KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-S

 – S –

● Sâlike iki şey lâzımdır. Muhabbet-i şeyh ve devâm-ı zikr. [Hocasını sevmek ve devâmlı zikr etmek.] 4/198.


● Sâlikin, murâdını taleb eylemesi [kendi murâdını istemesi] Hakkın murâdını red etmesi demekdir. 6/67.


● Sâlik, istek ve arzûlarından kurtulup, Hakkın irâdesiyle hareket edince [teslim olunca], meşîhat makâmına yakışır. Bu hâl ise, vilâyetin birinci (ilk) kemâlidir. 4/?


● Sâlik [tesavvuf yolcusu] evvelâ kendi kulluğunu izhâr edip ve nefsine kulluk etmekden ve hevâsına tapmakdan ve hayâlindeki putları Mevlâya ortak koşmakdan [kendi başına hareket etmekden] halâs bulmak zarûrî olarak lâzımdır. 5/26.


● Sâlik kendi isteklerinden kurtulmadıkça ve kalbinde Hak sübhânehüden gayri hiçbir maksûdu kalmayıp, eşyâya te’alluk eden [bağlanan] ilmi ve sevgisi kopmadıkça, yükseklere [Allahü teâlâya, o yüce makâma] yol bulamaz. 6/67.


● Sâlik-i müsteide [istidâd sâhibi bir sâlike] dahâ tarîkati ilk öğrendiği günde, kalbin fenâsından nişân ayân oldu. [Fenâ makâmından işâret görünür.] 4/235.


● Sâlik-i reşîd [doğru yolu tutan sâlik] zikr ve fikre devâm edip, ikbâl ve teveccühün devâmına [mesûd, se’âdetli olmanın ve doğru yolda bulunmanın devâmlı olmasına], zıd olanlardan yüz çevirip ve ezelî inâyet tâlibin hâline şâmil oldukda, tedrîcen onun kalbini sultân-ı zikr istilâ eder. Bir hâl üzere ki kalbin zikri devâmlı olur. [Devâm eder]. Zâhirin gafleti kalbe sirâyet eylemez. Zâhir [dış, beden] ne ile meşgûl olursa, gerek gâib olsun, gerek hâzır olsun ve gerek uyanık olsun ve uykuda olsun, bâtın dâimâ zikr ve huzûrda olur. 4/23. [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]


● Sâlik-i bî çâre [bîçâre tesavvuf yolcusu], çünki süflî âleme tutulmuşdur. Ulvî âlem ile münâsebeti yokdur. İki taraflı bir tavassut ediciye [aracıya] muhtâcdır ki, sâlikin o aracı olan şeyh ile münâsebeti ne kadar çok olursa, onun kalbinden o kadar çok feyz alır. 4/78.


● Sâlike her nereden bir nisbet [feyz, hâl] erişirse [gelirse], kendi pîrinden bile. Kıble-i teveccüh perâkende ve perîşân olmaya. 6/42.


● Sâlik, beşerî kirlerden bâtın aynasını temizleyip ve mâ-sivâdan yüz çevirdikde fenâ hâsıl olur. Ve ilâhî ismler kendisinde tecellî etmekle, her bir ism ile bekâya ve hakîkata kavuşur. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlik, her ne kadar yükselirse de ve yakınlık elde etse ve fenâ ve bekâ ile müşerref olsa, zât ve sıfât-ı ilâhîde ortaklık hâsıl olmaz. Çünki, kulluk gücünün dışına çıkamaz. 4/76.


● Sâlik kendini yok bilir. Ve kavuşulanları asldan bilmeyip, asla sipâriş eylemezse, adem denir ki, fenâ-yı cezbedir. Ve ondan rücû mümkindir. Lâkin fenâ-yı hakîkî ona muhâlifdir ki, dönüşden emîndir. 4/122.


● Sâlikin işi, taş gibi katı ve gücsüz olmak, kabz [darlık] vâsıtasiyle yâhud zelle, [hatâ] işlemekle ve beşerî sıfatların galebesi cihetiyle bâtına zulmet hâsıl olmasıyledir. Böyle vaktde tevbe ve istigfâr lâzımdır. 6/121.


● Sâlikin yükselmekden mahrûm kalması, yâ sudûr-ı zelle [zellenin hâsıl olması] veyâ irtikâb-ı me’âsîdir ki [günâh işlemesi sebebi iledir ki], ilâcı tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü ile olur. Veyâhud şevk ve talebin azalmasıdır. Onun ilâcı dahî, pîrin teveccühüdür ki, Onun bereketiyle hem şevk ve taleb ve hem yükselme meydâna gelir. Veyâ yüksek isti’dâdının olmayışıdır. Onun dahî ilâcı, yüksek isti’dâtdan hissedâr olan pîr ile sohbet ve Ona tam muhabbet ve pîrin teveccühü ve muhabbeti iledir.


Onun bereketi ile kendi isti’dâdından yüksekliğe terakkî edip ve muhabbet cezbesiyle pîrin gizli hâllerini [üstünlüklerini] cezb eder ki, bu seyr geçicidir. Tabî’î değildir. Veyâhud i’tikâdda bozukluk vardır ki, ilâcı yokdur [ilâc kabûl etmez]. İ’tikâddaki gevşeklik, öyle bir geçid vermez engeldir ki, onun yolunu kesmişdir. İ’tikâd tâm ve şeyhde fânî olmadıkca terakkî mümkin değildir. Ve dâimâ sıkıntıda kalmaya mahkûmdur. 6/222.


● Sâliklerin isti’dâdları çeşidli olup, tasarruf sâhibi pîr, bir sâliki, isti’dâdından yukarı mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Ammâ, sâlikin isti’dâdına münâsib olan yüksek mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Yoksa isti’dâdına zıd olan mertebelere yükseltmeğe kâdir değildir. 5/120.


● Sâlik, Muhammed-ül-meşreb olmadığı takdîrde, Muhammed-ül-meşreb olan şeyhinin, sohbetinin câzibesi ve teveccühü sebebi ile, vilâyet-i Muhammediyyenin kemâlâtına ulaşır. O vilâyetin ona mahsûs olan hâlleri ile şereflenir. Lâkin, ona Muhammed-ül-meşreb demek veyâhud vilâyet-i Muhammedî sâhibi demek mümkin değildir. Zîrâ bu kemâl onda yokdur ve uzakdır. Zâtî ve tabî’î değildir. Onun vilâyeti, ayağı altında bulunduğu Nebînin vilâyetidir. 6/140.


● Sâlikin aslıl üsûlü (asıl aslı), i’tibârât-ı ilâhîdir. [Allahü teâlânın ihsânı iledir.] 4/1.


● Sâlik yolun başında iken zevkler ve değişik hâller ve çeşidli sırlar ve ma’rifetlerin beyânı kâindir. [Bunlar hâsıl olur. Bunların merkezidir.] Yolun temâmlanmasından sonra, yüksek derecelere ulaşdıkda, cehl ve acz ve dilin tutulması hâsıl olur. 4/88.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism, sâlikin idrâkini istilâ edip, sâlik kendi varlığını onun yanında örtülü olarak ve kendini yok bulur. O ismde fânî olup, vücûdu ve kemâlât-ı vücûdu ondan bilip ve ona tâbi’ oldukda, mutlak fenâya ulaşır. 5/120.


● Sâlik, esmâ [ismler] ve sıfat ve kendi mebde-i te’ayyününde seyr eyledikde, aslda ve aslın aslında seyr sâhibidir. Ve mu’âmelesi ondan yükseklere terakkî eyledikde, bu ismle tesmiye olunmaz. [Bu isme bağlı değildir.] Aslları dahî zıller [gölgeler] gibi yolda [yolculukda] geçer. Bil cümle esmâ ve i’tibârât [esmâ ve i’tibârâtın temâmı] bu makâmdan hâricdir. Ve kelâm-ı mecîd [Allahü teâlânın kelâmı] bu yüksek makâmda dâhil olduğu için, çâresiz bu hâl tilâvet ile kuvvetlenir. [Kur’ân-ı kerîm okumakla kuvvetlenir.] 4/224.


● Sâlik, kendi sıfat ve kemâlâtını Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmek, tecellî-i sıfatdandır. Kemâl-i tecellî oldur ki, bu zıllerin kendi aslına ve ademin dahî adem-i mutlaka [yokluğun dahî mutlak yokluğa] döndüğünü anlayıp, kendini sıfatdan ayrı [uzak] bula ve kendini yokluk sahrâsına atmış ola. 5/58.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan isme erişmesi ve onda fenânın ele geçmesi, insanın kemâl mertebesi değildir. Nitekim, vilâyet bu fenâya bağlıdır. Lâkin bu kavuşmada çok mertebeler vardır. Ve bu ismin o kadar zılleri vardır ki, sâlik her bir zılle vâsıl olduğu zemânda, o zıl sâlike asl unvânı [ismi] ile görünüp, sâliki o noktaya kavuşdurur. Hangi sâhib-i devletdir ki, asla vâsıl ola. [Asla vâsıl olan, devlet sâhibidir.] Bu makâm, sâliklerin muradlarına nâil olamadıkları ve ayaklarının kaydığı makâmdır. 5/60.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü şu’ûn mertebesinden ise, ayn-ı sâbiteye kavuşma ve onda fenâdan sonra, ayn ve eser zevâl bulur. Zîrâ şu’ûnun âlem ile hiç münâsebeti yokdur. Zîrâ, âlem zıll-ı sıfatdır. Zıll-ı şu’ûn değildir. [Sıfatın zıllıdir, şu’ûnun zıllı değildir.] Şimdi bir şânda fenâ, onun mutlak fenâsını müstelzim [lâzım gelen] ve ayn ve eserini izâle eder. [Ortadan kaldırır.] Eğer ayn-ı sâbite-i sâlik, makâm-ı sıfatdan ise, ona fenânın erişmesi, vücûd-i sâliki umumî olarak mahv edici olmaz. Ve eserini ortadan kaldırmaz. 5/84.


● Sâlikde kemâl husûlü [kemâlin hâsıl olması] dört derece üzeredir. Birinci derece, imkân derecelerini kat’ edip, kendi mebde-i te’ayyünü olan isme kavuşmakdır ki, fenânın hâsıl olması buna bağlıdır.


İkinci derece, o ismde seyr edip, kemâlâti ile mütehakkîk olmakdır ki [kemâlâtı ile tahakkuk etmekdir ki], bekâyı tahsil eder. Üçüncü derece, ismin sonuna ulaşıp, ism ile bekâ bulmakdır. Bu üç derece, seyr-i ilallah ve fillaha bağlıdır ki, kemâlât-ı urûcdur. [Yükselişin kemâlidir.]. Dördüncü derece, inişe bağlıdır ki, seyr-i anillahi billahdır. Ve seyr-i-fil-eşyâdır. 5/130.


● Sâlik, mahviyyet ve istihlâk zemânında [gark olma, kendini gayb etme zemânında] kendi te’ayyün-i imkânîsini vücûd-i hakkânî ile açığa çıkarıp ve ahlâkı, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanma olur. 6/8.


● Sâlikin terakkî ve urûcu asâlet ve zıllıyet alâkası olan makâmlardadır. Bu alâka temâm oldukda [kesildikde], terakkî düşünülemez. Mebde-i zâtdan sâlikin nasîbi olmaz. Mümkinde zâtdan bakîye yokdur ki, zâtdan hissedâr ola. 6/58.


● Sâlik, terakkî zemânında mebde-i te’ayyün olan ismin zıllerinden bir zıl ile, hakîkatlenir. [Mütehakkık olur.] Dahâ yukarıya başlayınca, dahâ üst zıl ile ki, evvelkinin aslıdır. Mütahakkık olur. [Hakîkatlenir.] Ve kezâ, ikinci asldan üçüncü asla ve üçüncü asldan dördüncüye, Allahü teâlânın dilediği kadar bekâ bulur. Hangi devlet sâhibidir ki, zıller mertebesinin temâmından geçip, ismin aslına kavuşur. 4/47.


● Sâlikin mu’âmelesi [fe’âliyeti], zıller mertebesinden ve asl mertebesinden dahâ yukarı ilerleyince, aslı dahî zıl gibi geçip, yüksek dereceleri ve ayırd edememe sebebi ile o işin netîcesi acze ve cehâlete ulaşıp, kelime-i tayyibeye bağlı olan fe’âliyet sonuna gelmiş olur. Ve bu kelime-i mubârekenin tekrârı, o makâmda netîce vermez. Ve o makâmda terakkî [yükselme] derece-derece, Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz ile olur. 5/119.


● Sâlik ma’rifetini temâmlayıp, urûc ve nüzûl [yükselme ve iniş] makâmlarını mufassal bir şeklde kat’etdikden sonra, sırf yokluk makâmına inerek, orada Allahü teâlânın zâtınının aynası olur. İsmlerin kemâlâtının hepsi, onda zuhûr bulur.


İlm mertebesinde her ne kadar anlatılanlar zuhûr bulmuş ise de, hâric mertebesinde, âyine ol ârifdir ki, hâricde bütün kemâlât müşâhede olunur. 4/148.


● Sâlik, emâneti ehline sipâriş eder [ısmarlar]. Ya’nî, âriyeti [emâneti] olan kemâlâtı, sâhib-i kemâlâta [kemâlât sâhibine] havâle edip, o kemâlâtın aynası olan [göründüğü olan] adem-i mukayyedi, adem-i mutlaka [hiçbir bağlılığı olmıyan yokluğu mutlak yokluğa] sipâriş ederse, onu cenâb-ı akdese [Allahü teâlâya] yol bulmağa lâyık hâle getirip, bekâ-billâh ile ve ikinci derecede olan tecellî-i zât ile müşerref ederler. Mâdem ki, yokluk lekesi ile lekelidir. O hazretin yakınlığına lâyık değildir. Bu aks yolu ile müşâhede ve emânet dahî vehmdeki bir i’tibârdır ve ilmdeki değişiklikdir ki, hakîkaten hiçbir vakt kemâl o hazretden ayrılmamış ve yokluk dahî hakîkatde, mutlak yoklukdan ayrılmamışdır. 4/232.


● Sâlikin mu’âmelesi [işi] üsûlden bâlâya [asllardan yukarıya] revâne olup [ilerleyip] ve anlama kalmayınca, terakkî [yükselme] o makâmda Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz iledir. (Ehl-ül-Kur’ân Ehlullah) hadîsinden murâd, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, bunlar, hakîkat-i fenâ ve bekâya mazhar olmuşdur [kavuşmuşdur]. Bu dereceden evvel vâki’ olan tilâvet, ebrârın amelidir. Ve o makâmda kelime-i tayyibenin tekrârı fâidelidir ve terakkî sağlar. Çünki, bu kelime-i mubârekenin bereketi ile bâtının temizlenmesi hâsıl olmuşdur ve Kur’ân-ı kerîm okumakda mahâret kazandıkda, [Kur’ân-ı kerîmi temizler tutar] bu ma’nâya işâretdir. 5/67 [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Sâlikin cezbesi, sülûkundan önce ise, sülûk onun cezbesi esnâsında hâsıl olur. Seyr-i enfüsînin esnâsında [zımnında] seyr-i âfâkî hâsıl olur. Zîrâ, cezbe seyr-i enfüsîden, sülûk seyr-i âfâkîden ibâretdir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlikin kâbiliyyeti mikdârınca, hangi Nebîye münâsib olursa, Onun vilâyetini bulur [alır]. 5/120.


● Sâlikde olan muhabbet, onun muhabbetinden bir kıvılcım ve eğer şevk ise, onun şevkından bir kıvılcımdır. Teferru’âtda olan zuhûrat, asldan alınmışdır. Hiç birşey kendi müstekıl değildir. 6/60.


● Sü’âl [dilenmek] harâm ve kötüdür. Lâkin zarûret ve acz zemânında mubâh olur. Eğer iş ölümle alâkalı ise, dilenmek halâl, belki azîmet, belki vâcib olur. Ölü eti ve hınzır eti gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] ölüme düşen için veyâ avret mahallini örtecek gücü olmıyana ve çalışma gücü olmıyana mubâhdır. Ölü eti şartları gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] bir ejderin [yılanın] ağzına elini sokup, bir şey almak ve çıkarmakdır, “hadîsi”. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bilip, en mühim iş kabûl edeler. [İşlerin büyüklerinden kabûl edeler.] 6/13.


● Seherde uyanıklığı mümkin olduğu kadar elden bırakmayınız. Ve o vaktde nemâzı, istigfârı ve hüngür-hüngür ağlamağı ganîmet biliniz. 4/14.


● Ser çeşme birdir. [Kaynak birdir.] 6/215.


● Se’âdet-i ebedîye [ebedî se’âdet] ve sonsuz kurtuluş, Enbiyâya uymağa bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Sefer der vatan, seyr-i enfüsîdir ki, ona cezbe de derler. Bu büyüklerin başlangıcda mu’âmeleleri, bu seyrdedir. [Bu yolculukdan başlarlar]. 4/165.


● Sekrin çokluğu ve muhabbetin aşırılığı, sâlikin basîreti gözünden temyîzi ref’ edip [hakîkati ayırıp] mümkini vâcibi teâlâ gibi gösterir. Fekat bu iş sâlikin şühûdundadır. Ve hakîkatde böyle değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sekrden sahva [serhoşlukdan ayıklığa] ve cem’den fark-ı ba’del-cem’a [bir görmekden, ayrı görmeğe] ve küfrden îmâna geleler ki, kemâl budur. 4/39.


● Sekr, fenâ hâli ve şu’ûrsuzluk hâlidir. Hub ve sencidedir. [Güzel ve ölçülüdür]. Lâkin o hâlde kalmak, beğenilmiş değildir. 4/26.


● Sekr ve sâlikin kendinden geçmesi, her ne kadar muhabbet yolu ise de, nemâzı bozulur. 5/120.


● Sekr sâhibi ma’zûrdur. Fekat, sekr bilgilerini [hâllerini] taklîd etmek iyi değildir. 4/39.


● Sekr ehli, olgunluğu [kemâli] şühûd ve müşâhedeye bağlı bilip, tecellîler ile kanâ’at etmiş ve lezzet bulmuş, tevhîd ve ittihâda kapılmışlardır. Bu cemâ’at her ne kadar imkân perdesinden ve zulmânî perdelerden uzaklaşmışlarsa da, lâkin nûrânî perdelerde ve vücûbî perdelerde kalmışlardır. Ve ondan kurtulamamışlardır. Ve onun görünmesini Hak teâlânın görünmesi ve tecellîsi bilmişlerdir. Ve tecellî-i zât berkî’dir. [Bir an tecellîdir]. Ya’nî berk-ı hâtıf gibidir. [Şimşek gibi göz kamaşdırır.] Ve tekrâr mestûr olur [örtülür] derler. Hâlbuki, bundan ötedeki mertebelere ulaşan büyükler, tevhîd [birlik] ve ittihâdı, pesmânde-i râh kılıp [birleşmeyi geride bırakmış olup], tecellîlerden ve zuhûrlardan çok yükseklere ulaşmışlar, şühûd ve müşâhedeye iltifât etmeyip, perdelerden temâmen kurtulmuşlar ve yakînen bilmişlerdir ki, bu şühûd, Hak sübhânehunun şühûdu değil ve bu tecellî, Hak teâlânın zâtının tecellîsi değildir. Belki sıfatlarından bir sıfatın ve kemâlâtından bir kemâlin zuhûrudur ki, bunlar zât-i teâlâya hicâbdır [perdedir] ve Allahü teâlânın zâtını taleb eden, sıfat ve kemâlâtın şühûdi ile kanâ’at etmez ve kâfî bulmaz, râhatlamaz. 6/122.


● Selâmet-i kalb ki [kalbin selâmeti ki] bu yolun ilk şartıdır. O vaktde mâsivânın sevgisi ve unutulması [kalbden atılması] gerçekleşir. 4/105.


● Selâmı, insanlara güleryüz ile vermek, sadakadan addedilmişdir, hadîsi. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Silsile-i îcâd [yaratılış zenciri] Resûlullaha bağlı ve Rubûbiyyetin açığa çıkması, Ona bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Silsiletüz-zeheb kitâbında Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, vahdet-i vücûdu zem ediyor. Kendisi ise, vahdet-i vücûd muhakkıklerindendir [ehlindendir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına] nasîhatlar ve ni’metin şükrünü edâ etmek hakkında mektûb. 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Sultân rûh gibidir. Diğer insanlar, cesed gibidir. Sultânın ıslâhına çalışmak lâzımdır ki, zemânın durumuna göre, islâmiyyeti yaymalı, anlatmalıdır. Mübâlega ve zorlama da hoşdur. Ammâ, ziyâde mübâlega olunmıya [haddi aşmaya]. 4/74.


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına], fenâ-yı kalb ve fenâ-yı nefsî ve ba’zı fâideler ve ma’rifetler beyân eden mektûblar. 6/237.


● Sultân-ı vaktin [vaktin sultânının] dindâr oldukları beyân olunmuş, bu hâle şükr edilmişdir. Sultânlar arasında bu nev’ini bulmak anka kuşu hükmündedir. Ümmiddir ki, ya-kında [kısa zemânda] kalbin fenâsı ile şerefleneler ki, vilâyet derecelerinin ilkidir. Bu ma’nâyı onların hakkında karîb-ül husûl (onların bu dereceye ulaşacağını yakın) buluyorum. 6/242.


● Sülûk, cânib-i tâlibdendir. [Sülûku tâlib yapar]. Ya’nî yola gitmekdir. Lâkin, cezbe, cânib-i matlûbdandır. [Çekilmek, Allahü teâlâdandır]. Ya’nî yola götürmek olur. Gitmek ile götürülmek arasında büyük fark vardır. 6/121, 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk lâzımdır ki, Allahü teâlâyı tanımak müyesser hâsıl ola. [Ele geçe.] Ve nefsin hevâsından kurtulmak hâsıl ola. Her kime bu ma’rifet hâsıl ise, “Ona müjdeler olsun, onun için ne mutlu” kendi yaratılışından maksad ne ise onu yerine getirmiş, insânî kemâlâta ulaşmışdır. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk ve muhabbet-i zâtiyyeye kavuşmak, Habîb-i Rabbil âlemîne tâbi’ olmadan, hâsıl olmaz. 4/22. [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Sülûk ve diğer bir ta’bîrle seyr-i ilallah, son noktaya ulaşıp, mâsivâdan kurtulunca, fenâ hâsıl olup, seyr-i fillaha başlamak olur ki, buna cezbe derler. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Sülûk, ismlerin ve sıfatların tafsîlinde terakkî [yükselmek] ise, merâtib-i vüsûl nihâyet pezîr değildir. [Vüsûl mertebelerinin nihâyeti yokdur.] Eğer kat’-ı merâtib-i esmâ ve sıfat icmâlen vâki’ ise, menâzil-i vüsûl inkitâ’ pezirdir. [Eğer ismler ve sıfatlar mertebelerini geçmek, kısaca vâki’ ise, vüsûl menzillerinin nihâyeti vardır.]. 6/217.


● Sülûk ve riyâzetden, tâ’at ve ibâdetden maksad, sâlik, kendinin, aslının adem olduğunu bilmekdir. 5/91.


● Bir sünneti ihyâ, yüz şehîd sevâbıdır, hadîs-i şerîfi. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● Sünnete uymak elbette kurtulmağa sebebdir. Ve netîceye ulaşdırır. Ve dereceleri yükseltir. Sünnetin dışında kalanlar ise tehlükedir. 6/51.


● Sûre-i ihlâsın tefsîri. 4/76.


● Seyr ve sülûkdan maksâd, ma’rifetullahdır. Ma’rifeti elde etmek zarûrîdir ki, vilâyet-i hâssasız ele geçmez. 6/2.


● Seyr ve sülûkdan maksad, perdeleri kaldırmakdır. Yoksa (kayd altına alınamıyan) ankayı ele geçirmek değildir. 6/122.


● Seyr ve sülûkdan maksad, sûretleri ve gaybî nûrları temâşâ [müşâhede] etmek değil, nefsin başı-boşluğunu gidermek ve kulluğu tahsîldir [ele geçirmekdir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, fenâ ve kendini yok bilmekdir. Ve hakîkî matlûbdan başkasına tutulmakdan kurtulmakdır. 4/104.


● Seyr ve sülûkun hülâsası [özü], matlûbun huzûru müyesser olup, ârifin nefsinin aradan çıkmasıdır. 4/216.


● Seyr-i âfâkî, matlûbu kendi dışında aramakdır. 4/165.


● Seyr-i ilallah derecesini geçmek, ellibin senelik yoldur. 4/122.


● Seyr-i ilallah, beş latîfenin asllarına yükselmekle imkân dâiresinin seyridir ki, sülûkden ibâretdir. 5/60.


● Seyr-i ilallah, Allahü teâlânın ismlerinden sâlikin mebde’i te’ayyünü olan isme kadardır ki, ismin zıllıdir. Bunda imkân dâiresini geçmek vardır ki, vücûb mertebelerinden olan isme ulaşır. 6/207.


● Seyr-i fillah-ı sâlik, mebde’i te’ayyünü olan ve zıl dâiresinde bulunan ismden i’tibâren olan seyrdir ki, Allahü teâlânın ism ve sıfatları dâiresinde seyr ma’nâsınadır. 6/207.


● Seyr-i enfüsî, kendine gelip, kendi kalbinin etrâfını devr etmekdir. 4/165.


● Seyr-i âfâkî, uzakda uzaklaşmadır. Seyr-i enfüsî yakında yaklaşmadır. Lâkin bu kurb da zıllîdir. 4/88.


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîde meydâna gelen her tecellîyi, eğer tecellî-i zâti bilirlerse de, cümlesi fi’llerin ve sıfatların zılleri ile alâkalıdır. Fi’llerin ve sıfatların kendileri ile alâkalı değildir. 5/58.


● Muhammed Seyfeddîn “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Muhammed Ma’sûmun “kuddise sirrûh” mahdûm zâdeleridir [oğludur]. 4/235.


● Sermâye-i vakti [vakt sermâyesini], fânî lezzetlerden istifâde için telef etmiyelim. Ve harâb edilmesi ile me’mur olduğumuz şeyin ta’mîrinde olmıyalım. Allahü teâlâya yakınlık lezzeti ve kavuşma lezzeti, na’îm-i Cennetin lezzetinden ziyâde [çok] olduğu gibi, uzaklık ve mahrûmluk azâbı da Cehennem azâbından dahâ kötüdür. Ah, yazık, Allahü teâlâdan yüz çevirene. Ve hasretler [üzülmeler] olsun ki, Allahü teâlânın indinde haddi aşana.


Tekrâr dünyâya gelmek yokdur. Ve bu acımasız kahbeye zâhiren tutulup ve nefîs cevherleri bırakarak saksı parçası kadar az bir şeye tenezzül ederler. Cemâl-i mutlak tâbân [parlak] ve seyr ve sülûk yolu da açık ve seçikdir. [Gizli değildir.] Bizim gibi yaratılışı aşağı olanlar, o cemâlden perdelenmiş ve uzak ve o yüce makâmdan kovulmuşlardır. Kemâl-i hicâlet ve infi’âldir ki, hazret-i kerîm-i zünnevâl, ol izzü celâl ile, bu zerre misâle bir nazar-ı bî misâl eylemekle sır-u alâniyyesinden agâh eyleyip, o ise nihâyetsiz cehâletinden dolayı, kalbi ile başkasına bakar. Ve başkasına naz ederek gider. 4/175.


● “Sultân-ı sâhib-i cevr [zâlim sultân] yanında, adâletden bahs etmek ve tavsiye etmek, cihâdın efdalidir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Z

 – Z –

● Zekât vermiyenler arasâtda, nar gibi kızgın levhalar ile dağlanacak, hadîs-i şerîfi. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Zekâtı, emvâl-i nâmiyeden [ticâret malından] ve en’âm-i sâimeden [kırda, çayırda otlıyan kasab hayvanlarından] ve toprak mahsüllerinden minnet ve rağbet ile edâ edeler. [Zekâtı acele ve çabuk vereler]. Mal sadaka ile noksan olmaz. Hadîsde vârid olmuşdur ki: “Zeheb (altın) ve fıdda (gümüş) her şekilde ticâret malıdırlar. Bunların sâhibi, zekât hakkını yerine getirmezse, kıyâmet gününde, nardan safha ve levhalar yapılıp, ateşe atılıp, temâm nar gibi oldukda, sâhibinin alnını ve sırtını onunla dağlarlar. Soğudukda, tekrâr iâde olunur. Mikdârı ellibin sene olan günde, tâ ki kulların arasında hesâblaşma temâm olup, ehl-i Cennet Cennete ve ehl-i Cehennem Cehenneme vâsıl oluncaya dek, bu şekilde azâb olunur” diye buyurmuşlardır. Kemâli kereminden, havalân-ı havlden sonra [Nisâb mikdârı mal oldukdan ve üzerinden bir sene geçdikden sonra] ve muhtâc oldukları mahalle sarf olundukdan sonra, geri kalan malın, kırk hissede bir hissesi Allahü teâlâya sadaka eylemek üzere farz eylemişdir. Ne insâfsızlıkdır ki, onun edâsında ihmâl (tenbellik) göstere ve hîle ile zekât vermiye. Cân ve mâl, bil-cümle Hak teâlânındır. Eğer malın temâmını fukarâya vermeyi emr buyurup ve cânı dahî taleb eylese [cânı vermeyi dahî emr buyursa], Allahü teâlânın vâlühleri [onun aşkı ile yananlar] ve hayranları, hiç bırakmadan ve kaşlarını çatmadan ve şevk ve arzû ile [cân ve mâlın] temâmını îsâr ederler [cömertce verirler] ve se’âdetlerini onda bilirler. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Zelle ve me’âsînin [Günâhların ve hatâların] ilâcı, tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü iledir. 6/222.


● Bu zemân, nübüvvet zemânından uzak ve sünnetlerin nûrlarının azaldığı zemândır. Ve bid’at zulmetinin artdığı zemândır. 4/74.


● Zemân-ı belâ ve evkât-ı ibtilâda [belâ ve zorluk zemânında], nef-yü isbât sühûlet ile [kolaylıkla] müyesser olur. 4/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Zemâne ehlinin kalbinde, müdâhene o kadar mütemekkin olmuşdur ki [yerleşmişdir ki], Allahü teâlânın emr ve nehyine riâyet ziyâde düşvardır [güçdür, zordur]. 4/212.


● Zemânın ve zemâne ehlinin değişmesinden kalb daralmasından ve onun devâm etmesinden ve kalkmasından infiâle düşmiyeler [üzülmiyeler]. Belki ibret alıp, korkmalı ve titremelidir. Cümleyi Hak sübhânehudan bileler. Ve her nesneyi ona havâle edeler. 6/43.


● Zemin her ne kadar zulmet ve karanlık içinde oldu. Lâkin çeşme-i hayât zulümâtdadır. [Âb-ı hayât karanlıkda bulunur.]. 6/65.


● Zındıklar ve mülhidler mezhebine göre, günâha ısrâr eden ve devâm eden ârif azâb olunmaz. 5/53.


● Zındıkın maksadı, islâmiyyeti yıkmakdır. Her neş’enin [dünyâ ve âhiret hayâtının] hükmleri başkadır. Birini diğerine kimse karışdıramaz. Meğer câhil veyâ zındık ola. Bu neş’e [dünyâ] sûret ve hakîkatden mürekkebdir. Bu neş’ede hiç hakîkat sûretden ayrı değildir. Âhıret neş’esi [hayâtı] ki, hakîkatin zuhûrudur. Sûretlerin hakîkatlerden ayrılması o vaktde hâsıl olur. Bir hükm ki, islâmiyyetde, yolun başında olana lâzım gelir, sonunda olana dahî lâzım gelir. Bütün mü’minler ve ârifler, avâm ve havâs, bu ma’nâda, aynı derecede müsâvîdir. Zındık, yapdığı işleri Allahü teâlâdan bilip, kendi nefsini bundan uzak tutup ve böylece dinden ve îmândan çıkar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zî-hicr-i dositân hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,


Firâk-ı hem-nişînân suht mağz-ı istehân-ı men.


[Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde rûhum kan ağlıyor.


Birlikde oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor.] 4/157.


● Zühd, tevbe ve tevekkül, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at ile olmadıkca, makbûl değildir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna kavuşanlar, vera’ ve zühd sâhibleridir.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Zeytine, yetmiş Peygamber, bereket ile düâ etmişdir. 4/113.


● Zeytinin en çok fâidelisi [fâidesi çok olanı], Şâmda yetişir. Mübârek bir ağaçdır. 4/113.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-R

 – R –

● Râbıta ile mürşidin teveccühü cem olursa [birleşirse] nûrûn alâ nûrdur. 4/33. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Râbıta, mürşidin sûretini gönülde tasavvur eylemekdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Râbıta, mürîdin, pîrinin sûreti her zemân göz önünde olmasıdır. 4/165


● Râbıta zikrden dahâ fâidelidir. 4/198


● Râbıtadan dahâ yakın kavuşma yolu yokdur. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Râbıtanın kuvvetindendir ki, huzûrda ve gaybetde [hâzır ve uzakda] olan vârıdâtın [gelen feyzlerin] farkı anlaşılmaz ve ikisi bir tasavvur olunur. Hâzır olmak ve uzak olmak arasındaki fark sâbitdir. Lâkin bu fark râbıtanın kuvveti nisbetinde azdır. 4/197 [İslâm Ahlâkı: 562.]


● Râbıta bağlılığı çoğalınca, sâlik [tesavvuf yolcusu] kendini pîrin aynı ve onun sıfatı ve libâsı ile kendini mevsûf [onunla vasflanmış] bulur. Ve her nereye bakarsa, pîrin sûretini görür. 4/165


● Râbıtayı ve bâtın ile ilgili meşgaleyi, sabâh nemâzından sonra ve uyku vaktinde yapmak hoşdur. 6/166


● Râfizîlerin zuhûr edeceği ve müşrik oldukları ve katli lâzım olduğu hakkında hadîs-i şerîf. 4/64


● Râh-ı vüsûl [kavuşmak yolu] ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Râh-ı feyz [feyz yolu], muhabbet ve şevk nisbetinde açıkdır. Ve bâtından bâtına yol açılmışdır. 6/37


● Râh-ı inâbetde [inâbe yolunda], mâdem ki, kavuşmak kendi gitmesi iledir, riyâzet ve meşakkat çokdur. İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşdurulmak yolu ile hâsıl olduğu için, riyâzet ve meşakkat o kadar lâzım değildir. Onun riyâzeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak ve sünnete riâyet etmek ve râzı olunmıyan bid’atlerden sakınmakdır. 6/220


● Rü’yâlar kâbiliyyeti haber verir. Ve işe yakın olan kuvveti [isti’dâd kuvvetini] haber verir. Şu’ûrlu yapılan iş değildir. Bir gönül gerekdir ki, kâbiliyyeti zuhûra gelip, muâmeleleri kuvveden fi’le ulaşa. 5/135


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ilm-i huzûrî ile alâkalıdır ki, o makâmda hâlis, âşikâr olma vardır. İhâta yokdur. Bir keyfiyyet ma’lûm olmaz. Nasıl ma’lûm olur ki, o hazretde keyfiyyet yokdur. 4/210


● Rü’yet-i basarîyi [göz ile görmeği] inkâr eden mu’tezile, delîl olarak, rü’yet-i basarî, mukâbeleyi iktizâ eder. [Karşılıklı olmak lâzım gelir.]


Bu ise, Hak teâlâya cihet ve nihâyet isbâtını mûcib olduğundan, mümkin değildir, derler. Hâlbuki, bu delîlleri Hak teâlânın mahlûkâtını görmesini de inkârı mûcibdir. Mukâbele şart olmaz. Zîrâ Hak teâlâ mekândan münezzehdir. 6/62


● Rü’yet, âhirete mahsûs ve mevcûddur. Ve bilinmiyene âid olan rü’yetin nasıl olduğu da bilinemez. 4/189


● Ricâlün Lâ tülhîhim ticâretün ve lâ bey’un an zikrillah, [Öyle kimseler vardır ki, ticâretleri ve alış-verişleri onları, Allahü teâlânın zikrinden alıkoymaz.] Hiçbir nesne onların maksûdu hâtırlamasına mâni’ olmaz. 5/44


● Rücû’ eden (inen) kâmil insan; eğer vilâyet kemâlâtından sonra inerse, zâhiri halka, bâtını hakka müteveccihdir. Eğer, nübüvvet kemâlâtı sona ulaşıp, rücû’ ederse (inerse), zâhiri ve bâtını halka müteveccihdir. 6/217


● Rahmeti gadabını geçmişdir. Hâlbuki kâfirler çokdur. Bunun cevâbı; rahmet ehlinden murâd, insan ve cinden tâ’at ehli ve meleklerin temâmı olup, gadab ehlinden murâd, insan ve cinnin kâfirleridir. 4/11


● Rahmet; gadab üzerine fazla olmasa idi, bizim gibi günâhkârlara, dünyâ ve âhiretde kurtulma ümmîdi olmazdı. Rahmetin çok fazla olduğundandır ki, bu mikdar günâh ile yeryüzünde seyr ederiz. Helâk olmayıp, envâı ni’metler ve ihsânlar ile berâber, kıyâmet gününde kurtulacağımızı ümmîd ederiz. Rahmet-i ilâhî dünyâda mü’mine ve kâfire şâmildir. Kıyâmet gününde rahmet, mü’minlere mahsûs olup, kâfirler mahrûm kalacaklardır. 4/11


● Rahmet herşeyde vardır. İllâ aşkda yokdur. 4/151


● Razzâk-ı zül metîn’e ümûr-ı me’âşı sipâriş edeler. [Metin olan Allahü teâlâya, yaşamak için lüzûmlu olan bütün işlerini ısmarlıyalar.] Ve cem’iyyeti [mahlûkatın düşüncesinden kurtulmağı] onun tedbîrini terk eylemekde bileler. Zîrâ tedbir, muâmeleleri ve sebebleri toplamak, devr eder, uzayıp gider. Ondan tam bir cem’ıyyet [düşüncenin toparlanması, dağılmaması] meydâna gelmesi mümkin değildir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]


● Rahîkun mahtûm âyet-i kerîmesi tefsîri. Muhabbet şerâbı, ebrâr ve mukarreblerin kalblerinde bulunur. 6/105


● Rızk mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yokdur. Rızkın tenk [az] veyâ ziyâde [çok] olması Hak teâlânın fi’l-i hâssıdır. Hiç kimsenin onda medhâli [müdâhelesi] yokdur. 6/208


● “Rızk kılleti ve iyâl kesreti ile berâber, musalli olan [Rızkı az ve âilesi çok olup, nemâzlarını iyi kılan] ve ehl-i islâmı gıybet etmiyen benimle berâber haşr olur.” Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem,” bi’setden önce, zikr-i kalbîye iştigâl üzere idi. [Kalb ile zikr üzere idi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hutût-ı mütenevvi’a ile müzeyyen [zînetli], mülevven [renkli] kumaşdan elbiseyi severdi. [Bürd-i yemânî denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bin dirhem kıymetli ridâ giyerdi. Nemâzda dört bin dirhem kıymetli ridâ bulunduğu evkât olurdu. [Cübbe giydiği olurdu.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ta’âmı lüzûmu kadar yirdi. Doyuncaya kadar yimezdi. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ahmed ismi Muhammed isminden efdaldir. 5/1


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kâ’be-i muazzamadan efdaldir. 4/183


● Hak teâlânın ibtidâ halk etdiği nesne [ilk önce yaratdığı şey] nûr-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” idi. 4/113


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ma’rifete [bilmeğe] tâlibdir. Hâlbuki makâm-ı mahbûbiyyetdedir [Mahbûbiyyet makâmındadır]. 4/11


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medhi ve senâsı. 4/10 [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kesret-i hüznle mevsûf olduğunun sebebi [hüznünün çokluğunun sebebi]. 5/120


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, devâm-ı fikr ve tevâsul-i hüzn ile mevsûf iken, sâirlere ne hâsıl olur. 5/10


● Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vilâdetleri [doğumları] ve vefâtları dahî pazartesi günü vâki’ oldu. Günün âhırinde [ertesi günü] intikal buyurup, salı günü hıfz olunup, çarşamba gecesi nısf-ül-leyle karîb [gece yarısına yakın], ve bir rivâyetde o gece defn olundu. Sinn-i şerîfleri [ömr-i şerîfler, şemsî] altmışıncı yaşında iken veyâ [kamerî] altmışüçüncü senesi ve bir kavlde dahî [yuvarlak hesâb ile] altmışbeş sâlinde [yaş içinde] rıhlet [göç] vâkı’ oldu. Bu akvâl-i sâl-i vilâdet ile sâl-i vefâtı dâhil-i hisâb edip etmemekle [bu sözler, doğum senesi ile vefât senesini sayıp-saymamak ile] veyâ yalnız aşerâtı ta’dât ile rivâyet edildiğine göre, tehâlüf [birbirine uymama] göstermekdedir. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mukaddes kabrleri, mubârek cesedlerinden boş kalmaz. Muhtelif mahallerde vâkı’ olan mülâkat [konuşma] her ne kadar cesed sûreti ile görünse de, rûhânîdir. Ve rûh mütecessid olur [cesed şeklinde, bedeni ile görünür]. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, vefâtdan sonra konuşma rûhânîdir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” uykusu i’tidâl üzere idi. Mubârek kalbleri uyumaz; belki, çeşm-i se’âdetleri [mubârek gözleri] uyur idi. Ve ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmi birinci günü fasd etdirirlerdi [hacamat olurlardı]. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i hubbîdir. 4/21 [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at [tâbi’ olmak, uymak] yedi derece olup, birincisi, kalbin tasdîkinden sonra ve nefsin itmi’nânından evvel olan ityân-ı ahkâm-ı islâmiyye ki [ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmakdır ki], avâm ve zâhir âlimler bu derecededir. İkinci derece, ahlâkı düzeltmek ve kalb hastalıklarını düzeltmek olup, sülûk erbâbına mahsûsdur. Üçüncü derece, islâmın hakîkati ve nefsin itminânı olup, erbâb-ı vilâyete mahsûsdur. Dördüncü derece, nefsin itmi’nânından sonra olan islâmiyyetin hakîkatının açığa çıkmasıdır ki, ulemâ-i râsihîne mahsûsdur. [Bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır]. Beşinci derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kemâlâtının husûlidir ki [Ona mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır ki], ilm ve amelin dahli yokdur. Lütf ve ihsândır. Büyük Peygamberlere ve bu ümmetin pek az büyüklerine mahsûsdur. Altıncı derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet makâmına ittibâ’dır ki [tâbi’ olmakdır ki], mücerred muhabbet ile olup, fadl ve ihsânın fevkı’dir [üstüdür]. Birinci dereceden başka bu beş derece, bil cümle makâmât-i urûca te’alluk eder. Yedinci derece, mutâbe’at-i nüzûl ve hubûta te’alluk eder ki, cemî’i derecât-ı sâbıkayı câmi’dir. Tâbi’ ile metbû’ farksız olmuşdur. 2/54, 4/140 [Se’âdet-i Ebediyye: 1. kısm 30. madde.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at olmadıkça, [tâbi’ olunmadıkça] kurtuluşa ermek mümkin değildir. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirmek, kıyâmet gününün korku ve şiddetinden kurtulmağa sebebdir. 5/53


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbeti herşeyden ve kendi nefsinden ziyâde olmayınca, îmân temâm olmaz. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ameli olup [yapdığı işler olup], hasâisinden olmıyan a’mâlin ityânında [sâdece ona mahsûs olmıyan işlerin yapılmasında] izne ihtiyâc yokdur. Hâcetlerin hâsıl olması ve müşkilâtdan kurtulmak için ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukye, izne bağlıdır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” âdet ve ibâdetde az ve çok benzemeyi büyük se’âdet ve bereket ve yüksek derecelere kavuşmak bileler. Mahbûba teşebbüh edenler mahbûb [Sevgiliye benziyenler sevgili] ve iktidâ edenler dahî mergûbdurlar [uyanlar dahî beğenilmişdirler] 5/71


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak istiyen, ahkâm-ı islâmiyyeye sağlam yapışıp, sünnete ittibâ’ [uymak] ve bid’atden sakınmak üzerine olmalıdır. Kitâb ve sünnetin ışığı ile aydınlanıp, bid’at zulmetine ve şeytânların yoluna düşmekden uzak olmalıdır. 6/74


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dünyânın [harâm ve mekrûh şeylerin] tahrîbi için gönderildi. Ta’mîri için gönderilmedi. “Hadîs-i şerîf” 5/66


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmın milletine tâbi’ olunmasının emr olunması, bir makâmın husûli [geçilmesi, çıkılması] içindir ki, ona kavuşmak, makâm-ı İbrâhîmden geçmedikçe müyesser değildir. Ve makâm-ı İbrâhîme vusûl [ulaşma] dahî onun milletine mutâbe’ate bağlı olduğudur. Merkeze varmak, muhîtden [çevreden] geçmedikçe mümkin değildir. 6/24


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bi’setden mukaddem [Risâleti bildirilmeden evvel] zikr-i kalbî ile meşgûl olduğu mervidir. 5/59 [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bana ve gayriye [başkalarına] dünyâ ve âhiretde vukû’ bulması muhakkak olan ümûrun [işlerin] tafsîlini bilmem buyurmuşdur. 5/116.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse şübheyi ve riyâkârlığı haklı dahî olsa terk eylese, Cennetin bir yerinde bir köşke kefîlim. Ve mizâh yoluyla dahî olsa, yalanı terk eden kimse için Cennetin ortasında ve güzel ahlâk sâhibine dahî Cennetin a’lâsında bir beyte [köşke] kefîlim.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âz ibni Cebele buyurdu ki, “Yâ Mu’âz! Sana vasiyyet ederim ki, takvâ üzere ol! Hep doğru söyle. Ahdına sâdık ol. Emânete hıyânet etme. Yetîmlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her müslimâna selâm ver. İmâmın lâzım olduğunu bil. Kur’ân-ı kerîmin yolu olan fıkh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde âhıreti düşün. Hesâb gününe hâzırlan. Dünyâya gönül bağlama. Hep güzel, fâideli işler yap. Hiçbir müslimânı kötüleme. Yalancı şâhidlik yapma. Doğru sözü kabûl eyle. İmâm-ı âdile isyân etme. Yeryüzünde fesâd çıkarma. Her zemân, Allahı zikr et. Gizli günâhlara gizli tevbe et. Âşikâr günâhlara âşikâr tevbe et!” 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, rü’yâda görmek, Medîne-i münevverede medfûn olduğu sûretle meşrût değildir. [O şeklde görmek şart değildir.] Her ne sûretle müşâhede olunursa, ümmiddir ki, şeytân onun sûretine giremez. Lâkin, rü’yâlar isti’dâdı haber verir, hâsıl olacağını göstermez. 6/219.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Cimri olarak yaşamak ve hevâya tâbi’ olmakla dünyâyı dîne ihtiyâr etmek, insanlar arasında yayıldığı zemanda, onlardan uzlet ve onların işlerini terk ile sabr eden kimseye ve o zemânda âmil olan kimseye, diğer zemânda o işi işleyen elli kimsenin ecri [sevâbı] vardır.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Rızâ-yı ilâhî, rızâ-yı abdden akdemdir. [Allahü teâlânın rızâsı kulun rızâsından öncedir.] Öncelik o tarafdadır. 6/238.


● Rızâ makâmı, sülûk makâmının sonudur ki, onun meydâna gelmesi, kesb ve riyâzete bağlıdır. Mutlaka makâmât-i urûcun sonu demek değildir. 6/59.


● Rızâ makâmı, makâmların sonu olmadığı, bilâhere belli oldu. 4/196.


● Rükû’ ve sücûd [secde] tesbîhlerinin nihâyeti yedidir. Ba’zı rivâyetde dokuz ve onbir dahî vârid olmuşdur. 5/109.


● Renklerin ahseni [güzeli] yeşildir. Nur-i ahfâ yeşildir. 6/5.


● Rûha otuz yılda vüsûl eden sâlik [kavuşan, erişen sâlik], Hudâya vâsıl oldum [kavuşdum] demişdir. [Öyle zan etmişdir.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Rûhun üsûlü sıfât-ı zâidedir. 4/213.


● Rûh ile cesed bir araya geldiği zemânda, lezzet alır ve elem duyar. 6/217.


● Rûhun, bedenin sağ cânibine te’alluku vardır. 5/126.


● Rûh, ne dâhil-i bedendir; ne hâricdir. [Ne bedenin dâhilinde, ne hâricindedir]. Bedene te’alluku tedbir ve tesarruf cihetiyledir. 5/43.


● Rûh bedenden müfârakatından [ayrılmasından] sonra, fenâ bulmaz. Sâir [diğer] âlem-i emr latîfeleri de böyledir. Ve filânın rûhâniyyeti zâhir oldu ve şöyle ifâde ve istifâde edildi derler. Ondan murâd, rûh latîfesidir. 6/140.


● Rûh, âlem-i ervâhdandır. Ve âlem-i bîçûnîden [ötelerin ötesinden] hissedârdır. Fânî bedene âşık olup, bedene bağlanıp ve onun ahkâmı [işleri] ile insibâğ [boyanma, temizlenme] ya’nî onun işlerinin şekline girip ve araşdırıp, beden aracılığı ile işitip ve görüp ve konuşup ve bedenin lezzeti ile dahî lezzetlenip ve elemi ile dahî elemlenip ve onun hareket ve sükûnu ile hareketli ve sâkin olmuşdur. 5/135.


● Rûhun renginde olan renge, sürh [kırmızı] humret [kırmızılık] üzere karar vermişlerdir. 5/43.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Z

 – Z –

● Zât-i baht [Zât-i teâlâ] celle ve alâ mertebesinde nisbet-i vücûd yokdur. Ve nisbet-i imtinâ’i adem dahî yokdur. Nisbet-i vücûb-ı vücûd peydâ oldukda, onun mukâbili olan nisbet-i imtinâ-i adem dahî zâhir olur ve nisbet-i vücûb-ı vücûda müteferri’ olan istihkak-ı ibâdet dahî zuhûra gelir. 4/68


● Zât-i teâlâ hiçbir vakt sıfat ve şuûnâtdan münfek olmaz. [Allahü teâlâyı arayan sıfat ve şuûnâtla karşılaşır. Bunlar ondan ayrılmaz.] 4/47


● Zât-i baht-ı ilâhî bî-mülâhaza-i esmâ ve sıfat, teveccüh ve murâkabe ve tasavvur ve te’akkulden [akl erdirmekden] berterdir [pek yüksekdir]. Vâsıl-ı zât-ı baht olup, vasl-ı üryâni ile mümtaz olan ârifin muhabbet-i zâtiyye hükmünce zât-i baht ile maiyyeti vardır ki, ol makamda sıfatdan melhuz yokdur. Fekat bu infikâk, muhabbetde ve ibtilâdadır. 5/119


● Zât-i teâlâ var olmasında hiçbirşeye muhtac değildir. Ve Zât-i teâlânın hakîkati ve mâhiyyeti vücûd değildir. Vücûdu, varlığı başkasına muhtac olmadığı gibi, Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek ma’nâsızdır. Kendi varlığı ile hâricde mevcûd olan bir zâta, başkalarına olan sıfat, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır. Hak teâlâ, nisbetlerin ve i’tibârların ötesindedir. Hak teâlânın zâtına adem mukâbildir demek ma’nâsızdır. Zîrâ yokluğun karşılığında bulunan vücûd başkadır ki, olmak ve meydâna gelmek ma’nâsınadır. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Zât-i baht-i teâlâ mertebesinde ârifin nasîbi, matlûbdan gayri değildir. Pes isbât-i muhabbet dahî yokdur ki, mertebe-i sıfatdadır.


Bu sözün tafsili, Mebde’ ve Mu’ad risâlesinde, kendi sözü ile Râbi’a-i Basriyenin kelâmı meyânı fark ve beyân eylediği ma’rifetde tasrîh buyrulmuşdur. Taleb oluna. 5/153


● Zât-i teâlâdan gayri ism ve sıfata tâlib olmayınız ve zirveden hadîda tenezzül eylemeyiniz. 5/31


● Zât-i akdes mertebesinden herkes fıkd ve cehl ile mevsûflardır. Ve erbâb-ı ilm ve cehl ol zirve-i ulyâdan ye’s hâlindedir. İlm, şühûd ve sözü bil-cümle merâtib-i zılâldedir. Efsâf ve ef’âl mertebelerinde ve mertebe-i zât-ı mukaddesde hayret ve cehlden gayri şey yokdur. 5/73


● Bir zerre, Hak teâlânın izni olmadan hareket edemez, dedikleri Halk eylemek [yaratmak] i’tibâriyledir. Cezâ ve azâb, kesb i’tibâriyledir. [Kul kesbi sebebi ile azâb veyâ cezâ görür.] 5/83 [Fâideli Bilgiler: 231, Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Zikr-i cehri [sesli zikr] memnu’dur [yasakdır]. 5/54


● Zikr-i cehri [sesli zikr] bid’atdir. 5/131.


● Zikr-i kalbîyi yapamıyana, zikr-i lisânî dahî telkin oluna. Ümmîddir ki, iki zikrden netîce meydâna gelir. 6/186


● Zikr-i kalbî te’sîr etmiyen kimseye, vukûf-ı kalbî ile emr etmeli ve teveccüh gerekdir ki, zikr te’sîr eyleye. 4/165


● Zikr, islâmiyyetin emrlerindendir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Zikr aslında, sünnet ve güzeldir. Doğruca Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıl olur. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Zikr, kaytsız şartsız ve kalbde hiçbirşey bulundurmadan ola. 4/200


● Zikrde abdest şart değildir. 6/9


● Zikr eden kimse hiç olmazsa dilinden çıkan nedir, onu bile. 5/104


● Zikr ve fikre devâm edeler. Ve kalb vazîfesini azîz bileler. Ve Allahü teâlâya, kendini hiç bilerek devâmlı ihlâsı en lezzetli ni’met bileler.


Ve o yüce dergâha tutulmağı en kıymetli iş bileler. [En önemli işlerden bileler]. 4/48


● Zikr ile vaktleri o kadar ma’mur edeler ki, farzlardan ve sünnet-i müekkedelerden gayri hiçbirşey ile meşgûl olmıya ve tilâvet ve ibâdet-i nâfileyi dahî başlangıçda terk eylese dürüstdür. 6/190


● Zikr ve fikr ile vaktleri ma’mûr edeler ki, se’âdet-i ebedî istifâde oluna. Onsuz muhaldir. 6/83


● Zikr-i kalbîye öyle devâm etmeli ki, sem’i işitme sıfatı olduğu gibi, kalbin sıfat-ı lâzımesi ola ve bu ma’nâ tarîkat-i Nakşibendiyyede az bir çalışma ile hâsıl olur. 6/86


● Zikr-i kalbîye [kalb ile zikre] öyle devâm edeler ki, devâmlı olup, sem’i işitme sıfatı, basarı da görme sıfatı olduğu gibi, zikr dahî kalbin sıfatı ola. İşte bu vakt zâhirin [bedenin] gafleti, bâtının huzûruna sirâyet eylemez. Ve görünen uyku [bedenin uykusu] ma’nevî teveccüh ile birleşir. 5/99


● Zikrin tekrârına o şeklde devâm edeler ki, mâsivâ sahâ-i sîneden (kalbden) temâmen siline [kalka] ve mâsivânın ismi ve resmi gönül aynasından yok ola. 5/93


● Zikr-i nef-yü ve isbâta [Lâ ilâhe illallah zikrine] o kadar devâm edeler ki, sahâ-i sînede [kalbde], Hak sübhânehudan gayri hiçbir murâd ve maksûd ve Hak teâlânın murâdından gayri bir murâd kalmıya. 5/71


● Zikr-i ismillah [Allah isminin zikri] başlangıçda pekçok fâidelidir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i zât tarîki [Allahü teâlânın zâtının zikrinin yolu] şöyledir ki, dil damağa yapışır ve bitişir ve kalb-i sanavberiye [maddî kalbe] müteveccih olasın ki o yürek, kalb-i hakîkîye yuva gibidir. Ve Allah ism-i mübârekini o kalb üzerinde hâtırlama yolu ile, kalbden geçirirsin. Ve o sırada dikkat ederek hiçbir uzvunu hareket etdirmeyesin ve hayâlde kalbin sûretini de düşünmiyesin. Maksad olan kalbi hâtırlamakdır. Kalbin sûretini tasvîr değildir.


Ve Allah lafz-ı mübârekinin ma’nâsını bîçûn ve bîçûnegî [ötelerin ötesi] mülâhaza edip, hiçbir sıfatı ile düşünmiyesin. Hâzır ve nâzır olduğunu dahî düşünmiyesin ve Allahü teâlânın yüce zâtından sıfatlar seviyesine düşmiyesin. Eğer pîrin sûreti kolayca zâhir olursa [görünürse], onu dahî kalbe getirip, kalbde hıfz edip, zikr eyleyesin. Nefes bağlanmaz. Nefesin müdâhalesi olmamalıdır. 6/9


● Zikr-i nef-yü isbât tarîki [Lâ ilâhe illallah diyerek zikr yolu] şudur ki, dilini damağa yapışdırıp ve nefesi zîr-i nâf’de, ya’nî göbek altında habs edip, kelime-i lâ’yı göbekden çekip tâ farkı sürreye îsâl ve ilâhe kelimesini fark-ı sürreden sağ omuza getirip, illallah lafzını buradan kalb-i sanavberiye [kalb cihetine] vâsıl eyleye ki; göğsün sol tarafında vâkı’dir. Ve bu mecmuın nakşında [bu şeklin işlenişinde, (yapılışında)] sûret-i Lâ ma’kûs olur [Lâ’nın sûreti aks olur]. Ve bu kelimeleri bir mahalden diğer mahalle ulaşdırmak hayâl ile olmak gerekdir. Ve a’zâ [uzvları] ve nefesi hareket etdirmiye ve nefes göbek altında tutula. Nefesin tahammülü kadar zikri tekrâr ede. Ve ma’nâsını bu kelime ile birlikde Lâ maksûde illallah [Allahü teâlâdan başka maksûd yokdur] olarak hayâl yolu ile tasavvur edeler. 6/47


● Zikr-i nef-yü isbât tarîkı [yolu]. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] binden beşbine kadar, her ne kadar mümkinse zikr edeler. 6/17


● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilâhe illallah zikrini] nefesi habs ederek, önce Hızır aleyhisselâm, Abdülhâlık Goncdüvânîye ta’lîm eylemişdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde], nefesin habsi mümkin olmazsa, habs etmiyeler. Nefesin habsi şart değildir. 5/43


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] adedi ve vakti muayyen değildir. Her vakt, nefes müsâ’adesince tek olmalıdır. 5/43


● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilahe illallahı] tesbîh ile veyâ tesbîhsiz lisânen huzûru kalb ile çok yapalar. 5/33


● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde] Muhammedün Resûlullah ilâvesi lâzımdır. Ve mertebe-i ta’yîni yokdur. [Belli bir sayıda değil. İstenilen yerde]. 6/76


● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] her bir nefesde tek olacakdır ki, buna dikkate vukûfu adedî derler. 6/47


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin], bâtının temizlenmesinde, tâm bir te’sîri vardır. 4/14


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] te’sîri, diğer zikr ve işlerden fazladır. 5/139


● Zikrin kemâli, hâtırlananda [zikr edilende] fânî olmakdır. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● Zikr-i kalbî ile meşgûl olmak, büyük ni’metlerdendir. Onun şükrünü edâ edeler. “Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım.” ümmîd olunur ki bu zikr, zikr edilene kavuşmağa vesîle olup ve ma’rifetden bir küçük kapı açılıp, zikr ile zikr edeni aradan kaldırıp ve huzûru kendiliğinden zuhûr eder ve “Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir”, perde dahî açıla. 5/46


● Zikrden maksad, zikr edilende fânî olmakdır. Zikr edilende fenâ hâsıl oldukda, zikr kalmasa bir be’s yokdur. 4/37


● Zikr ve murâkabede hâsıl olan tad ve zevk cezbenin te’sîrlerindendir [eserlerindendir]. 5/122


● Zikr netîcesinde bâtını, zikr sultânî istîlâ edip..... 4/23 [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]


● Zikr eden kulu, Hak teâlâ dahî zikr eder. “Beni zikr ederseniz, ben de sizi zikr ederim.” Bundan ziyâde se’âdet var mıdır? 6/145


● Zikrden zikr edilene ve delîllerden delîl getirilene kavuşa, sûretden hakîkate çekile ve lafzdan ma’nâya ulaşalar. 6/122


● Zikr ve ibâdetde cem’iyyet [topluluk] ve halâvete [tadlara, zevklere] bağlı olmayasınız. Gerek halâvetle, gerek bî halâvetle [zevksizlikle] (hâller olsun olmasın) zikr ediniz. İbâdet ne kadar meşakkatli ise, onun dahî sevâbını [çok sevâbını] ümmîd edesiniz. 6/166


● Zikr ve teveccüh ve huzûr, o zemâna dekdir ki, vücûd-i zâkir der meyân olmıya. [Zikr edenin vücûdu aradan kalkıncaya kadar zikr etmeli.] 6/242


● Zikr vaktinde, bütün a’zâda, zevk meydâna gelmek, zikrlerin sultânındandır. 6/82


● Zikr bütün bedeni kaplayıp, kalb gibi her uzvu dahî zikr ederse, (SULTÂN-I ZİKR) denir. 5/142


● Zikr esnâsında huzûr ve kendinden geçme [hâli] galebe eyledikde, zikr terk ve onun hıfzı lâzımdır [o hâli muhâfaza lâzımdır]. 5/78


● Zikrden maksad, kalbin hareketi olmayıp, teveccüh ve kalbin huzûrudur. 4/37


● Zikrde dil ile söylemek zor olursa, kendi lisânı ile tâ’lim edeler. 6/128


● Zikr, yalnız olarak mûsıl [kavuşdurucu] değildir. Râbıta ve muhabbet ve fenâ-fişşeyh ile meşrûtdur [şartlıdır]. 4/198

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-D

 – D –

● Derd ve muhabbet, insanların bildiği bir hâle münhasır değildir. Her kim ki, âhırete hâzırlanmakla iştigal eyleye, bu derd ve muhabbet ile vasflanmışdır. Zîrâ onun kalbine muhabbetin dolmasından dolayıdır ki, âdet olan şeyleri [insanların oyalandığı işleri] terk etmişdir. Ve nefse muhâlefet ederek, onun tahrîbine, [ona uymamağa], onu kırmağa cesâret göstermişdir.


Her ne kadar buna sebeb nedir, bilmese de. 4/227


● Derd-i talebi sermâye-i se’âdet [sermâyeyi tâleb derdini, kurtuluş derdi ile dertlenmeyi] din ve dünyâ ve şevk-ı matlûbu [matlûbun arzûsunu] ni’met-i uzmâ bileler [büyük ni’met bileler]. 6/38


● Derd-i dünyâ [dünyâ derdi] yakınlaşmağa ve yükselmeğe sebebdir. 4/227


● Derd ve belâdan halâs için, günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99


● Derd ve belâ vürûduna [gelmesine] sebeb, günâhlardır. Zarar verenlere kızmamalı, mukâbele etmemeli, kendi günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Dervîşâna [Velîlere] muhabbet ve teveccüh ve ihlâs, büyük bir ni’met ve büyük bir devâ [ilâc]dır. 6/111


● Düâ ve teveccüh, tevekkül ve tefvîze [ısmarlamağa] muhâlif değildir. Tefvîze muhâlif olan budur ki, mâsivâya ilticâ [sığınmak] ve rükûn [cânı gönülden meyl] etmekdir. 5/24


● Düâ-i zahril-gayb, icâbete akrebdir. [Gıyâben uzak kimseye yapılan düâ, kabûl olunmaya çok yakındır. Çabuk kabûl olunur.] 4/98


● Da’vete icâbeti (gitmeği) menhî kılan esbâb [mâni’ olan sebebler]: Yemeğin şübheli olması, dıvar ve tavanda resmler bulunması, çalgı ve çalgı âleti, ya’nî tegannî âleti ve boş şeyler (şarkılar) dinlemek, oyun ve eğlence bulunması, da’vet edenin zâlim, bid’at ehli, fâsık, şirretli, şöhreti tâlib olmasıdır. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Dimâg, havâs-ı bâtınanın mahallidir. [Beyin, beş duyunun, görme, işitme, koku alma, tad alma, dokunma duyularının merkezidir. Hiss-i müşterek, hayâl, vâhime, hâfıza, mütesarrıfa denilen, görülmiyen beş duyunun da merkezi dimâgdır.] 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Dimâgdan, vehm ve hayâlden, hataraların giderilmesi [kaldırılması] zordur. 5/94


● Dimâg, gurûr ve enâniyyet [benlik] yeri ve yükselme, ve tefekkür ve fâsid hayâllerin yeridir. 5/97


● Dünyâ [harâmlar], altınla süslenmiş bir necâset ve şeker ile kaplı bir zehr gibidir. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Dünyâ [harâmlar], görünüşde hoş ve şirindir. Aslında öldürücü bir zehr ve bâtıl [bozuk] mal ve ona mübtelâ olmak fâidesizdir. Ve ona sarılan perişân, hor ve ona tutulan delidir. Akllı o kimsedir ki, kıymetsiz [geçersiz] mala kapılıp ve böyle bir fâsid metâ’a meftûn olmaz. [Dünyâ hayâtında], bu kısa fırsatda, Mevlâyı hakîkî celle şânühunun rızâsını ele geçirmeğe, gönül verir ve âhıret amelini hâzırlar. Bu keyflenilen fânî dünyâda, istenen şey, kulluk vazîfelerini edâ etmek ve Hakkın ma’rifetini ele geçirmekdir. Yazıklar olsun ki, bu dünyâda, o kimse kendinden istenileni edâ edemeyip, diğer işler ile meşgûl olur. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Dünyâ [hayâtı] azîz ise [nefse uygun ise], âhıret hor, dünyâ hor ise, âhıret azîzdir. İkisinin cem’i mümkin değildir. 4/42


● Dünyevî hâdise ve tefrika ve musîbetler her ne kadar [nefse] zâhirde acıdır, amma, bâtına nazarla merhem ve râhatdır. Ve uhrevî yükselmeğe sebebdir. Zâhirin düşmesi, bâtının yükselmesine sebebdir. 6/85


● Dünyâyı, âhıret ameli ile taleb eyleyen aldanmış ve hüsrâna uğramışdır. 4/31


● Dünyâda [insanı], yimek, uyumak, (istediği gibi) yaşamak ve ni’metlenmek [gibi, nefsin arzûları] için yaratmadılar. Yaşamak ve ni’metlenmek [asl hayât] âhıretdedir. Bilâkis tâ’at ve kulluk için ve kendini bilmek için halk olundun. 6/45


● Dünyâ [hayâtı], âhıretin tarlasıdır. 5/95


● Dünyâya, yaşayıp (keyf sürmek), ni’metlenmek [nefse uymak] için gönderilmedik. Esâs yaşama sonradır (âhıretdedir).


Dünyâya, tâ’at ve ibâdet için gönderildiler (insanlar). İnsandan istenilen şey, Hak celle ve alâyı tanımakdır. Eğer bu istenen işlerde bozukluk (noksanlık) var ise, mâtem edilecek bir hâldir ki, dünyâ ve dünyâda olan şeyler onun yerini tutmaz. Bunların yokluğu (elden kaçırılması) ile bu fânî hayâtda üzülürlerse [zorluk çekerlerse] bu zorluk âhıret için kolaylıkdır. 6/208


● Dünyâ [hayâtı] şol kimse için zem edilmemişdir ki, .... 6/38


● Dünyânın dîne (âhırete) tercîh edildiği zemânda, amel edenin ecri, diğer zemândaki amel edenin ecrinin elli mislidir. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Dünyânın âhıret hükmünde kılınmasının îzâhı. 6/185


● Dünyâda Allahü teâlânın rızâsının ele geçmesi istenmişdir. Onu tanımak âhıretde va’d edilmişdir. 6/78


● Dünyâda [âhiret âşıklarının] âşığın nasîbi hep şevk ve ızdırabdır. Kavuşmak âhıretdedir. 6/185


● Dünyâ ayrılık yeridir. Kavuşmak yeri âhıretdir. Kavuşmamakdan dolayı, gönülleri kırılmaya. 6/203.


● Dünyâ [hayâtı] amel ve kesb yeridir. Ve âhıret, karşılık ve ecrin verileceği yerdir. Amel işlerken ecr taleb edip, onunla kalmak, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 5/33


● Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Mevlâ-yı hakîkî celle şânühünün rızâsını kazanmağa sarf etmek gerekdir. Ve zikr ve fikr ile geçirmelidir. Alçak dünyânın, geçici ve helâk edici olarak sergilenen (fânî) ni’metlerine meyl etmeyip, âhıreti kasdedeler. Ve ebedî mülkü ve devâmlı ni’metleri ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak ile meşgûl olalar. 6/119.


● Dünyâ [hayâtı], baştan başa ayrılık yeri ve üzüntü yeridir. Kavuşma yeri âhıretdir. Hak sübhânehu, onun ameli [âhıret amelleri] ile kerem eyleye. [Âhıret amelleri ile şereflendire]. Tâ ki o yerin kavuşması hâsıl ola [âhıretin]. Dünyâ [da nefsin] râhatlığı kaldırılmadıkça, Allahü teâlâya tam kavuşmak hâsıl olmaz.


Bunun için, Hak teâlâyı taleb edenler, bu dünyâda, devâmlı ciğerleri yanar ve gözleri yaş dolar. Ve her vaktde kederli, yanıp, erimekde kararsızdırlar [devâmlı, yanıp, erirler]. 4/164.


● Dünyâ işlerine zarûret kadar çalışıp, diğer vaktleri kalbi toparlamağa sarf eylemek gerekdir. 5/128.


● Dünyâdaki müşâhedeler [kalb gözü ile görülen şeyler] ile tesellî olmak, susuz kimsenin serâbı su zan etmesi gibidir. 6/202.


● Dünyâdaki bütün şühûdlar [görünen şeyler], zıllerin şâibesinden uzak değildir. Zîrâ aslın [zılsiz] zuhûr etmesine dünyânın yapısı müsâid değildir. Zîrâ aslın zuhûr edeceği yer âhıretdir. 6/130.


● Dünyâdaki zuhûrlara, ister tecellî-i sıfat, ister tecellî-i zât desinler, zıllerdir. 6/203


● Dostlardan insanlık îcâbı vâki’ olan ve muhabbete ters düşen bir iş zuhûr ederse, afv edip, onların güzel işlerine bakıla. 5/123


● Dostlardan son nefes selâmeti için düâ umulur. 6/226


● Dil de, baş gibi, devâmlı kötü ahlâka yer ve kaynakdır. 6/67


● Dîn-i mübînde kat’î ve tevâtür ile sâbit olan bilgilere tam i’tikâd edip, müteşâbihatı zâhirinden sarf eylemek [müteşâbihatı zâhir üzere almamak, te’vil etmek] veyâ onun ilmini Hak sübhânehuya havâle eylemek gerekdir. Üzerinde ittifak [icmâ’] olan i’tikâdda şübhe eylemeyeler. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Dinden nasîbi olmıyan kimse, kurb [yakınlık] ve ma’rifetden [tanımakdan] nasıl hisse alabilir. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Dinde Ebû Hanîfenin “radıyallahü anh” ve eshâbının kavlleri mu’teberdir. Ehl-i târîhin kelâmları mu’teber değildir. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Dînül mer’i dînü halîlihi. “Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir.” 4/14.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-H-2

 – H –

● Hâtimeye [son nefese] kat’i hükm olunmaya ki, vahye bağlıdır. Zann-ı gâlib ve mutmainne olunmuş bir ilm, din büyüklerinin son nefesinin selâmetine delâlet ederse, mümkindir ve bunun gibi ilhâm ile dahî hâtimenin [son nefesin] güzel ve çirkinliği kat’î bilinmez. Zîrâ ilhâm zannîdir. Lâkin zandan zanna olan fark, yer ile gök arasında olan fark gibidir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hâtimenin [son nefesin] selâmeti hiçkimse için kat’î değildir. (Müstesnâlar vahy iledir). 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hârika, açlık ve riyâzet ile cûkiye ve berâhime gibi, küfr ehlinde de hâsıl olur. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Hânümândan [ev, barkdan] geçip, akrabâ ve çoluk çocuğa vedâ gerekdir. Zîrâ Hakkın hakkı, bütün haklardan öncedir. 6/92


● Hatm-i tehlîl okunarak sevâbı rûhâniyyet-i meyyite [meyyitlerin rûhlarına] hediyye olunur. 5/13


● Hizmet-i îşâna ikdâm [îşâna hizmetde devâm [çalışma] olmadıkça], sohbet hevesinde olmamalı. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Hizmet-i huzûr-ı pîr [Pîrin huzûrunda hizmet] ve sohbet, râbıtadan efdaldir. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Hizmet-i fukarâ [sâlihlerin hizmeti] ve ehlullaha hizmet, müsmir-i berekâtdır. Dünyâ ve âhıret sefâsına [se’âdetine] sebebdir. 6/244


● Hizmet-i fukarây-ı bab-illah [Allahü teâlânın kapısına gelen fukarâya hizmet] ve Ehlullahın rızâsını kazanmak, büyük bir se’âdetdir ki, herkese nasîb olmaz [her ni’met sâhibine müyesser olmaz]. 5/151


● Hızır ve İlyâs “aleyhimesselâm” vefât etmişlerdir. Rûhları cism sûreti ile [cesed olarak görünüp] cesede âid harekât ve cismânî ibâdetler onlardan vukû’ bulur. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Hızır aleyhisselâm, zikr-i nefy-i isbâtı [Lâ ilâhe illallah ile zikri], Abdülhâlık Goncdüvânîye, havuzda, su içinde tâ’lim eylemişdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Hâtıraların [düşüncelerin] çok olmasından kalb muzdarip olmaya. Kendi işlerine bakalar. Ve istigfârı terk etmiyeler. 6/193


● Hulefâ-i ümeyye [Emevî halîfeleri] minber üzerinde ehl-i beyte nice seneler seb’ ve la’net eylediler. Ve Ömer bin Abdülazîz “rahmetullahi aleyh” onları kaldırdı. Lâkin Mu’âviye “radıyallahü anh” onlar arasında değildir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Hâtıratı kavuşma sebeblerinden sayalar. “Elâ innehü bi külli şey’in mühîtun.” [Dikkat ediniz. Haber veriyorum. Şübhesiz ki, Allahü teâlâ herşeyi ihâta eder.] 6/237


● Hallâc-ı Mensûr, hergün bin rek’at nemâz kılardı. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hılkatden [yaratılışdan] maksâd olan şeyi, bu kısa fırsat zemânında kazanmak gerekdir. Yoksa mahrûmlukdan ve pişmânlıkdan gayri hiç netîce olmaz.


Birkaç günlük ömr büyük bir ganîmetdir. 5/20


● Halkla ülfet eyle [görüş, konuş]. Fekat, alâka peyda eyleme [alâka kurma]. 4/16


● Halkla ihtilât [aralarına karışmak], onların hukûkunu edâ niyyeti ile olursa tâ’atdir. 4/172.


● Halka i’tirâz kıllet üzere [az] olmalıdır. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik eylememeli. Meğer ki, Hak için ola. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Halka hizmet zikrden efdaldir. 4/160


● Hannâs, insanların sadrında [göğsünde] bulunan cin olup, üsûl-i dinde [îmânda] vesvese ve hâtıralar hâsıl eder. 4/190


● Hâb [uyku] esnâsında, bedenine bir nev’i gaflet â’rız olmakla, bâtın nisbeti meydânı boş bulup, tam bir güzellik ile güzel ve perdesiz olan, meydân-ı zuhûra yol bulur. Ve yüzlerce nâz ve niyâz ile gülistanda [gül bağçesinde] görülür. 4/215


● Hâce-i Ahrâr, “rehberin görüntüsü [râbıta], Hakkın zikrinden dahâ fâidelidir.” buyurmuşdur. 4/165


● Hâce-i Ahrâr buyurmuşdur ki, eğer ben şeyhlik eylesem, hiçbir şeyh, âlemde mürîd bulamazdı. Ammâ bize başka işler emr olunmuşdur ki, o işler, islâmiyyetin yayılması ve müslimânların kuvvetlendirilmesidir. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hâce-i Ahrârın vahdet-i vücûda meyli var iken, emr-i ma’rûf ile meşhûrdur. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hârikaların hâsıl olması, açlığa ve riyâzete bağlıdır. Ma’rifet ile işi yokdur. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Havâsın hâbı [seçilmişlerin uykusu] gaflet olmayıp, ibâdetden ayrı kalmak memnû’ [yasak]dır, [uygun değildir.] Nevmül ulemâi ibâdetün. [Âlimlerin uykusu ibâdetdir.] 4/215


● Havâss-ı beşer [insanların seçilmişleri Peygamberler], havâss-ı melekden [meleklerin seçilmişlerinden] efdaldir. 4/219


● Havâsdan [seçilmişlerden] ba’zılarının vefâtlarında, onların rûhlarını Melek-ül-mevt [Azrâil aleyhisselâm] almaz. Bunların vefâtları sırasında, Melek-ül-mevtin hâzır olması, rûhun kabz edilmesini müjdelemek için olmayıp, ta’zîm ve şereflenmek içindir. 4/229


● “Havf-ı dünyâ [dünyâ korkusu ya’nî, islâmiyyete muhâlif olma korkusu] ve âhıret [korkusu], bir kimsede cem olmaz.” Hadîs-i şerîf. 4/18


● Havf-ı hâtime [son nefes korkusu] ve âhıret endişesi [düşüncesi], tâ’atin artmasına sebeb olup, nâfile amelin çok yapılmasına sebeb olur. 4/18


● Havf-ı hâtime [son nefes korkusu] öyle büyük bir ni’metdir ki, Allahü teâlânın dostları bu derde tutulmuşlardır. (Son nefes derdine.) 5/152


● El-hayrü fî-mâ sana’a Allahü teâlâ [hayr, Allahü teâlânın yapdığındadır] diyerek sabr edeler. Cümle işleri, Hak teâlâya havâle edeler. 5/152


● Havâssa [seçilmişlere] ba’zı şeyler hâsıl olur ki, havsala-i avâmdan [avâmın idrâk etmesinden] gizlidir. Onları [o hâlleri] avâmdan gizlemelidir ki, fitneye sebeb olmaya. 4/24

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-H

 – H –

● Hâcâtın kazâsı [isteklerin yerine gelmesi] ve müşkilâtın küşâyişi [zorlukların açılması] için, (La havle ve lâ kuvvete illâ billah) kelimesini beşyüz kerre okuyalar. Ve evvelinde ve âhırınde en az yüz kerre salât eyleyeler. (Bu, imâm-ı Rabbânî radıyallahü anhın hatm-i hâcegânıdır.) 5/33.


● Hâkimlerden ve gayrilerden görülen zulm ve şiddeti, fi’li Hak [Hakkın fi’li] bilmelidir. Zâhirin gâm ve hüznüne bende [kul] mâni’ olamaz. 6/80


● Hâl, telvînden haber verir. Sâhib-i temkin [temkin sâhibi] olan hâlden geçmişdir. 6/56


● Hâl, ilmden eşrefdir [şereflidir]. Hâl, ehl-i vecd ve kemâlin husûsiyyetidir. 6/217


● Hâl’in doğruluğuna alâmet, yakînin hâsıl olmasıdır. Yakîn hâsıl oldukda, hâl; vehm ve hayâlden bîrûndur [uzakdır] demişlerdir. 6/63.


● Hub ve cünûndan hâlî olan [Sevgi, muhabbet ve delilik olmıyan] âdem, hayvânâta mülhakdır [dâhildir]. 4/114.


● “Hac ile ömre arasını birleştirin. Zîrâ onlar fakîrlik ve günâhların kalkmasına sebeb olur.” Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Hadîs-i şerîfde gelmişdir ki, bu üç şeyden çekinmiyen kimse, gerçekden mü’mindir. Hizmet-i i’yâl [Âilesine hizmet], ve fakîrler ile berâber oturmak ve hizmetkârı ile ta’âm yimek. [Hizmetkâr temiz olmak lâzımdır.] 5/109.


● Hadîslerin ba’zısı, ba’zısını tefsîr eder. 6/5


● Harem-i Kâ’benin füyûz ve berekâtı başka, harem-i Medînenin kemâlât ve kârı ve semeresi başkadır. 6/232


● Hüzn ve ferâhlığın olmaması, kazâya râzı olmağa ters değildir. 6/170.


● Hesâb-ı mü’minîn [mü’minlerin hesâbı] kısa bir müddet içinde olacakdır. Fasl-ı kazâ [yapılma zemânı] bir sâ’atdır. Birinin hesâbı, diğerini hesâbdan işgal etmez. 4/11


● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hakkındaki Hadîs-i şerîfler. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hüsn-i hulk [güzel ahlâk], gücü yetdiği hâlde gadab eylememekdir.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hatâları eritir. Su kırağıyı eritdiği ve mahv etdiği gibi. Ve kötü ahlâk dahî ameli ifsâd eder. Sirkenin balı bozduğu gibi”. Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] buğz eylediği kimseye fütüvvetdir. Ve ikrâh eylediği [tiksindiği] şahsa mal vermek, kalbin nefret eylediği zât ile, hüsn-i sohbetdir, demişlerdir. 5/109.


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, Muhammed Kassabdan efdâldir. Ya’nî müntehîdir [sona varmışdır]. 4/179.


● Huzûr, gafletden kurtulmakdan ibâretdir. 4/160


● Huzûr, öyle ola ki, nefs-i hâzır dahî arada olmıya. Vücûd yolunu yokluk sahrasına çeke. Ve kendi huzûru yine kendine müteveccih ola [döne]. 4/75


● Huzûr ve teveccüh-i kalbî, zikrin fevkidir [üstüdür]. Ve ondan dahâ latîfdir. 5/145.


● Huzûr-ı dâimî [dâimî huzûr] bâtına nisbetle mümkindir. Ve başlangıçda zuhûr eder. Bu devâm, zâhirde zordur. 4/172.


● Huzûr ve âgâhînin devâmında, uyku ve tilâvet ve nemâz ve bunların gayrisi birdir. [Huzûr ve âgâh olan kalb, nemâz, uyku ve tilâvetde aynıdır.] Huzûr ve âgâhî kalbin melekesi olup ve onun sıfat-ı lâzımesi olur ki, hiçbir zemân ayrılık kabûl etmez. 5/109.


● Huzûrun devâmında, mâsivânın unutulması ve hâtırlanmaması hiç lâzım değildir. Huzûr-ı dâimî huzûr-ı mâsivâ ile birleşir. 5/109.


● Huzûr-ı mübtedî [mübtedînin huzûru] öyle bir huzûrdur ki, gaybet ona der-kafâdır [Sonra gaybet hâsıl olur]. Huzûr-ı mütevassıt [Yolun ortasında olan için huzûr], ki gaybet onun der-kafâsı değildir. [Gaybet onunla hâsıl olmaz]. Ve bu iki huzûrda hâzırın vücûdı der-meyândır [aradadır]. Ve fenâ husûle peyveste değildir. [Fenâ hâsıl olmasına bağlı değildir]. Ve huzûr-ı müntehî [sona varanın huzûru ise] bir huzûrdur ki, nefs-i hâzır der-meyân [arada] değildir. 6/137


● Hataranın [fikr, düşüncenin] menşe’i nefsdir. İlhâm da hatarât cümlesindendir. Lâkin bunda, husûl-i yakîn galebe-i zan [yakının hâsıl olması kuvvetli zan] ve inşirâh-ı bâtın [bâtının açılması] vardır. 4/133.


● Hak sübhânehü ve teâlâ, ba’zı mahlûkâtından râzıdır. Ve onu hasen [güzel, iyi] kılmışdır. Diğer ba’zılarından râzı değildir. Onu kabîh [çirkin] eylemişdir. 4/26


● Hak teâlâ, âfâk ve enfüsün ve nisbet ve i’tibârâtın ötesidir. Onu derûn ve bîrûnun verâ’sı taleb eylemek gerekdir. [Onu âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır.] 6/74


● Hak teâlâ bizim akllarımızdan ve anlayışımızdan, ilmlerimizden ve idrâkımızdan verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir.] 4/116


● Hak teâlâ verâ’-ı âfâk ve enfüsdür [âfâk ve enfüsün ötesidir]. Onun tâlibi âfâk ve enfüsden geçmedikçe, ma’rifet el-de edemez [kavuşamaz]. 4/205


● Hak teâlâ verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir]. Sümme verâ’ül verâ’dır [yine ötelerin ötesidir]. Bu ötelerin ötesi olmak, kurb yönündendir. Uzaklıkda değildir. Her ne ki tasavvur olunur ise, hattâ bir kimsenin zâtından dahî ziyâde ona yakındır. Aklın ondan haberdâr olması zordur. Cânib-i bu’dün verâ’iyyeti cevelangâh-ı vehmîdir. [Uzaklık ciheti ile ötelerin ötesi olması vehmin anlıyacağı şeydir]. Hâlbuki yakınlıkda olan bir verâ’iyyeti vehm ve hayâl, anlıyamaz ve kendine, kendinden ziyâde yakınlığı tasavvur eylemeğe kâdir değildir. 4/205.


● Hak teâlânın ihâtası mücmelin müfassalı ihâtası gibidir. Meselâ kelime, aksâmında câri’ olduğu gibidir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Hak teâlâ hiç-birşeye hulûl etmez. Mahlûkâtın ba’zısının, vâcib-i teâlânın nûrlarının zuhûruna liyâkati [kâbiliyyeti] vardır. Ve sengi (taş) ve külûh (toprak keseği), sâhibi liyâkat değildir. Dünyâda rü’yet vâki’ olmaz. 3/12.


● Hak teâlâya, mümkinâtın madde ve heyûlâsıdır demek, çok kötü bir çirkinlikdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Hak teâlânın âleme nisbeti [bağlılığı], hâlıkıyyet [hâlık olması] ve mahlûkların onun mahlûku olması ciheti iledir. Sûrî ve zıllerle ilgili nisbet var ise, ismlere ve sıfatlaradır. 5/132.


● Hak teâlâ ne dâhil-i âlemdir, ne hâric-i âlemdir. Ne muttasıldır [bitişikdir], ne münfasıldır [ayrıdır]. 5/108.


● Hak teâlâya ilm ve fehm vâsıtası ile aşk-i ilâhî [ilâhî aşk] hâsıl olmaz. Aşk-ı ilâhî, sülûke bağlıdır. [Tesavvuf yolunda sülûk yapmak, ilerlemek lâzımdır]. 5/69


● Hak teâlâ âhıretde kurtulmanın medârını [esâsını], kat’î vahy ile sâbit olan Hakkın dînine bağlı ve yakınlığını sünnete tâbi’ olmağa bağlı kılmışdır. 4/57


● Hak teâlânın mukaddes bârigâhına bizim kusûrlu amellerimiz yakışır değildir. 6/68


● Hak teâlânın kuldan râzı olması, kulun Hakdan râzı olmasının üstüdür [fevkıdir.] 4/62


● Hak teâlânın ziyâde mahbûbu [en çok sevdiği] şu kimsedir ki, Allahü teâlânın kullarına muhabbetine sebeb olan ve kulların dahî Ma’bûd-i teâlâya muhabbet eylemelerine vesîle olandır. O kimse, teblîg ve da’vet sâhibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hak teâlânın dostları, onun belâsına râzılardır. Bununla berâber, belâların def’i için düâ ederler. 6/206


● Hak teâlânın kendi zâtına ve sıfatına ve ef’âline muhabbeti vardır. Ve bu muhabbetin çokluğundan, her birinde iki i’tibâr vardır ki, muhibbiyyet ve mahbûbiyyetdir. Ve mahbûbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı Habîbullahdır “sallallahü aleyhi ve sellem”. Ve muhibbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı kelîmullahdadır. Ve mahbûbiyyet-i esmâ ve sıfatın zuhûru, diğer Enbiyâda tahakkuk eder. Esmâ ve sıfatın zılleri olan mahbûbiyyet ve muhibbiyyet-i zıllıyyenin zuhûru, Evliyây-ı Mahbûbîn ve muhibbînde hâsıl olur. 6/137


● Hak sübhânehu müsebbib-ül-esbâb [sebeblerin îcâd edicisi] ve varlıkların bir araya gelmesini hâsıl edicidir. Bir sebeb îcâd etmeğe kâdirdir. 5/17


● Hak teâlâ hikmet-i bâligası ile [yüce hikmeti ile], kendi yüce kudretini, hikmet perdesinde gizli kılmışdır. 4/110.


● Hak teâlâ cümleyi Cehenneme atsa, zulm değildir. Zîrâ, kendi mülkünde tasarruf etmekdedir. 4/11


● Hak teâlâ kullarının rızklarına kefîldir.


Günlük erzâkı ele geçirmek için fazla çalışarak, kendilerini perîşân eylemeyeler. Eğer az bir çalışma ile mümkin olursa, ne a’lâ [ne güzel] ve yoksa onun ardına düşmiyeler. 5/22


● Hak teâlânın talebinde tenbellik [alâkasızlık] eylemeyüp, Onun ma’rifet yolunu arayalar. Ve bu ni’metin kokusu her ne cenâhdan gelirse, o tarafa [ona] alâka göstereler. Ve bu fânî dünyâda istenen şey, bu devletin [ni’metin] ele geçmesidir. İnsanın yaratılmasından maksad, ma’rifete kavuşmasıdır. 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ, o rahmet ve re’fet ile (merhâmet ile), başaşağı (Cehenneme) düşecek kâfirlere, uzak ve düşman olduğunu izhar buyurup, müslimânlara, onlara düşman olmalarını, şiddetli ve sert olmalarını ve muhârebede onları katl etmelerini emr buyurmuşdur. 4/39


● Hak teâlânın hukûku, bütün hukûklardan öncedir. 6/92


● “Hak teâlâ ile ilgili bir iş yaparken, kötü kimseden korkmamalıdır.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Hak teâlânın mahall-i nazarı kalbdir. 4/48


● Hak teâlâ cilve buyurursa [dilerse], sonradan yaratılmış bîçâre mahlûk âdeme teveccüh eder. 4/13


● Hak teâlâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olmasını taleb etmekdedir. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ, mâsivâya [mahlûklara] köle olmakdan kurtarıp ve uzaklaşdırıp, temâmen kendi mukaddes cenâbına bağlıya. 4/143


● Hakkın iki veyâ üç kısmı Hanefîde, sülûs (1/3), veyâ rub’-ı (1/4) şâfi’îdedir. 4/231.


● Hakâyık-ı selâsenin [üç hakîkatin], (Kur’ân, Kâ’be, salât) muâmelesi, nübüvvet kemâlâtının fevkıdir (üstüdür). 6/140.


● Hakâyıkın inkılâbı [hakîkatin değişmesi] aklen ve dînen muhaldir. [Mümkin değildir.] 6/2


● Hakkaniyyet ünvâniyle [nâmiyle] zâhir olan bütün şühûdları ve hayâlleri kaldıralar. Ma’lûmât ve şühûdların ötesinde seyr edeler (yürüyeler). Nasıl olduğu anlaşılmayan nisbeti talebde bulunalar. Bu adı geçen nisbetin misâlleri olup ve o mu’âmeleyi hâtırlatan şühûdi nefy eylemek lâzım değildir. Tâ’at vazîfeleri ve ibâdât üzere müstekîm olalar. [Doğru yol üzere bulunalar]. 4/175.


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkati], zât-i şeyden [şeyin kendisinden] ve mâbihi şey’i hüve hüveden ibâret değildir. [Ve onunla olan şey, o ve ondan ibâret değildir.] Belki onun mebde-i füyûz-ı vücûdu ve tevâbi’i vücûdîsidir. [Belki onun başlangıcı, varlığının feyzleri ve vücûdına tâbi’ olan şeylerdir]. 5/1


● Hakîkat-i vâcib-i teâlâyı [Vâcib-i teâlânın hakîkatini] idrâkden, mümkin nasıl haberdâr olabilir ki, bu mümkinin nasîbi acz ve ye’sdir. [Acz ve ye’s olduğu âşikârdır]. 5/57


● Bir hakîkatin diğer bir hakîkatden üstün olması, birinci hakîkat sâhibinin, ikinci hakîkat sâhibinden üstün olmasını gerekdirmez. 4/183.


● Hakîkat-i şey [Bir şeyin hakîkati] o şeyin kendisi demek olmayıp, bundan varlığın başlangıcı ve o varlığa tâbi’ olanlar murâd edilmişdir. 5/1


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i hubbîdir. 4/183.


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” berzehıyyât-ı kübrâ [büyük aracı] tesmiye edilmekdedir [ismlendirilmekdedir]. 4/88


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilk yaratılan olup, bütün mümkinâtin hakîkatlerini kendinde toplamışdır. Ve ona (Hakîkatlerin hakîkati) derler. 6/164.


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”den ilerisi ülûhiyyet olup, buraya yükselmek mümkin değildir. 6/205.


● Hakîkat-i Muhammedîye “sallallahü aleyhi ve sellem” berzâh-ı kübrâ [büyük aracı] derler ki, vahdet makâmıdır. Zîrâ Allahü teâlâ ile mahlûklar arasındadır. 6/207


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, bütün ilâhî şuûnları kendinde toplıyandır. 5/1


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyün-i evveldir. 4/183.


● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-i Muhammedînin “sallallahü aleyhi ve sellem” fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyünâtın mertebelerinden dolayıdır. Hakîkat-i Kâ’be te’ayyünâtın mertebelerinin üstündedir. 6/195


● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-ı Kur’ânın üstündedir. 4/183


● Hakîkat-i Kâ’be, mahlûkların hakîkatleri ile ilâhî hakîkatler arasında geçitdir. 4/24


● Hakîkat-i Kâ’beyi, imâm-ı Rabbânî bir mahalde surâdikât-ı azamet-i kibriyâidir [azamet dereceleridir] buyurmuş, bir mahalde nûr-ı sırf deyip, bir mektûblarında dahî hakîkat-i Ahmediyyedir diye karar vermişdir. Bilcümle bu değişiklikler [farklılıklar] nüzûl esnâsındaki söyledikleridir. 6/130.


● Hakîkat-i Kâ’be-i Rabbânî, hakîkat-i Muhammedî sallallahü aleyhi ve sellemin fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-ı Kâ’be, Zât-ı teâlânın şânı ile olup, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin, kulluk makâmının kemâli ve âbidiyyetidir. 5/1


● Hakîkat-i Kur’ânî ve hakîkat-i Kâ’beden her birinin diğeri üzerine üstünlüğünün beyân olunmasının sebebi, kusûrlu olan hâtıra şöyle gelir ki, Kur’ân-ı Mecîd, Hak sübhânehunun sıfatından veyâ şânından dolayıdır. Ve şu’ûn ve sıfatda iki i’tibâr mevcûddur. Birisi i’tibâr-ı te’ayyün ve biri dahî i’tibâr-ı ıtlak ve lâ te’ayyündür [te’ayyün olunmıyandır]. Dolayısiyle bu iki i’tibâra nazarla iki hakîkatden herbirinin diğeri üzerine üstünlüğü ile hükm olunmuş bulunması mümkindir. Bir hükm bir i’tibâr ile ve hükm-i diğer, i’tibâr-ı diğerle oldukda tehâlüf (muhâlif) olmaz. 4/183.


● Hakîkat-i Kur’ânî, sıfat-ı zâidedir. Şân-ı gayr-ı zâide dahî değildir. 6/130


● Hakîkat-i Kur’ân [Kur’ânın hakîkati], bütün zâtî kemâlâtı kendinde toplamışdır. 4/183


● Hakîkat-i Kur’ânîde, vüs’atin başlangıcı, nemâzın hakîkatinde, vüs’atın kemâli vardır. 6/140.


● Hakîkat-i Kur’ân, Enbiyânın hakîkatlerinin üstündedir. 6/128


● Hakîkat-i Kur’ân, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyân değildir [yakışır değildir]. 6/128


● Hakîkat-i salât [nemâzın hakîkati], bütün hakîkatlerin üstündedir. 6/224


● Hakîkat-i salât, hakîkat-i Kâ’benin üstündedir. 6/140


● Hakîkat-i salât, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyândır [yakışır]. 6/76


● Hükemâ demişlerdir ki [maddîciler diyor ki], (yok olan var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu isbât etmeğe bile lüzûm yokdur, bunu herkes bulabilir.) Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar elbette birşeyi yokdan var edemez. Hiçbirşey yaratamaz. Fekat bu sözü, Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak birşey değildir. Bunu söylemek âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini, bütün dinler sözbirliği ile bildirdiler. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu önceden yaratdık, hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun değildir. Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh” tefsîrinde (insan adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ vermişdir. Bu sözleri, hem de, Allahü teâlânın birşey yapamıyacağını bildirir.


Çünki, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ Allahü teâlâ eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek. Bunların her zemân yeniden meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl bu sözleri söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ böyle şeylerden çok yüksekdir. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● “Halâl zâhir [açık], harâm âşikârdır [açıkdır]. Şübhe eylediğin şeyi terk ve şübhesiz ile amel eyle.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Hilm sâhibi kul, oruclunun ve nemâz kılanın derecesini idrâk eder.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Halvet der encümen, tefrîka yeri olan encümende [toplulukda, kalabalıkda] kalb yolu ile matlûb ile halvet eylemekdir. [Halk içinde Hak ile olmakdır.] 4/163.


● “Hamd etmekden çok, Allahü teâlâya sevgili, birşey yokdur.” Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Hamele-i Kur’ânın diğer insanlar üzerine fazîleti, Hâlıkın mahlûk üzerine olan fazîleti gibidir.” Hadîs-i şerîf. 4/134.


● Havl [hareket] ve kuvvetden kendini tamâmen ihrâc edip, bütün işleri Hak teâlâya havâle edeler. 4/145


● “Hayâ, îmândan bir şu’bedir.” Hadîs-i şerîf. 5/27


● Hayât-i dünyâ [dünyâ hayâtı], bir kaç gündür. Çok değildir. Bu kısa zemânda [fırsatda], kabrin ve kıyâmetin fikri mutlaka lâzımdır. 4/105.


● Hayât-i kabrde [kabr hayâtında], his [hissiyyat] vardır. Hareket yokdur. 4/34 [İslâm Ahlâkı: 558.]


● Hayâti çend rûzeyi [birkaç günlük hayâtı] âhıret azığının tahsîline sarf edip, diğer işleri Hak celle ve a’lâya sipâriş edeler. Magrib ve meşrıkın Rabbi, Ondan başka ilâh yokdur. Onu vekîl edin. 5/8


● Hayâtda iken kabr ittihâzı, yâ mekrûh veyâ müstehâbdır. 5/51


● Hayvânlarda nefs-i emmâre yokdur. 5/50


● Hayât-i dünyevî [dünyâ hayâtı] gâyet azdır. Ebedî ve dâimî mu’âmele ona bağlıdır. Bahtiyâr şu kimsedir ki, bu az zemândaki fırsatı ganîmet bilip, âhıret kârını onda görüp, âhıret rızkını hâzır ede. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-C

 – C –

● Câmi’ıyyet-i ârifin ma’nâsı. 4/203.


● Cebriyye mezhebi, kuldan irâde ve ihtiyârı kaldırıp [yok deyip], kulu; işlerin yapılmasında mecbûr bilirler.


Belki işi kulun [irâde-i cüz’iyyesi ile] yapdığını, kula nisbet eylemezler. Ve bunu Allahü teâlâ yapıyor [kulu mecbûr] bilirler. Bu küfrdür. Ve buna böyle inanan kâfirdir. Hayrlı işe sevâb taleb edip, şer işe azâb yokdur. Ve kâfirler ve âsîler ma’zûr ve onlara süâl ve azâb yokdur. Zîrâ işler bil-cümle Hakdandır. Ve bunlar mecbûrdurlar derler. Böyle i’tikâd küfrdür. Hak teâlâ Saffât sûresi 24.cü âyetinde meâlen buyurur: (Onlar inanışlarından ve yapdıklarından sorulacaklardır.) Hicr sûresi 92. ve 93.cü âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Rabbin hakkı için, onların hepsine kıyâmet gününde işledikleri küfr ve ma’siyyetlerden süâl edip, cezâlarını veririz.) buyuruluyor. Yetmiş Peygamber lisânından bunlar mel’ûndur. Ve mezhebleri aklın anlıyacağı şeklde bâtıldır. Zîrâ elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Kulun o kadar ihtiyâr ve kudreti vardır ki, emrlerin ve nehylerin uhdesinden gelmeğe kâdirdir. Hak teâlâ kerîmdir. Kula gücü yetmiyeceği şeyi emr buyurmamışdır. Uhdesinden gelmeğe kâdir olduğu kadar teklîf buyurmuşdur. Bu cemâ’at, kendilerine eziyyet edeni kınayıp, intikâm almağa kalkarlar. Ve çocuklarını döverler ve edeblendirirler. Yabancı bir erkeği kendi zevceleri ile görseler, kınayıp, azar da ederler. Ma’zûr ve mecbûrdur deyip, göz yummazlar. Kat’î nas ile sâbit olan âhıret azâbından bu behâne ile kurtulmak ve istedikleri işleri ihtiyâr eylemek isterler. Böylece kazâ ve kaderi inkâr ederler. 5/83, 5/137. [Fâideli Bilgiler: 231.]


● Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (İbâdet ve iyilik yapanların, kendilerini, günâh işleyenlerden üstün görmeleri, onların günâhlarından dahâ fenâdır.) 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (İşlenen günâhın tevbesinden gaflet eylemek, o günâhı işlemekden dahâ kötüdür.) 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Celâleddîn-i Rûmî, vahdet-i vücûd mensûblarının reîslerindendir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Celâleddîn-i Rûmî, sofiyye-i muvahhidîn [vahdet-i vücûd ehlinin] reîslerinden iken, kendine bağlı olanların ahvâline riâyet ve helâk edici şeylerden onları selâmete rağbet etdirip himâye ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor, fâideli şeyleri çekip, zararlı şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâçlarını elde etmeğe uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye ediyorlar. Mühim işlerde birbirine danışıyor, kızlarını ve âilelerini açık gezdirmeyip, yabancıların bunlara yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını fenâ arkadaşlardan koruyorlar. Zâlimlere ve düşmanlara cezâlarını veriyor ve hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz ediyorlar. O hâlde bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti terk etmek mübâh iken, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma riâyet farz olduğu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile kulluk vazîfelerinden kurtulmak istemek, ahkâm-ı ilâhîyeye inanmamak ve Peygamberlere inanmamakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Celâl ve elem yolu ile olan lezzet, cemâl ve in’am [ni’metler] lezzetinden ziyâdedir [çokdur]. 4/106


● Cem’ makâmı, insanları Hak teâlâdan ayrı görmeyip, birinin ahkâmını diğere câri kılmakdır. Cem’ makâmı sekrdir. Fark makâmı, ya’nî cem’ül-cem’ sahv olup, buraya vüsûlde ârif islâm-ı hakîkî ile müşerref ve da’vet ve irşâda lâyık olur. 5/64


● Cem’ makâmında Allahü teâlânın varlığı zuhûr ve istilâ edip, sâlik kendi mevhûm varlığını âciz [hiçbir şey] bulur. Bîçâre sâlik mukayyed varlıkdan nasıl haberdâr olur. Ve hakîkî varlıkdan nasıl haber bulup, cemâl ve kemâlden ne vech ile hissedâr olur. O yüksek makâmdan onun nasîbi, nasîb alamamakdır. Bu işde ilm-i matlûbu nice tedârik eder ki, ilm-i münâfîyi ayndır. [Asl ilme tersdir]. Çok ârif, bu makâm-ı cem’den terakkî edip, fark-ı ba’del cem’e vâsıl ve bekâ ve şu’ûr ile şeref hâsıl etdikde, ilm ile aynın ikisi cem’ olur. Ve biri diğerine münâfi (zıd) olmaz. O zemânda ilm-i bâkî ile fehm eder, ilm-i fânî ile değil. Ayn-ı fenâda bâkî ve ayn-ı bekâda fânîdir. 5/52.


● Cem’ makâmında olan sâlik nemâzı merfû’ bulur [kaldırılmış bulur].

Ve islâmî teklîfleri, zincîr-i dest [el bağı] ve pây-ı mecnûn bulur ve hayâl-i sükût tekâlif eder. Ve zikri laklaka [söz kalabalığı] ve günâh fehm eder. 4/181


● Cem’ul cem’, halkı Hak celle ve a’lâdan ayrı görmek olup, küfr-i tarîkatdan sonra hâsıl olur. 6/207


● Cem’ul cem’, ya’nî fark mertebesi, islâm-ı hakîkî, sahv ve ma’rifet makâmıdır. 4/26


● Cem’ul cem’ makâmında olan sâlikin ârâmı [râhatı] ubûdiyyetde ve lezzeti de tâ’atdedir. 4/181


● Cem’i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” cem’i ilâhîden dahâ geniş diyen ârif, cem’i Muhammedî vücûb ve imkân mertebelerini câmi’dir [toplamışdır.] Lâkin cem’i ilâhî onları câmi değildir diye buyurur. Hâlbuki bu şühûd şey’in misâllerinin asla benzemesi kabîlindendir. Zîrâ cem’i Muhammedîde olan numûne vücûb mertebesinin numûneleridir. Aslı değildir. O mertebe imkânın ihâtasından dahâ yüksek [berter] ve münezzehdir. 6/164.


● Cin, teklîfde insana tâbi’ ve bizim Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dînine tâbi’ kılınmışdır. 6/29


● “Cennetde yüz derece vardır ki, a’lâsı Allah yolunda cihâd edenlere ihsan edilmişdir. İki derecenin arası yer ve gök arası kadardır”. Hadîs-i şerîf. 4/64.


● Cennete giren insanların çoğunun girmelerine sebeb, Allah için takvâ ve güzel ahlâkdır. Ve Cehenneme insanların çoğunun girmelerine sebeb, gam ve ferecdir (tasa ve şâdümânlıkdır) hadîs-i şerîfini Tirmizî ve İbni Hibban ve Beyhekî rivâyet ederler. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.] Ferec=Gam’ın aksi.


● Cennetin eşcar [ağaçları], enhar [nehirleri] ve bunun gibi hûrî ve gılmâni, Hak sübhânehûnun tenzîh ve tahmîdinin ma’nâlarının görünmesidir ki, dünyâda o ma’nâlar bu harfler kisvesine ve kelimeler sûreti ile peydâ olmuşdur [görünmüşdür, ortaya çıkmışdır]. Meselâ Sübhânallah gibi ve dahî Elhamdülillah gibi.


Ve bu kelimelere dünyâda mübâşeret, mûcib-i terakkîdir [söylemek yükselme sebebidir]. Bunun gibi, Cennetde o latîfelere ve ni’metlere kavuşmak derecelerin yükselmesine ve makâmların yükselmesine sebebdir. 4/189.


● “Cennete girmek ancak, rahmet-i ilâhî iledir.” Hadîs-i şerîf. 4/119.


● Cüneyd-i Bağdâdînin Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmağı teşvîk etmesi. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Cüneyd-i Bağdâdî buyurur ki, hâdis [mahlûk] kadîme [hâlıka] makrûn oldukda [yaklaşdıkda], bundan eser kalmaz. Ya’nî arş ve arşda bulunan herşey hâdisdir. Ârifin kalbi yanında nisbeti mahv ve telâşî sâhibidir ki, kalb kadîmin nûrlarının zuhûr etdiği yerdir. O hâlde nasıl his eder. 6/123


● Cüneyd-i Bağdâdî vahdet-i vücûd bânîsi iken [kurucusu iken], serâpa [tepeden tırnağa kadar] ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ile bezenmişdi. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Cüneyd-i Bağdâdî kutbiyyet ve ferdiyyetin kemâlâtını câmi’ idi. 4/154.


● Civânlık eyyâmı [gençlik çağı] ömrün en kıymetli zemânıdır. En kıymetli şey ise ma’rifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, ma’rifetullahı, ömrün en kötü zemânı olan ve ele geçeceği de kesin olmıyan ihtiyârlık zemânına bırakanlara yazıklar olsun. 4/65. [İslâm Ahlâkı: 558.]


● Civânân-ı müste’idana hayf ve efsus ki, fıtrat-i âlîlerini bu fânî-i denîye masrûf edip, [Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî (alçak) olan dünyâ için sarf eden kâbiliyyetli gençlere çok yazık!], onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla aldatıcı bir kahbeye tutulmuşlar, kıymetli cevherleri, saksı parçaları ile değişmişlerdir. (Mutlak cemâl parlak ve hâzırdır [dönülecek yer bellidir.]). 4/164


● Cehl ve hayret, şühûd-i ma’rûf üzere [bilineni görmek, bilmek] meziyyet sâhibidir ve a’lâ-i makâmâtdır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● “Cû’ [açlık] bir kimseye galebe edip, bunu insanlardan gizleyip, Allahü teâlâya teveccüh ederse, Allahü teâlâ onun bir senelik rızkını verir [rızkını açar].” Hadîs-i şerîf. 5/37[Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Çehre-i mâşûk [ma’şûkun yüzü] karşı karşıya gelen iki aynalarda, aynanın temizliği ve nûrâniyyeti kadar aks ve meydâna çıkar [görünür]. Ayna renge bulanmış ve sûreti kabûl etmiyorsa, noksanlık aynadadır. Yoksa aynanın gösterdiği sûretde değil. 6/167


● Cihâdın fazîletleri hakkında hadîs-i şerîfler. 4/64

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-T

 – T –

● “Teennî [acele etmemek] Allahü teâlâdandır. Ve acele şeytândandır.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● “Ve tebettel ileyhi tebtilâ”. (Mâsivâdan kesilip, Allahü teâlâya dön) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, nefsinden ve âlem-i emr ve âlem-i halkdaki diğer bütün latîfelerden ve onlara bağlı (dönen) vücûdî kemâlâtdan da tam ma’nâsı ile kesil [kop, ayrıl]. 4/52


● Ticâretde fâsid akdlerden sakınalar ve bu husûsda çok dikkat edeler. 4/202. [İslâm Ahlâkı: 562, Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Tecellî-i ef’âl zuhûr edince, kalb fânî olup, kendi fi’lini fi’l-i hak bularak bâkî olur. 6/4


● Tecellî-i sıfat, kendi sıfat ve kemâlâtını, Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmeği müntecdir [netîcelendirir]. 5/109.


● Tecellî-i sıfatın kemâli, adem aynasında aks eden kemâllerin ve sıfatların kendi aslına dâhil olmasıdır. 5/105


● Tecellî-i zât, sıfatlar makâmında olanlar için, berkîdir. Fekat, makâmı sıfatdan kurtulmuş olanlar için (tecellî-i zât) dâimîdir. 5/109.


● Tecellî-i berkîler (şimşek gibi gelip-geçen tecellîler), tecellî-i şüûnîdir. Tecellî-i zât değildir. [Şüûnların tecellîsidir. Zâtın tecellîsi değildir]. Tecellî eden şân, sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ismin üsûlünden bir asldır. 4/122.


● Tecellî-i zâtî sırasında ârif, kendini eşyâyı ihâta etmiş bulur. 6/164


● Tecellî-i zâtdandır ki, aslın kemâllerine kavuşmasından sonra ârif, kendini hiç sayar ve tam yok olur. 4/182 [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● Tecellî-i zâtî, (aslında) Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sonuncusuna mahsûsdur. Lâkin ona tufeyl ve tâbi’ olmak yolu ile diğer Peygamberlere ve ümmetinden Ona tam tâbi’ olanlara da nasîb olur. Diğer Peygamberler için sıfatların tecellîleri vardır. Lâkin, Enbiyâya sıfatların tecellîsinde hâsıl olan kurb [yakınlık], Muhammed-iyyül-meşreb olan Evliyâya tecellî-i zâtîde hâsıl olmaz. 6/35


● Tahsîl-i me’âşda [Mâişeti tahsîlde, elde etmekde], bir kimse sabra kâdir olamazsa, bir gayret ve çalışma ile eğer hâsıl olursa ne iyi. Ve illâ devâmlı çalışmağa kapılmıyalar ki, işlerin peşinde koşarak kıymetli ömrde perîşanlık hâsıl olur. 5/62 [Hak Sözün Vesîkaları: 342.]


● Tedbîr, umûr-ı dünyâda [dünyâ işlerinde] iskât-ı tedbîrdir. Âhıret işlerinde, gayret göstermek ve günâhları terk etmekdir. [Dünyâ işleri üzerinde fazla durmamak, âhıret işleri üzerinde ısrarla durmak lâzımdır.] 4/207


● Terakkî [yükselme] ve yakınlık mertebelerinin hâsıl olması, temâmen, sünnete uymağa, bid’atden sakınmağa bağlıdır. 6/17


● Terk-i hükmî; islâmiyyetin emr etdiği üzere, zekâtı minnet ile emr edilenlere vermek, sıla-ı rahm, komşu ve borç istiyenlere ve gayrinin hakkına riâyet ve malı isrâf etmemek ve onu lehv ve la’ba [oyun ve eğlenceye] ve zînete vesîle etmemekdir. 4/14.


● Terk-i dünyâ lâzımdır. Bundan kurtuluş yokdur. Hakîkî terk müyesser olmazsa, hükmen terk mutlaka lâzımdır ki, kurtulmak ümmîd oluna. 4/14.


● Teselsül, sonu gelmiyen işlerin birbirini ta’kib etmesine derler. 5/52.


● Tesavvuf, emrleri ve nehyleri yapmakda ferâhlık ve sürûr duymakdır. (Ebû Amr). 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Te’ayyünün ma’nâsı sudûrdur [hâsıl olmakdır]. 4/85


● Te’ayyün, gayb-i hüviyyet üzere i’tibâr olunup, bunun verâ’sında [ötesinde] te’ayyün yokdur. Seyr ve sülûk ve ma’rifet de yokdur. 4/110


● Te’ayyünât mertebeleri, zıllerin ve zuhûrların mertebeleridir. Bunun üstü, mertebe-i ıtlak-ı zât-ı teâlâdır. 4/183.


● Te’ayyün-i imkânî, şahsın te’ayyün-i vücûbîsinin ki, hakîkat-i insandır, zıllıdir. 6/2


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîdir. Mertebe-i ıtlakdan ve genc-i meknûndan [gizli hazîneden] ilk önce arsa-ı zuhûra gelip, müteayyin olan nesne hubdur. 4/113


● Te’ayyünât kâmilen [temâmen] te’ayyün-i evvel-i vücûdînin zımnında [altında] mündericdir [toplanmışdır.]. Te’ayyün-i ilmî-i zımnî ve te’ayyün-i ilmî-i tafsîlî, onun zımnındadır. 4/183.


● Te’ayyün-i evvel, sıfatları toplu ve tafsîlli olarak (içinde) toplıyan hakîkatdir ki, vücûd diye ismlendirilmişdir. Bu mertebe, te’ayyün-i vücûdî ve te’ayyün-i ilmî-i cümelîdir [kendinde toplamışdır]. 4/85


● Te’ayyün-i sânî, te’ayyün-i vücûdîdir. 4/183.


● Te’ayyün-i ilmî, te’ayyün-i vücûdîden dûndür [aşağıdadır]. Ve onun husûsiyyetlerinden bir husûsiyyetdir. 4/113.


● Tefevvuk-ı mekân efdaliyyeti [mekânın üstün olması efdal olmağı] göstermez. 6/2


● Takdîr-i ilâhî, halk ve îcâddan [yaratmakdan] ibâretdir. 5/83 [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Takvâ hakkındaki ba’zı âyet-i kerîmelerin tefsîrî. 4/52


● Ta’ziyeye dâir mektûb: Allahü teâlânın dostlarının vefâtlarının mâtemini diğer insanların mâtemleri gibi bilmeyeler. Diğerlerinin mâtemi, bir yerdedir. Lâkin bunların mâtemi yeryüzünün temâmında ve göklerdedir. Diğerlerinin mâtemi, cismâniyânın ba’zısındadır. Bunların mâtemi, cismâniyâna ve rûhâniyâna şâmildir. Diğerlerinin mâtemi, sâdece zâhirde ve sûretdedir. Bu büyüklerin vücûdları ma’nevî feyzler ve bâtının (kalbin) feyz almasına vâsıtadır. Bu bakımdan mâtemleri bedenlere ve rûhlara yayılır. Lâkin böyle iken, yine onlar için, mâtem tutarken de, Allahü teâlâyı sevenlerin ve tanıyanların nazarında (güzel iş), güzel görünmek gerekdir. İstenen şey odur ki, Allahü teâlânın işine râzı ve mutlu olalar. Ve cadde-i islâmı muhkem ahz edeler. [İslâmiyyete sağlam yapışalar]. Peygamber-i Hudânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti ile amel edeler. Vâlidelerin ve sâir ehl-i hukûkun rızâlarını taleb edeler. Allahü teâlânın rızâsını kazanmakda tam gayret göstermeğe riâyet edeler. Gençliği sâhibinin hizmetlerine sarf edeler. Günleri boş yere geçirmeyip, oyun ve eğlenceye [lehv ve lu’ba] sarf eylemeye. Zevk ve safâya bağlı olmıyalar ki, zevk ve safâ Cennetdedir. Ve sülehâ ve dervişânı kalb ve gönülden azîz tutalar. Ve onlar ile berâber bulunmayı seçeler. Dünyâ ehline, Âhireti düşünmiyenlere ve dünyânın süslerine göz-ucu ile dahî nazar eylemeyeler. Ve onu hakîr ve değersiz ve öldürücü zehr tasavvur edeler. Ve i’yâl ve evlâda iyi şeklde mu’âmele ve güzel olarak iyi ve hoş davranalar. Ve ammâ, onlar ile tâm münâsebet eylemeyeler. Cenâb-ı mukaddesden, yüz çevirmesine sebeb olmayıp, (innehü kâne fî ehlihi mesrûran) “Ve ammâ o kimse ki, sağ eli boynuna zincirli olmakla, kitâb-ı a’mâli [amel defteri] arkasından sol eline verilir.


O, onu gördükde, vâh, keşki helâk ve hebâ olaydım diye temennî eder. O hâlde alevli ateşe bırakılır. Zîrâ o, dünyâda âhireti inkâr edip, âile ve kabîlesi arasında mâl ve makâm ile mesrûr idi.” (İnşikak Sûresi: 13) va’dine yakalanmıyalar. 4/234.


● Tekebbür harâmdır. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Tilâvet-i Kur’ân, Hak teâlâ ile tekellümdür [konuşmakdır]. 6/93.


● Teklîfât-ı islâmiyyeyi [islâmiyyetdeki teklîfleri] inkâr eden, mülhid ve zındıkdır. 5/53.


● Telvîn makâmında, kesret-i vâridât ve televvün-i ahvâl [hâllerin değişmeleri] mevcûddur. 5/28.


● Temkin makâmında, mâsivâyı unutmak ve kalbe gelen hâtırâtı nefy etmek mevcûddur. 5/28.


● Tenâsüh, rûhun bedene teallukundan önce, başka diğer bir cesede te’allukudur ki, böyle inanmak küfrdür. 6/5


● Tevbe, günâhı müte’âkib olursa [hemen günâhdan sonra olursa], üç sâat zarfında ise, deftere yazılmaz. 5/110.[Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Tevbe kapısı açıkdır. Hak teâlâ ra’ûf ve rahîmdir. Kusûr işlemekden kimse hâlî değildir. Ümmîdvâr olalar. 5/12


● Teveccüh muhabbetsiz müessir değil, lâkin muhabbet teveccühsüz müessirdir. 4/33 [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Teveccühde huzûr ve gaybet [yanında ve uzakda olması] berâberdir. 4/122.


● Teveccüh-i pîr-i kâmil [kâmil pîrin teveccühü], dağ gibi zulmeti ve kederleri, her ne yol ile meydâna gelirler ise gelsinler, sâdık mürîdden def’ eder. 6/121.


● Teveccüh yapılması için, kalb ile yalvarmak lâzımdır. 1/157. [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● Teveccüh bir emr-i zâhirdir ki [açık bir işdir ki] beyâna [açıklamağa] ihtiyâcı yokdur. 6/251.


● Teveccüh-i kalb yolu şudur ki, geçmiş günâhlara [kusûrlara] pişmân olup, tevbe-i nasûh edile. Ve üç kerre kelime-i istigfârı söyliyeler. Sonra, göğsün sol tarafında bulunan ve hakîkî kalbin yeri [makâmı] olan kalbi sanavberîye müteveccih olup, Allah lafzı mübârekini tekrar-tekrar söyliyeler ve kalbden söyliyeler. 6/177.


● Tevhîd, Allahü teâlâyı [zâtı kadîm olanı], Allahü teâlâdan gayriden ayrı kılmakdır ki, dereceleri ve mertebeleri vardır. 4/47.


● Tevhîd iki nev’dir. Tevhîd-i avâm; tevhîd-i havâs. Tevhîd-i havâsda, mâsivâya muhabbet ve nefsin adâveti [düşmanlığı] kalmaz. 4/123.


● Tevhîdin tarîkatde ma’nâsı, mâsivâya [mahlûklara] teveccüh ve iltifât etmekden ve başka şeyi görmek ve bilmekden kalbi temizlemekdir. 4/165


● Tevhîd-i şühûdî, mâsivâya şühûd ve şuûru kaldırmakdır ki, tarîkatın şartıdır. 4/150.


● Tevhîd-i vücûdî, nef’i vücûd-i eşyâ olup [eşyânın varlığını kaldırmak olup], tarîkatda şart değildir. 6/73


● Tevhîd, nefs-il-emrde [haddi zâtında] şühûdîdir. Vücûdî değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Tevessüt-i ta’âm ve tevessüt-i menâm ve tevessüt-i kelâm lâzımdır. 4/145


● Tevekkül, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâlidir. Kesb, Onun sünnetidir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Teheccüd ve kıyâm-ı leyl [gece kalkmak], tarîka-i aliyyenin zarûriyyâtındandır. 5/36. [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-P

 – P –

● Pîr, mürîdin Hak sübhânehûya kavuşmasına vâsıtadır. Mürîdin pîr ile münâsebetinin çokluğu nisbetinde, mürîdin feyz alması dahâ çok olur. 5/113.


● Pîri inciten veyâ inkâr eden hidâyetden mahrûmdur. 4/41.


● Pîri incitenden sen de incinmezsen, köpek senden dahâ iyidir. (Nefehât’da). 4/112, 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Pîre bağlılıkda [inanmakda] bozukluk olursa, yükselmek düşünülemez. Bu bozukluğun ilâcı yokdur. 6/222


● Pîrden feyz almakda, teveccühsüz sevmek (muhabbet) ya’nî râbıta-i ma’nevî kâfîdir. 4/78


● Pîr-i hakîkînin [hakîkî pîrin], hakîkî olmıyandan farkı, sohbetinde, Cenâb-ı Hakka kalbin meylinin ve teveccühünün hâsıl olmasıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Pîrin teveccühü bereketiyle, şevk ve taleb [istek ve arzû] ve yükselmek mümkin olur. 6/222


● Pîr, Allahü teâlânın emrlerine hırslandırır, şevklendirir. 2/50, 3/29, 6/18. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Pîr ile münâsebeti tahsîl eden [hâsıl eden şeyler], pîre hizmet ve muhabbetdir. Ve zâhiren ve bâtınen [kalb ve beden ile] onun âdâbına [edeblerine] riâyetdir. Ve âdetlerde ve ibâdetlerde ona uymakdır. Ve kendi murâdâtını [arzû ve isteklerini] onun murâdâtına [arzû ve isteklerine] tâbi’ kılmakdır. Ve pîrde fânî olmakdır ve râbıtadır. 4/165

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-B

 – B –

● Bazgeşt [urûcdan sonraki nüzûl, geri dönme], nefy ve isbât [Lâ ilâhe illallah] zikrinden sonra, ma’lûm yol üzere, kalb dili ile (Allahım), benim maksûdum sensin ve senin rızândır, demekdir. 4/165


● Bâtından murâd, âlem-i emrin beş latîfesidir ki, insanın eczâsındandır [parçalarındandır. Bir kısmıdır, cüz’üdür.]. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Bâtın, zâhirden perdelenmişdir [gizlidir.] Ve anlaşılmasından hayâ eder. Her ne kadar zâhirden ona imdâd ulaşır ise de, lâkin hayâ, nâz ve ihtiyâc duymamak ma’şûka lâzımdır. 4/215.


● Bâtının taleb ateşi ile alevlenmesi ve mahlûkât ile alâkalarının kesilmesi ve ilâhî hakîkatler ile dolması ve temizlenmesi; zikrin devâmı ile ve insanlar ile az görüşmek ve mâlâ-ya’nî olan sözlerin azlığı ile ve büyüklere olan sevginin derinleşmesine bağlıdır. 4/43.


● Bâtının nûrlanmasında kelime-i tayyibeden [Lâ ilâhe illallah’dan] dahâ fâideli birşey yokdur. Bu kelimenin birinci kısmı ile, isti’dâtlı bir sâlik, Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakıp; ikinci kısmı ile, ibâdete müstehak olan bir ilâhı isbât eder ki, sülûkun hülâsasıdır. 4/145


● Bâ kerîmân kârehâ düşvâr nist. [Kerîmler ile yapılan işler güc değildir.] 6/220.


● Bâyezîd-i Bistâmînin nemâzda; Allahü teâlânın korkusu ve islâmiyyeti ta’zîminden dolayı, göğüs kemiklerinin hırıltısı işitilirdi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bâyezîd-i Bistâmî düâ ederken, âmîn diyen bir fâsık, vefâtından sonra, necât buldu [kurtuldu]. 4/233.


● Bid’at ehline Resûlullah la’net edip, Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların la’netleri, bunların üzerine olsun buyurdu. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Bid’ati ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yapdırır. Onu çok ağlatır.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Bid’at bulunan mahallerde, hikmete riâyet olunup, vakt ve hâle göre, fetevâ-i kalb ile amel edilmelidir. 5/131.


● Bid’at sâhibine buğz için ondan yüz çeviren kimsenin kalbini Allahü teâlâ emn ve emân ile memlû eder [emîn eder, korkudan korur]. Bid’at sâhibine güleryüz göstererek karşılasa, islâmiyyetin hükmünü hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bid’at sâhibini tahvîf eden [hor gören] kimsenin kalbini, Hak teâlâ emn ve emân ile doldurur ve bir kimse bid’at sâhibini teşhir eylese, Allahü teâlâ onu büyük korkudan [Kıyâmet gününün korkusundan] emîn eder. Bir kimse bid’at sâhibine ihânet eylese, Allahü teâlâ, Cennetde derecesini yüksek eyler. Bir kimse bid’at sâhibine karşılaşdığında, güleryüz üzere mülâyenet ve mülâyemet eylese [yumuşaklık gösterse], islâmiyyeti hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bid’at yayılmış, sünnet terk edilmiş olan bu zulmetli zemânda, ilmlerin tahsîli ve neşri en ehemmiyyetli işdir. Ve Sünnet-i Muhammediyyenin ihyâsı maksadların en büyüğüdür. “Alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye.” Hâlleri ve vecdleri hiç düşünmiyeler.


Bu dâr, dâr-ı ameldir. [Bu dünyâ, amel yeridir]. Tâ’atleri yapmakda merd olalar. Yalnızlığı ve bir yere çekilmeği ganîmet bileler. Bedenin ihtiyâcı olan şeyleri (yiyecek, içecek v.s.) Allahü teâlâya havâle edeler. 4/178.


● Berâhime-i Hindin [Hind Berehmenlerinin] ve felâsife-i yunanın [Yunan felesoflarının] yapdıkları riyâzet ve mücâhedeleri, Peygamberlerin dinlerine uygun olmadığından, âhıretde kurtulamazlar. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bir kimseye rucû’ eylemeğe (tâbi’ olmağa) illet (sebeb), ve bir mevcûda i’timâd eylemeğe sebeb, yâ mürebbî (terbiye edici) veyâ saltanat sâhibi veyâhud ma’bûdiyyet ve ülûhiyyetdir ki, bunların cümlesi cenâb-ı mukaddese ve bîçûn-i hakîkiye (akl ermiyene) müsellemdir (teslimdir). [Kul’eûzü tefsîri] 4/79.


● Berzah-ı kübrâda [Âhıret gününde] dağılmış parçaları ve çürümüş kemikleri toplayıp, beden zıl mu’âmelesinden kurtulur. O vaktde yakınlık devleti (ni’meti) aslen beden unsuru için olup, bâtın eski nisbetinde iken, zâhire bir yakınlık bahş ederler ki, bâtın zâhire tâbi’ olmağa tâlib olur. 4/109.


● Birinin makbûlü, cümlenin makbûlüdür. Birinin merdûdü, cümlenin merdûdüdür. 4/87


● Bast ve kabz, erbâb-ı kulûbda hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Kalb, makâm-ı telvînde olduğu müddetçe, kabz ve bastın gelmesine sebeb olur. Temkîne bağlı oldukda kabz ve bastdan kurtulur. Müntehî [yolun nihâyetine eren] için bu kabz ve bast yokdur. Onda yekrengi ve temkîn [sükünet ve temkîn] mevcûd iken, ba’zı noksanlıklar sebebi ile, bir tatsızlık ortaya çıkar. 6/137.


● Bast ve kabz, sâliklere zuhûr eden iki hâldir. Kabzda terakkî edemeyip [yükselemeyip], tâ’ate rağbet ederler. 6/79


● Beşerin havâssı [insanların seçilmişleri], meleğin havâssından [seçilmişlerinden] efdaldir. 6/183


● Beşerin yaratılmasından murâd, Allahü teâlâyı tanımak olup, bu da Allahü teâlâda fânî olmağa bağlıdır. 4/99


● Bedenlerin uzaklığı, kalblerin uzaklığına sebeb değildir. 4/175.


● Ba’zı âyet-i kerîmelerin te’vîlleri. 4/52


● Bekânın hâsıl olmasında yorulma ki, tâm fenâdan sonra, uğraşmaksızın, fadl ve ihsân ederek, bekâ ile müşerref kılarlar. 6/38


● Bekâ, ilâhî ismlerin ve cilvelerin sâlikde görünmesidir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bekâ ve fenâ dâimîdir. Aynı fenâda bâkî, aynı bekâda fânîdir. 4/154


● Bekâ-yı zâtî ile müşerref olan bir ârif-i kâmil, cemâlini merâyâ-ı âlemde [âlem aynalarında], müşâhede eder. Âlem onun zuhûr yeri ve tafsîlidir. Zâtı, efrâd-ı âlemde sârî olup [âlemde bulunan herşeyde sirâyet edip], külli eczâsını [bütün cüzlerini] ihâta eylediği gibi, bütün âleme de muhît olur. 4/139.


● Bekâ, vilâdet-i sâniyedir ki, vücûd-i mevhûmdan [Bekâ, ikinci bir doğuşdur ki, mevcûd-i mevhûmdan kurtulup] münhali’ olup, vücûd-ı mevhûble [ihsân olunmuş bir vücûd ile] mevcûd olmakdır. 6/161


● Belâ, sevenin matlûbdan başkasına iltifât etmesine mâni’ olup, mahbûba götüren [ulaşdıran] kemend-i mahbûbdur. 4/54


● Beldeler, menziller ve köylerin acâibi ve garâibi vardır. Hânenin sâhibinin hâneye özel yakınlığı vardır. Ve komşuluk hakkı vardır. Ve onun berekâtından nasîblenmek gerekdir. 6/194


● Belâlar ondan ve def’i dahî ondandır. Ve herbirinin muayyen vakti vardır ki, takdîm ve te’hîri mümkin değildir. Her ecel için yazılmış bir kitâb [vakt] vardır. Izdırâb fâidesizdir. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Bende-i makbûl [makbûl kul] o kimsedir ki, devâm-ı zikr ile vasflanmış ola [devâmlı zikr ile vasflanmışdır.].


Bir an gaflet ve hevâ-i nefs ile berâber olmıya. 4/75


● Borçdan kurtulmak için çok vakt (ekseri), (Allahümme ekfini bihalâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke.) [Yâ Rabbî! Halâl ile iktifâ edip, harâmdan sakınan ve beni fadlınla senden başkasına (muhtaç olmakdan) müstagni eyle.] 6/84


● Bevâsır halkası takmak hoş değildir. 4/119


● Bu suhte-i firâkın [ayrılık ateşi ile yanan bu kimsenin] ve çok arzûlıyanın [kalbi iştiyak içinde olanın] hâli budur ki...... 4/157


● Bugünün kârını [işini] ferdâya [yarına] te’hîrde özr nedir ki, hergünün bir ferdâsı vardır. 4/38


● Beytullahın haccı, bütün şartları mevcûd olduğu takdîrde, edâ oluna. Ve beytden beytin sâhibine yaklaşmağa say’ eylemek gerekdir. Ve hacc-ı mebrûrun [kabûl olunan haccın] sevâbı ancak Cennetdir, buyurmuşlardır. 5/11. [İslâm Âhlâkı: 551.]


● Bîçûn mertebesine tealluk eden nisbet dahî bîçûn ve ibâret ve işâretden uzakdır. Ba’zan o nisbet-i bîçûnîyi âlem-i misâldeki sûreti ile ortaya çıkarırlar [gösterirler] ki anlamağa ve anlatmağa yakın ola. 6/164