İmam-ı Rabbani Hazretlerinden İnciler
... İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyâda eğer, derd ve musîbetler olmasaydı, dünyânın hiç kıymeti olmazdı. Dünyânın zulmetini, sıkıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermekdedir. [Dünyâ dertleri, rûha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, fâideli ilâcın acılığı gibidir. Bu fakîr, anlıyorum ki, bozuk niyyet ile, gösteriş için, menfe'at için yapılan, ba'zı ziyâfetlerde, yemeğe kusûr bulmak veyâ başka sûretle, yapılan eziyyet ile, ziyâfet verenin kalbinin kırılması, yemekdeki zulmeti, niyyetin bozukluğu ile hâsıl olan günâhı gidermekde, kabûl olmasına sebeb olmakdadır. Eğer müsâfirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sâhibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günâh olacak, kabûl edilmiyecekdi. Kalbin kırılması, kabûle sebeb oldu.
O hâlde, hep cism ve cesedimizin râhatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûresinde, ellialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve rûhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünyâ, müslimânların âhıretlerine, Cennetdeki ni'metlerine göre, bir zindân gibidir. Müslimânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyyet, sıkıntı çekmeğe alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmakdan başka çâre yokdur. Allahü teâlâ, mubârek ceddiniz hurmetine "aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ", biz za'îf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasîb eylesin. Âmîn.
[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zemân Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. cı ve 99. cu mektubları ve 155. ci Ma'sûmîyeyi okuyunuz!]
Müjdeci Mektublar - 64
SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN VE TÜRBEDÂR
Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarlarından biri, bir oğlan çocuğunun dünyaya gelmesini çok istiyordu. Bu yüzden hâmile bulunan hanımının bir isteğini iki etmiyordu. Ancak hanımı o sabah, kendisinden kiraz istemişti. O da, hâmilelerde bu gibi isteklerin olacağını zâten biliyordu. Lâkin kirazın henüz çıkmaya başladığı bu günlerde, çok pahalı olduğu da muhakkaktı. İmkânsızlıklarına rağmen, ümit vererek evden ayrılmıştı. Şimdi türbeyi süpürüyor, hem de bunu düşünüyordu.
Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur büklüm büklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için Selim Hân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.
Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur büklüm büklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için Selim Hân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.
(Mekki) dedemin önüne diz çöküp ilmihali iki sefer hatmettim
Kücük yalıda oturuyordum Taha üçışık abi mescide gelip tam ilmihali okuyordu.Cümle cümle,kelime kelime açıklıyordu .Dinliyenler cok istifade ediyorduk.Keşke bugünde imkan olsa gidip dinlesek.
Taha (Üçışık) abi ben saadet-i ebediyye'den mezunum, (Mekki) dedemin önünde diz çöküp ilmihali bastan sona iki sefer hatmettim dedi.
Anlatan: İdris CEBECİ
Taha (Üçışık) abi ben saadet-i ebediyye'den mezunum, (Mekki) dedemin önünde diz çöküp ilmihali bastan sona iki sefer hatmettim dedi.
Anlatan: İdris CEBECİ
Harâma nâzar nisyân ettirir
Bir gün bir Hâfız-ı Kur'an, İmam Şafiî Radiyallâhü anh'a gelir ve
der ki;
''Efendim nisyâna düşüyorum (unutuyorum)''
Müçtehid İmâm şöyle buyururlar;
''Harâma nâzar etme, harâma nâzar nisyân ettirir.''
der ki;
''Efendim nisyâna düşüyorum (unutuyorum)''
Müçtehid İmâm şöyle buyururlar;
''Harâma nâzar etme, harâma nâzar nisyân ettirir.''
Kalp
1955 senesinde Kuleli’de öğretmen iken, talebeler bana bir suâl sordular. “Kâfirler Cennete gidecekler mi, gitmiyecekler mi?” diye. Ben de onlara bir cevâb yazdım. Sene sonuydu. Bir dersde talebelere bunu böylece anlatdım. Dedim ki: “İsterseniz ben bu cevâbı yavaş yavaş okuyayım. İstiyen defterine yazsın”. Ben okudum, onlar yazdılar. Enver de yazdı, Zeki de yazdı. Sonra bunları çoğaltıp, gitdikleri yerlerde tanıdıklarına dağıtdılar.
Küfür’den sonra en büyük haram, kalb kırmakdır kardeşim. Hattâ kalb kırmak, Kâbe’yi yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. Neden? Çünki Kâbe, kul yapısıdır. Kalb ise Allahü teâlânın kudretiyle var olmuşdur. Hem sonra kalb kırmakda zulüm vardır, kul hakkı vardır. Zâlimler, bu zulümlerinin cezâsını çekmeden âhirete intikal etmezler. Yâni hem dünyâda çekerler, hem de âhiretde. Çok fenâ.
Mektûbât’da buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, yaratdığı organlar içinde, kendine en yakın olarak kalbi yaratmışdır. Ona “cârullah” diyor. Yâni Allahü teâlâya komşu. Cenâb-ı Hak, kendine bir komşu yaratmış. Yâni Allahü teâlâ yeryüzünde, ister mü’min olsun, ister kâfir olsun, ister evliyâ olsun, isterse fâsık ve fâcir olsun, bir kulun kalbi kırıldığı zaman, Allah bundan incinir. Çünki kâfir de olsa, Onun kulu. Kulunu incitene Allahü teâlâ incinir.
Bir büyük zâtın kabrine gitdiğiniz zaman, onu kabrin içinde düşünmeyin kardeşim. Onu Arş’da düşünün. Aksi hâlde istifâde edemezsiniz. Evet, kabirle ilgisi var. Bedeni kabirde çünki. Ama rûhu Arş-ı âlâ’da. Kabirden istifâde etmek çok zordur. Bir kere o zâtı, kabrin içinde yatmış vaziyetde düşünmek olmaz. Kabirle irtibâtı var. Ama o zât, ceset demek değil ki. İnsan demek, “ruh” demekdir. Ruh da Arş’dadır. Böyle düşünülürse, feyz alınır.
İnsan, her zaman, her yerde, hep sevdiğinden bahsedilmesini ister, mevzû hep ona açılsın arzu eder.
Ya kendisi bahseder, ya da birinden dinlemek ister.
Ama hep onu ister.
Ondan bahsetmeyi sever.
Bu, onun elinde değildir.
Çünki âşıkdır ona.
İşte, bu sevgiyle işbağ hâlinde olanlar, kabirde de, mahşerde de, cennetde de, hep sevdikleriyle berâber olacaklardır.
Bu, ne büyük müjde kardeşim.
“El-mer’ü mea men ehabbe”
buyurulmuş.
Kim buyuruyor bunu?
Sevgili peygamberimiz.
Yâni kişi, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde de onunla berâber olacakdır.
“Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike”.
Yâni yâ Rabbî, bana, kendi sevgini ver, seni sevenlerin sevgisini ver ve sevdiğin amellerin sevgisini ver, yâni o amelleri yapmayı bana sevdir yâ Rabbî.
İnsan ölürken, her şeyi unutur efendim.
Çünki vücuddan can çıkarken, önce beyinden başlar çıkmaya, sonra aşağı doğru iner.
Canın çekildiği her kademede, orası ölür.
Meselâ can, boğaza kadar geliyor, buradan yukarısı ölmüş oluyor.
Sonra yavaş yavaş iniyor aşağıya doğru.
Tabii boğaza kadar gelince, beyindeki bilgilerin hepsi siliniyor, beyin ölüyor çünki.
Bırakın ölümü, insan yaşlandığı zaman bile kendi evini unutabiliyor, arkadaşının ismini unutuyor.
Hattâ kendi oğlunun, kızının ismini bile unutabiliyor efendim.
Unutkanlık, biz kullar için. Hele ölürken, o telâşla insan her şeyi unutur.
Ama kalb, ölmedi henüz. Çünki kalb, en son ölür.
Can, en son kalbden çıkar.
Dolayısıyla kalbde “aşk” ve “sevgi” varsa, hele “îmân” varsa, kalbinde Allah sevgisi,
Resûlullah sevgisi varsa, bu büyüklere muhabbet varsa, sevdiği kimseleri karşısında görür efendim,
hele Resûlullah Efendimizi mutlaka görür, o anlatılmaz güzelliği görür, o zevki tadar, öyle ölür, öldüğünün farkına bile varmaz efendim.
Âşık olanlar bunu iyi bilirler.
Bir hadîs-i şerîf var, meâlen
“Büyük günâh işliyenler, Allah yolunda yürüsünler”
buyuruluyor.
Yâni Allah yolunda cihâd etsinler ki, günâhları affolsun.
Cihâd demek, ehl-i sünnet bilgilerini yaymak demekdir.
Mü’minin cihâdı, İslâmiyyetin öğrenilmesine vesîle olmakdır, ehl-i sünneti anlatan kitâbları yaymakdır.
İki hastalık var ki, çok tehlikelidir kardeşim.
Biri küfür, biri de tembellik.
Küfrün ilâcı belli, tövbe etmek ve kelime-i şahâdeti, kelime-i tevhîdi söylemek.
Peki ya tembelliğin ilâcı?
Onun ilâcı da namaz kılmakdır.
Namaz kılan, tembel olamaz efendim.
Allah, celle celâlüh, fıkıh ilmiyle uğraşanları sever.
Yâni Allah’ın sevgili kulu olmak için, fıkıh okumak lâzım, fıkıh öğrenmek lâzım.
Bilmeden müslimânlık olmaz.
Yâni islâmiyyete uymak, fıkıh bilgisiyle olur ve Allahü teâlâ, sevdiğine fıkıh öğrenmeyi nasîb eder kardeşim.
Kalbden dünyâ muhabbeti nasıl çıkar?
Ya Allahü teâlânın ismini çok söyliyeceksin,
“Allah! Allah! Allah!” diyeceksin, veyâhut da bir mürşid-i kâmili seveceksin.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, bu büyüklerden birini çok seveceksin.
Bunlardan birine âşık olacaksın.
Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım.
Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların sevgisi insanın kalbine yerleşir.
Onların sevgisi kalbe yerleşince, “dünyâ muhabbeti” çıkar.
Dünyâ muhabbeti çıktı mı, “Allah muhabbeti” kendiliğinden gelir yerleşir.
Demek ki, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, ya mürşid-i kâmile muhabbet, veyâhut da Allahü teâlâyı çok zikretmek lâzım.
Allah’ı zikretmek de “nemâz” ile oluyor.
Allahü teâlâyı zikredince dünyâ muhabbeti kalbden çıkıyor.
Küfür’den sonra en büyük haram, kalb kırmakdır kardeşim. Hattâ kalb kırmak, Kâbe’yi yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. Neden? Çünki Kâbe, kul yapısıdır. Kalb ise Allahü teâlânın kudretiyle var olmuşdur. Hem sonra kalb kırmakda zulüm vardır, kul hakkı vardır. Zâlimler, bu zulümlerinin cezâsını çekmeden âhirete intikal etmezler. Yâni hem dünyâda çekerler, hem de âhiretde. Çok fenâ.
Mektûbât’da buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, yaratdığı organlar içinde, kendine en yakın olarak kalbi yaratmışdır. Ona “cârullah” diyor. Yâni Allahü teâlâya komşu. Cenâb-ı Hak, kendine bir komşu yaratmış. Yâni Allahü teâlâ yeryüzünde, ister mü’min olsun, ister kâfir olsun, ister evliyâ olsun, isterse fâsık ve fâcir olsun, bir kulun kalbi kırıldığı zaman, Allah bundan incinir. Çünki kâfir de olsa, Onun kulu. Kulunu incitene Allahü teâlâ incinir.
Bir büyük zâtın kabrine gitdiğiniz zaman, onu kabrin içinde düşünmeyin kardeşim. Onu Arş’da düşünün. Aksi hâlde istifâde edemezsiniz. Evet, kabirle ilgisi var. Bedeni kabirde çünki. Ama rûhu Arş-ı âlâ’da. Kabirden istifâde etmek çok zordur. Bir kere o zâtı, kabrin içinde yatmış vaziyetde düşünmek olmaz. Kabirle irtibâtı var. Ama o zât, ceset demek değil ki. İnsan demek, “ruh” demekdir. Ruh da Arş’dadır. Böyle düşünülürse, feyz alınır.
İnsan, her zaman, her yerde, hep sevdiğinden bahsedilmesini ister, mevzû hep ona açılsın arzu eder.
Ya kendisi bahseder, ya da birinden dinlemek ister.
Ama hep onu ister.
Ondan bahsetmeyi sever.
Bu, onun elinde değildir.
Çünki âşıkdır ona.
İşte, bu sevgiyle işbağ hâlinde olanlar, kabirde de, mahşerde de, cennetde de, hep sevdikleriyle berâber olacaklardır.
Bu, ne büyük müjde kardeşim.
“El-mer’ü mea men ehabbe”
buyurulmuş.
Kim buyuruyor bunu?
Sevgili peygamberimiz.
Yâni kişi, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde de onunla berâber olacakdır.
“Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike”.
Yâni yâ Rabbî, bana, kendi sevgini ver, seni sevenlerin sevgisini ver ve sevdiğin amellerin sevgisini ver, yâni o amelleri yapmayı bana sevdir yâ Rabbî.
İnsan ölürken, her şeyi unutur efendim.
Çünki vücuddan can çıkarken, önce beyinden başlar çıkmaya, sonra aşağı doğru iner.
Canın çekildiği her kademede, orası ölür.
Meselâ can, boğaza kadar geliyor, buradan yukarısı ölmüş oluyor.
Sonra yavaş yavaş iniyor aşağıya doğru.
Tabii boğaza kadar gelince, beyindeki bilgilerin hepsi siliniyor, beyin ölüyor çünki.
Bırakın ölümü, insan yaşlandığı zaman bile kendi evini unutabiliyor, arkadaşının ismini unutuyor.
Hattâ kendi oğlunun, kızının ismini bile unutabiliyor efendim.
Unutkanlık, biz kullar için. Hele ölürken, o telâşla insan her şeyi unutur.
Ama kalb, ölmedi henüz. Çünki kalb, en son ölür.
Can, en son kalbden çıkar.
Dolayısıyla kalbde “aşk” ve “sevgi” varsa, hele “îmân” varsa, kalbinde Allah sevgisi,
Resûlullah sevgisi varsa, bu büyüklere muhabbet varsa, sevdiği kimseleri karşısında görür efendim,
hele Resûlullah Efendimizi mutlaka görür, o anlatılmaz güzelliği görür, o zevki tadar, öyle ölür, öldüğünün farkına bile varmaz efendim.
Âşık olanlar bunu iyi bilirler.
Bir hadîs-i şerîf var, meâlen
“Büyük günâh işliyenler, Allah yolunda yürüsünler”
buyuruluyor.
Yâni Allah yolunda cihâd etsinler ki, günâhları affolsun.
Cihâd demek, ehl-i sünnet bilgilerini yaymak demekdir.
Mü’minin cihâdı, İslâmiyyetin öğrenilmesine vesîle olmakdır, ehl-i sünneti anlatan kitâbları yaymakdır.
İki hastalık var ki, çok tehlikelidir kardeşim.
Biri küfür, biri de tembellik.
Küfrün ilâcı belli, tövbe etmek ve kelime-i şahâdeti, kelime-i tevhîdi söylemek.
Peki ya tembelliğin ilâcı?
Onun ilâcı da namaz kılmakdır.
Namaz kılan, tembel olamaz efendim.
Allah, celle celâlüh, fıkıh ilmiyle uğraşanları sever.
Yâni Allah’ın sevgili kulu olmak için, fıkıh okumak lâzım, fıkıh öğrenmek lâzım.
Bilmeden müslimânlık olmaz.
Yâni islâmiyyete uymak, fıkıh bilgisiyle olur ve Allahü teâlâ, sevdiğine fıkıh öğrenmeyi nasîb eder kardeşim.
Kalbden dünyâ muhabbeti nasıl çıkar?
Ya Allahü teâlânın ismini çok söyliyeceksin,
“Allah! Allah! Allah!” diyeceksin, veyâhut da bir mürşid-i kâmili seveceksin.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, bu büyüklerden birini çok seveceksin.
Bunlardan birine âşık olacaksın.
Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım.
Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların sevgisi insanın kalbine yerleşir.
Onların sevgisi kalbe yerleşince, “dünyâ muhabbeti” çıkar.
Dünyâ muhabbeti çıktı mı, “Allah muhabbeti” kendiliğinden gelir yerleşir.
Demek ki, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, ya mürşid-i kâmile muhabbet, veyâhut da Allahü teâlâyı çok zikretmek lâzım.
Allah’ı zikretmek de “nemâz” ile oluyor.
Allahü teâlâyı zikredince dünyâ muhabbeti kalbden çıkıyor.
Seyyid Abdülhakîm Üçışık Hazretlerinin Şemâili
Seyyid Abdülhakîm efendi (kuddise sirruh) vücûdca gayet mu’tedil ve kusursuzdu. Buğday tenli idi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilâl gibi olup, kabarık, ince ve mevzundu. Nûr bakışlı gözleri irice idi. Normalden büyük ve ahenkli burnu, Arvâsîlerin karakteristik hususiyetini taşırdı. Yüzü zaifce idi. Sakalı sık idi. İnce dudaklarının çerçevelediği mübarek ağzını açtığı zaman, incileri mahcûb edici beyazlıktaki dişleri arasından bir nûr fıskiyesi hâsıl olurdu. Bedeni iri yapılı idi. insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı. Her hâli ve harekâtı ile şerîate uyar, en küçük benlik kokusuna yer vermezdi. Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği işitilmemiştir.
“Bizler hesaba dâhil değiliz, soldaki sıfırlar gibiyiz. O büyüklerin yazılarını anlayamayız, ancak bereketlenmek için okuruz” buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi. Yakınlarından birine: “Tekkeler kapanmasaydı burada birkaç velî yetişiyordu” buyurmuştur. Din bilgilerinde ve tasavvufun ince ve derin ma’rifetlerinde derya idi. Üniversite mensûbları, fen ve devlet adamları, hukukçular, çözülmez sandıkları güç bilgileri sormağa gelir, sohbetinde, dersinde, bir saat kadar oturunca, cevâbını alır sormağa lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi.
Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametler görürdü. Keramet göstermekten çok sakınırdı. Şivesi ve yolu hep istikametti. Çok heybetli ve temkin ehli idi. İlâhî irâdeye bağlı olmaktan gelen bir teslimiyet içindeydi. Ahlâkı, Resûlullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) ve Eshabının ve Ehl-i beyt imam ve büyüklerinin (radıyallahü anhüm) ahlâkı üzere idi. Sanki Eshab-ı kiram devrinden bu zamana bir yadigârdı.
Huzuru, edebi, hayası, hikmeti, letafeti ve zerafeti devirler ötesini hatırlatırdı. Çok müsâfir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Kömür alırken kömürcü ile on para için pazarlık edip, sâile [dilenciye] ikibuçuk lira sadaka verdiği zaman hikmetinden suâl edenlere: “Pazarlık etmek sünnettir. Ayrıca büyük amcam hazreti Hasan (radıyallahü anh) dan, ‘çok pazarlık ederdi’ haberi bize geldi. Sadaka vermek de, iyi vermek de sünnettir. Sünnete ittiba etmeğe çalışıyorum” buyurup, şerîat emir ve yasaklarını bildirirken dahî alçak gönüllülük dersi verirdi.
Bir defasında Fransız sefirine, Piyer Loti’yi ziyarete gelmişken, Efendi Hazretlerinin hâlinden bahsetmişler. O da Efendi’yi görmek istemiş ve zâten yakın yerde olan Efendi’ye gelmiş. Efendi’nin cami yanında, demir parmaklıklar önünde çekilmiş sarıklı cübbeli resmi o günün hâtırasıdır. Elçi, biz Almanya’yı dost bildik, fakat onlar bize harb açtı, Fransa’yı işgal ettiler sebebi nedir? Diye sordu. Efendi: “Fransızların başında Cumhur reisi, Almanların başında Hitler, ya’nî kral vardır. Cumhur reisi maaşlı memur hükmündedir. Kral ise memleketin sahibidir. Onun için aralarında çok fark vardır” buyurunca, sefir, cevâbı çok beğenmiş ve Efendi Hazretlerini, kendine göre feylesof ünvânı ile takdir etmiştir.
Efendinin kabiliyet ve talebinin ziyâdeliğindendir ki, daha mürşidinden ilk rabıta emrini alıp, rabıta yapmağa başlayınca, Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerini görmüş, kendisine birçok şeyler suâl edip cevâblarını almıştır. Rüyalarına zâten kendileri ayrı bir yer vermiştir. Önceleri yaz günlerinde eshabı ile Marmara sahillerine, yani Yeşilköy taraflarına gider, sahilde çok tatlı sohbetler eder, denize de girerlerdi. Sonra bazı pis kimselerin yüzünden “Marmara kirlendi” buyurup, yukarıda işaret edildiği gibi Boğaz içinde Kavaklara gider oldular. Boğaziçi vapurunun arka üst kısmında oturur, gözü ağyara almasın diye karşısına eshabından birini, meselâ Şâkir efendiyi oturturdu.
Her haliyle eshabına canlı bir İslâm hayâtı dersi verirdi. Bir defasında Altınkum’da iken oturdukları yere keman çalarak bir çingene yaklaşır. Eshabı mâni’ olmak isterler de, Efendi’nin dudaklarından şu basit, fakat manidar ilim cümlesi duyulur: “Haram da rızıktır. Cenâb-ı Hak’tan halâl ve hayırlı rızık istemelidir.” Bu tenezzühlerinde nice fevkalade halleri müşahede edilirdi.
Gün olur, bir termos çay akşama kadar bitmezdi. Buyururdu: -Siz ne idiği bilmiyorsunuz, ne olduğumuzu biraz görmüş anlamışsınız. Ben ne idiğimizi biliyorum. Ne hale getirildiğimizi de. Onun için bizi bu hâle düşürenleri sizden daha çok tanıyorum. -Yâ Rabbi, huzuruna getirecek hiçbir amelim yok, habis ruhlu kimselere buğzumdan başka. Gün gelir, taşıdığı büyük emânetin ağırlığını hisseder ve: “Ben zayi’ oldum” buyurur. Zaman olur, Resûl-i erkemden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) kendilerine kadar gelen ulvî emâneti verecek kimse bulamadığından esef ve ızdırabla: “Keşke Beyoğlunda bir tütüncü dükkânım olsaydı da, kimse beni tanımasaydı” derdi.
Kendisine, Sultan Ahmed Câmi’-i şerifi imamı, kızının hıfzını câmi’de erkeklere dinletti, dediklerinde: “Kızını Beyoğlu’nda açık gezdirseydi, bu kadar günâh işlemezdi” buyurmuştur. Kısaca Seyyid Abdülhakîm efendi (kuddise sirruh) : “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir”, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerifleri ile bildirilen ve medh edilen mutlak ya’nî her bakımdan, ya’nî zahirî ve bâtınî ilimlere sâhib en büyük âlimlerden ve belki hazreti Mehdi’ye kadar mislî gelmeyecek mürşidlerden idi. Böyle bir zâtı, bizim gibi elinden ve dilinden kimseye bir fâide gelmez, nefsinin esaretinden, şeytanın hilelerinden kurtulmamış olan bir zavallı hangi yüzle, hangi söz ve özle anlatmağa cür’et edebilir. (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- s.362-364)
Ö L Ü M NEDİR ?
Ölüm, yok olmak demek değildir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden, başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmesi gibidir. Ömer bin Abdüla’zîz hazretleri buyurdu ki, (Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız. Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz). Ölüm, mü’mine hediyyedir, ni’metdir. Günâhı olanlara musîbetdir. İnsan ölümü istemez. Hâlbuki ölüm, fitneden hayrlıdır. İnsan yaşamayı sever. Hâlbuki ölüm, ona hayrlıdır. Sâlih olan mü’min, ölüm ile dünyânın eziyyet ve yorgunluğundan kurtulur. Zâlimlerin ölümü ile memleketler ve kullar râhata kavuşur. Bir zâlimin ölümünde, söylenen eski bir beyt şöyledir:
Mü’minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisden kurtulması gibidir. Mü’min öldükden sonra, bu dünyâya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, dünyâya geri gelip bir dahâ şehîd olmak ister. Ölüm, her müslimân için hediyyedir. Bir adamın dînini, ancak mezârı korur. Mezârdaki hayât ise, ya Cennet bağçelerinde bulunmak veyâhud da, Cehennem çukurlarında bulunmak gibidir.
Ölümden kurtulmak, mümkin midir? Elbette değildir. Kimsenin bir sâniye bile yaşamaya elinde imkânı yokdur. Eceli gelen ölür. Bu vakt, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir ândır. Kur’ân-ı kerîmde bir âyet-i kerîmede meâlen, (Ecelleri geldiği zemân, onu bir sâat ileri ve geri alamazlar)buyurulmuşdur.
Allahü teâlâ bir kimsenin ölümünü nerede takdîr etdi ise, o kişi malını, mülkünü, evlâdını bırakıp orada vefât eder.
Allahü teâlâ, bizim günde ne kadar nefes alıp verdiğimizi bilir. Onun bilmediği bir şey yokdur. Îmân edip, hayâtımız ibâdet ile geçdi ise, sonu se’âdet olur. Allahü teâlâ Azrâil “aleyhisselâma” buyurur ki: (Dostlarımın canını kolay al, düşmanlarımın canını güç al!). Îmân sâhiblerine, bu ne büyük müjdedir. Îmândan mahrûm kalanlar için de, ne büyük felâketdir.
Mü’minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisden kurtulması gibidir. Mü’min öldükden sonra, bu dünyâya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, dünyâya geri gelip bir dahâ şehîd olmak ister. Ölüm, her müslimân için hediyyedir. Bir adamın dînini, ancak mezârı korur. Mezârdaki hayât ise, ya Cennet bağçelerinde bulunmak veyâhud da, Cehennem çukurlarında bulunmak gibidir.
Ölümden kurtulmak, mümkin midir? Elbette değildir. Kimsenin bir sâniye bile yaşamaya elinde imkânı yokdur. Eceli gelen ölür. Bu vakt, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir ândır. Kur’ân-ı kerîmde bir âyet-i kerîmede meâlen, (Ecelleri geldiği zemân, onu bir sâat ileri ve geri alamazlar)buyurulmuşdur.
Allahü teâlâ bir kimsenin ölümünü nerede takdîr etdi ise, o kişi malını, mülkünü, evlâdını bırakıp orada vefât eder.
Allahü teâlâ, bizim günde ne kadar nefes alıp verdiğimizi bilir. Onun bilmediği bir şey yokdur. Îmân edip, hayâtımız ibâdet ile geçdi ise, sonu se’âdet olur. Allahü teâlâ Azrâil “aleyhisselâma” buyurur ki: (Dostlarımın canını kolay al, düşmanlarımın canını güç al!). Îmân sâhiblerine, bu ne büyük müjdedir. Îmândan mahrûm kalanlar için de, ne büyük felâketdir.
HANNÂNE
Medînede, mescid-i nebevîde dikili bir hurma kütüğü vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna Hannâne denirdi. Minber yapılınca, Hannânenin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâ’at işitdiler. Minberden inip, Hannâneye sarıldı. Sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı) buyurdu. Böyle mu’cizeler çok görülmüş ve haber verilmişdir.
Namaz kılmak Allahu teala'ya teveccüh etmek demektir
Namaz kılmak, Allahu teala'ya teveccüh etmek demektir...
Kaynak:Gün batarken gördüğüm son ışık) Sahife:62 Süleyman Kuku
Kaynak:Gün batarken gördüğüm son ışık) Sahife:62 Süleyman Kuku
Resmi büyütmek için üzerine tıklayınız...
İngilizlerden daha korkunç islam düşmanı Şemsettin Günaltay'dır
İngilizlerden daha korkunç islam düşmanı Şemsettin Günaltay'dır...
Aşağıdaki sözler Seyyid Abdülhakim Arvasi (Kuddise sirruh) hazretlerine aittir.
Kaynak:(Gün batarken gördüğüm son ışık) Sahife:62 Süleyman Kuku
Resmi büyütmek için üzerine tıklayınız...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)