Bu yol mutlak kavuşturucudur


Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
Evliya menkıbelerini okumak, dinlemek Allah sevgisini artırır. Eshab-ı kiramın menkıbeleri, imanı kuvvetlendirir, günahları yok eder. (Evliyalar Ans.)
Büyüklerin sevgisi cevherdir, Allahü teala bu cevheri çöplüğe koymaz.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurmuşlardır ki; İnsan çok bozuk olabilir, patavatsız olabilir, şu veya bu olabilir, ama bu büyüklerin yolundaysa, yol çok sağlam ve çok kıymetli olduğu için, o kişi yine makbuldür, azizdir. Bu kendisinden dolayı değil, yolun özelliğinden dolayıdır. Büyüklerimiz, ya rabbi, bu yola mensup olanlar, eninde sonunda senin rızana kavuşsunlar, diye dua etmişlerdir. Bu yol öyle bir yoldur ki, zerre kadar muhabbeti olan, mutlaka rıza-ı ilahiyyeye kavuşur. Hasbel kader bozuk bir insansa, dünyada kavuşamazsa, ölürken kavuşur. Orada kavuşamazsa, kabirde kavuşur. Orada kavuşamazsa, mahşerde kavuşur. Orada kavuşamazsa, cennette kavuşur. Eninde sonunda muhakkak kavuşur. Çünkü yol mutlak kavuşturucudur.

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Pek Bilinmeyen Menkıbeleri

Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: “Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi” buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir. Necip Fazıl bey anlatır: Efendi Hazretlerinin sohbetindeydik. Vakit gece yarısına gelmişti. İçimden, şimdi ben, bu gece yarısı, mezarların arasından nasıl inip de gideceğim diye geçiriyordum. Derhal bakışlarını Abidin’e çevirip: “Necib Fazıl beyi sen götürürsün. Beraber gidersiniz” buyurdular. Abidin ile kol kola mezarlıktan iniyorduk. Abidin elini uzatmış bir noktayı görteriyordu. Baktım, Efendi Hazretlerinin bulundukları yerden göğe doğru bir nur çizgisi uzanıyor.
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.332) 

Van valisi Tâhir Paşa zamanında Van’a tabiiyyecilerden rûh nakline (reenkarnasyon) inanan bir adam gelir. Vali konağına müsâfîr edilir. Geliş sebebini Tâhir Paşa’ya anlatır. Tahir Paşa ile bir müddet münâkaşadan sonra Tâhir Paşa, Seyyid Muhammed Sıddîk hazretlerini çağırır. Konağı teşrif eder. Tâhir Paşa: “Buraya enteresan bir adam geldi. Bozuk fikrini yayarsa, zararlı olur. Ne dersin, ne edelim?” Der. Cevâbında: “Onu bir ânda ilzam edemem, konuşma çok uzar. Onu birkaç kelime ile ancak Efendi hazretleri mağlûb eder” der. Başkale’ye telgraf çekilir. “Muhammed Sıddîk ağır hastadır, hemen teşrifinizi dilemektedir” denir. Efendi hazretleri telgrafı alır almaz, atına atlayıp Van’a gelir. Muhammed Sıddîk Efendi’yi bulur. Hastayım, hastalığım şudur, deyip tabiiyyeciden ve maksadından bahseder. Efendi hazretleri: “Altı yaşında bir eşeği bahçeye bağlatın ve aç ve susuz bırakın. O kimse ile bahçede görüşüceğiz. Yer hazırlatın” buyurur. Bahçeye gelirler. Konuya geçmeden Efendi hazretleri tabiiyyeciye: Hoş geldiniz, nerelisiniz, evli misiniz, babanız öleli kaç sene oldu? Diye sorar ve sormağa devam eder. Tabiiyyeci: “Siz Kürd hocalar birisi ile karşılaşınca böyle fuzûli sorular sorarsanız. Sizin buraya getirilmeniz ne için ise, onun hakkında konuşalım” der. Efendi Hazretleri: “İddianızı duymuşum. Yalnız, siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münazara yapmamağı tercih ederim” buyurur. Neden insafsız imişim, der. İfâdenize göre babanız altı yıl önce ölmüş ve aynı zamanda, şuracıkta deminden beri anırıp duran şu eşek dünyaya gelmiş ve babanızın ruhu ona geçmiş. Ben böyle iddia ediyorum. Aksini isbât edebilir misin? Buyurur. Tabiiyyeci cevâb veremez, mağlûb olur ve Efendi hazretlerinin büyüklüğünü kabul eder. Efendi hazretleri de ona ilmî olarak gayet genişçe, rûh naklinin imkânsızlığını anlatır. İtikadını düzelttikten sonra Tahir Paşa’ya götürür ve: “İşte bir iddia ile buraya kadar gelmiş bir adamı, bir eşekten misâl vererek Müslüman ettim” buyurur. Sonra ifsâd ettiği kimseleri düzeltmede Tâhir Paşa’dan yardım ister. (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.274)

Sultan Vahîdeddin Hân, Ramazan-ı şerîfde Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-ı Şerîf dâiresini ziyaret edeceği zaman, Efendi Hazretlerini de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da hâzır idi. Bu menkıbeyi anlatan Efendi hazretlerinin hizmeti ile şereflenen Şâkir efendi der ki: Sultan, tam Hırka-ı Seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince: Abdülhakîm Efendi nerededir? Diye sormuş. Oradaki kalabalık birbirine bakmışlar, o isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber vermişler. Efendi Hazretleri: “Benim ismim Abdülhakîm’dir” deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açmışlar. Sultan kendilerini bekleyip, yan yana, biri dünya, biri âhiret sultanı, Sultan-ül enbiyânın (sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) seâdetlû hırkalarının bulunduğu odaya girmişler ve beraber ziyaret etmişler. Çıkınca sultan, teberrüken orada olanlara birer mendil hediye etmiş. Efendi hazretlerine ise, iki mendil hediye etmiştir. Ben dış kapıda Efendiyi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. “Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi, birisi senindir” buyurup birini bana verdiler. Bu da Sultanın kalb gözünün açık ve uyanık olduğunun bir işaretidir.
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.298) 

Yine bir defasında Efendi Hazretlerini bir düğüne davet etmişler. Gitmiş. Oturdukları odadaki bir sehpanın üzerindeki kitabı alıp birkaç satır okuyup yerine koymuşlar. Daha sonra sevdiklerinden birine: “O kitap Abdullah Cevdet’in bir romanıydı. Elime alıp birkaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti on beş günde zor def’edebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvvullah Cevret’tir.” buyurdular. s.305

Bir gün elimde, Diyanet İşleri reisliği de yapmış olan Şerafettin Yaltkaya’nın Ehli Sünnet ve İmam-ı Azam hazretleri hakkında yazmış olduğu bir risale ile efendi hazretlerine geldim. “Elindeki nedir?” buyurdular. Söyledim. “Okuyun” dediler. Altmış küsür sahifelik bir kitabcıktı. Sonuna kadar hepsini okuttular. Sonra buyurdular ki: “İçindekilerin hepsi doğrudur. Fakat müellifi pistir. Onun için sen de bu kitabı bir daha okuma!” s.306

Sultan Abdülhamîd Hân vefat edince, Efendi’nin şeyhi, hocası ve mürşidi Seyyid Fehîm hazretlerinin (kuddise sirruh) oğlu Ma’sûm efendi: “Efendi Hazretleri, Abdülhamîd Hân Hakkın mağrifetine kavuştu” dedi. Efendi Hazretleri: “Hepsi o kadar mı?” buyurdu. Ma’sûm Efendi, “Bundan büyük hangi ni’met olur?” dedi. Efendi buyurdu: “Bundan büyük şu olur ki, o kabre konduğu andan itibaren Arş-ı a’zamdan kabrine nurdan bir sütun inmekte, onu ihata etmektedir.” s.307

Efendi Hazretleri meşverete çok ehemmiyet verirdi. Bu sünnetin devamını tenbîh ve tavsiye ederdi. Hadîs-i Şerîf mucibince: “Meşveret edecek kimseyi bulamazsanız, taşa anlatın” buyurulmuş olduğundan Efendi Hazretleri bazen onlara göre bir taş mesabesinde bulunan bu fakirle meşveret ederdi. Bir defasında: “Hilmî, gözümde katarakt var, ameliyat olayım mı, sen ne dersin?” buyurdular. Bu teknik bizim memleketimizde çok gelişmiş değil, tavsiye etmem efendim” dedim. “Ben de öyle düşünüyordum” buyurdular. s.310

Hilmî Bey hocamızın Fâtih’deki evinde bir hafta kadar müsâfir edildim. Kendileri eczaneye gider, ben yukarıki salonda, onların emri ile Mektûbât üzerinde çalışır, onlar işeten dönünce, yaptıklarımı, okuduklarımı, yazdıklarımı sorar, bunlar üzerinde konuşurduk. Bir defasında: Efendim, Muhammed Ma’sûm hazretleri, filân mektûbda: “Zamanımızın halîfesi…” buyuruyor. O zaman hilâfet merkezi İstanbul idi. Hindistan’da da, ya’nî aynı zamanda iki halîfe mümkün mü?” diye arz ettim. Tebessüm edip: “Ben de bunu okuduğum zaman, sizin gibi tereddüde düştüm ve Efendi hazretlerine suâl ettim. Buyurdular ki, o zaman Hindistan’daki Timuroğulları [Babürîler] devleti ile Osmanlı devlet-i aliyyesinin birbiriyle hemen hemen münâsebeti yok gibi idi. Ya’nî iki ayrı dünyâ gibi idiler. Böyle olunca, aynı anda iki halîfe olması mümkündür.” s.307

Abdülkadir efendi anlattı: Efendi Hazretleri ile Eyyûb Câmii şerifinde öğle namazını kıldık. Sonra Halid bin Zeyd Ebu Eyyûb Ensari hazretlerinin (radıyallahü anh) türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yan yana diz üstü oturduk. “Yanıma sokul ve gözlerini kapa!” buyurdu, öyle yaptım. Bir de ne göreyim! Hazreti Hâlid (radıyallahü anh) karşımızda ayakta duruyor. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı, nûr yüzlü idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum, edeble onları seyrediyordum. Sonra Efendinin sesi kulağıma geldi. “Gözünü aç” buyurdu. Açtım. İkimizi sandukanın yanında oturur halde gördüm. Sokağa çıktık. İkindi ezanı okunuyordu. O kadar zaman kalmışız. Yaz günü idi. Öğlen ikindi arası uzun idi. Efendi Hazretleri: Ne gördün?” buyurdu. Anlattım. “Ben hayatta iken kimseye söyleme” buyurdu. Şimdi vefatından yirmidört sene geçmiş oluyor, sorduğun için sana anlattım, dedi.
 s.320 (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)

Kuranı kerimin harfleri Arab harfleri değildir. Yüzbinlerce seneden beri Adem aleyhisselam’ın hilkat-i beşriyyesinin ibtidasından beri, bu harfler vardır. Adem aleyhisselam’a nazil olan suhuflardan biri de bu harflerle idi. Arzın her bir katresinde, her kumun içinde aynı hatlar yazılı idi. Ve bu harfler Arab zamanlarına tesadüfle, ta zaman-ı ahire kadar kemal ve cemalini gaib etmedi. s.388 *

Efendi Hazretlerinden anlattı: “Beşiktaş’ta Sinan Paşa Câmi’inde va’z etmiştim, çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından kibar bir bey inip: “El-melikü yakraüsselâm ve yed’ûke iletta’âm” dedi. Ya’nî Pâdişâhımız sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor. Araba ile saraya gittik. İstanbul’un seçilmiş, vaizleri, imamları davet edilmiş idi. Mükellef bir yemekten sonra ser muhâsıb geldi. Pâdişâhın selâmı var hepinizden rica ediyor: “Anadolu’da küffâr ile harb eden kuva-yı milliyenin galib gelmesi için dua et­menizi ve Anadolu’daki mücâhidlere para, mal ve dua ile yardımcı olmaları, eli silâh tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi istiyor” dedi. Bu emir üzerine Anadolu’ya çok insan gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.” S.298

*Bâyezid camiinde, Erzindan’daki büyük zelzele felaketinden bir hafta kadar önce “Allahu Teala, zinanın aşikare olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Ke Erzindan = Erzindan gibi” buyurur. Fakat o esnada kimse bu işareti değerlendiremez, ama bir hafta sonra o büyük felaketin duyulmasıyla, bu büyük kerameti anlayamadık, derler. S.288

*Efendinin ashabından biri de Cevad bey’dir. Orgeneral Celal Bulutlar’ın kayın pederidir. Efendinin kadim dostlarından ve eshabından idi. Şöyle anlattı: Sakarya harbi sıralarında idi. Üsteğmendim. Ordumuz ricat ediyor ve Ankara’nın boşaltılması faaliyetine girişilmiş idi. Efendi hazretleri bana emr etti ve: Hemen Ankara’ya git, orduya katıl ve her şeyden evvel Fevzî Paşa’ya [Maraşal Fevzi Çakmak] çık ve de ki: “Beni buraya kendi hâlinde bir Müslüman gönderdi. Yılmasınlar, sebat etsinler, zafer muhakkaktır, diyor”. Gittim. Maraşal Fevzî Çakmak Paşa’yı gördüm ve Efendi Haz­retlerinin buyurduklarını aynen söyledim. Teşekkür etti. Bir rivayette şükür secdesi yaptı. Orduya katıldım. Harbe girdim. Yaralandım ve ma’lûl yüzbaşı olarak tekaüde ayrıldım. Zaferi de gözlerimle gördüm. Âh Efendi!…

 *Ahmed bey anlattı: Emirgân’da çimende namaz kılacaktık. İleride radyodan müzik sesi geliyordu. Efendi, imamete geçti. Cevâd bey rad­yoyu susturmak için koştu. Efendi: “Çağırın, gelsin!” buyurdu. Sonra, Allahu ekber deyip namaza durduk. Tekbîr sesi ile, radyonun sesinin kesilmesi bir oldu. Namazı huzurla kıldık. Namazdan sonra bahçe [gazino] sahibine, radyoyu bilerek mi kapattın, dedik. Hayır, aniden bütün cereyanlar kesildi, dedi. S.337

*Farika abladan dinledim: Küçük kızlar idik. Efendi Babaya gelip, çarşıya gideceğiz, bize biraz para verir misiniz dedik. “Sizi yaramazlar, yine sinemaya gideceksiniz!” buyurdu. Hayır Efendi Baba, ihtiyaçla­rımız var, dedik. Bize para verdi. Çarşıya indik. Sinemaya gittik. Gel­dik. Efendi Babanın elini öptük. “Hani, sinemaya gitmeyecektiniz” bu­yurdu. Gitmedik, dedik. Bana hitab edip: “Farika, sen sinemada dire­ğin dibinde oturmadın mı? Niçin inkâr ediyorsun. Hem yapıyorsun, hem de yalan söylüyorsun” buyurunca, o kadar mahcûb oldum, o ka­dar utandım kî, yerin dibine girdim desem, mübalâğa etmemiş olu­rum. “Efendi baba, afv edin, bir daha yapmam” diyebildim neyse. O zaman Efendinin ne büyük velî olduğunu bir daha yakînen anladım.

s.348 (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)

İNGİLİZ DİPLOMATIN KUR’AN-I KERİM SORUSU

İNGİLİZ DİPLOMATIN KUR’AN-I KERİM SORUSU

1914-1918 yılları arasında sadrâzamlık yapan Said Halim Paşa’ya kendisiyle görüşen bir İngiliz diplomat, bilvesîle şu suâli sorar:

“−Paşa Hazretleri!.. Müslümanlar bütün hakîkatlerin ve bu arada fennî gerçeklerin Kur’ân’da mevcûd olduğunu iddiâ eder dururlar. Lâkin bir gerçeği, biz Batılılar keşfedip ortaya koymadıkça da Kur’ân’dan çıkarıp gösterememektedirler. Benim aklım buna hep takılmaktadır. Acaba siz ne dersiniz, böyle midir?”

Said Halim Paşa, Mısır’da büyüdüğü, Arapça’ya vâkıf olduğu, devrin îcâbı olarak da İslâm’ı çok iyi bildiği hâlde kendine göre bir izâhatta bulunur. Ancak ortaya koyduğu fikirler, İngiliz diplomatı tatmin etmez. Bu duruma oldukça canı sıkılan Sadrazam Halim Paşa, Osmanlı Meclis-i Mebusânı’na telefon ederek o zaman mecliste pek çok olan din âlimlerinden birinin acele Sadâret’e gönderilmesini talep eder.

Bu sûretle getirilen hocanın verdiği cevaplar da İngiliz diplomatı tatmin etmeyince Said Halim Paşa, İngiliz’den ertesi güne kadar kendilerine müsâade edilmesi ricâsında bulunur ve meclisten gönderilen hocaya da:

“−Âlimleri ve hocaefendileri, sen benden daha iyi tanırsın. İçlerinde bu İngiliz diplomatın gönlünü tatmin edecek bir izahatta bulunabilecek her kim var ise, onu arayıp bul ve yarın benim yanıma getir!..” der.

Hocaefendi, bu iş için kalkıp Yalova’nın Reşâdiye Köyü’nde oturan Nakşî meşâyıhından Dağıstanlı Şeyh Şerâfeddîn Efendi’nin huzûruna gider. Şeyh Şerâfeddîn Efendi, Şeyh Şâmil’le birlikte Türkiye’ye gelip yerleşmiş olan cemaattendir. Sultan Reşad, yerleştikleri köydeki hazîne arâzîsini onlara tahsîs etmiş bulunduğundan, bu köye “Reşâdiye” (şimdiki Güney Köyü) adı verilmiştir.

1930 yılında vâkî olan “Menemen Vak’ası”nda uzun bir müddet hapis yatmış ve nihâyet beraat etmiş bulunan Şeyh Şerâfeddîn Efendi, o zaman ziyâretine gelen hocadan durumu öğrenince onu köyünde bir akşam misâfir eder, ertesi gün de sabah namazıyla birlikte bir faytona binip öğlen üzeri, birlikte Cağaloğlu’ndaki Sadâret’e gelirler. İngiliz diplomat tekrar huzûra çağrılarak kendisinden suâlini tekrarlaması istenir. Söylenenleri dinleyen Şeyh Şerâfeddîn Efendi şöyle cevap verir:

KUR’AN-I KERİM’DE KIYAMETE KADAR OLACAK TÜM KEŞİFLER VAR MI?

−Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar vâkî olacak fennî keşiflerin hepsi mevcuttur. Çünkü O, bir «Kitâb-ı Kâinât»tır. Bu gerçeklerin, siz Batılılar, fiilen ortaya çıkarmadıkça bir müslüman tarafından Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarılıp gösterilemediği de doğrudur. Ama bunun üç sebebi vardır ki; size bunların ikisini söyleyebilirim. Üçüncüsü, siz Batılıların aleyhine olduğundan onu söylemek nezâkete aykırı olur.”

İngiliz diplomat, her üç sebebin de söylenmesinde ısrar edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri şöyle buyurur:

“−Kur’ân-ı Kerîm’de fennî hakîkatlere temâs «sarâhat»le, yani tafsîlatlı olarak değil, «delâlet» yani işaret kabîlinden ve hülâsa olaraktır. Bunun birinci sebebi, eğer bu gerçekler, sarâhat cihetiyle olsaydı, Kur’ân’ın hacmi alabildiğine genişleyeceğinden onun ezberlenmesi imkânsızlaşırdı. Hâlbuki diğer semâvî kitapların başına gelen tahrif hâdisesinin Kur’ân için vâkî olmama sebeplerinden biri de bu ezberlenme keyfiyetidir. Yazının yaygın olmadığı bir zamanda tahrif, ancak bu sûretle önlenebilirdi.”

İngiliz diplomat:

“−Eh…” deyip pek tatmin olmamış gibi görünür. Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri devamla:

“−Fakat asıl sebep bu değildir. Eğer kıyâmete kadar bâkî kalacak olan Kur’ân-ı Kerîm, fennî gerçeklere sarâhat cihetiyle temâs etmiş olsaydı, asırlardan beri mü’min ve müslim olan insanların çoğu, zamanlarındaki fennî terakkî seviyesi itibâriyle onları kabûle yanaşmayıp inkâr ederler ve îman dâiresinden çıkarlardı. Lâkin bu fennî gerçekler, fiilen ispat edildikten sonra delâlet cihetiyle olan kısmı da Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendiklerinde îmanlarının kuvvetlenmesi gibi bir netîce elde ederler.”

Şeyh Şerâfeddîn Efendi, üçüncü sebebi zikretmeyi nezâkete aykırı telâkkî ettiğinden mâzur görülmesini talep ettiyse de İngiliz diplomatın ısrarıyla onu da şu şekilde ortaya koymuştur:

KUR’AN-I KERİM’E TAM MANASI İLE VAKIF OLANLAR BİLDİKLERİNİ SÖYLEMEZLER

“−Kur’ân-ı Kerîm, zikrettiğim şu iki sebep yüzünden fennî gerçeklere «sarâhat» yerine «delâlet» yoluyla temâs etmiş olduğundan, bu gerçekleri herkes anlayıp kavrayamaz. Lâkin bunları, siz Batılılar tecrübe edilir ve ispatlanır hâle getirmeden de bilenler vardır. Bunlar ilimde «rüsûh sahibi» olan ve zâhirî ilimler kadar ledünnî ilimlere de vâkıf olan kimselerdir. Yalnız onlara da bildiklerini söylemek husûsunda müsâade yoktur.

Bunun sebebi de dünya hayatının sa’y/çalışma esâsına dayalı olan aslî nizâmını muhâfaza olduğu kadar, aynı zamanda siz Batılıların her fennî keşfi egoistçe kendi emelleriniz istikâmetinde ve başka milletlerin aleyhine kullanmanızdır. Sizin Kur’ân’dan çıkarılacak bir fennî keşfe vâkıf olmanız engellenemeyeceği içindir ki, bu bize yasaklanmıştır.” deyince İngiliz diplomat, bunun bir “bahâne” olduğu yolunda îtirazda bulunmuş ve onu iknâ etmenin mümkün olmadığını gören Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri, şu sözleri söylemeye mecbur kalmıştır:

İNGİLİZ DİPLOMATI ŞAŞIRTAN HADİSE

“−Bak ekselans!.. Ben de Kur’ân’ın delâlet cihetiyle temâs ettiği fennî gerçeklerin kâffesine bir ilâhî mevhibe olarak vâkıf olanlardanım. İstesem, size kıyâmete kadar vâkî olacak bütün fennî keşifleri sayabilirim. Lâkin bunu yapmak, benim için mânevî bir intihar olur. Ancak gerçeğin, bu söylediğim gibi olduğunu kabûl edebilmeniz için size başka hârika bir bilgi sunabilirim.”

İngiliz diplomat:

“−Meselâ ne gibi?” diye suâl edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri:

“−Sizin ceddinizi, tâ Âdem aleyhisselama kadar sayabilirim.” karşılığını verir.

İngiliz’in talebi üzerine de onun ceddini geçmişe doğru saymaya başlayınca, İngiliz diplomat:

“−Dur! Bir dakika… Sen bunları nereden biliyorsun!? Yedinci göbekten öteye ben dahî bilmem.” der. Söylenenlerin doğruluğunu tasdik makâmındaki bu cevâba karşılık olarak Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri devamla:

“−Ben sadece bunu değil, sizden dünyaya gelmiş ve kıyâmete kadar gelecek olanları da sayabilirim.” diyerek, karşısındaki İngiliz’in önce çocuklarını, sonra torunlarını, daha sonra da henüz dünyaya gelmemiş olan neslinin İngilizce isimlerini teker teker saymaya başlayınca, İngiliz diplomat, Sadrâzam’a dönerek:

“−Paşa Hazretleri! Ben sizden bir din âlimi istedim, siz bana bir sihirbaz getirdiniz!..” diyerek kendisi için mantıken mecbûrî hâle gelmiş olan hidâyetten kaçmış ve bunun ilâhî takdîre bağlı bulunduğu gerçeğine yeni bir misâl olmuştur.

Bu Dünyanın Bekâsı Yok

Rivâyete göre, hükümdarın biri, dillere destan muhteşem bir saray yaptırmıştı. Öyle ki, sarayın her odası ayrı bir güzellik sergisi, her köşesi ince tezyînatla işlenmiş ayrı bir sanat eseri gibiydi. Kapılar, kakma sanatının en nâdide örneklerini taşırken, duvarlar baştan başa rûhu okşayan enfes hat örnekleriyle doluydu. Hülâsa, kısa bir vakitte bu sarayın hususî özelliklerini tamamıyla anlatabilmek mümkün değildi.

Hükümdar bir gün, evliyâullahʼtan bir zâtı, saraya dâvet etti. Dâvete icâbet edip saraya teşrif eden mübârek misafirine sarayın her tarafını kemâl-i edeple gezdirdikten sonra, niyetini şu sözlerle izhâr etti:

“–Efendim! Sarayı nasıl buldunuz? Bu hususta görüşlerinizi almak isteriz.”

Hükümdarın bu suâline karşılık o Hak dostu:

“–Sultanım! Sarayın dünyevî ihtişâmı gerçekten de göz kamaştırıyor. Zira sarayın yapımında emeği geçen sanatkârlar, bütün mahâretlerini ortaya koymuşlar. Kısaca her şey mükemmel!” dedi ve ilâve etti:

“–Sâde bir eksiği var!”

Bu cevâbı hiç beklemeyen hükümdar ise birden şaşırdı ve sonra hayretle:

“–Allah Allah! Efendim, bu sarayın eksiği nedir?” diye tekrar sordu. O Hak dostu, insanı tefekkür deryâsına daldıran ve bütün kâinat için geçerli olan şu mânidar cevâbı verdi:

“–Bekâsı yok!..”

Her zerresi bir gün fânîliğe gark olacak şu âlemdeki bütün mevcûdât için söylenebilecek, gâyet kısa ve öz, fakat mânâsı büyük bir ifâde: “Bekâsı yok!..”

Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmiştir:

“Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (er-Rahmân, 26-27)

“…O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır…” (el-Kasas, 88)

Cenâb-ı Hakk’ın fânîlikten muaf tuttuğu bir canlı yokken, insan, sahip olduğu nîmetlerin aslâ elinden çıkmasını istemez, dünyada dâimâ ebedîlik ve ölümsüzlük arzular. Hâlbuki fânî dünya üzerinde ebedîlik aramak veya mes’ut günlerin hiç bitmeyeceğini ve ihsân edilen nîmetlerin hiçbir zaman elden çıkmayacağını sanmak; çöllerdeki seraplara aldanmak gibi boş bir hayal ve beyhûde bir ümittir.

Nitekim bir Hak dostu, bu hususta ne güzel buyurmuştur:

“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki, sana versin!”

Ölümü bilen, fânî dünya lezzetlerine, bu hayatta yolcu olduğunu bilen de misafirhanedeki oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşya, ondan ayrılmayacak bir sûrette dünya misafirhanesine âittir. Bütün fânî nîmetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saâdet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!.. Sonunda gireceği yer, bu kara toprağın bir çukuru değil midir?!.

Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bizlere şöyle seslenir:

“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

İslâm dîni, insanın beşikten mezara kadar hayatını tanzîm edip, onu, âhiret âleminin esrârına ve gaybî hakîkatlerine hazırlar. İnsanın; beşik ile tabut arasındaki münâsebeti kavrayamadan, kâinattaki mevkîini ve vazîfesini tâyin edemeden ve gideceği mezar yolculuğunun hikmet ve ibretini idrâk edemeden, hayatı gâyesiz bir şekilde yaşaması ne büyük bir hüsrandır!

İnsan ibret almaz mı ki, her fânî varlığın tazelik ve zindeliği zaman değirmeninde dâimî bir sûrette öğütülmektedir!

Fakat ne tuhaftır ki insan, birkaç gün misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybedilmesi her an muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sahibi sanır. Hâlbuki insan, rûhuna ceset giydirilerek dünyaya gönderildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. Ölüm ve ötesi için bir hazırlık mekânına girmiş olduğu hâlde, bu hakîkatten ekseriyâ gâfil yaşar.

Fakat bir gün gelir, ruh, ceset elbisesinden soyundurulur ve âhiret kapısı olan kabirde, diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır. Zaman şeridinden düşen her ânın, bizi hakikat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde etmektedir:

“Kime uzun bir ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68)

Bi’set-i Nebî’den evvel, Kuss bin Sâide’nin Ukâz Panayırı’nda yaptığı ve Hak bir peygamberin geleceği müjdesini de verdiği şu hitâbesi, bu dünyanın fânî bir imtihan mekânı olduğunu, ne güzel ifâde etmektedir:

“Ey insanlar!

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!

Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini tâkip eder.

Dikkat edin, söylediklerime kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var! Yer­yü­zü se­ril­miş bir dö­şek, gök­yü­zü yük­sek bir ta­van. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Aca­bâ var­dık­la­rı yer­den memnun ol­duk­la­rı için mi ora­da ka­lı­yor­lar; yok­sa alı­ko­nu­lup da uy­ku­ya mı da­lı­yor­lar…

Yemin ederim, Allâh’ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir.

Ve Allâh’ın gelecek bir Peygamber’i var ki, gelmesi pek yakındır. O’nun gölgesi başınızın üzerine düştü. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de, O dahî ona hidâyet eyleye! Vay o bedbahta ki, O’na isyan ve muhâlefet eyleye!

Yazıklar olsun ömürlerini gaflet içinde geçiren ümmetlere!

Ey insanlar!

Gafletten sakının! Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak Bâkî’dir. Birdir, şerîk ve nazîri (ortağı ve benzeri) yoktur. İbadet edilecek, yalnız O’dur. O doğmamış ve doğurmamıştır.

Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur.

Ey İyâd kabîle­si! Ha­ni ba­ba­la­rı­nız ve de­de­le­ri­niz? Ha­ni mü­zey­yen kâ­şâ­ne­ler ve taş­tan hâ­ne­ler ya­pan Âd ve Se­mûd? Ha­ni dün­ya var­lı­ğı­na mağ­rur olup da kav­mi­ne hi­tâ­ben; «Ben si­zin en bü­yük Rab­bi­ni­zim.» di­yen Fi­ra­vun ve Nem­rud?

Bu yer, on­la­rı de­ğir­me­nin­de öğüt­tü, toz et­ti. Ke­mik­le­ri bi­le çü­rü­yüp da­ğıl­dı. Ev­le­ri de yı­kı­lıp ıs­sız kal­dı. Yer­le­ri­ni şim­di kö­pek­ler şen­len­di­ri­yor. Sa­kın on­lar gi­bi gaf­let et­me­yin. On­la­rın yo­lu­ndan git­me­yin. Her şey fâ­nî, an­cak Ce­nâb-ı Hak Bâ­kî’­dir.

Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yok!.. Küçük büyük herkes göçüp gidiyor. Herkese olan bana da ola­caktır.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418)

Velhâsıl dünyada bir misafir olarak bulunduğumuzu, ömür senedinin vâdesinin meçhul bir günde dolacağını, esas ve ebedî hayâtın âhiret hayâtı olduğunu aslâ unutmamak ve o sonsuz yolculuk için hazırlık yapmak îcâb eder.

İmâm Şâfiî Hazretleri, ne güzel buyurmuştur:

“Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı değildir? Gideceği yere ulaşmak isteyen, istasyonda uyumaz (istasyonda gaflete dalmaz).”

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel derman ara

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel derman ara 
Bahr-ı aşkı nûş ediben âbı yok umman ara 

Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün 
Bir velînin gönlüne gir mekteb-i irfan ara 

"Men aref" sırrına vâkıf olmak istersen eğer 
"Külli şey'in hâlikun" de nefha-i Rahman ara 

Kîl ü kâl ile geçirme ömrüne ey müddeî 
Nutk-ı Ahmed'den zuhur-ı Hazret-i Kur'ân ara 

Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi 
Pâk edip beyti sanemden Hızrı veş mihmân ara 

Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını 
Pîre teslîm et özün bir mürşidi bürhân ara 

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem 
Hasret-i hicrana yanıp Hazret-i Lokman ara 

Gir Tarîk-i Nakşibend'e cân u dilden hadim ol 
Pîr-i Sâmî Hazreti'nden haddi yok ihsan ara 

Dest-i kudret destini bil nûr-ı Ahmed zâtını 
Sıdk ile sâlik oluben arşa dek seyrân ara 

Hep ledünnîdir kelâmı vâris-i Ahmed'dir Ol 
Cebhesinde gör cemâli Yûsuf-ı Kenan ara 

Söyleyen Sâlih'dir amma söyleten Sâmi'durur 
Bulmak istersen birader böyle bir sultân ara

Gam günümdür gel eriş sultânım Allah aşkına

Gam günümdür gel eriş sultânım Allah aşkına 
Küsdün ise tez barış hubânım Allah aşkına 

Hasretinden yandı cismim ciğerim oldu kebâb 
Sâkiyâ sun badeyi atşânım Allah aşkına 

Bu derûnum bir aceb derde giriftar eyledin 
Rûz u şeb bu zâr ile giryânım Allah aşkına 

Derd ile Eyyûb'u geçtim hasret-i Yakûb'u da 
Kande göster Yûsuf-ı Kenan'ım Allah aşkına 

Âh u zarım duysa râhibler çilîpâdan geçer 
Pûte-i aşkında yandır canım Allah aşkına 

Nutkun enfâs-ı Mesîhâ nûr-ı Ahmed'dir özün 
Gizleme hep sendedir dermanım Allah aşkına 

Destigîrim olmaz isen Hazret-i Pîrim benim 
Berri bahri yandırır efgânım Allah aşkına 

Çekdiğim derdi belâyı Şeyh-i San'â çekmedi 
Söyle açsın babımı derbânım Allah aşkına 

Ben de Eyyub'un belâsın sevdiğimden çekmişem 
Bir canım var al sana kurbânım Allah aşkına 

Gezdi Salih senden özge bulmadı hâzık-tabib 
Pîr-i Sâmî ol benim Lokmânım Allah aşkına

Pîr-i Sâmî gel eriş sen dâde Allah aşkına

Pîr-i Sâmî gel eriş sen dâde Allah aşkına 
Nefs elinden kıl bizi âzâde Allah aşkına 

Pîr-i Tâgî hürmetiyçün kıl terahhüm bizleri 
Gel bırakma bizleri ilhâda Allah aşkına 

Bu fena gülzârı içre kalmışız hayvân-sıfat 
işte geldik sâhib-i irşada Allah aşkına 

Nefs-i hayvanın esîri olmuşuz kurtar bizi 
Koyma bizi berzah-ı süflâda Allah aşkına 

Bağ-ı vahdet güllerisiz goncanız solmaz sizin 
Andelibrâ gelmişiz feryada Allah aşkına 

Teşneyiz sed eylemiş derban hayâtın yolların 
Zülfikârı çek eriş imdada Allah aşkına 

Hak ayan iken velâkin yok basîret aynımız 
Kalmışız biz âlem-i a'mâda Allah aşkına 

Pîr-i Sâmî Hazretine ilticaya gelmişiz 
Hükm eder nisbetleri Bagdad'a Allah aşkına 

Pîr-i Tâgî şeyhimizin şeyhidir hem Salihâ 
Rûz u şeb gözler bizi me'vâda Allah aşkına

Gör neyledi bu derd bana

Bir noktada pinhân imiş 
Gör neyledi bu derd bana 
Ol cân içinde cân imiş 
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana 

Vahdet bağında andelîb 
Olmuş iken kaldım garîb 
Bu derd bana oldu nasîb 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Üç kerre doğdum aneden 
Kurtulmadım efsâneden 
Usanmışam bu haneden 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Bıraktım ad u sanımı
Ben ararım cananımı 
Çok görmeyin noksanımı 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

İlletle ma'zur olmuşam 
Kıllet ile hor olmuşam 
Halk içre menfur olmuşam 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Çakmağ-ı aşkı çakmışam 
Râz-ı derûnum yakmışam 
Benliğimi bırakmışam 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Elde kemanını tutar 
Bağrım gözedir tîr atar 
Oldu ciğer neyden beter 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

ismâil'em bağlı elim 
Kemendlidir payım belim 
Ben iverim kurban olim 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Yandırdı Nemrûd nârını 
İbrahim'in gülzârını 
Ol dosta verdi varını 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Görün Mesîhâ neyledi 
Doğmazdan evvel söyledi 
Çok mürde ihya eyledi 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Görün Muhammed neyledi 
Mâh'a işaret eyledi 
Pişmiş kuzular söyledi 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Geldi hakikat erleri 
Vahdet ilinin şirleri 
Mülk-ü beka serverleri 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu derd devlet bana 

Her ilme şâmil Sâmiyâ 
ilmiyle âmil Sâmiyâ 
Mürşid-i kâmil Sâmiyâ 
Gör neyledi bu derd bana 
Oldu bu dert devlet bana 

Vaktin imâmı Sami'dir 
Kutb-ı zamanı Sâmidir 
Salih gulâm-ı Sâmîdir 
Gör neyledi bu dert bana 
Oldu bu dert devlet bana

Cemâlin arzı kılmazsa dilârâ

Cemâlin arzı kılmazsa dilârâ 
Derûnumda sağalmaz işbu yara 

Hevâya gitti ömr-i nazeninim o 
iki âlemde kaldım bahtı kara 

Belâ bahrinde gark oldu sefînem 
Ümîd kalmadı çıkmağa kenara 

Erenlerden bana olmadı imdâd 
Mukadder böyle yazılmış ne çâre 

Aman dedikçe yaman oldu hâlim 
Visale çâre yok ol gülizâra 

Cefâdan gayrı görmedim safâsın 
Aceb bilmem ki n'etdim ben o yâra 

Mukadder olmaz imiş lâ-yugayyer 
Ne hâsıl gezmeden Belh'i Buhara 

Der-i Sami'ye geldim ilticaya 
Dedim kıl merhamet bu ihtiyara 

Ki bende kalmadı hergiz liyâkat 
Mukabil olmağa bu nefs-i mâra 

Pîrinden himmeti bol iste Salih 
Seni Mevlâ bu gafletten uyara

Muhammed Sadık (Kuddise sirruh)

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde Serhend'de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu. 1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend'de vefât etti.

Muhammed Sâdık'ın, çocukluğunda, tâlim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belliydi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Babam bana; "Sizin bu oğlunuz bana eşyânın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap verebiliyorum" derdi." buyurdu.

Muhammed Sâdık, yüksek kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm'ın, rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın ve muhterem babalarının dâimî tasarrufları altında idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: "İşittim ki: O günlerde çok defâ kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde durmuştu. Muhammed Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; "Bizim meczûbumuz bakın ne yapıyor?" buyurdu."

Muhammed Sâdık hazretlerinin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bâkî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce'nin bir mektubunda; "Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzur içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz." buyurdu. Muhammed Sâdık'ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak îtimâd ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını kaldırıp; "Dedem, amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor." dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi vefât edip, bir daha geri dönemedi.

Hazret-i Hâce, sağlığında yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle edince, Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes;

"Böyle babaya, böyle evlâd yakışır."

mısraını söylüyordu.

İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkî'ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: "MuhammedSâdık yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh'a (dağ eteği) giderken yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret cihetinden bu fakîre çok benziyor."

Onu görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı.Hattâ bâzı zenginler; "Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz." derlerdi.Bir başkası bu Mahdumzâde'nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı: "Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; "Ne olur, bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız." dedim. Bu Mahdûmzâde temiz kalblerinden bir âh çekip; "Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur." buyurdu. O derviş dedi ki: "Bu sözün mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti."

Aklî ve naklî ilimlerde çok kuvvetliydi. Bir gün Şîraz'dan Hindistan'a gelen âlimlerin en büyüklerinden birinin sohbetinde bulundu. Bu âlim aklî ilimlerde eşsizdi. Yaradılışı îcâbı, o âlim ile derin ilimlere dâir birkaç kelime konuştu. Sözlerini bitirince Şîrazlı âlim; "Bu genci görmeyince, Hindistan'daki talebelerden birinin, aklî ilimlerdeki derin meseleleri idrâk kuvvetini yakînen anlayamamıştım." dedi.

Muhammed Sâdık hazretlerinin ilimdeki mahâreti, hâllerinin yüksekliği, yalnızlığı istemedeki fazlalığı, münâcaatları, Allahü teâlâya yalvarma arzuları, ziyâde idi. Yüksek babalarından ayrı kaldığı zamanlar, onlara bâzı mektuplar yazmışlardır. Bu mektuplardan bir parça aşağıdadır:

"Canım Babacığım!Hiç bir ânımın, Allahü teâlânın rızâsının hilâfına geçmemesinden başka arzum yoktur. Bu da ele geçmiyor. Ancak o dergâhta hizmet edenlerin imdâd ve yardımı ile ele geçer.

Mısra:

"Kerîmler ile yapılan işler kolaydır"

Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, hâlim şerefli teveccühünüzün bereketi ile, emrettiğiniz şekilde istikâmettedir. Bunda, az bile olsa bir gevşeklik olmuyor. Hattâ günden güne, artmakta ve yükselmekte olduğunu ümid ediyorum. Sabah, öğle ve ikindiden sonra, sohbete oturup, hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinliyoruz. Ey gönüllerin kıblesi! Bu fakîr, hemen hemen, her gece, hazretinizi rüyâda görmekle şereflenmekteyim. Bundan daha çok ne yazayım. Köleniz."

Hazret-i İmâm'ın bu yüksek oğullarına yazdıkları birçok mektuplar vardır. Bu mektupların en büyüğü birinci cildde iki yüz altmışıncı mektup olup, kendi yollarını bildirmektedir. Bu mektubun bâzı kısımları aşağıda alınmıştır:

"Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında, bir damla bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında da böyledir. Sünnet de, farzın yanında okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaştırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Çok kimse, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sofîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı beğeniyor. Cumâ namazına ve cemâate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz namazı cemâatle kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalı olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslamiyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve fikir çok faydalı ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebeb oluyorlar.Meselâ, Aşûre namazının, Resûlullah'tan haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâatle ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile namazı cemâatle kılmanın mekruh olduğunu fıkıh kitablarında okuyorlar. Farzları kılmakta gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâatle kılmağa ehemmiyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı müslümanlık zayıflamağa başladı. Böyle işlerin zulmeti ile, günahlar, bid'atler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise, asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlayan nâfileler (Meselâ, farz namazlarından önce ve sonra kılınan sünnetler), asla kavuşturmaya yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. Farzların en üstünü, en yükseği namazdır. "Namaz, müminin mîrâcıdır." ve "Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamânı, namazda olduğu zamandır!..." hadîs-i şerîfleri bunu haber vermektedir. "Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki..." hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakîre göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resûlullah efendimizin; "Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!" buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dînin direği namazdır. Müslümanlık ile, kafirliği birbirinden ayıran, namazdır.

Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan, O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; "Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur." buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; "Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!" buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullah'ın milletinin parlaklığını yeni yeni bilgilerin kirleriyle söndürürler. Daha da çok şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bid'atlere "hasene" adını takıyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz, İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din, bu bid'atlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nîmeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen; "Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum" buyurdu.Dînin olgunlaşmasını, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur.

Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili mârifetler, Mebde' ve Me'âd Risâlesi'nde, "İfâde ve istifâde" bâbında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken, faydalı olan bu mârifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâliktir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar, herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:

Sustum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmandır ve rahîmdir. O'nun resûlü Muhammed aleyhisselâma, Âline veEshâbına, sonsuz salât ve selâm olsun."

1616 (H.1025) senesinde Serhend'de şiddetli bir vebâ (tâûn) salgını başladı. Bu salgın her geçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan her gün kabre konuyordu. Bu hâli gören Muhammed Sâdık hazretleri; "Bu tâûn yağlı lokma istiyor. Biz gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez." buyurdular. Hummâya yakalandılar veRebî'ül-evvel ayının dokuzuna rastlayan Pazartesi günü vefât eylediler. Bundan sonra, hastalık hafifledi, hastalardan birçoğu iyileşti. O şiddetli sıtma hâlinde olanlar anladılar ki, bu Mahdumzâde geldi, bu hastalığa yakalanan hastaların elinden tutup onları kurtardı ve; "Bugün bu belâyı biz üzerimize aldık." buyurdu. Biri rüyâda gördü ki, her kim bu Mahdumzâde'nin ismini yazıp, yanında taşırsa, bu belâdan kurtulur. İnsanlar bir müddet onun mübârek ismini yazıp yanlarında taşıdılar. Çok tesirini ve faydasını gördüler. Vefâtından sonra, yakınları, dedelerinin yanına gömmek istediler. Hazret-i İmâm bu hususta teveccüh eylediler. Şimdi gömülü bulundukları yerde, gömülmesini emir buyurdular. Hazret-i İmâm her Cumâ namazından sonra, ziyâretine gider, bir müddet murâkabe ederek otururlardı. Bunun gibi her Cumartesi sabahı, bütün eshâbı ile, sohbet halkasını, onun nûrlu mezârının başında kurarlardı. Birçok zamanlar, bu oğlunun âhiret hâllerinden garib şeyler beyân ederlerdi. Hazret-i İmâm'ın teveccüh ve duâları ile, çok yüksek ilerlemeler hâsıl olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, oğullarına verdiği ihsânları keşf ederlerdi. Bir gün oğullarının kabrinin başından kalkarken şöyle buyurdular: "Bugün oğluma teveccüh eyledim. Gördüm ki, her an nûrlar ve garîb eserler zahir oluyor. Her an, coşarak rahmet-i ilâhiyyeye âit garîb sırları açıklıyor."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda oğulları hakkında şöyle buyurdu:

"Allahü teâlânın nîmetlerine hamd olsun ve O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim Molla Sâlih! Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler. "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn." Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:

Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.

Merhûm oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül'âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmi dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti. Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler Beydâvî Tefsîri'ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek kitapları okuyorlardı. Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız hâlini yumuşatmak için, pazarların şübheli yemeklerini ona yedirirlerdi. "Muhammed Sâdık'ı sevdiğim gibi, hiçbir kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor." buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. "Vilâyet-i Mûseviyye"yi son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi. O'na sığınır, O'na yalvarır, O'na boyun büker ve O'nun huzûrunda eğilirdi. "Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan bir şey istemiştir. Ben, O'na sığınmayı ve O'na yalvarmağı istedim." buyururdu.

Muhammed Ferrûh'dan ne yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye okuyordu.Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.

Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ'dan ne yazayım.

Oğullarımın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:

"Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı."

(Birinci cild, üç yüz altıncı mektup.)

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektupları Mektûbât adındaki eserinde toplanmıştır. Onun hakkında; "Aziz oğlum, bu fakîrin mârifetlerinin bir mecmûasıdır. Cezbe ve sülûk makamlarının bir nüshasıdır" ve "Oğlum, benim esrâr mahremimdir." gibi buyurduğu şeyler çoktur.

İmâm-ıRabbânî hazretleri 1624 (H.1034) senesinde vefât edince, oğlu Muhammed Sâdık'ın mezârının kıble tarafına kabir hazırladılar. Mübârek cenâzelerini kabre koydukları an, oğluMuhammed Sâdık'ın kabri, peder-i âlîsine hürmet için ayak ucuna geldi ve iki kabrin arasındaki kısım kabardı. Görenler hayretler içinde kaldılar.

NASÎB EYLESİN

Muhammed Sâdık hazretlerinin, babalarına yazdığı bir mektup şöyledir: "Yüksek Babacığım, eşsiz mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih namazında hâfız Kur'ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur'ân makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür'et edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzur içindedirler. Duâlar ederim efendim."

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1120
2) RehberAnsiklopedisi; c.12, s.297
3) Umdet-ül-Makâmât; s.218
4) Hadarât-ül-Kuds; s.220
5) Zübdet-ül-Makâmât; s.300
6) Makâmât-ıAhyâr; s.24
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.16, s.110

Niyet Ettim 'KADIN' Olmaya

Kadın...

Rabbin bir diğer cinse emanet ettiği, Ademin gönlü sekine bulsun diye yaratılan Havvası…

Eşine eş olan, yar olan, yardımcı olan, gönlünü huzurla dolduran, evini yuva yapan, çocuklar doğurup büyüten, merhamet abidesi, şefkat pınarı, Allah’ın bir diğerini tamamlasın diye yarattığı nimeti…

Bir cam kadar kırılgan ve şeffaf, hassas ve narin, toprak misali bağrında güller yetiştiren, su gibi değdiği yerlere hayat veren, Allah’ın iki cins olarak yarattığı insanlığın bir cinsinin adı…

Kadın…

Adı Hanne olan…

Verecek bir şey bulamayınca rabbe, karnındakini adayan… Erkek beklerken kız doğuran, doğurduğunu rabbe ısmarlayan…

‘Hani İmran'ın karısı: 'Rabbim, karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen' demişti. Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken- dedi ki: 'Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım.'(3/35–36)

Kadın… Adı Meryem olan…

Daha annesinin karnındayken adanan rabbe. Allah’ın güzel bir bitki gibi yetiştirdiği… Ve önüne gökten sofralar indirilen… İffetin adı... Allah’ın kelimesine gebe… İftiralar atılınca, rabbin kundaktaki çocuğuyla temize çıkardığı… Allah’ın dünya kadınlarına tercih ettiği ve kitabında ismini anıp örnek gösterdiği…

‘Hani melekler: 'Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı,' demişti.’(3/42)

Kadın… Adı Asiye olan…

Nehrin getirdiği Musa’ya sahip çıkan… Onu sevgi ve merhametle büyüten… Sonra katil olarak çıktığı yere, peygamber olarak dönünce Musa, dünyanın güzelliğine, konumuna ve başına geleceklere aldırış etmeden iman eden… Şirkin zirve yaptığı, eşinin ilahlık iddiasında bulunduğu bir toplumda, imanı seçen… Firavunun işkencelerine sabırla katlanan ve en sonunda ‘Rabbim! Bana kendi katında, cennette bir ev yap, beni Firavun ve işkencesinden ve onun zalimlerinin elinden kurtar!’ duasıyla şehit olan… Allah’ın imanı tam olanlara örnek sunduğu iman abidesi…

’Allah imanı tam olanlara Firavun'un karısını örnek verir.’(66/11)

Kadın…

Adı Sare olan…

Bir evlat veremeyince eşine, onun mutluluğu için onu yeniden evlendiren… Sonra dayanamayıp eşini paylaşmaya bu sefer ayıran… Ama Allah’ın peygamber olacak bir evlatla müjdelediği… Melekler müjdeyi verince utanan ve şaşıran… Neslinden insanlara imamlar gönderilen…

‘Biz de ona İshak’ı ardından da torunu Yâkub’u müjdeledik Kadın “vay, kendim koca bir karı, su zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doğuracak mışım? Bu doğrusu pek şaşılacak bir iş” dedi Melekler “ey evin hanimi Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah’ın işine şaşacaksın O Hamid ve Meciddir” dediler ‘(11–73)

Kadın…

Adı Hacer olan…

Sımsıcak çölün siyah incisi… Hicretin bir diğer adı… Ömrünü oradan oraya göç etmekle geçiren… Köleyken sahibiyle evlenen ve ona son peygamberi zürriyetinde taşıyan İsmail’i veren… Emr-i ilahi ile evinden ayrıldığında ‘Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?’ diyerek rabbinin emrine teslim olan… Kocası ıssız bir yerde bırakınca onu, isyan etmeyen… Ümmetin kıblesinde bir medeniyetin temellerini atan… Tek başına kalmaktan korkmayarak Allah’ın emrine rıza gösteren… Çölde bir oradan bir oraya koşarak su ararken yavrusuna, zemzemi bulan ve ümmete sa’yı hediye eden… Evladı Rabbe kurban olan…

Kadın…

Adı Amine olan…

Genç yaşta kocasını kaybeden ve yavrusunu babasız dünyaya getiren… Dünyanın en hayırlı evladını karnında taşıyan ve ona doyamadan ondan ayrılan… Bıraktığı yavrusu dünyaya nurlar getiren…

Kadın…

Adı Hatice olan…

Kırk yaşına geldiğinde iki evlilik yapmış ve iki eşini de kaybetmiş zengin dul… Bir daha evlendiğinde yirmi beşindeki eşini memnun etmek için her şeyini sarf eden… Peygamberlik geldiğinde ilk inanan… Eşini teskin eden ve malıyla ona destek olan… Ona evlatlar veren… Onu canından çok seven… O çöl sıcağında güneşin altında tebliğ vazifesini ifa ederken, gölgelikte durmaya razı olmayan… Rabbin Cebrail ile ‘Ya Resûl, Hak Teâlâ Hatice'ye selâm etti. Bu selâmı Hatice'ye ulaştır’ diyerek selam gönderdiği ve cennette kendisi için incilerden yapılmış köşk hazırlanan… Fatıma’nın annesi… Resulün biricik eşi…

Kadın…

Adı Fatıma olan…

Gülün gülü… Babasının annesi… Seçilmiş kadınların dördüncüsü… Peygamber ocağının hiç kesilmeyecek bereketi… Çileli bir ömrü omuzlarında taşıyan… Peygamber babasına bir anne gibi davranan… Cennet gençlerinin efendilerinin annesi… İlmin kapısının eşi… Ekmeğini kendi yapan, buğday öğütmekten elleri şişen, infakı tokluğa tercih eden… Ve gidişine dayanamadığı babasının ardından genç yaşta dünyadan ayrılan…

Kadın…

Adı Aişe olan…

Rabbin kundak içinde peygambere sunduğu… Küçücük yaşında peygambere eş olan Sıddıkın kızı… Resulün hanım kâtibi… Biricik eşini hep kıskanan, O’nun Hümeyra diye sevdiği ve dinin üçte birinin öğretmeni… Namusuna iftira atılınca, hakkında gökten ayet inen ve babası eşine teşekkür et deyince ‘Ben sadece Âlemlerin rabbine şükrederim’ diyen…

‘Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen Yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?’ (24–16)

Kadın…

Adı Rabia olan dördüncü…

Bir hasır üstünde ömür geçiren ve yalnızlığı tercih eden… Gece ibadetlerinde huzur bulan… Gündüzleri oruç tutan… Kendini Allah’a ısmarlayan… Biri gelirde oyalar kokusuyla ‘Ya Rabbî! Beni kendinle meşgul eyle de, kimse senden alıkoymasın.’ diye dua eden… Uyusa da o, dostu uyanık olan…

Kadın…

Adı Belkıs olan…

Güneşe tapan memleketin kadın melikesi… Emri altında bir sürü insan varken ve güç elinde iken, kadın olmayı kraliçe olmaya tercih eden… Süleyman ile birlikte âlemlerin rabbine teslim olan…

Kadın…

Adı Sümeyye olan…

İslam’ın ilk şehidi… Evladı ilk tebliğini kendisine yapınca ve duyunca Allah’ın ayetlerini(Tekvir suresi) hemen iman eden… Sonra işkenceler altında davet edilince putlara imana, şirkin yüzüne tokat atarcasına tevhidi haykıran… Ve şirkin takipçilerinin ilk kurbanı… İmanını hayatını vererek perçinleyen…

Ve kadın…

Lut’un karısı… Bir peygamber eşiyken geride kalan… Ve dünyayı ahirete tercih eden…
‘Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler; geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık; karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelen onun başına da gelecektir.’ (11–81)

Ya da Ümmü Cemil gibi cehennemde odun taşıyıcısı olan…

‘O da, gerdanında bükülmüş bir ip olduğu halde odun hamalı olarak karısı ile birlikte alevli bir ateşe atılacaklar.’(tebbet suresi)

Kadın… İki zıt kutba meyilli… Cennete hanım efendi olmak varken, cehenneme odun taşıyıcısı olabilen…

Ve ben iki zıt kutuptan imanı tercih ettim…

Niyet ettim Meryem olmaya…

Niyet ettim Asiye olmaya…

Niyet ettim Hatice, Fatıma, Aişe olmaya…

Niyet ettim ‘KADIN’ olmaya…