Enbiyâdan bir Peygambere vahy olunup, zemânında mevcûd bir âbide gidip, senin zühd ve dünyâdan kesilmen, âhıretde nefsin râhat etmesi içindir. Allahü teâlâ için olan ameli yapdın mı dedikde, o amel nedir, diye süâl edince, (Velîlere dostluk, düşmânlara düşmanlık eylemekdir) dedi. Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İntizâr ve tefakkud-i matlûbdan [matlûbu beklemek ve aramakdan] bir an uzak olmıyalar. 5/6


● İnzivâyı ihtiyâr eylemek evlâdır. [Yalnızlığı seçmek iyidir.] Lâkin riâyet-i hikmet ve adem-i inâre-i fitne [hikmeti gözetmek ve fitneyi uyandırmamak] lâzımdır. 5/151.


● İnsan toprak olup, toprakdan nebât hâsıl olur, nebâtdan hayvan yir ve hayvanı insan yir ve bundan nutfe hâsıl olup, yine insan peydâ olur. İşte ba’s budur [dirilmek budur] demek küfrdür. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● İnsana i’tâ olunan [verilen] sûrî ve ma’nevî feyz, zâhirî ve bâtınî feyz [ni’metler], eğer bir an kesilse, varlık ve üstünlükler kalmaz. 4/172


● İnsanın olgunluğu, yokluğunu [adem olduğunu] anlayıp, kendinde emânet olan kemâlâtı, ehline havâle ederek, kendinden intifâ-i kemâlde, hayriyeti de, selb-i hayriyyetdedir. 4/27.


● İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. 4/114


● İnsanın izzeti, îmân ve ma’rifet iledir. Mâl ve câh (mevkı’) ile değildir. 5/62 [Hak Sözün Vesîkaları: 342.]


● İnsanın zâtı ademdir. Hayr ve kemâl onun hakkında emânetdir. Ve güzellik ve cemâl in’ikâsîdir. Eğer bu hayr ve kemâli kendine nisbet edip, [kendinden bilip], aslı ile ortaklık da’vâsı ederse, hâindir. 4/27


● İnsan bir biçâredir ki, onun üstünlüğü ve güzelliği yoklukdur. Kendi Mevlâsına mahsûs olan varlıkdan nasıl haberdâr olur. Onun kemâl ve cemâline nasıl muttali’ olur? 4/162


● İnsan, on latîfeden mürekkebdir. Beşi âlem-i halkdan [madde âleminden], beşi âlem-i emrdendir [rûh âlemindendir]. Nefs, âlem-i halkdandır. 5/137.


● İnsan, mebde-i te’ayyünü olan ismin zıllıdir. Zılde bulunan, hayr ve kemâl aslının ziyâsıdır. 6/229.


● İnsanın olgunluğu, kemâl iddi’a etmemekde, hayrlılığı da, hayrlılığı kendinden bilmemekdir. Eğer hayr ve kemâli kendi nefsine nisbet ederse, emânete hıyânet ve asl ile da’vây-ı şirket eder. [Asl ile ortaklık da’vâsında bulunur.] Meğer ki yoklukdan sonra, [Yok iken var edilince] kendisine vücûd ihsân edilince, ikinci bir doğuş ile doğmuş ola ki, o vaktde onun hakkında, bu söz güzel olur. 5/16


● İnsana her ne ulaşırsa, cümlesi, takdîr ve ezelî irâde iledir. 6/87.


● “İnsanın hayrlısı, ittika edip [takvâ sâhibi olup,] sıla-i rahm eden ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker edendir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● İnsandan bu fânî âlemde istenen, bîçâre bir kul (köle) olup, kulluk vazîfelerini edâ ve temâmlamak ve ibâdetleri ve tâ’atleri yerine getirmekdir. 5/100.


● İnsanın arzû ile kârı nedir? (İnsan bir şeyi niçin arzû eder durur?) Çok vâki’ olur ki, temennî eylediği emr (iş), kendi hakkında mukadder değildir (takdir buyurulmamışdır.) 5/19


● İnsanı Hak sübhânehu ve teâlâ, beyhûde halk eylemedi ki, kendi hâline bırakılsın. Hattâ, her ne bilirse yapıp, he-vâ-i nefse ve hoşuna giden şeye uysun. Onu emrleri yapmak ve yasaklardan sakınmakla mükellef kıldı. Ve emrler ile muhâtab eyledi. İnsan için onun emrlerini yapmakdan başka çâre yokdur. Ve onun hilâfı üzere hevâ-i nefs ve tabî’ate tâbi’ ola. Eğer bu vechle amel etmezse, âsî ve inadcı kul olup, Allahü teâlânın gadabına uğrar ve çeşidli cezâlara müstehak olur. 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İnsan her ne kadar derd ve belâya mübtelâ ve mihnetlere düçâr olursa, berâberlikde ve yakınlıkda o kadar ziyâde kâmil olur. 5/111.


● İnsanın kadr ve kıymeti, muhabbet ile belli olur, açığa çıkar. Ve diğer varlıklardan ayrılması bu derd sebebi ile olduğu açıkdır. 6/111.


● İnsanın diğer mahlûkât üzerine üstünlüğü, derd talebi ve râhatına düşkün olmamak sebebiyledir. 6/38


● “İnsanın sevmesi ve buğz etmesi ve vermesi ve vermemesi, Allah için olursa, îmân-ı kâmil olmuşdur.” Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İn’âmda [ni’mete kavuşmakda] sevilenin ve sevenin murâdı, nefsin murâdına muvâfıkdır. Elemde sevilenin murâdı vardır. 6/121.


● Evcâ ve emrâza [acılara ve hastalıklara] sabr edeler.


Ve Hak sübhânehunun kereminden âfiyeti taleb edeler. Ve mahlûkatdan hiç kimseyi vâsıta görmiyeler. Hepsini (ve vâsıtaları) Hak sübhânehu ve teâlâdan bileler ve onun def’ini dahî ondan taleb edeler ki, onun takdîri olmadıkca kimse kimseye zarar eylemeğe kâdir değildir. Ve onun irâdeti olmadıkça, hiç kimse def’i zarar eylemeğe kâdir olamaz. İşte tarîk-i ubûdiyyet budur. [İşte kulluk budur.] 4/72 [İslâm Ahlâkı: 559.]


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Ve en mühim işlere sarf edeler. Ve gizli ve açıkda takvâ ve havf üzere olalar. Ve ölümü ve kıyâmet gününü düşüneler ve bu tefekkürden uzak olmayalar. 4/98


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Mevlây-ı hakîkî celle şânühûnun râzı olduğu şeyleri yapmakda cân-ı gönülden çok çalışmalı, karanlık geceleri ağlamak ve istigfâr ile aydınlık ve pür-nûr edeler. Âhıret azığını bu kısa zemânda [ömr içinde] hâzırlıyalar. 5/88


● Evlâd-ı îşânın (Onların evlâdının) hizmetini kendine se’âdet bileler. 5/39. [Hak Sözün Vesîkaları: 338.]


● Evliyâ zellelerden (küçük günâhlardan) korunmuş değildir. Lâkin tez uyanırlar. [Farkına varırlar]. İyilikler ile onun tedârikini görürler [telâfi ederler]. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ev halkının dînen hakkı olan şeyler edâ oluna. Onlara dahî çokca karışmıyalar. [Devâmlı onlarla uğraşmıyalar]. 4/171.


● Ehl-i hukûku [hak sâhiblerini] râzı etmekde, öyle bir tarz üzere hareket edeler ki, Allahü teâlânın gadabına sebeb olmıya. Allahü sübhânehunun hakkı, bütün haklardan öncedir. Onun hakkına kemâl üzere ve diğerlerinin hukûkuna dahî riâyet edeler. 4/201.


● Ehl-i islâm, ehl-i tarîkat, ehl-i hakîkat için, farzlar yapılmadan ve harâmlardan sakınmadan kurtuluşa çâre yokdur. 4/39


● Ehlullaha [Velîlere] hâsıl olan zikr-i kalbî, evvelâ hakîkat-i câmi’anın zikridir. [Ya’nî kalb latîfesinin zikridir.] Onun yakınlığı ile mudga [bütün kalb] dahî zikr edici olur. 5/70


● Ehlullahın [Evliyânın] ayrılığının mâtemi yer ve göke yayılır. [Yer ve gök ehli üzülür.] Beden ve kalbe yayılır. Elden çıkışındaki [vefâtından dolayı] (husûsî) feyz ve bereketinden mahrûmiyyet açıkdır. Diğerlerinin ayrılığının mâtemi [üzüntüsü], yeryüzünün bir cüz’inde [bir yerde] olur. 6/178.


● “Ehl-i me’âsîye [ma’sıyyet ehline] buğz eylemekle ve onlardan uzak olmakla Allahü teâlâya karîb [yakın] olun.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ehl-i gaflet ve ehl-i dünyâ ile mümkin olduğu kadar karışmıyalar. Ve sohbetleriyle kalbin kazancına zarar vermiyeler. 4/201


● (Ehlül bida’i kilâbü ehlin nârı.) [Bid’at ehli Cehennemdekilerin köpekleridir.] Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ehl-i bid’at ve mülhidler ile sohbet etmeyeler ki, onlar din hırsızıdırlar. 5/89 [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ehlullahın [Velîlerin] fazîlet sâhibi olması, Allahü teâlâyı tanımaları iledir. Ve Zât ve sıfat-ı teâlânın esrârını keşf iledir. Kerâmet ve mahlûkları keşf ile değildir. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Ey Mevlâyı taleb eden! Seni yüce derecelere ve hidâyete tâbi’ olmağa da’vet eder ve çağırırım. Cümlenin dönüp, ulaşacağı Hak teâlâdır. Ma’lûm ola ki, âhıret azâbına, (dîni) yalanlıyan ve yüz çevirenler atılır. Nefs ve şeytân ve hevâdan sakınmak lâzımdır. Sizi alevli ateşden (Cehennemden) sakındırırım ki, o ateşe şekâvet sâhibleri en çok lâyıkdır. Devâmlı vera’ ve takvâ üzere olup, miskînlere ve akrabâya yiyecek ver ve giydir ki, kıyâmet gününde, Cehennemden uzak olanlar Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” gibi iyice takvâya sarılıp, mallarının zekâtını verenlerdir.


Dünyâ zînetini temennî ederek ve beğenerek basîretini elden bırakma. Zulm sâhibi ve azgın olanlara meyl edip, vaktini hebâ eyleme (boşa harcama). Kabrleri ve onda olup fânî olup gidenleri ve Cennet ehlini ve Cehenneme atılan cin ve insanı hâtırından çıkarma! Karanlık ile örtülmüş geceyi, aydınlık ile nûrlanmış gündüzü tefekkür ederek, Hâlık teâlâya hamd ve senâ eylemelidir. Allahü teâlânın emrlerine sarılmalı ve yasaklarından sakınmalıdır. İnsana (erkek ve kadınlara) mal ve evlâdın fâidesiz ve çok az fâideli olduğu kıyâmet gününde, şefâ’at-i kübrâ taleb edilmelidir. Bu sözlerim korku ehline (Allahdan korkana) hâtırlatmak ve teblîgdir. Allahü teâlâdan uzak, hevâ ve hevesine düşkün olan, lüzûmlu şeylerden mahrûm kalmış gönlün sığınacağı ancak Hak teâlâdır. Hak teâlâ kullarını görmekdedir. Ve herkesin dönüşü onadır. Gizli ve açık herşeyi Allahü teâlâ bilir. Ey Allahü teâlâyı taleb eden kişi! Şu zâta gıbta olunur ki, aşağılıklardan üstünlüklere teveccüh ve yükselip, günâhlarına karanlık gecelerde ağlar. Ve dönüşünün, yüce hükmü arş-ı mecîdden yüksek olan Zât-ı kibriyâya olduğunu bilir. Ve herşeyden kudretinin te’sîrini alıp, zengin ve fânî kılan, güldüren ve ağlatan, öldüren ve diriltenin, hakîkatde Allahü teâlâ olduğunu yakînen bilir. İşte bu vasflar ile muttasıf olan, fenâ-i nefs ile fânî ve herşeye gücü yeten ile bâkî olur. Doğru yola meyl ve azgınlıkdan ârî ve kıyâmet azâbının hüznünden müberrâ olur. Ve insan işlerini hâtırladığı kıyâmet gününde, tam bir mükâfat ile taltif olunup, arasat meydânındaki insanlara Cehennemin gösterildiği anda (arz edildiği anda), yakınlıklara ve derecelere mazhar olur. Ey insanlar! Ehl-i takvânın mazhar oldukları bu ikrâmın rağbete şâyan olduğunu bilip, gücü ve kuvveti tam sarf ederek fenâdan soyunup, bekâ celb edici olunuz. Vesselâmü alâ menittebe’al hüda! (Hidâyete tâbi’ olanlara selâm olsun!) vel tezeme mütâbeat-el Mustafâ “aleyhi ve alâ alihissalevâtil ulâ ilâ yevmil cezâ’i.” 4/9


● Îşânın hizmetleri ile müşerref olanlar, her ne kadar pervâsız ve gerekli edeblerden uzak iseler de, azîzdirler. 4/88


● Îşân, âfâk ve enfüsden geçmişlerdir. Nice senelerce mâsivâyı hâtırlamak isteseler, hâtırlarına gelmez.


Ene (ben) kelimesinin kendilerine dönmesini şirk bilirler. Bu büyüklerin sohbetini istiyeler ve cân atalar. 6/22


● “Îmân-ı kâmil sâhibi o mü’mindir ki, güzel ahlâk sâhibi olup, ehline iyiliği çok ola!” hadîs-i şerîfini Tirmizî ve Hâkim rivâyet ediyor. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Îmân, kelime-i tevhîdin (Muhammedün Resûlullah) kelâmının birlikde tasdîkine bağlıdır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı Enbiyâ [Peygamberlerin îmânı] ile avâmın îmânı, îmân olması bakımından müşterek ve müsâvîdir. Îmân-ı Enbiyânın üstünlüğü, îmânın sıfatına bağlıdır. Sâlih amellere yakın olan îmân, başka bir safâ sâhibidir. Meselâ, insanlar, insan olmakda müsâvî iseler de, sıfatları yönünden muhtelifdir. 6/24


● Îmân ve küfr, hayr ve şer, hidâyet ve dalâlet, tâ’at ve günâh, Hak teâlânın yaratması olup, bil-cümle onun takdîr ve irâdesiyledir. Kulların işlerinin Hâlıkı odur, kul değildir. Fekat, insan kendi fi’linde mecbûr değildir. Zîrâ, irâdî hareketler ile gayr-ı irâdî hareketler farklıdır. Ve Hak teâlâ sevâbı ve gadabı kulların ameline bağlı kılmışdır. İnsanı irâdesine bırakmış, azâbı ve sevâbı, irâdenin sarfına bağlı kılmışdır ki, buna kesb denir. Kesb, kuldan, Halk [yaratmak] Allahü teâlâdandır. 5/137.


● Îmân ve ilhâm ve vâridâtın mahalli ve envâr [nûrlar] ve esrârın [sırların] mahalli sadrdır [göğüsdür]. 5/97


● Îmânın sûreti, dışdaki ma’bûdların ki, putlar ve diğer kâfirlerin tapdığı şeylerin nefyine [yok edilmesine] bağlıdır. Hakîkat-ı îmân da, içdeki ma’bûdların yok edilmesine bağlıdır ki, nefsin hevâsı ve Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmakdan ibâretdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı bil-gayb [gayba îmân] avâmın nasîbi veyâ seçilmişlerin seçilmişlerinin nasîbidir ki, nübüvvet kemâlâtından nasîb almış ve isti’dâd mikdârınca nihâyetin nihâyetinden âgâh olmuşlardır.


Ortada olanlar (Evliyâ), şühûd lezzeti ile yetinmişler ve kavuşmak hayâli ile râhat eylemişlerdir. Îmân-ı avâm [avâmın îmânı] nûrânî ve zulmânî perdelerin gerisindedir. Havâs [seçilmişler] nûrânî perdelerden kurtulmamışlardır ve onda tutulmuşlardır ve onun şühûdunu istenen şühûd tasavvur eylemişlerdir. Ehassül-havâsın [seçilmişlerin seçilmişi olanların] gaybî îmânı ise, nûrânî ve zûlmânî perdelerin ötesindedir. 4/124


● Îmân-ı mecâzî, ya’nî sûret-i îmân, avâmın nasîbidir. Zevâlden [yok olmakdan] emîn değildir. Îmân-ı hakîkî ki, havâssın [seçilmişlerin] îmânıdır. Zevâlden mahfûzdur. [Yok olmakdan korunmuşdur.] 4/64