KIYMETSİZ YAZILAR (MÜHİM NASÎHAT)

 ● Yavrum! Allahü teâlâ, seni ve hepimizi, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehr karışdırılmış şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil’âlemîn “aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât” buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya’nî, âhıretde, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza eylesin!


Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [top oynamak, kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû’a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilmler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya’nî matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa [ya’nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur.


Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se’âdet yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.


[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya’nî tecribî ilmler, ya’nî fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel san’atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.


Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.


Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması, medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.


Medeniyyet, ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya’nî, beldeleri, memleketleri i’mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı’, memleketleri i’mâr için, insanları râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olması, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi’ de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.


O hâlde, dedelerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dünyâ çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, ya’nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, ma’nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.


Hadîs-i şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya’nî (İslâmiyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır).


Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız bunun için askeriyyeye, hükûmete yardım etmemiz, kanûnlara uymamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizlere göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].


Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya’nî ile, ya’nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:


Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka,

hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.


Yıldızlarla uğraşmak, ya’nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma’nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyyetin tek se’âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].


Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni’ olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmakdadır.


[(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir.


Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramezân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zemân farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zemânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).


Harâmları öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları ve bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.]


Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”, (Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]


Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdurmakla [yâhud Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla] şereflendirmişdir.


Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların [ve piyasadaki bozuk kitâbların] çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:


Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur:

körpeciksin, yolun da çok korkuludur.


Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır. Cehennemdeki sonsuz azâb, hiçbir günâha karşılık değildir.

Küfre, inkâra karşılıkdır.


Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz’ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.


Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta’lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.


Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendirdi.


Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.


Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı’, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci vazîfe olmak lâzımdır].


Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:


1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir].


2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı’, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.


Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?


Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor.


Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.


Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?


Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se’âdet olur.


[Cum’a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi’râc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyetmişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh”, (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (ya’nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya’nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır.


(Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, (fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi’î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]


Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur]. İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.


Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.


[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru Ehl-i sünnet âlimlerine sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı’ almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır]. Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Va’zları, nutkları dinlenmez.


Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta’rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fekat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve âlimlerin “rahimehümullah” milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır.


Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).


Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se’âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fekat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercemesi:


Aşk öyle bir ateşdir ki, yanarsa eğer,

Ma’şûkdan başka herşeyi yakar, kül eder.


Hakdan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,

(LÂ) dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.


(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi;

Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitdi.


1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Yetmişiki fırkadan doğru yoldan ayrılanlar, ekserîdir [çoğunlukdadır]. Bunlara sebeb olanlar, tarîkatde yolda kalıp, şaşıranlardır. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Yetmişiki fırka, ehl-i kıbleden oldukları için, tekfîr edilmezler. [Fekat, küfre sebeb olan sözü söyliyenin kâfir [Allahın düşmanı] olduğu anlaşılır] 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Yetmişiki fırkanın reîsleri, kötü âlimler idi. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]


● Yetmişüç fırkanın herbiri islâmiyyete uymak da’vâsındadır. Herbiri kendi kurtulduğunu zan etmekdedir. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Yetmişüç fırkadan yetmişikisi, bozuk i’tikâdları kadar Cehennemde kalırlar. Ve azâb olunurlar. Fırka-ı nâciyye hâricdir. [Kurtulan, fırka-ı nâciyye, Ehl-i sünnet fırkasıdır.] 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Yetmişbin kimse; beşerin hayrlısının ümmetinden, hesâbsız Cennete dâhil olacakdır ki, onlar; Ellezîne lâ yeknizûne ve lâ yester-kûne ve lâ yetetayyerûne ve alâ Rabbihim yetevekkelüne, dırlar, “hadîs-i şerîfi.” Yetmişbin kimse kıyâmetde zıll-i bârîde âsûdedirler ki, onlar parayı hayrlı işde kullananlardır. Bunlar..... dağlama ve efsûn yapmıyan, uğursuzluğa inanmıyan ve Rablerine tevekkül edenlerdir....... 3/21.


● Yezîd bî-devletin [nasîbsiz Yezîdin] küfründe, ihtiyâd edildiği için, susulmalıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Yezîd bî-devlet [nasîbsiz Yezîd] eshâbdan değildir. O bedbahtın eylediği işe, hiç frenk kâfiri cesâret eylememişdir. Ona la’netde, ba’zı Ehl-i sünnet âlimlerinin duraklamaları, râzı olduklarından değil, tevbe ve rücû’ ihtimâline riâyet eylemişlerdir. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Yezîdi, Ebû Cehli ve diğerlerini kötülemek, sövmek ibâdet değildir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Ya’kûb aleyhisselâm. 3/100.


● Ya’kûb-ı Çerhî, evvelâ hâce Alâüddînin müridlerinden olup, ikinci olarak şâh-ı Nakşibende bağlıdır diye, Nefehâtda, Mevlânâ Câmi’ açıklamışdır, beyân etmişdir. 1/119. [Mektûbât Tercemesi: 167.]


● Yakîn sâhibi ârif için rücû’dan [geri dönüş, inişden] sonra, istidlâle [delîl ile anlamağa] ihtiyâc olur. 2/21.


● Yemîn eyleyip, bir şahs, Vallahî ben Zeydin sûretini aynada gördüm dese, hânis olmaz. [Yemîn keffâreti gerekmez.]


Bu şeklde, hem Zeydin sûreti hakîkatde aynada değildir. Hem o sûretin aynada meydâna gelmesi vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin zıddı olan hayâl ve vehm, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Bir diğer misâl, nokta-i cevvâledir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Yûsüf aleyhisselâmın tâlibleri meyânında, bir yaşlı kadın, [onu satın almak için] ipliğini pazara çıkarmışdı. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]


● Ahî Yûsüf esbahu ve ene emlehu. [Kardeşim Yûsüf benden dahâ sabîh, ben ondan dahâ melîhim.] “Hadîs-i şerîf”. 3/100.


● Yûsüf aleyhisselâmın hilkati [tabî’ati, yaratılışı] ve hüsn [güzellik] ve cemâli [yüz güzelliği], bu dünyâda meydâna gelen hilkat, hüsn ve cemâl cinsinden değildir. Onun cemâli, cemâl-i behiştiyân cinsinden idi. 3/100.


● Yıldızların hayât ve ölümle alâkası yokdur. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd [lâzım, gerekli] ve vâcib ve lâyıkdır. Beş vakt nemâzlar, ta’dîl-i erkân ile, cem’ıyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemâzlarını elden çıkarmamalı. Seher vaktlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile [dünyâ zevkleri] ile magrûr olmamalı [aldanmamalı]; tezekkür-i mevt [ölümü düşünmeli], ahvâl-i âhıreti [âhıret ahvâlini] göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayr-i meşrû’a-yı dünyeviyyeden i’râz [harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip], bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünyâ ma’îşeti işleri ile meşgûl olup, sâir vaktleri, âhıreti i’mâr etmekle meşgûl olmalı.


Hâsıl-ı kelâm [sözün kısası], mâsivânın [Allahü teâlâdan gayri şeylerin] muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçdir. Bâkî [devâmlı kalıcı] ahvâlimiz hayrlı olsun. Vesselâm. (Mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin Cum’a hutbesine başlarken, minberde söylediği türkçe hutbesidir.)


TEVHÎD DÜÂSI


Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve lil mü’minîne vel mü’minât yevme yekûmülhisâb. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-Y

 – Y –

● (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı olarak, Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir.”) âyet-i kerîmesinin geliş sebebi, Ömer-ül-Fârûkun “radıyallahü anh” islâma gelişidir. (Enfâl sûresi 64. Âyeti) 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Ye’s, acz [ümîdsizlik ve çâresizlik] ve cehâlet, nihâyetde hâsıl olur. 1/284. [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Yatsı nemâzının edâsı, gece yarısına kadar mubâhdır. Gecenin sonuna kadar gecikdirmek tahrîmen mekrûhdur. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Yâd-i daşt [zâtın kesiksiz tecellîsi], ismler, sıfatlar ve şü’ûn ve i’tibârlar arada olmadan zâtın tecellîsidir ki, devâmlıdır. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-L

 – L –

● (Kalb hâzır olmazsa, nemâz da olmaz) hadîs-i şerîfinde huzûrdan murâd, nemâzın farzları ve vâcibleri ve sünnetleri ve müstehablarının yapılmasında kalbin hâzır olması, gevşeklik olmamasıdır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Lahor şehri, diğer Hindistân şehrlerinin irşâd kutbu gibidir. 1/76. [Mektûbât Tercemesi: 121.]


● Lâ yese’unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mü’mini [Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım] hadîs-i şerîfinde, yer ve gök, imkân dâiresine dâhildir. Lâ mekânî [mekânsız] olan, mekâna sığmaz. Bîçûn olan, çünde ârâm eylemez. [Allahü teâlâ, yaratılanda yerleşmez]. Mü’minin kalbi mekânsızdır. Niçin ve nasıldan berîdir. Onda sığışma mütehakkıkdır [tahakkuk edendir]. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Lâ yese’unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mü’mini [Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım]. Bu sığmadan murâd, vücûd mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmakdadır. Kendisinin sığması düşünülemez. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-H-3

 – H –

● Her anda âlem ademe gider. Ve onun bir misli vücûde gelir [âlem, her ân yok olur ve bir benzeri meydâna gelir], her an böyle olur şeklinde Füsûsda beyân olunan teceddüd-i misâle ba’zı sofiyye kâildir [ba’zı sofiyye böyle inanmakdadırlar]. Bizim indimizde, sâbit değildir. [Bir görünüşdür.] Hakîkat değildir. Bu mu’amele eğer var ise şühûdîdir. Nefs-ül-emrde vâkı’ değildir. Eğer bu mu’âmele nefs-ül emrde vâkı’ olsa, birisi ma’siyyet işleyip mu’azzeb olan [azâb içinde bulunan] diğeri olmak lâzım gelir ki, kadıyye-i [mu’âmele] adâletden ba’îd [uzak] değildir. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Her kim ki, makbûldür [sevilendir]. Derd-i belâ ile mâsivâyı sevmekden, onu men’ edip, sevgili tarafına çekerler. Her kim ki, istenilen [taleb edilen] değildir. Onu kendi hâli üzere terk ederler. [Ya’nî, derd ve belâ, sevilenlere verilir.] 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Herkesin konuşmasında, ene [ben] lafzı [sözü] ile, maksûd [istenilen] nefsdir. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Her ne ki, âhıret için hâzırlanmışdır, güzeldir. Eğer, güzel görünmese bile. Her ne ki, dünyâ için hâzırlanmış ola, dünyâlıkdır, çirkindir. Eğer, güzel görünse bile, çirkindir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Her ne ki, kalbin huzûruna yardım ede, mübârekdir. Ve her ne ki, yardımcı olmıya, uğursuz ve nâmübârekdir [mübârek değildir]. 1/176. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Her hakîkat ki, islâmiyyet onu yasaklıya, zındıklık ve ilhâddır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Her hâtırayı [akla geleni] yapmak lâzım değildir. Hâtıra ba’zı şeyler gelir ki, onları yapmamak dahâ iyi olur. Nefs, inâdcıdır. 1/228. [Mektûbât Tercemesi: 280.]


● Herkes, her ne mahâlde [yerde], her ne bulursa, onu yimesi doğru değildir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dışında hareket etmiş olmıya. O kimse başlı başına değildir ki, ne bilirse onu yapsın. Hâlbuki, Allahü teâlâ vardır. Ve emr ve yasaklar ile teklîf buyurmuşdur. Rızâsını ve rızâsızlığını [beğendiği ve beğenmediği şeyleri], âlemlere rahmet olan Peygamberi ile beyân buyurmuşdur. Se’âdetsiz, bedbaht o kimsedir ki, Mevlâsının beğenmediği şeyleri ister. Ve her şeyi Mevlâsı izn vermeden kullanmak istiyor. Böyle kimseler utansın ki, dünyâda bu şeylerin sâhiblerine bile sormadan kullanmıyor. Bu, hakîkî olmıyan sâhiblerin, haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sâhibi, beğenmediği şeyleri, şiddet ile, pek sıkı yasak etdiği ve yapanları ağır cezâlarla korkutduğu hâlde, Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyor. Bu hâl nedir? Müslimânlık mıdır, kâfirlik midir? 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Her şey, vâcib-ül-vücûdün “celle sültânehu” irâdesi ile [dilemesi ile] var olmakdadır ve Allahü teâlânın fi’li ile var olur. Kendi irâdemizi Hak teâlânın irâdesine tâbi’ kılıp, kavuşduğumuzu, aradığımız şeyler olarak bilip ve onunla sevinmek gerekdir. Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek, Mevlâya “celle sultânehû” karşı gelmek olur. 3/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Herkes, kendi aklının derecesine göre, anladığı nesneyi söyler. Kelâm sâhibi, kelâmından bir ma’nâ murâd eder ve işiten o kelâmdan, diğer ma’nâ fehm eder, anlar. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Her şeye kalbi bağlamakdan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz. Lâkin, mâ lâ yüdrekü küllühu Lâ yütrek küllühu muktezâsı ile, birkaç günlük ömrü ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla geçirmek lâzımdır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Her amelde [işde] karşılığın misli, ne mikdâr olduğunu, Allahü teâlâ bilir. İnsan bilgisi bunu anlıyamaz [idrâk etmekden âcizdir]. Meselâ, muhsan olan bir kimseyi kazf edene [evli olan nâmûslu kimseye zinâ isnâd edene] seksen sopa vurulması emr buyurulmuşdur. Ve hırsızlık haddi olarak, hırsızın sağ elinin kesilmesine, zinâ haddinde, eğer bekâr ise yüz sopa ile ve bir sene şehrden sürmek takdîr olunmuşdur. Ve evli olan kadın ve erkeği [zinâ edince, ölünceye kadar] recm etmek hükm buyrulmuşdur. Bu sınır ve takdîrin sırrını insanlar anlıyamaz. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Her yüz sene başında, bu ümmetin ulemâsından bir müceddid ta’yîn eylemişlerdir ki, islâmiyyeti ihyâ buyurur. 2/4.


● Her sabâh ve akşam yüz kerre, Sübhânallahi ve bi hamdihî, sübhânallahil-azîm, diyeler. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Her-çi maksûd-ı tüst, ma’bûd-i tüst [maksâdın ne ise, tapdığın odur], şahsın gâyesi, şahsın teveccüh eylediği [ele geçirmek istediği] şeydir ki, hayâtda oldukca ondan ayrılmaz. Vazgeçmez. Ve onu ele geçirmekde her türlü aşağılık ve kötülük meydâna gelse de, tehammül eder. Bu ma’nâ ibâdetin esâsıdır ki, zillet ve aşağılığın kemâlinden haber verir. Pes, maksûd [gâye], ma’bûd olur. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Her ki yekcâ hemecâ, her ki heme câ hiç câ. [Bir kimse ki, bir mürşide bağlanırsa, her velîden yardım görür. Her mürşide tâbi’ olan, hepsinden mahrûm kalır.]. 3/20.


● “Helekel-müsevvifûn” hadîs-i şerîfi, (tevbeyi ve iyi işleri sonraya bırakmak ile fırsatı kaçıranlar helâk oldular.) 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Heme ûst [herşey Odur] sözünün ma’nâsı, eşyâ ma’dum [adem, yok] ve mefkûd olup, Hak sübhânehû mevcûddur, demekdir. 3/89.


● Heme ûst [herşey Odur] doğru değildir. Heme ez ûst [Herşey Ondandır] doğrudur. 3/89.


● Hem âlim [ilm sâhibi], hem sôfî [tesavvuf yolcusu] olan kimse, kibrit-i ahmerdir [ya’nî kıymetli ve az bulunur]. 2/57.


● Himmeti bülend gerekdir ki [yüksek, kıymetli şeyler aramalıdır ki], Allahü teâlâ herşeyi bir sebeb ile yaratdığı için, gönderdiği için, kendisine kavuşduran sebebi, vesîleyi, ondan istemelidir. 1/75. [Mektûbât Tercemesi: 120.]


● Hindistânın şerâfeti. 2/22.


● Hindistanda bu nev’ Evliyânın toplanması ve bu kısm, Allah için toplanmalar, eğer bütün âlem devr olunsa, bu devletin yüzde biri bulunamaz ve buradaki kazançlar ele geçmez. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Hindistânda, hokkabazlar aynada bağ ve bağçe göstermişler. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Hindistânda dahî dört Peygamber gelmiş [gönderilmişdir], Allahü teâlâya da’vet buyurmuşlardır. Hindde bir Peygambere dört kimsenin îmân etdiği bilinmiyor. Da’vetleri umûmî değildir. Hak sübhânehû, bir kavmde veyâ bir yerde bir şahsı bu devlet ile [ni’metle] şereflendirip, o kavmi da’vet ederdi. Onlar, inkâr ederek, Hak teâlânın helâkına uğrarlardı. Hindistânda böylece, yıkılmış şehr harâbeleri çokdur. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Hindistânda bir şahs Mehdîlik da’vâ eylemiş idi. Bir cemâ’at cehâletlerinden, onu va’d edilen Mehdî zân eylediler. Onların anlayışlarına göre, Mehdî gelmiş olup, vefât etmiş ve kabri de Fere şehrinde imiş. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hind ki, Ebû Süfyânın zevcesi ve Mu’âviye radıyallahü anh’ın annesidir. Kadınların bî’atına dâhil ve belki onların başlarında idi. Ve onların tarafından konuşmuş idi. Bu bî’atden ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” istigfârından, onun hakkında büyük lutuf me’mûl ve ümîddir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Hendese, yalnız mâlâ-ya’nîdir. Ve fâidesizdir. 3/23.


● Hindlilerin ma’bûdları râm ve kerşen, ana ve babadan meydâna gelmişdir. 1/167. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Hevâ-yı nefsâniyye ki [nefsin arzûsu ki], bâtıl ilâhdır. Lâ tahtına idhal edip, temâm müntefî [yok] olmalıdır. 3/2.


● Hevâ [arzû, istek] ve heves [gençlik arzûları], Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin ve şeytânın sevdiği şeylerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun şeyler ise, Allahü teâlânın [ahkâm-ı islâmiyyeye uygun ilm ve amel] sevdiği şeylerdir. Akllı ve zekî insanlar, Allahü teâlânın düşmanlarını sevindirip, hakîkî sâhibi gazaba getirmezler. 3/35.[Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Hey’et-i vahdânî, mudgânın [yüreğin, kalbin] ismidir ki, on latîfeden mürekkebdir. Âlem-i halka âid eczâsı çok, âlem-i emri azdır. 2/21.


● Hiç kimse, kendi kadar, hiç kimseyi dost ittihaz eylemez. 3/100.


● Hiçbir kimse, Peygamberimizin sohbetinde bulunanların fazîletine eşid olamaz. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hiçbir kimse, şeytânın ilkâsından [aldatmasından] korunmuş değildir. Peygamberlere olan ilkâyı, Onlara bildirirler. [Allahü teâlâ bildirir]. Evliyâda bu bildirme lâzım değildir ki, onlar Peygamberlere uyarlar. Her ne ki, islâmiyyete muhâlif olsa, red edip, onu bâtıl bilirler. Hiçbir Velî, Nebî mertebesine ulaşamaz. Lâkin, ba’zı üstünlük Velîye olmak câizdir. [Fekat her bakımdan üstünlük Nebîdedir]. 2/57.


● Hiçbir Peygamber, kendi dîninde veyâ başka bir Peygamberin dîninde harâm olan bir fi’li işlememişdir. [O işi işleme vaktinde, o iş mubâh olsa da.] İçki [alkol, şerâb] mubâh idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber içki içmemişdir. O fi’li işlememişdir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Heyûlaya ehl-i islâm kâil [inanmış] değildir. 3/53.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-V

 – V –

● Vâris, meyyitin malının temâmına hissedârdır. Ba’zısından hisse almak verâset değildir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Vâsıtînin (lehü-kalbün) [Kaf sûresi 37.] Âyet-i kerîmesini tefsîri. 3/119.


● Vâkı’ât [rü’yâlar] i’tibâre şâyeste [uygun] değildir. Âlem-i şehâdetde [madde âleminde] müyesser olan [meydâna gelen, ele geçen] mu’teberdir, kıymetlidir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vâkı’ât [rü’yâ] ve ahvâli [hâli] nâkıs olan şeyhlere izhâr eylemeyeler ki [söylememelidir ki], onlar azı çok zan ederler. 1/230. [Mektûbât Tercemesi: 282.]


● Vâlidenin oğluna fâidesi olmadığı gün için hâzırlık yapmıyana yazıklar olsun. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Vâlideyn hukûku [ana-babanın hakları], Hakîkî matlûbun [Allahü teâlânın] rızâsını kazanmak yanında hiç kalır. Allahü sübhânehûnun hakkı, bütün mahlûkların haklarından öncedir. 1/127. [Mektûbât Tercemesi: 173.]


Allahü teâlâ, herşeyi gördüğü hâlde, çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile, bu işleri gördüğünü bilseler, yüz çevirir, yapmazlar. Bunlar, yâ Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar. Yâhud, Onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana ikisi de yakışmaz. 1/73, 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 111, 124.]


● Vebâ, Hak teâlânın murâdı [isteği] olduğundan, Onun murâdı ile [isteği ile] dil-tenk [sıkıntılı] olmamak gerekdir. Çünki, sevgilinin işidir. Ondan lezzet alalar. 2/88. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vebâ olan yerden kaçmayıp, vefât eden kimse, şehîd olur. 2/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vebâ hastalığı olan bir yerden kaçmak, büyük günâhdır. 2/16. [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Vitr nemâzını gece yarısının sonuna te’hîr müstehabdır. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Vücûd ile mümkin arasındaki farka sebeb ademdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Vücûb-i vücûd mertebesinde vücûd sâbit ise de zarfiyyet-i hâricî ve ilmî peydâ [açık, meydânda] olmamışdır. 3/114.


● Vücûd mertebesinin âlem-i misâlde zuhûru noktaya yakındır. 2/71.


● Vücûd için keşf ve şühûd erbâbından bir cem’i gafîr hakîkat-i vâcib-ül-vücûd teâlâdır demişlerdir. 3/88.


● Vücûd-i ilâhî ve vücûb, i’tibâratdandır. 3/122.


● Vücûd ve sübût lâfzları, mütekellimîn indinde [yanında] aynı ma’nâyadır. Tâife-i âliyye, mâ-sivâya vücûd ıtlâkını câiz görmezler [mâsivâyı vücûd olarak kabûllenmeyi câiz görmezler.]. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Vücûd-i ilâhîden bir ışık, ilm sıfatındaki hakîkat-i mümkinât olan, mâhiyyetler üzerine düşerek, vücûd-i zıllî ile hâricde mevcûd olmuşlardır. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûdun mâsivâdan [mahlûklardan] nefyi vücûd-ı asâleti nefyidir. Zîrâ vücûd, Hak teâlânın esâs sıfatlarındandır. Diğerini, ona şerîk kılmazlar. Eğer mümkinde [yaratılanlarda] vücûd var ise, Hak teâlânın vücûdunun ışığındandır. Ondan yansımadır. Bu zıllı vücûd, Hak teâlânın vücûdu yanında yok gibidir. Yakındır ki, mevhûmlardan ad edeler. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vücûdü mümkin [mümkinin vücûdü] için isbât eylemek ve hayr ve kemâli ona râci’ kılmak, onu hakka şerîk [ortak] kılmakdır. 2/1.


● Vücûd-i vâcib-i teâlâ [Allahü teâlânın vücûdü], mümkinlerin vücûdünün ötesidir. Ve mutlak, mukayyedâtın [mahlûkların] ötesidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Vücûd-i mutlakı [mutlak vücûdü], mukayyed vücûda münhasır bilmek küfrdür. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vücûd-i beşeriyyetden [beşerî vücûddan, maddî vücûddan] ne kadar var ise, yolun perdesi de o kadar bâkîdir [devâmlıdır]. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Bir vücûd ki âm ve müşterek ola. Hak teâlânın vücûd-i hâssının zılâlindendir. Ve bu zıl dahî, zât-i Hak teâlâ üzerine ve eşyâ üzere ber sebil-i teşkîk iştikâkân mahmüldür. Muvâtat [uygun] değildir. Ve o zılden murâd vücûd-i teâlânın merâtib-i tenezzülâtda zuhûrudur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûd-i hâricî, bizim efhâmımızın [fehmimizin, idrâkimizin] ötesidir. 3/114.


● Vücûd-i hâricîde Zât-i teâlâ ve tekaddesden gayri hiç nesne yokdur. 3/109.


● Vücûd-i zihnî ve mertebe-i ilmî, aynı şey olup, ta’rîfi. 3/109.


● Vücûd-i vehmî mertebesi, vehmin yok olması ile, yok olmadığından, nefs-ül-emrîdir. Fekat, bu nefs-ül emr vücûd-i vâcib-i teâlâda sâbit olan nefs-ül-emre cenbünde [nazaran] lâ-şey [adem] hükmündedir. 3/109.


● Vücûd-i vehmî ki, hâricde görünendir. Vehmin yok olması ile, yok olmaz ve sebât ve istikrârı olmıyan evhâm ve hayâl değildir. Ve bu dünyâ işleri ve âhıret mu’âmelesi ona bağlıdır. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Vücûd-i vehmî, mücerred vehmin meydâna getirmesi ile olmayıp, Hak teâlânın yaratması ile vehm mertebesinde hâsıl olmuşdur. 3/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Vücûd-i müteaddiden çokluğun yok olması ile hükm eylemek ilhâd ve zındıkadır [zındıklıkdır]. 3/32.


● Vücûda ve tevâbi’i vücûda [vücûda tâbi’ olanlara, bağlılara] mazhariyyet [zâhir olma] ve mir’âtiyyet [ayna olma] için ademden gayri kâbil yokdur. Zîrâ şey’in mazharı, ol şeyin mukâbilidir [zıddıdır]. Vücûdun mübâyın ve mukâbili ademdir. 3/58.


● Vücûd-i teâlâ için [Allahü teâlânın vücûdü için] hiç adem mukâbil değildir. 3/64.


● Vücûd-i zıllî, mahlûkların varlığının başlangıcıdır. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûd-i ferzend [evlâdın varlığı], Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Yaşadıkları müddetçe, insan çok fâidelerini görür. Ölümleri de, sevâb kazanmağa ve yükselmeğe sebeb olur. [Fekat, çocuklarına dîni, îmânı öğretmiyen ana babaya, çok azâb yapılacakdır.] 2/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vahdet-i vücûd erbâbı, ism ve sıfatları, i’tibârât-i ilmiye zan ederler. [İlmin i’tibârları zan ederler]. 2/45.


● Vahdet-i vücûd, sekrin galebesinden [çokluğundan] ve muhabbetden meydâna gelir. Muhabbet, sevenin nazarından [gözünden] gayriyi siler, giderir. Ve aşırı şevkden dolayı, kesreti, vahdetin aynası gösterir. Mir’at, şühûddan gizlenmişdir. Zâhir olan hemen sûretdir. 3/32.


● Vahdet-i vücûd mutlakâ nefs-ül-emrîdir. Ve te’addüd-ü vücûd, tevehhüm [kuruntuya düşme] ve tahayyül [hayâle getirme] i’tibâriyle nefs-ül-emrîdir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vahdet-i vücûda bağlı olanlar [tutulanlar] zıllı asldan fark edememişlerdir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vahdet-i cemâl, hazret ilme tesmiye olunur ki, te’ayyün-i evvelin ya’nî hakîkat-i Muhammedînin zıllıdir. 3/122.


● Vahşî “radıyallahü anh”, Veysel Karnîden üstündür. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Vera’, islâmiyyetin men etdiği şeyleri terk etmekden ibâretdir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● “Vera’ ile dîniniz kâimdir [ayakdadır].” Hadîs-i şerîf. 2/81. [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● Vera’ ve takvâ, yasaklardan sakınmak demek olup, zarûriyyât-i dindendir. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vera’, ya’nî harâmlardan kaçmadıkça ve mubâhların fazlasından kaçınmadıkca ele geçmez. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vera’ın temâm olması için, lîsanını gıybetden korumalı, sû’i zandan kaçınmalı, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, Allahü teâlânın ni’metlerinin çokluğunu düşünerek, kendini ucbdan [beğenmekden kurtulmalı], malı boş yerlere harc etmemeli, nefsi için mevki’, makâm istememeli, nemâzları vaktinde kılmalı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân ve iyi işleri öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● “Zerre miskâli vera’, nâfile sadaka, oruc ve nemâzdan hayrlıdır.” Hadîs-i şerîf. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Vasl-ı uryânî, nûrânî perdelerin temâmen kalkmasından [yok olmasından] sonradır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Vüsûl, nübüvvet mertebesinde, husûl, vilâyet makâmında olur. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vüsûl [ulaşma, yetişme] ile ittisal [kavuşma] meyânında fark çokdur. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Vüsûlde pîr [ihtiyâr], civân [genç], nisâ [kadın], sıbyan [çocuk] ve emvât [ölüler] müsâvîdirler. Yalnız edebe riâyet şartdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vüsûl-i matlûb [matlûba ulaşma], âfâk ve enfüsün ötesine bağlılık ve mâ-sivây-ı sülûk ve cezbeye bağlıdır. 3/100.


● Vüsûl, bekâ-billâh makâmında hâsıldır ki, fenâdan ve nisyân-ı mâ-sivâdan [mâsivânın unutulmasından] sonra hâsıl olur. 3/32.


● Vüsûl-i zât-i teâlâ iki kısmdır: [Zât-i teâlâya kavuşmak iki kısmdır.] Biri nazarî kavuşmak olup, asâleten Halîlullahın nasîbidir. Zîrâ, Zât-i teâlâya yakın te’ayyün, te’ayyün-i evveldir ki, rabb-i Halîldir. İkincisi, vüsûl-i kademî olup, bilhassa Habîbullaha mahsûsdur ki, bu vüsûl [kavuşmak], kurb derecesinde çok kuvvetli olmakla, tecellî-i zâtın Resûlullaha münâsebeti ziyâdedir. İmdî Enbiyâ meyânında, bütün fazîletler, bu iki büyüğün nasîbi oldu. 3/88.


● Bu kısa vaktde ve az fırsatda, ma’nevî hastalık [illet] olan, kalb hastalığının, çok zikr ederek, giderilmesi, mühim [ehemmiyyetli] ilâcdan ve büyük maksaddan olmalıdır. 1/166. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Vakt-i şebâbda [gençlikde], istikâmet üzere olmak [ahkâm-ı islâmiyyeye uymak], dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür. [Bunun için, evlâdlarını dinsiz muallimlerin, gazetenin, arkadaşların tuzaklarına düşürmemelidir] 1/146. [Mektûbât Tercemesi: 185.]


● Vilâyet-i sâniye [ikinci vilâyet], fenâdan sonra, bekâ ile müşerref olup [şereflenip], vücûd ve tevâbi’-i vücûd i’tâ buyurulmasıdır. 3/89.


● Vilâyâtin tefâvütleri [farklılıkları], derecât-i kurb i’tibâriyledir [yakınlık dereceleri i’tibâriyledir]. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyet, kurb-i zıllîdir [zıllere yakınlıkdır]. Ve onda olan giriftarlık [bağlılık] zılle bağlılıkdır. 3/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Vilâyeti, tahâret [abdest almak] gibi, islâmiyyeti, nemâz gibi bilmek gerekdir. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Vilâyet, Allahü teâlâya yakınlıkdan ibâretdir ki, bu ise zıllere yakınlıkdır. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyetde, insanlık sıfatlarını, nübüvvetde, sıfatların çirkin şeylere bağlanmasını yok etmek lâzımdır. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyetde, dünyâ ve âhıretin unutulması lâzımdır. Nübüvvetde, âhırete bağlılık iyidir. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyet, fenâ ve bekâ devletini [ni’metlerini] tahsîlden ibâretdir [kazanmakdan ibâretdir]. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Vilâyet, akl ile anlaşılamaz. 1/198 [Mektûbât Tercemesi: 236.]


● Vilâyetde kerâmet şart değildir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyet, Allahü teâlâya yakınlıkdan ibâretdir ki, mâ-sivâyı unutdukdan sonra, ihsân edilir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyetde, kemâl-i itminân olamayıp, kısmen mevcûddur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyetin bütün üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine uymanın netîcesi, Peygamberlik üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyenin hakîkatinin meyveleridir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet dereceleri temâm olup, nihâyete vardıkdan sonra, keşf veyâ ilhâm ile hâsıl olan bilgiler, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tam uygundur. [Nakl olunan bilgilerin aynıdır.] 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vilâyetin yarısı urûc [yükselmek] ve diğer yarısı nüzüldür [inişdir]. Ba’zıları yükselmek tarafını vilâyetin temâmı zan edip, iniş tarafını nübüvvetin kemâlâtı zân ederler. Hâlbuki bu iniş dahî, yükselmek gibi vilâyetdendir. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Vilâyetin nihâyeti [sonu] seyr-i enfüsînin nihâyetine [sonuna] kadardır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Vilâyet mertebelerinin nihâyeti [sonu] kulluk makâmıdır. Abdiyyetin [kulluk makâmının] fevkinde [üstünde] bir makâm yokdur. 1/285 [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Vilâyetde teveccüh Hakkadır. Nübüvvetde teveccüh, hem Hakka, hem halka olup, birbirine mâni’ olmaz. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Vilâyetde, nefs itmînâna kavuşmuş iken, bedeni meydâna getiren maddeler, taşkınlık ve serkeşlikden vazgeçmiş değildirler. Meselâ, cüz’i nârî hayriyyet ve tekebbürden vazgeçmiş değildirler. Cüz’i arzî hisset ve alçaklığına pişmân olmamışdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet beş derece olup, herbiri, beş latîfeden birinin vilâyetidir. Herbir derece, ülülazm Peygamberlerden birinin vilâyetinin bir parçasıdır. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem aleyhisselâmındır ki, onun mürebbîsi [onu yetişdiren] tekvîn sıfatıdır ki, menşe-i sudûr-i ef’aldir. [Amellerin meydâna çıkışının başlangıcıdır. İnsanların her işini bu sıfat yapar.] İkinci derece, İbrâhîm ve Nûh aleyhimesselâmın ayağının altıdır [altındadır]. Onların rableri [yetişdiricileri] ilm sıfatıdır ki, sıfât-i zâtiyyenin en genişidir. Ve üçüncü derece, Mûsâ aleyhisselâmın ayağının altındadır. Ve Onun rabbi, selb sıfatlarındandır ki, mukaddes ve kusûrsuzdur. Dördüncü derece, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır. Onun rabbi selb sıfatlarındandır, sübût sıfatlarından değildir. Bu derece, takdîs ve tenzîh makâmıdır. Meleklerin çoğu bu makâmda Îsâ aleyhisselâm ile ortakdırlar. Bu makâmda büyük şân vardır. Beşinci derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayağı altındadır. Ve onun rabbi, rablerin rabbidir. Ve sıfatları, şu’ûnları, takdîsleri ve tenzîhleri kendinde toplamakdadır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyeti birinci derecede olan bir Nebînin vilâyeti, en yüksek derecede olan velînin vilâyetinden çok üstündür. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet, yâ hâssa [husûsî] veyâ âmme [umûmî] dir. Vilâyet-i âmme, mutlakan vilâyetdir. Vilâyet-i hâssa, Vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ ve olgun bekâdır ki, nefs mutmainne olur. 1/135. [Mektûbât Tercemesi: 178.]


● Vilâyetlerin birbirlerinden üstünlüğü, latîfelerin üstünlük sırasına bağlı değildir. Tâ ki, ahfâ sâhibi diğerlerinden efdâl ola. Belki, asla yakınlık ve uzaklık bakımındandır. Ve kalb latîfesinde olan bir Velî, asla dahâ yakın olmakla, ahfâ sâhibinden dahâ üstün olabilir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i Muhammedî geri alınmaz. Diğer vilâyetler, elden gidebilir, geri alınabilir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Vilâyet-i sugrâda, vehm ve hayâlden kurtuluş yokdur. Vilâyet-i kebîrede [kübrâda] vehm ve hayâlden kurtuluş müyesser olur. 2/3.


● Vilâyet-i sugrâ, âlem-i kebîrdeki latîfeleri geçdikden sonra başlar. Beş latîfenin aslları olan zılleri, seyr-i fillah ile geçmekle biter. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i sugrâ, âfâk ve enfüse te’alluk eder ki [onunla alâkalıdır ki], vilâyet-i zıllîdir ve bunun müntehîlerine tecelli-i berkî [şimşek gibi gelip-geçen tecellî] vardır. Vilâyet-i kübrâ, asla te’alluk edip, akrabiyyet [yakınlık] Hak sübhânehûda seyrdir. Bu vilâyet-i Enbiyâ olup, dâimî tecellîdir. 2/3.


● Vilâyet-i ulyâ ki, vilâyet-i mele’i a’lâdır. Bâtın ismine te’alluk eder [bağlıdır]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i kübrâ ki, vilâyet-i Enbiyâdır. İsmlerin zıllerinin ve sıfât-ı vücûbîye dâiresini, seyr-i fillah ile geçdikden sonra başlar. İsmlerde, sıfatlarda ve şü’unlarda seyr ederek biter. Böylece, beş latîfenin seyri temâm olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyetlerin ve kemâlât-i nübüvvetin üstünde, İbrâhîm aleyhisselâmın kemâlâtı [üstünlüğü] ve son resûl olan Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin kemâlâtı mevcûddur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet-i hâssadan sonra uruc [çıkış] ve nüzûldür [inişdir]. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Vilâyet-i Muhammediyye [Muhammed aleyhisselâmın vilâyeti], bütün Peygamberlerin vilâyetlerini hâvîdir [hepsini kaplar]. Onların birinin vilâyetine kavuşmak, bu vilâyet-i hâssanın bir parçasına kavuşmakdır. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● Vilâyet-i Muhammedîde, seyrin sonu, şânın zılline kadardır ki, onun ismidir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Vilâyet-i kübrâ, asla âid yakınlıkda, Hak sübhânehü ve teâlâda seyrdir ki, bu, vilâyet-i Enbiyâ olup, dâimî tecellîdir. 2/3.


● Velînin nüzûlü [aşağı dönmesi] çok olunca, kemâli de çok olur. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Velî, sahâbe mertebesine yetişemez, ulaşamaz. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Velî, hiçbir Pergamberin mertebesine varamaz. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Velînin bir bakımdan Nebî üzerine efdal olması mümkindir. Her bakımdan üstünlük Nebî içindir. 2/7.


● Velîlerin mebde-i te’ayyünleri, ayağı altında oldukları Peygamberin mebde’i te’ayyünü olan ismin cüz’iyyâtının cüz’iyyâtıdır [parçalarından bir parçadır]. 3/114.


● Vehm ve hayâl, enfüs ve âfâk dâiresinden çıkmak mümkin değildir. Bunların nihâyeti, zıllin nihâyetine dekdir. Ve bir makâmda ki, zıl olmaya, vehm dahî yokdur. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vehm ve hayâl, sâlikin [tesavvuf yolcusunun] ahvâlini tasvîr ve âşikâr edip [meydâna çıkarıp], ilm erbâbından eder. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vehm, kul ile Rab arasındaki ellibin senelik yolu, az zemânda kat edip, derecât-i vüsûle îsâl eder [kavuşma derecesine kavuşdurur] ve hayâl, dekâık-ı esrâr-ı gaybî [gayb esrârını] kendi aynasında keşf eder. 3/109.


● Vehm mertebesinde, meydâna gelme, Hak teâlânın yaratması ile olup, vehmin vücûda getirmesi değildir. 3/97.


● Vehm mertebesinin, ilm mertebesinden ziyâde, hâricî mertebeye benzeme ve münâsebeti vardır. 3/109.


● Zeydiyye mezhebi, Zeynel’âbidînin oğlu Zeydin yoludur ki, şî’î mezhebidir.

● “Vallahü basîrun bimâ ya’melûne” [Onların yapdıkları herşeyi Allahü teâlâ görücüdür.] buyurmuşdur.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-N

 – N –

● Nâfile nemâz, Kur’ân-ı kerîmi hatm, tesbîh ve tehlîl edince, sevâbını ölmüşlere hediyye etmek, etmemekden iyidir. 2/77.


● Nâkıs ile kâmilden [kusûrlu ile mükemmelden] mürekkeb olan şey kusûrludur. 3/74.


● Nâmûs ve âr, örf ve âdet, nefs-i emmâre hevâsından dolayıdır. [Nefs-i emmârenin isteklerinden dolayıdır.] 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nübüvvet vilâyetden efdaldir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Nebînin nübüvveti, kendi vilâyetinden üstündür. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nübüvvet, aklın erdiği makâmların ötesidir. 3/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Nübüvvetde teveccüh halkadır. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Nebî [Peygamber], kendinden önceki bir Resûlün, Nas ile vâkı, hâsıl olan ahkâmına tâbi’dir. İctihâd ve sünnetine tâbi’ değildir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Her Nebînin ayağı altında, bir vilâyet-i hâssa mevcûddur. 1/294. [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Necâset, her zemân necâsetdir. Bir vakt pis olması, başka vakt temiz olması düşünülemez. [Aynı, kendisi necs her zemân necsdir. Önce ve sonra mubâh olamaz.]. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Günlerin uğursuzluğu, Âlemlere rahmet olanın gelmesi ile bitmişdir. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Nisânın [kadınların] intisâbı [bağlanması] câizdir. Mahremleri değil ise, perde arkasında oturup, tarîkati ahz ederler [alırlar]. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Nesh-i şerî’at. 3/21.


● Nisvânda [kadınlarda] şirkin gizlisinden kurtulan ve kâfirlik alâmetlerinden birini yapmıyan çok azdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Nasîhatlerin îcâbı ile amel etmek hâsıl olmaz ise de, kusûr ve noksanını i’tirâf dahî hâsıl olur, o da bir devletdir. 3/17. (Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nazar ber kadem [Bu yolda ayaklarına bakmak.] 1/295. [Mektûbât Tercemesi: 473.]


● Nüzûl [iniş], uruc [yükseliş] mikdârı olur. 1/234.


● Ni’metleri başkalarına göstermek, hamd etmek olur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Nefs-ül-emr mertebesi [kendisini görmek], vehm mertebesinden [hayâlini görmekden] ekvâ ve esbetdir. 3/100.


● Nefs-ül-emr mertebesi vehmlerin zevâliyle [yok olması ile] zâil olmıyan [yok olmıyan] vücûd demekdir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Nefs-ül-emrde aynadaki sûret mevcûd değildir. Fekat, tevehhüm ve tehayyül [kuruntuya düşme, hayâle getirme] i’tibâriyle, sûretin husûli nefs-ül-emrî olur. Birincisi, mutlaka nefs-ül-emrîdir. İkincisi tevehhüm ve tehayyülün tavassutuyla nefs-ül-emri olur. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Nefs-i emmâre. 2/50. (Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefs-i emmâre eşyânın en câhilidir. Himmeti [gayreti] kendini mahv etmeğedir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefs-i emmârenin gâyesi, kendisi gibi bir kimseye bağlı olmayıp, herkes ona bağlı ola. [Ondan emr ala, ona uya.] 3/60.


● Nefs, bizzât, ahkâm-ı semâviyyeyi inkâr eder. 3/60.


● İnsanın nefsi, Allahü teâlâya isyân, can düşmanı olan şeytâna itâ’at dilemekdedir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Herkesin ene [ben] diye hitâbından [söylemesinden] kasdedilen kişi kendi nefsidir. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Nefs-i emmâre hayvanlarda yokdur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nefs-i nâtıka, nefs-i emmâre demekdir. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Nefs-i nâtıkanın hakîkati adem [yokluk]dur ki, vücûdün aks etmesi [yansıması in’ikâsı] vâsıtası ile, kendini mevcûd tasavvur etmişdir. [Kendini, vücûd vâsıtası ile mevcûd zan etmişlerdir.] 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Nefs, bir merkez, santraldır. Duygular, organlar onun tafsîlatıdır [âletleridir]. 1/22. [Mektûbât Tercemesi: 38.]


● Nefsin kalb ile bağlılığı vardır. Gönül vâsıtası ile rûha bağlanır. Rûhdan gelen feyzler, tafsîlatlı olarak kalbe ve nefse ve nefsden his organlarına yayılır. 1/22. [Mektûbât Tercemesi: 38.]


● Nefs-i emmârenin inkârı mevcûd iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi delîl ile [akl ve fen ile] anlamak güçdür. Önce nefsi temizlemek zarûrî olup, bundan sonra, îmân-ı hakîkî müyesser olur. 1/46. [Mektûbât Tercemesi: 79.]


● Nefs-i emmârenin azgınlık zemânı olan gençlik zemânında, insan, şeytâna muhâlefetde bulunsa, az bir amel için çok sevâba nâil olur. İhtiyârlık zemânında [ömrün sonunda] güç ve kuvvet kalmaz ve normal şartlar bozulup, [cem’iyyetin sebebleri, perişân oldukda] nedâmet ve pişmânlıkdan gayri yapılacak iş yokdur. Ve çok olur ki, o zemâna dahî yetişmek nâsib olmaz. Pişmânlık zemânı yakalanamayıp, pişmânlık nasîb olmazsa, ebedî azâb ve büyük cezâya yakalanır. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● Nefs-i emmâre üzerine, islâmiyyetin emr ve yasaklarına uymakdan ziyâde, zor bir iş [şey] yokdur. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Nefs-i emmârenin fesâdâtı semm-i kâtildir. [Nefs-i emmârenin fesâdları yol kesicidir.] Şeytânın ilkâsı ile olan hâricî fesâdlar, kolaylıkla zevâl pezîrdir. [Kolaylıkla izâle edilir.] 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefs-i emmârenin harâblığı [mahv olması] dînin sâhibine uymakla olur. Gayrı ile mümkin değildir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavuşmadıkça, islâmiyyetin aslının hâsıl olması, müyesser olmaz. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin safâsı, dalâletdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Nefsin tezkiyesi [kötülüklerinin izâlesi] mergûbdur [beğenilir]. 3/60.


● Nefsin tezkiyesi, kalbin safâsına ve onu kalbin siyâset eylemesine bağlıdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Nefs mutmainne olunca, serkeşlik [dikbaşlılığı] ve taşkınlığı kalmaz. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin itmînânı, Zât-i ilâhînin tecellîsi zemânında olur. 1/253. [Mektûbât Tercemesi: 316.]


● Nefs mutmainne oldukdan sonra meydâna gelen serkeşliği [dik başlılığı, isyânı], dört unsurda olup, bu serkeşlik, hilâf-ı evlâ olanı terk etmek ve ruhsatı istemek ve azîmeti terk eylemek olup, harâm işlemek ve farzları terk etmek değildir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefsin itmînânı, anâsırın [unsurların, maddelerin] i’tidâlinden [orta derecede olmasından] evvel veyâ sonra olur. Birincisinde, rezîl sıfatlara dönmesi muhtemeldir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin itmînânı, ilm-i huzûrînin yok olmasından ibâret olan nefsin fânî olması sebebi ile olur. 3/52. [Se’âdet-i Ebediyye: 924.]


● Nefsin safâsiyle keşf-i mugayyebât olur ki, istidrâcdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Nefs-i emmâre inadcıdır. Bir işi murâd etdikde, netîcesine varmağa acele eder. Hakîkatini ve boşluğunu [bâtıllığını] düşünmez. 1/228. [Mektûbât Tercemesi: 280.]


● Naks ve şer ve kötülük demek, bunları anlamak demekdir. Fenâlık ve naks ile vasflanmak değildir. 1/9


● Nokta-i cevvâleden [Bir ipin ucuna taş bağlayıp, diğer ucundan tutup, çevirince, taşdan] hâsıl olan dâire-i mevhûmenin [hakîkatde olmayıp, var gibi görünen dâirenin] o noktaya [taşa] hiç ilgisi yokdur. Faraza o dâire temâm görünse, dâire hâsıl olunca, o nokta sınırlanmamışdır. Nokta dâirenin herhangi bir cihetindedir, denilemez. 3/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Nokta-i cevvâlenin dönmesinden fehmde [hayâlde] meydâna gelen dâire, [var kabûl edilen dâire] gibi, aslı yokluk olan bu âlem, var zan olunmakdadır. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Nokta-i cevvâle mevcûddur. Hayâlde teşekkül eden dâire hâricde yokdur. Lâkin, his ve vehm mertebesinde var kabûl edilmişdir [var görülmekdedir]. 3/58.


● Nokta-i cevvâleden dâirenin husûli [Dâire şeklinde hızla dönen bir noktadan dâirenin meydâna gelmesi] vehm ve hayâl bakımından nefs-ül-emrîdir. [Yalnız, geçici bir görünüş olmayıp, kalıcı bir varlıkdır.] Lâkin hakîkatde dâire yokdur. Nokta vardır. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye 943.]


● Nakl-i ervâh [rûh nakli] mevcûd değildir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Nemâz dînin direğidir ve müslimân ile kâfirin arasındaki farkı bildirir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Nemâz, bütün ibâdetlerin ve orucun üstü ve efdalidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nemâzda otururken, parmağı ile işâret etmek, mu’teber rivâyetde harâmdır. Fetvâ böyledir. 1/312. [Se’âdet-i Ebediyye: 267.]


● Nemâzın âdâbı. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Nemâzları evvel vaktinde kılmak lâzımdır. Lâkin, insanlık îcâbı (âcizlik) müstesnâdır. Ve kışın yatsının te’hîri müstehabdır.[●] 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nemâzda her tekbîr, o rüknü yapmağa lâyık olmadığını bildirmekdedir. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Nemâzda, erkâna ve şartlara ve sünnetlere ve edeblere riâyet edip, tumânînete ve ta’dîl-i erkâna riâyetde mübâlega oluna. [Aşırı dikkat göstere]. Zîrâ ekserî kimseler, nemâzı zâyi’ edip, elden kaçırıp, ta’dîl-i erkânı yapmamışlardır.


Bunlar hakkında azâblar bildirilmişdir. Nemâz düzgün olarak edâ olunursa, kurtuluş ümmîdi çok olur. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.] [Köyde, yolda nemâz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Güneş gören bir toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ip ucuna birşey bağlanıp sarkıtılır. Takvîmde yazılı (Kıble sâati) vaktinde çubuğun, ipin gölgesi, kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin, güneşin bulunduğu tarafı, kıble ciheti olur.]


[●] demişler ise de, imâm-ı Rabbânî tecvîz etmiyor [izn vermiyor].


● Nemâzda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” safları düzeltir, ondan sonra nemâza dururlardı ve “safları düzeltmek, nemâz kılmanın bir parçasıdır” buyururlardı. 2/64.


● Nemâzda niyyet, yalnız kalb ile olmak sünnetdir. Dil ile niyyet bid’atdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Nemâzın edâsında, bu farzı bizim Peygamberimiz edâ eylemişdir. Ben de edâ edeyim diye niyyet edildikde, ümmîddir ki, farzı yapmak sevâbından başka, tâbi’ olmak sevâbı da ayrıca hâsıl ola. 3/88.


● Nemâzın hakîkati. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Nemâz vardır ki, kırık kalbleri zevk ile doldurur. Râhat-i bîmârândır. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâz vardır ki, günâhları yok eder. Nemâz vardır ki, kötülüklerden korur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nemâzdaki lezzetden, nefsin zevki ve nasîbi yokdur. 1/137. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Nemâzın mi’râc olması, bu ümmete mahsûsdur. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâz, mü’minin mi’râcı olduğu için, teşehhüdde [otururken], mi’râcdaki kelimeleri okumak emr buyuruldu. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Nemâzın dünyâdaki rütbesi, âhıretdeki rü’yetin rütbesi gibidir. [Allahü teâlâyı görmek gibidir]. 1/137. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Nemâzın üstünlüğünden birşey anlıyan, simâ’ ve nagmeden [mûsikîden] söz etmez ve vecd ve tevâcüdü ağzına almaz. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâzda öyle an olur ki, ârif dilini, Mûsâ aleyhisselâma söyliyen ağaç gibi bulup, bütün a’zâsını vâsıta ve âlet gibi görür. Öyle zemânlar olur ki, nemâzda bâtını zâhirine karışır. Bilmediğimiz bir bağ ile o âleme bağlanır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Nâfile nemâz sevâbı hediyye edilir. 2/77.


● Nâfile nemâzı cemâ’at ile kılmak tahrîmen mekrûhdur. 1/288. [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Nâfilelerin, farz yanında, hiç i’tibârları yokdur. Belki nâfilenin sünnete [beş vakt nemâzın sünnetlerine] dahî nisbeti böyledir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nâfilelerin edâsı, zıllere yakınlık hâsıl eder. Farzların edâsı, asla yakınlık hâsıl eder. 1/260. (Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nûr-ı ilâhî, sıfat ve şu’ûnâtın fevkidir [üstüdür]. Ve bu tecellî, tecellî-i zâtiyyenin de fevkidir [üstüdür]. Hakîkat-i Kâ’be zan ederim ki, bu nûr-i sırfdır ki, cümlenin mescûdudur [secde etdiği yerdir]. Bu nûr dahî nûrâniyyet-i sırf hicâblarından [perdelerinden] bir perdedir. 3/76.


● Nûr-i kamerin [ay ışığının] nûr-ı şemsden [güneş ışığından] müstefâd olduğu [alındığı]. 3/118.


● Nevm zemânında [uyku zemânında], yüz kerre tesbîh, tahmîd ve tekbîr getirmek, kendini hesâba çekmek sayılır. 1/309. [Mektûbât Tercemesi: 494.]


● Nevm [uyku] ki, büsbütün gafletdir. Lâkin tâ’at yapmakda hâsıl olan tenbelliği def’ niyyeti ile oldukda, ayni ibâdet olur. 1/160. [Mektûbât Tercemesi: 195.]


● Ne devletdir ki, herkes bir kimseyi kötü bileler, o ise hakîkatde iyi ola. 1/149. [Mektûbât Tercemesi: 187.]


● Niyyetsiz amel sahîh olmaz. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Niyyetin ehemmiyeti. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Niyyetin lüzûmu muhtemel olan şeylerdedir. Belli olan şeyde niyyet etmeğe hâcet yokdur. 3/110.


● Niyyetini doğru yapamıyan kimse, kendini niyyet etmeğe zorlamalıdır. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Niyyete göre amel dürüst olur. Diğer işleri niyyet etmek ile kendilerini bâtıl kılmıyalar. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Niyyet-i pîrân ile [şeyhler için] oruc tutmak ve istek ve maksadını o oruca bağlı kılıp, o vesîle ile istekde bulunmak ve isteğinin onlar sebebi ile, hâsıl olduğuna inanmak, ibâdetde şirkdir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-M

 – M –

● Mâ-türîdiyye mezhebimizde, Allahü teâlânın mevcûd ve bir olmasını, akl sâhibi olan herkesin bulması lâzımdır. Dağda, çölde yaşayan ve puta tapanlar için, nazarı [düşünmeyi] terk etdiklerinden dolayı küfr hükm edilir [Cehenneme gideceklerdir]. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Allahü teâlânın mâsivâsı ki, âlem diye ismlendirilmişdir. Gerek unsurlar [elemanlar] ve gerek gökler, akllar ve gerek nefsler ve gerek elemanların basitleri ve gerek bileşik cismlerin hepsi, Hak sübhânehunun yaratması ile var olmuşlardır. Ve yoklukdan varlığa gelmişlerdir. Allahü teâlânın kadîm olması, herşeyden önce var olması, ancak Hak teâlâ için sâbitdir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mâsivânın mâhiyyeti hakkında meşâyıh-i kirâm üç nev’ söz söylemişlerdir. Birinci tâife; âlem, Hak sübhânehunun yaratması ile hâricde mevcûd ve onda kemâl sıfatlardan her ne var ise, Hak sübhânehunun yaratması iledir, derler.


Ve Hak sübhânehûyu âlemden ayrı olarak, tenzîh ederek, ancak mevleviyyet ve ubûdiyyet [rab olmak ve kul olmak] ve sâni’iyyet ve masnû’iyyet [yaratıcı ve yaratılan] olarak isbât ederler. Bu tâife, kendi sıfat ve olgunluklarını, ödünç alınmış elbise gibi bilirler. Bu tâife, kitâb ve sünnete muvâfık olarak, mümkinin mertebelerinin hepsini vâcibden ayrı kılıp, kendilerini yaratılmış kul bilirler. Kendilerini Hakkın zıllı bilmezler. İkinci tâife, âlemi Hak teâlânın zıllı bilirler. Ammâ, âlemin hâricde mevcûd olduğunu bilirler. Lâkin, zılliyyet yolu ile değildir. Asâlet yolu ile değildir. Bunların vücûdları, zıllin asl ile ayakda durması gibi Hak teâlânın varlığı ile varlıkdadır, derler. Bu tâife her ne kadar mümkinin derecelerini başlangıcdan ayrı görüp, yok bilirler. Ammâ, zılliyyet ve asâlet vâsıtasıyle bunların vücûdlarının artıklarından bir nesne kalmışdır. Üçüncü tâife, vahdet-i vücûda inanırlar. Ya’nî hâricde ancak bir mevcûd olup, o da Hak sübhânehudur, derler. Ve âlem için hâricde, ayrıca âlem yokdur, derler. Bu tâife de, her ne kadar, âlemi, Hak sübhânehûnun zıllıdir derlerse de, eşyânın zıllı mevcûdiyyeti, fekat his mertebesindedir. Hak sübhânehunun zâtını vücûb ve mümkin sıfatları ile vasflanmış bilirler. Ve iniş dereceleri isbât ederler. Ve herbir mertebede, hemen Allahü teâlânın zâtını, o mertebeye lâyık olan hükümlerle vasflandırırlar. Her ne kadar, bu tâife kavuşmuşlardır ve olgunlardır. Ammâ, sözleri halka ilhâd ve dalâleti gösterir [sevk eder]. Bu tâife, hârici, te’sîrlerin çeşidli olması karşısında, mecbûri olarak, eşyâ ilmen mevcûd derler. Ve görünen şeyler için, varlık ile yokluk arasında geçiddir derler. Vücûbun rengini vâcibde sâbit kılarlar [isbât ederler]. Bu üç tâifenin ilmlerinin ve ma’rifetlerinin farklı olmasına sebeb, farklı makâmların hâsıl olmasındaki farkdandır. Herbir makâmın başka ilmleri ve ma’rifetleri vardır. 1/160. [Mektûbât Tercemesi: 195.]


● Mâsivâya, akla gelen, vehme gelen ve görülen herşey dâhildir. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Mâsivâ, başdan başa noksanlık ve şerlikdir. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mâsivâya bağlılığın en şiddetlisi, kendi nefsine bağlılıkdır ki, her hayrı kendi nefsi için işler. Eğer çocuğunu severse, kendi için sever. Aynı şeklde mal, makâm muhabbeti de böyledir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Mâsivâya bağlılık, kendi nefsine bağlılıkdır. Her belâ ki vardır, kendine bağlılığı olmakdan gelir. Kendinden kurtulunca, mâsivâ bağlılığından kurtulmuş olur. 1/154. [Mektûbât Tercemesi: 190.]


● Mâsivânın maksad, gâye olmaması lâzımdır. Zîrâ Hak sübhânehûnun gayrisinin maksâd olmasına izn verilirse, çok kerre, hevâ ve nefsânî istek ve arzûların yardımı ile, mahlûkun maksad olmasını Hak sübhânehûnun rızâsı üzerine tercîh edip, ebedî felâkete ulaşır. Bunun için, Allahü teâlâdan gayrısının maksûd olmasını nef’ etmek, îmânın kemâli için zarûrîdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mâsivâya bağlılıkdan kurtulmak için, Hak sübhânehûdan gayri şeyler, gönül üzerinde hâtırlanmıya. 2/77.


● Mü’mine haksız yere [olmadığı hâlde] küfr isnâd eden kendisi kâfir olur [kendine döner]. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Mü’minlerin dünyâda elem çekmesi, âhıret ni’metlerinin kıymetini bilmek içindir. Ve büyükler için, sevgilinin istediği belâları, kıymetlidir. Ve dünyâda mü’minler mihnet çekerse, dost düşmandan mütemeyyiz [ayrılmış] olur. Ve belâlar günâhlara keffâretdir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Günâhkâr mü’min îmândan çıkmaz. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Mü’mine eziyyet vermek harâmdır. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Dünyâ malından zararın giderilmesine ilâc, zekâtın ondan çıkarılmasıdır [Zekât vermekdir]. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Mâlikîde abdest a’zâsını ovmak farzdır. Elbet ovmalıdır. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini terk etmemelidir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Mâverâ-ün-nehr âlimleri, bedenin islâhı ve bâtının [kalbin, rûhun] kurtuluşuna çok hizmet etdiler. 3/99.


● Mubâhın işlenmesi, vâcib işlerin yapılmasına mâni’ olursa, mubâh olmakdan çıkar. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Mubâhları zarûret mikdârı kullanmalı, o da kulluk vazîfelerini yerine getirmek için olmalıdır. 1/76. [Mektûbât Tercemesi: 121.]


● Mubâhların işlenmesinde geniş [müsâmahalı] davranmak, şübheli işlere götürür. Şübheli işler de harâma yakındır. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Mubâhlar dâiresi genişdir. 2/81. [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● Mubâhları kullanmakda zarûret mikdârı ile iktifâ edilince [zarûret mikdârı azaltınca], keşf ve kerâmet dahî çok olur. 3/86. [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Mebde ve Me’âd risâlesinde, hakîkat-i Muhammedî makâmından yükselerek, hakîkat-i Kâ’beye ulaşıp ve onunla birleşip, hakîkat-i Ahmediyye nâmını alır, cümlesindeki hakîkat-i Kâ’beden murâd, hakîkat-i Kâ’be zıllerinden bir zıldir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mebde-i te’ayyün. 3/114.


● Mebde-i te’ayyünler, bu dünyâdaki varlıkların hakîkatleridir. Âhıretdeki varlıkların mebde-i te’ayyünleri başka işlerdendir. 3/114.


● Her bid’at sâhibi ve sapık, kendi inandıklarının kitâba ve sünnete uygun olduğunu zan eder. Ve kendi yanlış idrâk ölçüsü ile, kitâb ve sünnetden yanlış ma’nâlar çıkarır. “O, bir çoğunu hidâyete kavuşdurur. Bir çoğunu da dalâlete sevk eder.” Âyet-i kerîme meâli. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Mübtedînin [yolun başlangıcında olanın] almış olduğu zikr, farzların ve sünnet-i müekkedelerin dışında yapılır. [Bunların dışında bu zikr yapılır.] 2/57.


● Mübtedî [yolun başlangıcında olan], hâlleri de yok etmelidir. 1/287.


● Mübtedî, erbâb-ı kulûbden [kalbler erbâbından] olmıyan kimsedir. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanlarda kendini zorlama ve çalışma vardır. Sona varan, kendini zorlamaz. Gaflet içinde iken huzûrdadır. [Beden gafletde, rûh huzûrdadır]. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Mübtedîye, simâ’ ve vecd, her ne kadar şartlarına uygun olsa da zararlıdır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî ve müntehî [başlangıcda ve sonda olan] cezbenin dış görünüşünde aynıdır. Ve görünüşde aşk ve muhabbetde müsâvîdirler. 2/80.


● Mübtedînin [başlangıcda olanın] cezbi, kalbe çeker. Müntehînin [sona varanın] cezbi rûha çeker. Kalbin cezbinde ve teveccühünde, nefsin ve rûhun teveccühleri de vardır. Ya’nî rûhun teveccühü, kalbin teveccühünde yerleşdirilmişdir. Fekat, mübtedîye hâsıl olan bu rûhun teveccühünde, rûh yok olmamışdır. Müntehîdeki teveccüh ise, rûhun fenâsından ve Hakkın varlığı ile bekâsından sonradır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanların hâtıraları zararlıdır [öldürücü zehrdir]. Sona varanların latîfelerinin bedenle alâkası ne kadar çok kesilirse, beden o kadar karanlığa yaklaşıp, bedende vesveseler ve hâtıralar çok olur. Bu hâtıralar latîfelerden değildir. 1/182. [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Kemâle ermiş olan mübtedînin rûhuna, nihâyetden aks yolu ile bir nûr vermişlerdir. Mübtedînin zâhiri bâtınına bağlı ve zâhiri ile bâtını arasında sıkı bir bağlılık olduğu için, rûhundaki nûr, zâhirine sirâyet eder. Ve kavuşma zevki onun zâhirinde hâsıl olur [ortaya çıkar]. 2/43.


● Mübtedî önünde perdeler vardır. Müntehîde perdeler kalkmışdır. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Müteşâbihâtın te’vîlinin açıklanması mürselîne [kendisine kitâb gönderilen Peygamberlere] mahsûsdur. 2/54.


● Kur’ân-ı kerîmin müteşâbihâtında emniyyetli yol budur ki, ona îmân edip ve ma’nâsını Hak sübhânehûya bırakalım. Allahü teâlânın öyle sırlarıdır ki, kulları içinde, seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamış, rumûz ve işâret ile, diğerlerinden [uygun olmıyanlardan] örtmüş [gizlemiş]dir. Her kime ki, bu mu’ammânın sırrı açıldı ise, açıklanmasına cesâret eylememişdir. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Mutasavvıf câhiller [ham sofular], sapıklar, kendilerini ahkâm-ı islâmiyyenin mükellefiyyâtından kurtulmuş sanırlar. Ahkâm-ı islâmiyye başkaları için [câhiller için]dir derler. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Mütenâfî, ya’nî zıd olan iki şeyin bir arada bulunmaması, aynı zemânda bir arada bulunamazlar demekdir. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Mücâhid buyurdu ki, sabâh ve akşam tevbe etmiyen kimse, zâlimlerdendir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Müctehidi taklîd eden mukallidler, hatâsında dahî sevâba nâil olurlar. Keşf ehlinin hatâsı afv olunur ise de, bunlara uyanlar afv olunmaz. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Büyük müctehidler, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yakın zemânda oldukları ve ilmleri ve takvâları ve vera’ları çok olduğu için, hadîs-i şerîfleri biz câhillerden [uzak düşmüşlerden] dahâ iyi bilirler, anlarlar. Ve onların sahîh oluşunu ve gayri sahîh oluşunu, nesh edilip-edilmediğini bizden dahâ iyi bilirler. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Müctehidin, ictihâd edilecek konularda, diğer müctehidleri ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâd ve re’yini taklîd etmesi yasakdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Müctehidlerin hatâsına dahî sevâb vardır.


Onların hatâsını taklîd dahî kurtuluş vesîlesidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Müceddid-i elf-i sânî bu ümmetin sonuna mensûbdur. (Bu ümmetin en iyileri öncekileri ve sonrakileridir, hadîsdir). Ve örtülü kalmış bulunan, nübüvvet kemâlâtına kavuşmuşlardır. 2/3.


● Müceddid-i elf-i sânî, Abdülkâdir-i Geylânînin vekîlidir. 3/124.


● Müceddid odur ki, zemânında aktâb ve evtâd ve bütün ümmete feyzler, onun vâsıtası ile vâsıl olur. 2/4.


● Meczûb. 3/100.


● “Mecmû’a-i Hânî”, tavsiyeye şâyan fârisî bir fıkh kitâbıdır. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Muhabbet, sevgiliye itâ’at etmeği îcâb eder. Muhabbet en yüksek seviyeye çıkınca, itâ’at da tâm hâsıl olur. 2/78.


● Muhabbet, hüzn ve derdin menşe’idir. Muhabbet bağı ortaya çıkınca, sevgili de seven gibi çâresiz bağlanır. 3/88.


● Muhabbet dostluğun üstündedir. 3/94.


● Muhabbet-i zâtiyyeye alâmet, sevgilinin ni’met ve dert ve belâlarının müsâvî olmasıdır. 2/75. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Muhabbetin kemâli, ikiliğin kalkmasıdır. Ve seven ile sevilenin ittihâdıdır. [Muhib, ma’şûka kavuşur]. 3/88.


● Muhabbete müdâhene [ikiyüzlülük] sığmaz. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Sevgiliden gelen elemler de sevgilidir. 3/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Sevgilinin elemleri, imâm-ı Rabbânî indinde, ni’metlerden dahâ çok lezzet verir. Zîrâ, dert ve elemlerden lezzet, kendi nefsinin ve murâdının isteğinden uzakdır. 2/33. [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Mahbûbları [sevgilileri] bir mahalle kavuşdururlar ki, dostlar o makâmdan geri kalmışlardır.


Meğer ki, sevgililere tâbi’ olurlarsa, onlar da o makâmlara kavuşurlar. 3/88.


● Mahbûbiyyet yolunda, cezbe sülûkden önce olur. 1/9.


● Muhık ile mübtılin [hak yolda olan ile bâtıl yolda olanın] arasındaki fark, Peygambere tâbi’ olmakdır. 2/95.


● Muhkemât [Açık bildirilmiş olan ahkâm] Kitâbullahın anası ise de, netîcesi müteşâbihâtdır ki, o da maksadlardır. 2/18.


● Muhammed Bâkîbillâhın mezârı Delhîdedir. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Muhammed Pârisâ, “Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız,” ma’nâsını açıklarken buyurdu ki, sâlik nefsine hâkim olur [kontrolüne alır]. Hak sözü kabûl edip, kendi ayblarını görüp, başkalarının kemâl hâlini görür ve terk edilmiş sünnetlerin ihyâsına çalışmak ile bid’atleri men’ ederse, Hak teâlânın Melik [her şeye hâkim], semi’ [işitmek], basîr [görmek], muhyî [diriltmek], mümit [öldürmek] sıfatları ile sıfatlanmış olur. Câhiller hayâl ederler ki, Velî, ölmüş cesedi canlandırır ve gayb olmuş eşyânın keşfi ve bunların emsâli şeyleri bilirler. Bunlar bozuk düşüncelerdir. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Muhammed Pârisâ “Füsûl-i sitte” de buyurdular ki, Îsâ aleyhisselâm semâdan inince, Hanefî mezhebi üzere amel edecekdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Muhammed Pârisâ buyurdu ki, çok kimse, ölmüş cesedin canlandırılmasına i’tibâr eder. Ehlullah [Allah adamları], ölü kalbleri diriltir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhammed Sâdık. 1/260, 1/306, 2/22.


● Muhammed Sa’îdin menkıbe ve fazîletleri beyânındadır. 1/235. [Mektûbât Tercemesi: 294.]


● Muhammed Ma’sûm, yirmibeş yaşında kayyûmiyyet ile rütbelendirilmişdir. [Kayyûmiyyet makâmına getirilmişdir]. 3/104.


● Şeyh Muhammed Sâdık, imâm-ı Rabbânînin mahdûmlarıdır. 1/306. [Mektûbât Tercemesi: 490.]


● Şeyh Muhammed Sâdıkın fazîleti. 1/290, 2/22.


● Muhammed Abdüllah, imâm-ı Rabbânînin oğludur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Muhammed Zâhid, Mevlânâ Derviş Muhammedin pîri ve annesinin kardeşidir [dayısıdır]. 1/180. [Mektûbât Tercemesi: 219.]


● Mihnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbetin îcâblarındandır. [Muhabbet sâhiblerine lâzımdır]. 1/140. [Mektûbât Tercemesi: 181.]


● Muhyiddîn-i Arabî, son gelen ehl-i tesavvufun uydukları imâmdır. 3/89.


● Muhyiddîn-i Arabî, her gece, işlerini ve hâtırına gelen niyyetlerini hesâb ederek, sevâblarına şükr, günâhlarına tevbe ederdi. 1/309. [Mektûbât Tercemesi: 494.]


● Muhyiddîn-i Arabîyi red edenler, tehlükededir. Onu hatâları ile kabûl edenler dahî tehlükededir. Şeyhi kabûl edeler ve hatâlarını [yanlış sözlerini] kabûl etmiyeler. 3/79.


● Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, kerâmeti çok olanlar, son nefeslerinde, bu kerâmetlerin açığa çıkmasından pişmân olurlar. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde varlıkların mâhiyyeti, Hak teâlânın ilmindeki, ayrı-ayrı tafsîlâtlı kemâlâtdır [olgunluklardır]. 3/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● Muhyiddîn-i Arabînin, büyük dedeleri ki, ölümünden kırkbin seneden çok geçmişdir. Dedelerinin latîfelerinden görülen, âlem-i misâlde bir latîfe idi ki, Şeyh zemânında âlem-i şehâdetde mevcûd olmuşdu. Ve beytullahı [Kâ’beyi] evvelce âlem-i misâlde ziyâret etmişdi. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre şeytân, Medîne-i münevverede medfûn olan o Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi, hakîkî şekline giremez.


Başka sûretlerde de Resûlullah olarak görünemez diyenleri kabûl etmiyor. [Hakîkî sûretini uykuda teşhis zordur]. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, dört halîfenin hilâfetleri sırası, ömrleri müddetine göredir. Bu kelâm hilâfetlerinde eşid olmalarına delâlet eylemez. Emr-i hilâfet başka, efdal olmak bahsi başkadır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde küfr ve günâhları, Allahü teâlânın “Mudıl” ismi beğenmekdedir. Bu söz hak ehline muhâlifdir [ya’nî yanlışdır]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, islâm ve küfr [kâfir] cümlenin meâli rahmetdir [gideceği yer rahmetdir] deyip ve Hakkın va’dinin hilâfi câizdir, der. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî hiçbir şey’i aslında kötü ve çirkin bilmez. Hattâ küfr ve dalâlet, îmâna göre kötü sayılır, der. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Hak sübhânehûyu mecbûr zân ediyor. [Sözlerinden öyle anlaşılıyor]. Çok âlimlere muhâlifdir. Fekat, hatâları; keşfî ve ictihâdî olduğundan ma’zûrdur. Ba’zı tâife, şeyhi kötüleyip, dil uzatır. İlmlerini hatâlı görür. Ba’zı tâife de onun bütün ilmlerini doğru bilirler. Bunlar ifrât ve tefrîtdir [fazla ve azdır]. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, Nebînin vilâyeti, kendi nübüvvetinden efdaldir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, âhıretdeki rü’yet, tecellî-i sûrîden ibâretdir. Bu telakkî [görüş] rü’yeti inkârdır. 3/90. [Se’âdet-i Ebediyye: 927.]


● Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi’ olanlar, Hak teâlâya zâtî ihâta ve yakınlık ve zâtî berâberlik isbât ediyorlar. 3/80.


● Muhyiddîn-i Arabî, vahdet-i vücûda inanıp, mümkinin varlığı, aynı Allahü teâlânın varlığıdır, demişdir. 3/74.


● Muhyiddîn-i Arabî ve tâbi’leri, sıfata ayn-i zatdır, dediler. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât-i Mekkiyye’sinde, “Cem’i Muhammedî [Muhammed aleyhisselâmın kemâlâtı], Cem’i ilâhîden genişdir. Zîrâ, ilâhî hakîkatlar ve mahlûkların hakîkatları bir aradadır, diyor. Bilmez ki, orada ancak, ülûhiyyet mertebesinin zıllerinden, görüntülerinden bir zıl vardır. O mukaddes mertebeye göre, Cem’i Muhammedînin hiç mikdârı yokdur. [Onun yanında hiç kalır.] 2/71.


● Muhyiddîn-i Arabî, hâtemünnübüvve [son Peygamber], ba’zı ilm ve ma’rifetleri, Evliyânın sonuncusundan alır, demişdir. Ve kendini vilâyet-i Muhammedînin sonu bilir. Bu sözün te’vîli, Pâdişâhın hazînedârlarından birşey alması gibidir. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Muhlislerin kusûrları afv olunur. 1/239. [Mektûbât Tercemesi: 290.]


● Mezheb taklîdi lâzımdır. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mir’ât-i kâinâtda [kâinât aynasında], görülen cemâl değil, cemâlin zılleridir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Murâdiyyet [istenilmiş olmak] cezbenin önce olmasıdır. 3/118.


● Murâdiyyet eshâbını [Murâdlar yolunun yolcularını], şeyhin aracılığı olmadan cezb edip, işini bitirirler. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Murâdlar yoluna, ictibâ yolu derler. 3/118.


● Murâkabe-i zât, Nakşibendiyye yolunda kıymeti yokdur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● “El-mer’ü me’a men ehabbe” [Kişi sevdiği ile berâber olur] hadîs-i şerîfi, hicrân ateşi ile yananlara tesellî vermekdedir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Maraz-ı zâhirî [bedenî hastalık], iş görmeği gücleşdirdiği gibi, kalb hastalığı da, ibâdet yapmağı gücleşdirir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Maraz-ı kalbîye [kalb hastalığına] tutulmuş olanın hiçbir ibâdet ve tâ’atı makbûl değildir. Belki zararlıdır. 1/105. [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● Maraz-ı kalbî [kalb hastalığı], Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına, kalbin tâm inanmamasından ibâretdir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Müstehab, Hak teâlâyı dost eder ve rızâ-yı ilâhîye vesîledir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Mesh-i serde [başın mesh edilmesinde], kulak ve ensenin mesh edilmesinde ihtiyâtlı hareket etmek lâzımdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Müskirâtdan [ve uyuşturucudan] kaçınmak lâzımdır. Ve hepsini dahî hamr [şerâb] gibi harâm ve müstenker kabûl ve i’tikâd edeler. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Meşâyıhin rûhlarından istifâde etmeğe ve onların yardımına mağrur olmıyalar [aldanmıyalar] ki, o görünenler, kendi şeyhinin latîfeleridir ki, o sûretlerde görünmüşdür. Değişik şeylere bağlanmak, hüsrâna mûcibdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Meşâyıhin ekserîsi rûh ve sırdan haber verdi. Az kimse, hafîden haber vermişdir. 1/294. [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Müşrik o kimsedir ki, Hak teâlânın gayrinin ibâdetine tutulmuşdur. [Mahlûkâta ibâdet eden müşrikdir]. Eğerçi vücûb-i vücûdda ortağı yok, derse de. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Müşrikler necs-i ayn değildir. [Müşriklerin bedenleri necs değildir]. Onların necâsetleri, i’tikâdlarının pisliğidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mudga (yürek). 3/65.


● Mudga sol cânibde [sol tarafda] bulunmakdadır ki, âlem-i halkdandır. 2/21.


● Mat’ûmât-i lezîze [lezîz yiyecekler] ve melbûsât-ı nefîse [nefîs giyecekler] kullanırken, nefsin arzûlarını düşünmemek gerekir. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Matlûb tarafından bildirilmeden, her ne ki kendi tarafından söylerse, kendinden söylemiş olur. Bu sûretle her ne ki matlûbu medh etse, kendini medh etmiş olur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mezâhir-i cemîleye [güzel görünenlere] istiyerek ve tekrâr bakmak câiz değildir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mezâhîr-i cemîleden [güzel görünenlerden] olan haz ve lezzet ve babanın oğlu ile ve kardeşin kardeş ile ülfeti hılletdendir [dostlukdandır]. Muhabbet başkadır. 3/88.


● Me’âsînin [günâhların] ve ahkâm-ı ilâhiyyeye bağlanmamanın [günâhların] zulmeti, insanın îmân nûrunu selâmete erdirmez [îmân nûrunu söndürür]. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● “El-mualecetü bil iddâd.” “Ya’nî zıddı ile ilâc eylemek lâzımdır.” 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın vâlidesi Hind “radıyallahü anhâ”nın fazîleti. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” ve onun ile berâber olan Eshâb-ı kirâm hatâda idiler. Fekat, hatâ ictihâdî idi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın atının burnuna giren toz, Ömer ibni Abdül’azîzden efdaldir. 1/66. [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” hakkında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayrlı düâ etmişdir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hatâsı, Veysel Karnî ve Ömer Mervânînin sevâbından hayrlıdır. 1/120. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hilâfeti, Alî “radıyallahü anh” zemânında hakîkî değil idi. Ondan sonra, âdil imâm oldu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ma’bûd, maksûd [gâye, kavuşulmak istenen] ma’nâsınadır ki, ona kavuşmak için her dürlü zillet ve aşağılanmak îcâb etdirir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mu’cize-i Kur’âniyye [Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi], diğer mu’cizelerden kuvvetli ve devâmlıdır. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Mu’cizeye tâlib olan, kâfirler ve inkâr ehlidir. Hiçbir mü’min mu’cize taleb etmemişdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Mi’râcda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” imkân dâiresinden çıkarak, ezelî ve ebedî bir ânda gördü. 1/283. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Ma’rifetin ma’nâsı. 3/91.


● Ma’rifet, ilmin ötesi olup, buna, (idrâk-i basît) de derler. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Ma’rifet-i eşyâ [eşyâyı bilmek] yalnız kalbe has değildir. Kalb fânî olunca, zâhir yine bilmekdedir (âlimdir) 3/94.


● Ma’rifetin sûreti ve bunun îmânda mu’teber olduğu. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak] şu kimseye harâm olsun ki, kendini frenk kâfirinden üstün bile. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı bilmek] celle sultânühu, şu kimseye harâmdır ki, onun bâtınında [kalbinde, rûhunda], bir zerre dünyâ muhabbeti ola. 2/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak]dan âciz olduğunu idrâk etmek, yükselme mertebelerinin sonudur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdânın [Allahü teâlâyı tanımanın] vâcib olması, zât ve sıfatı tanıma konusunda islâmiyyetde bildirilenlere âiddir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i sôfiyye [sôfiyyenin tanıması] mu’teber ve hakîkî îmâna kavuşmağa sebebdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mu’avvizeteyn tekrârı, elemin def’i için ganîmetdir. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Ma’kûlâtda [akla dâir şeylerde, düşüncelerde], vehmden gelecek ihtilâfdan emîn olunmaz. Rü’yetde [görmekde] ise, kalbin itmînânı mevcûddur. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Mukarrebler, Allahü teâlâdan gayri bir şey istemezler. Cenneti, Onun râzı olduğu yer olduğu için isterler. 1/35. [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Mukallidler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfden kendi anladıklarına uymayıp, müctehidlerin anladıklarına uyalar. [Bunun için, tefsîr kitâblarını okumamalı, dört mezhebden birine uymalıdır. Müctehidlere uymak lâzımdır.] 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Mükâşefe [keşf etmek], sıfat mertebesinde hâsıl olan hâle derler. 3/120.


● Mektûbâtın mütâle’asını lâzım bileler ki, fâidelidir. 1/237. [Mektûbât Tercemesi: 296.]


● Bir mekrûh ki, mubâh mukâbili ola, tahrîmî mekrûhdur. Yatsıyı gece yarısına te’hir etmek gibi. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Mekrûhdan kaçınmak ve bir edebe riâyet; zikr, fikr ve murâkabeden efdaldir; dahâ fâidelidir. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Melekler, aslı görenler, asla teveccüh etmiş olanlar [asla bağlanmış olanlar]dır. Onlar hakkında zıllıyyet şübhesi yokdur. 2/12.


● Melekler, Hak teâlânın kullarıdır. Hatâ ve yanılmakdan korunmuşlardır. Yemek ve içmekden uzak, kadın ve koca [erkek-dişi] olmakdan uzakdırlar. Ba’zıları risâlet ile seçilmişlerdir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Melekler, imkân dâiresindedirler. Mahlûkdurlar. [Nasıl oldukları bilinirler.] 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Meleklerin ba’zısı, ateş ile kardan yaratılmışlardır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Meleklerin hakîkatleri, İsrâfil aleyhisselâmın hakîkatından meydâna gelmişdir. 3/122.


● Melâike-i illiyyîn ki [yüksek melekler ki], Allahü teâlâya yakın olanlardır. Onların dahî te’ayyünâtının başlangıcı, te’ayyün-i vücûdîdir. 3/114.


● Melâhat, güzellik için güyâ bir merkezdir. Sabâhat, o merkezin dâiresidir. 3/94.


● Melâhat, sabâhatın üstüdür. Melâhate kavuşmak, sabâhat derecelerini kat etdikden sonra ortaya çıkar. 3/94.


● Memlehaya [tuz içine] düşen insan, tuz olup, alış-verişi câiz olur. 3/53.


● Mümkinin [yaratılanın] vâcib-i teâlâdan nasîbi, ayrılıkdan harâb ve bîtab düşmek, anlıyamamak ve hayretdir. 3/80.


● Mümkinâtın yaratılmasına sebeb, sevgidir. 3/88.


● Mümkinât [yaratılanlar] her şer ve fesâdın kaynağıdır. 2/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mümkinâtı üç kısma taksîm eylemişlerdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâl, âlem-i ecsâd [madde âlemi]dır. Âlem-i misâle berzah [geçid] derler ki, âlem-i ervâhla, âlem-i ecsâd arasındadır. Âlem-i ervâh ve ecsâdın ma’nâları ve hakîkatları, âlem-i misâlde, latîfelerin sûretleri ile ortaya çıkar. Âlem-i misâl, hadd-i zâtında sûretleri ve şeklleri ihtivâ etmez. Sûret ve şekl ona, diğer âlemden aks etmişdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâlin üstüdür. Rûh, âlem-i misâle gitmez. Âlem-i misâl, görmek içindir. Olmak için değildir. Var olma yeri âlem-i ervâh ve ecsâddır. [Rûh âlemi ve madde âlemidir]. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Mümkinin yaratılmış olmasının alâmeti, ihtiyâc sâhibi olmasıdır. 3/64.


● Mümkin, kendi parçaları ile mümkindir. Ve kendi sûreti ve hakîkati ile mümkindir. Te’ayyün-i vücûbî mümkinde niçin olur. Mümkinin hakîkati gerekdir ki, mümkin ola. Mümkin, Vâcib teâlânın mahlûkudur. Ve ol dahî mümkinin Hâlıkıdır. 3/122.


● Mümkin, kendine yönelmiş ve Allahü teâlâdan yüz çevirmiş iken, yine kendi aslına muhabbeti ve meyl-i tabî’îsi vardır. Kendini bilsin ve gerek bilmesin. Belki kendine olan muhabbeti, hemen fil-hakîka kendi aslı ile alâkalıdır. Çünki, muhabbete teâlluk eden güzellik ve kemâl, asldan gelmekdedir. Kendinde adem (yokluk) ve çirkinlikden gayri yokdur ki, muhabbet olsun. [Ya’nî muhabbet yokdur.] 3/80.


● Mümkinin güzellik ve iyiliği, Allahü teâlânın yüksek mertebesinden zıl yolu ile gelmişdir. Mümkinin zâtı [kendisi], onun sâdece şer olan adem-i zâtîsi [yokluğu] vâsıtası ile çirkinlik ve noksanlıkdır. Mümkinin güzellik ve iyiliği her ne kadar vücûddan gelmişdir. Ammâ, yokluk aynasında görülmekle, ayna hükmünü almış ve kötülükden hisse almışdır. Ve noksanlık kazanmışdır. Mümkin, aslı [zâtı] çirkin olduğu için, bu güzellikden aldığı lezzet kadar, hâlis güzellikden lezzet alamaz. Çöpçüye kötü kokudan hâsıl olan lezzet, iyi kokudan hâsıl olmaz. 3/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Mümkin-i fakîr [muhtâç olan mümkin], Vâcib-i teâlâya ayna olması mümkin değildir. Belki Vâcib-i teâlâ, mümkine aynadır. 3/122.


● Mümkinâtın hepsi, gerek asl ve değişen sıfatlar olsun ve gerekse âlemler ve akllar, var olmakda ve varlıkda kalmakda Hak sübhânehuya muhtâcdır. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mümkinler [yaratılanlar] zât sâhibi değildir ki, sıfat o zât ile varlıkda ola. Bütün varlıkları [yaratılanları] varlıkda durduran Allahü teâlânın zâtıdır. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Mümkinâtın [yaratılmışların] yaratılmasından maksad, onlara, ni’met vermek ve ihsânda bulunmakdır. Yoksa, onların vâsıtası ile, ismlerin ve sıfatların kemâlâtı hâsıl olmaz. İsmler ve sıfatlar kendi kendine kâmildir. Hiçbir zuhûr ve mazhara [görüntüye ve birşeyde bunları göstermeğe] ihtiyâcları yokdur. Bütün kemâlât Hak teâlâda vardır. Kuvveden fi’le çıkacak değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre bağlı ola. Görmek ve görünmek kendinden kendine olur. Bilen ve bilinen ve söyliyen ve işiten kendidir. Bütün kemâlât, o makâmda nasıldır denilemez, anlaşılamaz. Ünvânı ile ayırd olunurlar. O makâmda, hem icmâl, hem tafsîl vardır. 3/114.


● Mümkinlerin hakîkatleri İmâm-ı Rabbânî indinde, Allahü teâlânın “celle sültânüha” ilminde mufassalan [teferruatlı ve geniş olarak] bilinen yokluklar olup, ilm hânesinde açıklanan, Allahü teâlânın ism ve sıfatları bu yoklukların ba’zısında yansımışdır. 3/50.


● Mümkinât [yaratılanlar], ismlerin ve sıfatların zıllerinin görünüşleridir [aynasıdır]. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mümkinlerin zıller olması, yolculuk esnâsındaki sâlikler içindir. Kavuşanlar için, zılli ilâhî yokdur. 3/122.


● Mümkinler, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının aynasıdır [yansıtmakdadır]. Allahü teâlânın zâtını göstermezler. 3/89.


● Mümkinler, sıfatın zıllıdir. Şu’ûnların zıllı değildir. 3/26.


● Mümkinler, ismlerin ve sıfatların kemâlâtının, vehm ve his mertebesinde görünmesidir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Mümkinler, Allahü teâlânın ilmindeki hakîkatlerine uygun olarak, dışarıda görülmekdedirler. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mümkinler, ya’nî mahlûklar, beş latîfenin âlem-i emrdeki asllarının sonuna kadardır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Bir kimse bir günâh işler, sonra pişmân olursa, bu pişmânlığı, günâhına keffâret olur. Ya’nî afvına sebeb olur. Hadîs-i şerîf. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Men arefe nefsehu, fekad arefe rabbehû hadîs-i şerîfinin ma’nâsı [Kendini tanıyan, Rabbini tanır]. Bir kimse kendi hakîkatini, şerirlik [kötülük]ler ve zıdlık ile berâber bilip, her hayr ve kemâli, Allahü teâlâdan gelmiş [Ona âid] bilince, çâresiz, Allahü teâlâyı hayr ve kemâli ile bilmiş olur. 3/66.


● Men dakka bâbel kerîmi infeteha [Kerîmlerin kapısı çalınınca açılır]. 1/232. [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Men yüti’irrasûle fekad etâ’allahe. [Kim Resûline itâ’at ederse, Allahü teâlâya itâ’at eder.] Nisâ Sûresi 80. âyet-i kerîmesinin îzâhı 1/152. [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Men arafellahe kelle lisânühü. [Allahü teâlâyı tanıyanın dili söylemez olur.] 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Kur’ân-ı kerîmi kendi görüşüne göre tefsîr eden kâfir olur. [Tefsîr ilminden haberi olmıyanlar ve islâm düşmanları, tefsîr kitâbları yazıp, yaldızlı cildlerle satıyorlar. Bunlara aldanmamalı, dört mezhebden birinin ilmi-hâl kitâblarını okumalıdır.] 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Saçını, sakalını müslimân olarak ağartan afv olunur. “Hadîs-i şerîf.” 1/88. [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Men senne sünneten haseneten felehu ecrühâ ve ecrü men amilebihâ. [Bir kimse, islâmda sünnet-i hasene meydâna çıkarırsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâbına kavuşur.] “Hadîs-i şerîf” 2/57.


● Zengine zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçde ikisi gider. “Hadîs-i şerîf.” 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Eshâb-ı kirâma dil uzatanlara, onları söğenlere Allahın, meleklerin ve insanların la’neti olsun. “Hadîs-i şerîf” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● (Ve minennâsi men-yeşterî lehvel hadîsi) âyet-i kerîmesi, tegannînin yasaklığı hakkında nâzil olmuşdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Münâfık günâhına kanâ’at edendir. Îmânın sûreti onu azâbdan kurtarmaz. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Münâfık, inkârını kalbi ile yaparak, nemâzın sûretini yerine getirir. 2/54.


● Müntehînin mahlûkların sonuna kadar urûcu [yükselmesi], ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine yapışmak ile olur. Ondan sonra vücûb mertebelerinde seyr [ilerleme] ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine ve hakîkatine birlikde uymakla olup, bu iş [mu’âmele] ilm şânına kadar varır ki [yükselir ki], burası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde’i te’ayyünüdür. Bundan sonra ilerlenirse, ahkâm-ı islâmiyyenin içi de dışı da yolda kalır. Ârif, şân-ı hayâtda yükselir. Bu şân matlûbun mukaddemesidir. [İstenilenin başlangıcıdır]. [Maksadın kapısı gibidir.] Bu mertebede ârif, kendini ahkâm-ı islâmiyyeden dışarıda bulur. Allahü teâlâ koruduğu için, ahkâm-ı islâmiyyenin inceliklerinden bir inceliği kaçırmaz. Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenler, çok az, hem de pek çok azdır. 1/172. [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Müntehînin rücû’da [geri inişde] zâhiri ve bâtını mahlûklara döner. Fekat mahlûklara bağlanmaz. Halka dönmekle, kalkmış olan perdeler geri gelmez. Yükselirken zâhiri halkla, bâtını hak iledir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Müntehînin bâtınında [kalbinde, rûhunda], hem vüsûl, hem de zevk-i vüsûl vardır. 2/43.


● Ni’met verene şükr, ni’mete kavuşan üzerine aklen ve dînen vâcibdir. Şükrün derecesi gelen ni’mete göre olur. Allahü teâlânın ni’metlerine şükr, evvelâ: Ehl-i sünnet i’tikâdına göre i’tikâdı düzeltmek, ikinci olarak: Ahkâm-ı islâmiyyeyi ehl-i sünnet âlimlerinin ilmihâl kitâblarından öğrenip, bunlara uymak, üçüncü olarak: Ehl-i sünnet olan sofiyyenin yolunda kalbi ve nefsi temizlemekdir. Bu son kısm şart değildir, fâidesi büyükdür. İslâmın aslı, ilk iki şarta bağlı ve islâmın kemâli üçüncü şarta bağlıdır. 1/71. [Mektûbât Tercemesi: 109.]


● Münker ve Nekîrin kabrde mü’minlere ve kâfirlere süâli hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Nübüvveti inkâr edenler, îmân ile şereflenememişlerdir. Ve Enbiyâdan başka bir kimse, bu kelimeyi [tevhîdi] söylememişdir. Nübüvveti inkâr edenler, eğer, Allahü teâlâ vardır, derler ammâ, yâ islâmı taklîd ederler veyâ vücûb-ı vücûdda vâhid bilirler. [Var olan vâcibi bir bilirler.] İbâdete hakkı olmakda vahdâniyyeti inkâr ederler. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Nikâhlı kadından dört adedi ve câriyeden her ne kadar taleb ederse, mubâh kılınmışdır. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Ölüm mü’mini sevgiliye kavuşduran bir köprüdür. 2/12.


● Mûsâ aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında olsaydı, Ona uymakdan gayri başka şey yapmazdı. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Mûsâ bin İmrân, yâ Rabbî, ziyâde azîz kimdir, dedikde, gücü yeter iken, düşmanını afv edendir, buyuruldu. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâmdan dahâ şanlıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâyı görmek istedikde, (Sen beni göremezsin) cevâbını alınca, bu isteğinden vazgeçdi. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Şarkı söylemek, ilâhî, kasîde ve tegannî ile mevlid ve Kur’ân-ı kerîm okumak ve dinlemek, bizim tarîkatımızda yasakdır. 1/266 sonunda, 3/73. [Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi tegannî etmeden okumak lâzımdır. Çok sevâb olur.]


● Mehdî hakkında, şeyh ibni Hacer bir risâle yazmışdır. Alâmeti ikiyüze bâlig olur [ulaşır]. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdî aleyhirrahme nübüvvet yolu ile vâsıl olmuş, kavuşmuşdur. 3/124.


● Mehdînin “aleyhirrahme” hakîkati, sıfat-ül-ilmdir [ilm sıfatıdır]. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mehdî aleyhirrahme gelecek. Ve başı üzerinde bir bulut bulunacakdır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdînin babasının ismi Abdüllahdır ve Eshâb-ı Kehf arkadaşı olacakdır. “Hadîs-i şerîf.” 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Mehdînin gelişi, yüzyıl başında olacakdır. Dahâ evvel doğuda, kuyruklu yıldız görülecekdir. 2/68, 1/209. [Se’âdet-i Ebediyye: 398, Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Meyyit boğulmak üzere olan kimse gibidir. Babasından, anasından ve kardeşinden ve arkadaşından, kendisine gelecek olan bir düâya muhtâcdır, beklemekdedir. 1/278. [Mektûbât Tercemesi: 409.]


● Mîzân Hakdır. Ve bu mîzân dünyâ mîzânına muhâlif olup, kefesi yükselir ise ağırdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Meyl-i tabî’î [içgüdü] ve taleb [istek] farklıdır. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Ma’rifetullahın meydâna gelmesi [hâsıl olması], mâsivânın temâmına muhabbetden kalbin kesilmesine, âzâd olmasına [kurtulmasına] bağlıdır. Bir kalbde, iki zıd şeyin sevgisi bir arada olmaz. 3/37.


● Bir farzın terkine veyâ bir harâm ve yasağın yapılmasına sebeb olan nâfile ibâdet, mâlâya’nîye dâhildir. 1/123

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-L

 – L –

● Li îlâfi okumak, korkulu yerlerde ve düşman istîlâ etdiği zemânlarda, emniyyet ve refâh için tecribe edilmişdir. En az hergün ve gecede onbir kerre okuyalar. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Kıymetli elbise giymekde, ibâdet ve nemâzı edâ etmek için zînetlenme niyyeti olmalıdır. Âyet-i kerîmede, meâlen; “Her nemâzı kılarken, süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi giyiniz.” [Her mescidde zînetli elbiselerinizi alınız], vârid olmuşdur.


Güzel elbiseden maksad, insanlara gösteriş için değildir, ki bu yasakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Lezzet ve tatlılık Cezbenin başlangıcıdır.


● Lezîz lokmaları sevmek ve güzel elbiselere düşkün olmak gerekmez [uygun değildir]. Bunların netîcesi pişmânlık ve hasretdir. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Lisânımızdan sâdır olan kelâm-ı Kur’ân [okuduğumuz, ağzımızın hareketi ile çıkan ses] kelâm-ı ilâhî değildir. İnkâr eden kâfir olmaz. 3/120.


● Leşker-i düâ [düâ ordusu], leşker-i gazâdan [gazâ ordusundan] kuvvetlidir. 3/47. [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Letâif-i aşere [on latîfe]. 2/21.


● Beş latîfenin aslları, âlem-i kebîrde olup, bu âlem-i kebîrin bu beş latîfesinin aslı da, Allahü teâlânın ismlerinin zılleridir. Bu zıl dâiresi, Enbiyâ ve meleklerden başka mahlûkâtın te’ayyünâtının başlangıcıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Letâif-i aşereden [on latîfeden] herbirinin hem sûreti, hem hakîkati vardır. 2/93.


● Âlem-i emrin beş latîfesinin her biri, bir emre mahsûs ve bir kemâle mensûbdur. 3/11. [Se’âdet-i Ebediyye: 917.]


● Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin bağlantıları, sıfatın üstünde olup, zât dâiresine dâhildir. 1/196. [Mektûbât Tercemesi: 234.]


● Âlem-i emr latîfelerinin sonu ile imkân (mümkinât) dâiresi temâm olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Yedi latîfeden her birinin kat’ edilmesinde, gerek zûlmânî, gerek nûrânî, bin perde aşılır. 1/58. [Mektûbât Tercemesi: 93.]


● Âlem-i emr latîfeleri, her ne kadar yukarıya ilerlerse, âlem-i halk ile o kadar alâkası kesilir. Ve o münâsebetsizlik, âlem-i halkın çok inişine sebebdir. Ve âlem-i halk ne kadar inerse, sâlike zevk, tatlılık çok olup, kendi ayb ve kusûrlarını idrâk etmek çok olur.


Bu sebebdendir ki, ârif, frenk kâfirini kendinden iyi bilir. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Latîfelerden, fenâ ve bekâ ile hakîkatlenen ancak nefs latîfesidir. 3/53.


● On latîfeden toprak unsuru, yükselme derecelerinde cümleden yukarı çıkıp ve iniş derecelerinde cümleden [hepsinden] dahâ aşağı iner. 2/12.


● On latîfeden, âlem-i emr latîfeleri ve nefs; fenâ ile müşerref olurlar [şereflenirler]. Dört unsurun muhâlefetleri devâm eder. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kalb latîfesinin izâfî sıfatlara, rûh latîfesinin hakîkî sıfatlara bağlantısı vardır. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Ahfâ latîfesi, gerçi latîfelerin en latîfidir. Ammâ, mümkinât dâiresine dâhil ve yaratılmışlık damgası ile damgalanmış ve hastalıklıdır. Sâlik, imkân dâiresinden dışarıya ayak basınca ve vücûb mertebesinde seyr buyurup, vücûbun zıllerinden onun aslına ulaşınca, şan ve sıfat bağından kurtulunca, çâresiz mümkin onun nazarında hakîr ve i’tibârsız ve onun en güzel ve en latîfi dahî alçaklık ve cimrilikde berâber müşâhede edip [görüp] ve nefsle ahfâyı bu makâmda birbirine karışdırır. 1/212. [Mektûbât Tercemesi: 255.]


● La’net etmek, ibâdet değildir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● “Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına la’net olsun.” Hadîs-i şerîf. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Lokman Hakîm, oğluna, ey oğul! Tevbeyi yarına gecikdirme. Zîrâ, ölüm ansızın gelir, buyurdu. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Lokmada ihtiyât lâzımdır. İslâmiyyetin halâl ve harâmına riâyet etmek lâzım. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Kadına ve zekerine dokununca, şâfi’îde abdesti yeniden almalıdır. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● “Bir kimseye deli denilmedikce, îmânı temâm olmaz.” 1/213. [Mektûbât Tercemesi: 256.]


● “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” hadîs-i kudsîsi, Hâtem-ür-Rüsül “sallallahü aleyhi ve sellem”in şânında vâki’ olmuşdur ki, hûb [sevgi] olmasaydı, yaratılış açığa çıkmaz ve âlem devâmlı yoklukda kalırdı. 3/122.


● “Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim olur ki, o anda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz [aramıza giremez]” hadîs-i şerîfindeki nâdir vakt nemâzdır. 1/293. [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● “Onun gibi hiçbir şey yokdur” âyet-i kerîmesinin fârisî tercemesi bîçûn ve bîçugûnedir ki [nasıl olduğu bilinemez ve nasıldır denilemez], ilm, şühûd ve ma’rifet Ona yol bulamaz demekdir. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Gecenin yarısı veyâ üçde birini ki, gece yarısından gecenin altıda birine kadardır. İbâdete ayıralar. 3/102.