287. Mektûb etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
287. Mektûb etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cezbe, sülûk ve bunların marifetleri, 287. Mektûb

287 
İKİYÜZSEKSENYEDİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, kardeşi meyân gulâm Muhammed hazretlerine yazılmışdır “rahmetullahi aleyhimâ”. Cezbe ve sülûk ve bunların ma’rifetleri bildirilmekdedir:


Bismillâhirrahmânirrahîm. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Peygamberlerin hepsi “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” doğru olarak gelmişdir. Onların sonuncusu ve en üstünü olan Muhammed “aleyhisselâm” hep doğru söylemişdir “salevâtullahi sübhânehu ve berekâtühu ve tehıyyâtühu aleyhi ve aleyhim ve alâ men’ tâbe’ahüm ecma’în ilâ yevmiddîn”.

Tâliblerin, gevşek ve yaradılışları aşağı olduklarından ve kâmil ve mükemmil olan bir Rehber bulamadıklarından, uzun yolu kısaltdıkları ve yüksekleri bırakıp, aşağı şeyler arkasında koşdukları görülmekdedir. Yolda ellerine geçen en değersiz şeyleri bile birşey sanıp, onlara bağlanıp kalmakda ve onları aranılan şey sanarak, yolun sonuna vardık, kâmil ve müntehî olduk demekdedirler. Yolun sonuna varanların ve aranılana kavuşanların, yolun sonundan ve vardıkları yüksek makâmlardan bildirdiklerini, bu aşağı yaradılışlı olanlar, hayâlleri geniş olduğu ve nefslerine uydukları için, kendi bozuk hâllerine benzetmekdedirler. Fârisî mısra’ tercemesi:

Fâre, rü’yâda deve olmuş!

Büyük denizden bir damlaya, hattâ damlanın görüntüsüne ve okyânusdan bir sızıntıya, hattâ bunun görüntüsüne kavuşunca, suya kavuşduk sanmışlardır. Maddeden yapılmış olan şeylerin ba’zısını, maddesiz, anlaşılamıyan şey bilmişler. Bunları görünce, Allahü teâlâya kavuşduklarını sanmışlardır. Benzeri olanı, benzeri olmıyana benzetmişler, onu bırakıp, buna sarılmışlar. Anlaşılamıyan bilgileri, başkalarından öğrenerek inananlar ve anlaşılamıyanı arayanlar, sülûk yolunu temâmlamıyan bu tâliblerden ve serâb ile avunan bu susuzlardan katkat dahâ iyidirler. Haklı ile haksız arasında ve doğru yolda gidenle yoldan sapan arasındaki ayrılık pekçokdur. Aradıklarına kavuşamıyarak, mahlûku sonsuz bilen tâliblere yazıklar olsun! Anlaşılabilen şeyleri anlaşılamıyan sanıyorlar. Suçları, keşflerinin yanlış olmasına bağışlanmayıp da, hesâba çekilirlerse, vay hâllerine! Yâ Rabbî! Unutduklarımızdan, yanıldıklarımızdan bizleri sorumlu tutma! Bir kimse, hacca gitmek istiyor. Sevinerek yola çıkıyor. Yolda, Kâ’beye benzer bir ev görüyor. Yalnız şekli benziyor ise de, onu Kâ’be sanıyor. Orada kalıyor. Bir başkası, hacca gitmiş olanlardan duyarak Kâ’beyi öğreniyor. Onu seviyor. Hacca gitmek istiyor. Fekat yola çıkmamış, bir adım atmamışdır. Bununla berâber, başka birşeye Kâ’be dememiş, yalnız Kâ’beye, doğru olarak inanmışdır. Bu kimse, yanılmış olan birincisinden dahâ iyidir. İkinci, Kâ’beye varmamış, fekat başka bir binâyı da Kâ’be sanmamış olan üçüncü bir hac yolcusu, doğru inanan, fekat yola çıkmamış olandan elbette dahâ iyidir. Çünki bu, hem inanmakda, hem de, kavuşmak için yolculuk yapmakdadır. Bunun dahâ üstün olduğu meydândadır.

Doğru yolu bulamıyanlardan bir kısmı da, kendilerini maksada ermiş sanarak ve kavuşduklarını hayâl ederek, şeyhlik yapmakda, herkese yol göstermeğe kalkışmakdadırlar. Kendileri bozuk oldukları için, bu yola uygun olan çoklarını da bozmakdadırlar. Sohbetleri, kalbleri karartdığı için, tâliblerin isteklerini, çalışmalarını yok etmekdedirler. Kendileri sapıtdıkları gibi, başkalarını da, doğru yoldan sapdırmışlardır. Kendileri yıkıldıkları gibi, başkalarını da yıkmışlardır.

Kemâle geldiğini, kavuşduğunu sanmak, sülûk yapmamış meczûblarda, cezb edilmiyen sâliklerden dahâ çok olmakdadır. Çünki, mübtedîdeki ve müntehîdeki cezbeler, görünüşde ortakdır. Aşk ve muhabbetleri, görünüşde eşiddir. İşin içyüzü böyle değildir. Hâlleri başkadır: Fârisî mısra’ tercemesi:

Toprak başkadır, temiz âlem başkadır.

Nefsin istekleri karışmış olan herşey bozukdur. Doğru yolda olanın her işi, Hak içindir. Bunu biraz sonra, inşâallahü teâlâ açıklıyacağız. Görünüşdeki bu benzerlik ve bağlılık, yanlış hayâllere yol açmışdır. Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen yolda cezbe sülûkden önce olduğu için, bu yolda, sülûk ni’metine kavuşmamış olan meczûblarda, böyle hayâller ve bu gibi vehmler çok olur. Bunlardan birçoğuna, cezbe makâmında, çeşidli hâller hâsıl olur. Bir hâlden, başka bir hâle dönerler. Bunları, sülûk konaklarında ilerlemek ve (Seyr-i ilallah) yolculuğu sanırlar. Bu değişmeleri görünce, kendilerini (Meczûb-i sâlik) bilirler.

Bunun için, kısa aklımla düşündüm ki, cezbe ve sülûkün ne olduklarını, bu iki makâm arasındaki ayrılıkları, herbirinin, kendisini diğerinden ayırmağa yarayan hâssalarını ve mübtedî ile müntehînin cezbleri arasındaki farkları ve tekmîl ve irşâd makâmlarının ne olduğunu ve bu makâma bağlı olan bilgileri yazayım. Böylece, doğruyu açığa çıkarayım. Yanlış olanların bozukluğunu göstereyim. Suçlular, beğenmeseler de, bu hizmeti yapmağa, Allahü teâlânın yardımı ile başladım. Doğru yolu gösteren ancak Odur. O, çok iyi bir sâhib ve çok iyi vekîldir.

Bu mektûbda, iki maksadla bir hâtime vardır:

Birinci maksadda, cezbe makâmındaki ma’rifetler bildirilmekdedir.

İkinci maksadda, sülûk bilgileri vardır.

Hâtimede, tâliblere çok lüzûmlu ve fâideli olan çeşidli bilgiler vardır.

BİRİNCİ MAKSAD: Sülûkü bitirmemiş olan meczûblar, çok çekilseler de ve hangi yoldan çekilseler de, (Erbâb-i kulûb)dandırlar. Sülûk yapmadan ve (Tezkiye-i nefs) olmadan, kalb makâmından ileri geçilemez. Kalbin sâhibine varılamaz. Onların çekilmeleri, kalbe olan çekilmedir. Onların sevgileri kendilerinden değildir, dışardandır. Kendileri içindir. Sevilen için değildir. Çünki bu makâmda, nefs rûh ile birleşmişdir. Zulmet, nûr ile bir aradadır. Kalb makâmından kurtulmak ve kalbin sâhibine kavuşmak ve rûhun aranılana çekilmesi, rûh nefsden kurtulup aranılana dönmedikce ve nefs rûhdan ayrılarak kulluk makâmına inmedikce, olamaz. Bu ikisi, bir arada kaldıkca, (Hakîkat-i câmi’a-i kalbiyye) sağlamdır ve ayakdadır. Yalnız rûhun çekilmesi düşünülemez.

Rûhun nefsden kurtulması ancak, sülûk konaklarını geçdikden ve Seyr-i ilallah yolculuğunu bitirdikden ve Seyr-i fillah başladıkdan ve belki de, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğundaki (Fark-ı ba’delcem’) makâmına kavuşdukdan sonra hâsıl olabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Her dilenci, olur mu bir kahraman?
nerede sivri sinek, nerede Süleymân?

Müntehî ile mübtedînin cezbleri arasındaki fark anlaşılmış oldu. Erbâb-i kulûb meczûblarının şühûdları, kesret ya’nî mahlûklar perdesi arkasında olur. Anlasalar da, anlamasalar da böyledir. Bu kesretde gördükleri de, yalnız Âlem-i ervâhdır. Rûhların âlemi, letâfet, ihâta ve sereyân bakımlarından, görünüşde, kendini yaratana benzer. (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) hadîs-i şerîfi, böyle olduğunu bildirmekdedir. Bunun için, rûhun şühûdünü, Hakkın şühûdü sanırlar. İhâta, sereyân, kurb ve ma’ıyyet de böyledir. Çünki sâlik, bulunduğu makâmın bir üstünü görebilir. Dahâ üst makâmları göremez. Bunların bulunduğu makâmın üstü, (Rûh makâmı)dır. Bunun için, rûh makâmından yukarısını göremezler. Rûhun şühûdünden başka, şühûdleri olmaz. Rûhun üstünü görebilmek için, rûh makâmına kavuşmak lâzımdır. Muhabbet ve çekilmek de, şühûd gibidir. Hak teâlânın şühûdü için, belki Ona muhabbet ve çekilmek için, Seyr-i ilallahın sonundaki Fenânın hâsıl olması lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:

Bir kimsede hâsıl olmazsa Fenâ,
Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!

Başka söz bulunamadığı için şühûd diyoruz. Yoksa, bu büyüklerin işi, başkalarının dedikleri şühûdün çok ilerisindedir. Bunların aradıkları, anlaşılamıyan bir varlık olduğu gibi, Ona kavuşmaları da, anlaşılamıyan bir kavuşmakdır. Maddeli, ölçülü olan, Ona yol bulamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşıyabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Anlaşılmaz, ölçülmez bağlantılar,
Hak ile rûhumuz arasında var!

Sülûk sâhiblerinden hakîkate varmış olanlara göre, Hak teâlânın ihâta, sereyân, kurb ve ma’ıyyeti ilm yolu ile anlaşılmakdadır. Doğru yolun âlimleri de böyle söylemişlerdir. Allahü teâlâ, bu âlimlerin çalışmalarına bolbol mükâfât versin! O büyüklere göre, Allahü teâlânın kendisi bu âleme yakındır, sereyân etmişdir sanmak, birşeye kavuşmamış olmağı, uzakda kalmış olmağı gösterir. Yaklaşmış olanlar, Allahü teâlâ yakındır demezler. Büyüklerden biri buyurdu ki, (Yakın olduğunu söyliyen, uzakdadır. Uzakdayım diyen yakındır. Tesavvuf da budur). (Tevhîd-i vücûd) bilgileri, kalbin çekilmesinden ve muhabbetden hâsıl olmakdadır. Cezb edilmiyen, sülûk yolunda ilerliyen (Erbâb-i kulûb) bu bilgilere yakalanmaz. Sülûk ile kalbden büsbütün ayrılıp, kalbin sâhibine dönmüş olan meczûblar da, bu bilgilerden uzaklaşırlar. Tevbe ederler. Meczûblardan birçoğu, sülûk yoluna girdikleri ve bu yolun konaklarında ilerledikleri hâlde, eski makâmlarını unutmazlar. Yukarı makâmlara bakmazlar. Tevhîd bilgileri, bunları bırakmaz. Bu tehlükeden kurtulamazlar. Bunun için, yakınlık konaklarına ve mukaddes makâmlara yükselmezler. Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin şehrinden bizi çıkar.

Senden bize bir sâhib gönder. Senden bize bir yardımcı ihsân eyle!

Aranılana kavuşmak, bu bilgilerden kurtulmakla belli olur. Çünki, hiçbirşeye benzemiyene yaklaşdıkça âlem, yaratandan o kadar uzak bulunur. Bu zemân âlemi yaratandan başka bilmemek ve yaratanı, âlemi çevirmiş sanmak gibi şeyler olmaz. Arabî mısra’ tercemesi:

Toprağa düşen nerede?
Herşeyin sâhibine olan nerede?

MA’RİFET 1: Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretleri, (Nihâyeti, başlangıcda yerleşdirdik) buyurdu. Bu söz, müntehîlerde olan cezb ve muhabbet, bu yolda, başlangıcda olanlara olan cezb ve muhabbetde yerleşdirilmişdir demekdir. Çünki müntehînin çekilmesi, rûhun çekilmesidir. Mübtedînin cezbi ise, kalbin çekilmesidir. Kalb, rûh ile nefs arasında geçid gibi olduğundan, kalb çekilirken, rûh da cezb olunmakdadır. Başlangıcda bu yerleşmenin, yalnız bu tarîkde olması, büyüklerin bu yolu, bunun hâsıl olması için, koymuş olduklarındandır. Bu yolu, buna kavuşmak için, kurdukları içindir. Yoksa, bütün cezblerde de, bu yerleşmek vardır. Fekat, başka tarîkatlerde, rastgele hâsıl olabilmekdedir. Buna kavuşmaları için, belli bir yolları yokdur. Bundan başka, bu büyüklerin yolundaki cezbe makâmı çok şânlıdır. Başkaları böyle değildir. Olsa da, çok azdır. Bunun için, bunların bir çoğuna, bu makâmda, sülûk konaklarını aşmamış olsalar bile, sülûk edenlerin karışdıkları Fenâ ve Bekâya benzeyen Fenâ ve Bekâ hâsıl olur. (Tekmîl), ya’nî başkalarını yetişdirebilmek makâmından birşeylere kavuşurlar ki, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğu makâmına benzemekdedir. Böylece uygun yaradılışlı olanları yetişdirebilirler. Aşağıda, bunu dahâ açıklıyacağız. İnşâallahü teâlâ.

Burada bir incelik vardır: Şöyle ki, rûh bu bedene gelmeden önce, mukaddes âlemi biraz biliyordu. Bedene gelince, bu bilgisi kalmadı. Bu yolun büyükleri, rûha eski bilgisini hâtırlatacak bir yol buldular. Fekat rûh, bedene bağlı kaldıkca, o mukaddes makâma dönen kalb oluyor. Kalbin dönmesi, nefsin ve rûhun da dönmeleri demekdir. Rûhun maksada dönmesi, kalbin dönmesinde yerleşdirilmişdir. Müntehîlerde, rûh Fenâ buldukdan ve hakkânî vücûdle Bekâ buldukdan sonra, rûh maksada dönmekdedir. Rûhun o Bekâsına (Bekâ-billah) denir. Kalbin teveccühü içinde bulunan, rûhun teveccühü ve belki rûhun bedene gelmeden önceki teveccühü, rûhun varlığı ile birlikde olan teveccühüdür. Rûh dahâ fânî olmamışdır. Rûhun varlığı ile olan teveccühü ile, rûhun Fenâsı ile olan teveccühü başka başkadır. Kalbin teveccühü içinde olan rûhun teveccühüne nihâyet denilmesi, nihâyetde yalnız rûhun teveccühü kaldığı içindir. Nihâyetin, bidâyetde yerleşdirilmesi demek, nihâyetin görüntüsünün bidâyetde yerleşdirilmesidir. Kendisinin yerleşdirilmesi demek değildir. O bidâyetde yerleşdirilemez. Görüntünün yerleşdirildiğini açıkça söylememeleri, belki, bu (Tarîka-i aliyye) talebesini çalışdırmak için olabilir. İşin doğrusu, Allahü teâlânın yardımı ile, bizim bildirdiğimizdir. Sâbıkların çekilmeleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, çalışmakla, uğraşmakla değildir. Rehberin teveccühü ve huzûru iledir. Onlarınki de, kalbin çekilmesidir. Rûhun bedene gelmeden önce olan teveccühünden de, biraz kalmışdır.

Rûhun bedene gelmeden önceki teveccühünün meydâna çıkması için uğraşmak, bedene gelince, teveccühü unutanlar için lâzımdır. Çalışmaları, sanki önceki teveccühü hâtırlatmak içindir. O kaçırılmış olan ni’meti bulmak içindir. Eski teveccühü unutanlar, adı geçen sâbıklardan dahâ latîf yaradılışlıdırlar. Çünki eski teveccühün hepsini unutmak, teveccühün tâm olduğunu ve onda yok olmuş olduğunu gösterir. Teveccühü unutmamak, böyle değildir. Böyle olmakla berâber, sâbıkların teveccühleri, bütün varlıklarına yayılmış, işlemişdir. Bedenleri de, rûhları gibi olmuşdur. Sevilmiş ve seçilmiş olanlar da böyledir. Fekat, sevilmişlerdeki yayılış ile sâbıklardaki yayılış, başkadır. Birşeyin kendisi ile görüntüsünün başka olmaları gibidir. Buna kavuşanlar, böyle olduğunu iyi bilirler. Evet, kavuşan muhiblerde ve olgunlaşan mürîdlerde de bu yayılış vardır. Fekat, şimşek gibi gelip geçicidir, sürekli değildir. Devâmlı yayılma, ancak sevilmiş olanlar içindir.

MA’RİFET 2: Erbâb-ı kulûb meczûbları, kalb makâmında yerleşince ve o makâmın ma’rifetine ve şü’ûruna kavuşunca, tâliblere fâideli olabilirler. Bunların yanında bulunanlarda, kalbin çekilmesi ve muhabbeti hâsıl olabilir. Fekat kendileri, kemâle yetişmiş olmadıkları için, yanında bulunanlar da olgunlaşamazlar. (Nâkısdan kâmil gelmez) demişlerdir. Bunlar, yanındakileri kavuşduramaz iseler de, sülûk erbâbından dahâ fâideli olurlar. Çünki, sülûkün sonuna varsalar ve müntehîlerin cezbine kavuşsalar da, (Seyr-i anillah-i billah) ile, kalb makâmına indirilmemişlerdir. Bu âleme döndürülmemiş olan müntehî, başkalarını yetişdirmek, onlara fâide vermek makâmına mâlik olmaz. Onun âleme teveccühü, bağlılığı kalmamışdır ki, fâide verebilsin. Kendisine uyulan kimse, bir geçiddir. Çünki, geçid makâmı olan, kalb makâmına inmişdir. Rûhdan ve nefsden fâidelenmekdedir. Rûh yolu ile, yukarıdan istifâde etmekde, nefs yolu ile aşağıya fâide vermekdedir. Onun Allahü teâlâya teveccühü ile insanlara teveccühü bir aradadır. İkisinden biri, ikincisine perde olmaz. İfâdeyi ve istifâdeyi birlikde yapmakdadır. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı şeyhin bir geçid olmasına, Hak ile halk arasında aracı olmasıdır diyorlar. Teşbîhi ve tenzîhi kendinde toplamışdır diyorlar. İyi bilmelidir ki, geçid olmağı böyle anlamak sekrden ileri gelmekdedir. Rehberlik ise, sahv hâlidir. Şü’ûrlu olmakdır. Öyle sözler, bu makâmına yakışmaz. Çünki bu makâmda, onların nefsleri, rûhun her tarafı kaplayan nûrları içindedir. Nûrların içinde bulunması, sekre sebeb olmuşdur. Kalbin geçid olması makâmında ise, nefs ve rûh birbirinden ayrılmışdır. Bundan dolayı, burada sekr olamaz. Burada, da’vet makâmına uygun olan sahv vardır.

Olgun olan zâtı kalb makâmına indirdikleri zemân, geçid gibi olduğu için, âlemle bağlılık hâsıl eder. Yaradılışı uygun olanları yetişdirir. Hâlleri değişmiyen meczûbun da, kalb makâmında bulunduğu zemân, âlemle bağlılığı vardır. Tâliblere teveccüh eder. Kalbin çekilmesi ve muhabbeti olsa bile, çekilmeğe ve muhabbete kavuşmuşdur. Bundan dolayı, tâliblere fâideli olur. Şunu da bildirelim ki, hâli değişmeyen meczûbun verdiği fâide mikdârı, geri dönmüş müntehînin yapdığı fâideden dahâ çokdur. Müntehînin fâidesi ise, meczûbun fâidesinden dahâ kıymetlidir. Çünki geri dönmüş müntehînin âlem ile bağlılığı var ise de, bu bağlılık, görünüşdedir. Doğrusuna bakılırsa, âlemden ayrıdır. Asla doğrudur. Onunla bâkîdir. Meczûb ise, âleme sıkı bağlıdır. Âlemin bir parçasıdır. Âlemin bâkî olduğu bekâ ile bâkîdir. İşte bunun için, tâlibler, meczûba tâm yakındırlar. Bunun için, ondan dahâ çok fâide hâsıl ederler.

Geri dönen müntehîden ise, dahâ az istifâde ederler. Fekat vilâyet kemâllerinin mertebelerine yükselmek, ancak müntehînin yardımı ile olur. Bundan dolayı, müntehîden istifâde etmek dahâ kıymetlidir. Bundan başka, müntehînin hakîkatde himmeti ve teveccühü yokdur. Meczûbun ise, himmet ve teveccühü vardır. Himmet ve teveccüh ile tâlibi ilerletir ise de, kemâle ulaşdıramaz. Şunu da bildirelim ki, tâliblerin meczûblardan edinecekleri teveccühün sonu, rûhun unutmuş olduğu eski teveccühüdür. Bunların sohbetinde, rûh eski teveccühünü hâtırlar. Kalbin teveccühünde, eski teveccüh de birlikde hâsıl olur. Müntehîlerin sohbetinde hâsıl olan teveccüh böyle değildir. Eskiden bulunmıyan yeni bir teveccühdür. Rûhun fenâsından belki de (Hakkânî vücûd) ile Bekâsından sonra hâsıl olan bir teveccühdür. Bundan dolayı, birinci teveccüh kolay hâsıl olur. İkinci teveccüh güc hâsıl olur. Kolay olan, çok olur. Güç olan, dahâ az olur. Bunun için, demişlerdir ki, cezbe hâsıl etmek için şeyhin fâidesi olmaz. Çünki, o bağlılık önceden var idi. Rûh bedene gelince unutuldu. Hâtırlatmak, uyandırmak lâzım oldu. Bunu hâtırlatan zâta, (Öğretici) denir. (Yetişdirici) denmez. Sülûk konaklarında ilerletmek için yetişdirici şeyh lâzımdır. Onun yetişdirmesi lâzımdır. Yetişdiricilerin, hâli değişmiyen böyle meczûblara, tâlibleri yetişdirmek için izn vermesi uygun değildir. Bunları kemâle erdirmek, yetişdirmek için bırakması doğru olmaz. Çünki, tâlibler arasında yüksek yaradılışlı olanlar vardır. Olgunlaşacak ve başkalarını da yetişdirebilecek yükseklikde yaradılmışlardır. Bunlar, böyle bir meczûbun eline düşerse, yaradılışlarındaki olgunlaşma kuvvetleri yok olabilir. Yükselmez olurlar. Buğday yetişdirmeğe elverişli bir toprağa, iyi buğdayın sağlam tohumu ekilirse, toprağın kuvvetine göre iyi buğday elde edilir. Kötü buğday tohumu veyâ nohud ekilirse, iyi buğday vermek şöyle dursun, toprağın yetişdirme kuvveti bozulur. Eğer bir meczûba izn vermekde fâide görür ve onun tâliblere fâideli olacağını anlarsa, onun tâlibleri yetişdirmesini birkaç şarta bağlar. Bunlardan biri, tâlib onun yetişdirme yoluna uygun olmalıdır. Onun yanında tâlibin yaradılışındaki kuvvet bozulmamalıdır. Kendi nefsi de, bu başkanlıkdan dolayı taşkınlık yapmamalıdır. Çünki nefsi tezkiye bulmamış, kötü isteklerden vaz geçmemişdir. Bundan başka, tâlibin kendisinden herşeyi aldığını ve dahâ da alacak kuvvetde olduğunu anlarsa, bunu ona bildirmeli, başka Rehbere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” giderek onun yanında işini bitirmesini söylemelidir. Kendini müntehî olarak tanıtmamalı, başkalarını aldatarak, herkesin yolunu kesmemelidir. İşte, meczûbun hâline ve zemâna göre, bu şartlardan uygun olanı bildirmeli, bunları gözetmesini sıkıca söyliyerek izn vermelidir. Geri dönmüş olan müntehînin tâlibleri yetişdirmesi için, böyle şartlar lâzım değildir. Çünki o, Hakka teveccüh ile halka teveccühü kendisinde toplamış olduğundan, her tarîka ve her yaradılışdaki tâlibe uygundur. Herkes, yaradılışındaki kuvvet kadar ve ona bağlılığı kadar, ondan istifâde edebilir. Her ne kadar, şeyhlerin sohbetinde, onlara bağlılığın az veyâ çok olmasından dolayı, çabuk ve yavaş ilerlemek ayrılıkları olabilir. Fekat hepsinin yetişdirme kuvvetleri birdir. Tâlibleri yetişdirirken, hâsıl olacak şöhretin Allahü teâlânın bir hîlesi, aldatması olmasından korkması, bunun için Hak teâlâya sığınması ve Onun merhametine sarılması lâzımdır. Çünki, bu işte ve bütün işlerinde ve bütün zemânlarında Hak teâlâya sığınması, ona ihsân edilmişdir.

Hiçbir vakt, hiçbir işinde ondan ayrılmaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.

İKİNCİ MAKSAD: Burada sülûk anlatılacakdır.

Bir tâlib, sülûk yolu ile yükselmek istediği zemân, kendi rabbi, yetişdiricisi olan isme varır ve bu ismde fânî, yok olursa, (Fenâ makâmı)na kavuşmuş olur. Bu ism ile bekâ buldukdan sonra, (Bekâ makâmı)na kavuşmuş olur. Bu Fenâ ve Bekâ ile, vilâyetin birinci mertebesine yükselmekle şereflenmiş olur. Bu sözümüzü açıklamak ve incelemek lâzımdır.

AÇIKLAMA: Allahü teâlâdan gelen feyz iki dürlüdür: Birincisi, var etmek, varlıkda durdurmak, yaratmak, rızk vermek, hayât vermek, öldürmek gibi ni’metlerdir.

İkincisi, îmân, ma’rifet ve vilâyet ile Peygamberlik mertebelerinin başka başka kemâlleridir. Birinci feyzler, ihsânlar, Allahü teâlânın sıfatlarından gelir. İkinci feyzlerin bir çoğu, yine sıfatlardan ve başka bir çoğu da, şü’ûnlardan gelir. Sıfatlar ile şü’ûnlar arasında çok ince ayrılık vardır. Bu başkalıklar, ancak Muhammed aleyhisselâmın vilâyetine kavuşanlardan pekaz kimselere bildirilir. Bunları bildiren hiç kimse yokdur. Kısaca söyleriz ki: Sıfatlar, Allahü teâlânın zâtından ayrı olarak dışarda vardır. Şü’ûnlar ise, Zât-i ilâhîde var denilen şeylerdir. Meselâ, su öyle yaratılmışdır ki, yukardan aşağı düşer. Onun bu düşmesi, kendisinde, hayât, ilm, kudret ve irâde varlığını düşündürür. Çünki ilm sâhibleri, ağır oldukları için ve bildikleri için yukardan aşağı inerler. Yukarıya bakmazlar. İlm ise, diri olanda bulunur. İrâde, ilme bağlı olur. Kudretin de var olması lâzım gelir. Çünki irâde, gücü yeten iki şeyden birini seçmekdir. Suda bunları düşünmek, şü’ûnlara benzer. Bu şü’ûnlar var iken, suyun başka sıfatları da olabilir. Bu sıfatlar, sudan ayrı olarak var olur. Yukarıdaki düşüncelerle, ya’nî şü’ûnlarla, su diridir, âlimdir, kâdirdir ve dileyicidir denilemez. Bunları söyleyebilmek için, ayrıca sıfatların bulunması lâzımdır. Âlimlerden birkaçı, su için bu ismleri söylemişler ise de, sözleri, şü’ûn ile sıfatları birbirlerinden ayıramadıkları için olmuşdur. Sıfatların yokluğunu söyliyenler de, bu ikisini ayıramıyanlardır. Sıfatlar ile şü’ûnlar arasında ikinci bir ayrılık dahâ vardır: Şü’ûnların bulunduğu makâm, dalgalanan şanlı bir makâmdır. Sıfatların makâmı böyle değildir. Muhammed Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem” ve Onun gölgesinde bulunan Evliyâsına “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, ikinci feyz, şü’ûnlardan gelir. Başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî’i etbâ’ihim” ve onların gölgesinde bulunan Evliyâya bu feyz, hattâ birinci feyz de sıfatlardan gelir.

Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” rabbi olan ve ikinci feyzin gelmesine vâsıta olan ism, ilmin şânının zıllidir. İlm şânı, toplu olan ve birbirinden ayrılmış olan bütün şü’ûnları kendinde toplamakdadır. İlm şânının bu görüntüsüne (Kâbiliyyet-i zât) denir. İlm şânı ve bunun kendinde toplamış olduğu bütün şü’ûnlar, Zât-i teâlânın kâbiliyyetidir. Bu kâbiliyyet, Zât-i teâlâ ile ilm şânı arasında bir geçid ise de, bunun Zât-i teâlâ tarafı anlaşılamaz olduğundan, bu geçid yalnız ilm şânına karşı olan tarafı ile anlaşılabilmekdedir. Bunun için, bu kâbiliyyete ilm şânının zılli denilmişdir. Bir şeyin zılli, o şeyin ikinci bir mertebede görüntüsüdür. Onun kendisi değildir, benzeridir.

Bu kâbiliyyetin hâsıl olması, iki tarafının hâsıl olması demekdir. Bundan dolayı, bu geçid, mükâşefede, ilm şânının altında görünmekdedir. Bu şândan sonra ve onun altında göründüğü için, onun zılli demek uygun olmuşdur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme ve bâreke” gölgesinde bulunan Evliyânın rableri olan, onlara ikinci feyzin gelmesinde geçid olan ismler, bu kâbiliyyetin zılleridir. Bu toplu olan kâbiliyyetin açılmış, dağılmış parçalarıdır. Başka Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ ve teslîmatühü alâ nebiyyina ve aleyhim” rableri ve hem birinci, hem ikinci feyzlerin gelmesine geçid olan, ayrıca dışarda bulunan sekiz sıfatın Zât-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. O Peygamberlerin görüntüsü altında bulunan Evliyânın rableri, hem birinci ve hem ikinci feyzin gelmesinde geçid olan bu sekiz sıfatdır. Resûlullaha “aleyhissalâtü vesselâm” birinci feyzin gelmesinde geçid olan, Allahü teâlânın sıfatlarının, Zât-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. Sanki, başka Peygamberlere “salevâtüllahi ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim” feyzlerin gelmesinde geçid gibi olan kâbiliyyetler, bu toplu olan kâbiliyyetin zılleri, açılıp yayılmış şeklidir. Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” görüntüsü üzerinde bulunan Evliyâya birinci feyzin gelmesinde geçid gibi olanlar da başkadır. Çünki bunlar, sıfatdırlar. Görülüyor ki, Muhammedî olan Evliyâya birinci feyzin gelmesindeki geçidler, ikinci feyzin gelmesindeki geçidlerden başkadır. Başka Evliyâda ise, bu geçidler başka değildir. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, (Muhammed aleyhisselâmın rabbi, ya’nî feyz gelmesinde geçid olan, sıfatların zâtdaki kâbiliyyetidir) dediler. Bu sözleri, şü’ûn ile sıfatları birbirinden ayıramadıklarını göstermekdedir. Hattâ şü’ûn makâmını bilmediklerini göstermekdedir. Doğruyu meydâna çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren Odur. Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” rabbi, ya’nî her iki feyzin de gelmesine geçid olan, hem şü’ûn makâmındaki ve hem sıfatların makâmındaki rabbi, bütün rablerin rabbidir. Ya’nî ana geçid, ana yol olduğu iyi anlaşıldı. Bundan başka, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” vilâyetinin kemâlleri mertebelerine feyz, doğrudan doğruya geçid olmaksızın, Zât-i ilâhîden gelmekde olduğu da anlaşılmış oldu. Çünki şü’ûnlar, zâtdan başka değildirler. Zâtdan başkalıkları, yalnız akl iledir. Bundan dolayı, (Tecellî-i zâtî), yalnız Resûlullah için oldu “sallallahü aleyhi ve sellem”. Onun izinde gidenlerin büyükleri, Onun yolundan feyz aldıkları için, bunlar da, o makâmdan birşeye kavuşmuşlardır. Başkalarının feyz almalarına, sıfatlar geçid olmakdadır. Sıfatlar, ayrı bir varlıkda dışarda mevcûd oldukları için, arada sağlam perdedirler. Bunlar (Tecellî-i sıfâtî)ye kavuşurlar. Sıfatların Zâtdaki kâbiliyyeti, akl ile, düşünce ile vardır. Dışarda varlığı yokdur. Sıfatlar, dışarda vardırlar. Bunların kâbiliyyetleri ise, dışarda yokdur. Fekat kâbiliyyetler, Zât ile sıfatlar arasında geçid gibidirler. Belki de şü’ûnlarla sıfatlar arasındadırlar. Geçidin iki ucu, iki tarafındakine benzer. Bunun için, kâbiliyyetler de, sıfatlar gibi olarak, perdelik yapmışlardır. Fârisî beyt tercemesi:

Dostun ayrılığı, az olsa da, az değildir.
Gözde yarım kıl olsa, çok görünür.

Yukardaki bildirilenlerden anlaşıldı ki, Zât-i teâlânın perdesiz olarak görünmesi, (Tecellî-i şühûdî)de olabilir. Fekat (Tecellî-i vücûdî)de olamaz.

Bunun için, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, vilâyet kemâllerinin feyzinin gelmesinde hiçbirşey perde olmamakdadır. Vücûdün feyzinin gelmesinde ise, sıfatların Zâtdaki kâbiliyyetleri perde olmakdadır. Bu, yukarda bildirildi.

Süâl: Şü’ûn ve bunların kâbiliyyetleri, akl ile düşünülür şeyler olunca, zihnde var olurlar. İlm, bunlara perde olur. Bununla berâber, sıfatların perdeleri dışarda, şü’ûnun perdeleri ilmde olmaz mı?

Cevâb: Zihnde var olan şey, dışarda var olan iki şey arasında perde olamaz. Dışarda var olan şeye, yine dışarda var olan şey perde olur. Zihnde var olan şey, perde olsa bile, ba’zı ma’rifetler hâsıl olunca, bu perde aradan kalkar. Dışarda var olan perde ise, aradan hiç kalkmaz.

Yukardaki bilgilerden anlaşılıyor ki, Muhammedî olan kimsenin (Seyr-i ilallah) denilen yolculuğunun sonu, onun rabbi olan isme kadardır. Bu ism de, şânın zıllidir. Bu ismde fenâ buldukdan sonra (Fenâ-fillah) makâmına kavuşmakla şereflenir. Eğer bu ismde bâkî olursa (Bekâ-billah) makâmına kavuşur. Bu Fenâya ve Bekâya kavuşmakla (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” vilâyetinin birinci mertebesine ayak basmış olur. Muhammedî olmıyan bir Velî, rabbi olan sıfata ve o sıfatın kâbiliyyetine yetişir. Eğer kavuşmuş olduğu bu ismde, ya’nî sıfatda ve kâbiliyyetde fânî oldu ise, ona (Fânî-fillah) denilemez. Bunun gibi, bu ismde bekâ bulunca da, (Bâkî-billah) değildir. Çünki (Allah) ismi bütün şü’ûnları ve sıfatları bulunan bir mertebenin ismidir. Şü’ûnun Zâtdan başka olması, akl ile olduğundan, şü’ûn Zâtdan ve birbirlerinden başka değildir. Bundan dolayı şü’ûnda bir bakımdan Fenâ bulmak, her bakımdan Fenâ bulmak olur. Belki de, Zât-i teâlâda Fenâ bulmak olur. Bunun gibi, şü’ûnda bir bakımdan Bekâ bulmak, her bakımdan Bekâ bulmak olur. Bundan dolayı, böyle olunca (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) demek doğru olur. Hâlbuki sıfatlarda böyle değildir. Çünki sıfatlar, Zâtdan ayrı olarak dışarda vardır. Bunlar, Zât-i teâlâdan ve birbirlerinden başkadırlar. Bir sıfatda Fenâ bulmakla, her sıfatda Fenâ bulmuş olmaz. Sıfatlarda Bekâ bulmak da böyledir. Bunun için, böyle fanî olana, Fânî-fillah denilemez. Belki, yalnız fânî ve yalnız bâkî denilebilir. Yâhud, sıfatın ismi söylenerek denilir. İlm sıfatında fânî veyâ bu sıfatla bâkî gibi denilir. Bundan anlaşılıyor ki, Muhammedî olan Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” Fenâsı tâmdır. Bekâsı da kâmildir.

Muhammedî olan Velî, şü’ûna doğru yükselir. Şü’ûnun bu âlemle hiç ilgisi yokdur. Çünki âlem, sıfatların zıllidir. Şü’ûnun görüntüsü değildir. Bundan dolayı sâlikin şânda Fenâsı, onun tâm Fenâsı olur. Öyle olur ki, sâlikin varlığı ve eseri, izi hiç kalmaz. Bekâsında da, bütün varlığı, o şân ile bâkî olur. Sıfatda fânî olan böyle değildir. Kendisi ve eseri büsbütün yok olmaz. Çünki, sâlikin varlığı o sıfatdandır ve o sıfatın zıllidir. Aslın görünmesi, kendi zıllini büsbütün yok etmez. Hâsıl olan Bekâ da, Fenâsı kadardır. Bundan dolayı, Muhammedî olan Velî insanlık sıfatlarına geri dönmez. Koğulmak korkusundan mahfûzdur. Çünki, kendisinden büsbütün geçmişdir. Hak teâlâ ile bâkî olmuşdur. Bu makâmdan geri dönmek olamaz. Sıfatlarda Fenâ bulmak, böyle değildir. Çünki bu Fenâda, sâlikin varlığının eseri izi yok olmadığı için geri dönebilir. Vâsıl olan Velînin insanlık sıfatlarına dönmesi câiz olur diyen ve olmaz diyen âlimler vardır.

Böyle başka söylemeleri, yukarda bildirdiğimiz ayrılıkdan ileri gelebilir. Bu sözün doğrusu, Muhammedî olan, geri dönmekden korunmuşdur. Başkaları için bu korku vardır. Sâlik fenâya kavuşdukdan sonra, varlığının eseri de yok olur denildiği gibi, yalnız varlığı yok olur, eseri yok olmaz diyenler de olmuşdur. Bu sözün doğrusunu, biraz açıklamak ister. Şöyle ki, Muhammedî olan sâlik fânî olunca, hem kendi, hem de eseri yok olur. Başkalarının ise, eseri yok olmaz. Çünki, sâlikin aslı olan sıfat yok olmamışdır. Bunun zılli de yok olmaz. Burada bir incelik vardır, şöyle ki:

Aynın ve eserin yok olması demek, görünmemeleri demekdir. Varlıkları yok olmak değildir. Varlıkların yok olması ilhâda ve zındıklığa yol açar. Tesavvuf büyüklerinden bir çoğu, kendisi yok olur dedi. Eser yok olmaz dediler. Eseri yok bilmek, eserin yok olacağını söylemek, ilhâd ve zındıklık olur dediler. Burada da, sözün doğrusu, Allahü teâlânın bildirmesi ile bizim söylediğimizdir. Ne kadar şaşılır ki, vücûd yok olur dedikleri hâlde, kendisi de yok olur demişlerdir. Çünki, vücûdünün kendisi yok olur demek de, eser yok olur demek gibi, ilhâd ve zındıklık olur. Sözün kısası, kendisinin de ve eserinin de vücûdü yok olamaz. Aynın ve eserin de şühûdleri yok olabilir. Yok olmuşdur da. Fekat, yalnız Muhammedî olanlarda yok olmuşdur.

Muhammedî olan Evliyâ, kalb makâmından büsbütün kurtulmuşlar, kalbin sâhibine kavuşmuşlardır. Hâlleri değişmez. Mâsivâya köle olmakdan tâm âzâd olmuşlardır. Başka Evliyâda eserlerin vücûdü bulunduğundan, hâlden hâle dönerler. Kalb makâmından dışarı çıkamazlar. Çünki, eserlerin varlığı ve hâllerin değişmesi (Hakîkat-i câmi’a-i kalbiyye)den olur. Başka Evliyânın şühûdleri, perde arkasında olur. Çünki, sâlikin varlığı ne kadar çoksa, aranılanın perdeleri de o kadar çok olur. Eser kaldıkca, perde de bu eserdir.

MA’RİFET 3: Eğer sâlik, bilinen sülûkden başka bir sülûk yolu ile, yüksek mertebelerden bir mertebede, rabbi olan isme yetişirse veyâ bu isme yetişmiyerek, bu mertebede fânî olursa, buna da, (Fenâ-fillah) demek doğru olur. Bu mertebede (Bekâ) da böyledir. Fenâ-fillahı bu ism için söylemek, bu fenâ, başka fenâların mertebelerinin birinci mertebesi olduğu içindir.

MA’RİFET 4: Sülûkün çeşidleri vardır. Birçoğunda önce, cezbe yokdur. Birçoğunda ise, önce cezbe vardır. Birçoğunda da, sülûk yolundaki konakları geçerken, cezbe hâsıl olur. Bir başkaları, sülûk konaklarını geçer. Fekat cezbe hâsıl olmaz. Sevilmişlerde, cezbe önce olur. Öteki çeşidleri, sevenler içindir. Muhiblerin, ya’nî sevenlerin sülûkü, bilinen on makâmı geçmekdir. Sıra ile, birer birer geçilir. Mahbûbların, ya’nî sevilmişlerin sülûkünde, on makâm, topdan hâsıl olur. Sıra ile, birer birer geçmelerine lüzûm kalmaz. (Vahdet-i vücûd) bilgisi ve buna benzer olan, ihâta, sereyân, Zât-i ilâhînin ma’ıyyeti gibi şeyler, önce olan veyâ ortada hâsıl olan cezbelerde olur. Cezbesiz olan sülûkde ve müntehîlerin cezbelerinde, böyle bilgiler hâsıl olmaz. Bunu yukarıda bildirmişdik. Müntehîlerde hâsıl olan (Hakk-ul-yakîn)in de, tevhîd-i vücûdîye bağlı olan bilgilerle bir ilgisi yokdur. Her nerede, tevhîd-i vücûdî sâliklerinin makâmlarına uygun olan hakk-ul-yakîn bildirilmiş ise, bu, mübtedî olan veyâ ortada olan meczûbların hakk-ul-yakînidir.

MA’RİFET 5: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı buyurdu ki, (Tâlibde cezbe hâsıl olunca, bundan sonra, onun yol göstericisi, artık bu cezbedir. Başka yol gösterici istemez. Bu cezbe ona yetişir). Bu cezbe sözü ile, eğer Seyr-i fillahın cezbesini demek istiyorlarsa, evet öyledir, yetişir. Fekat, yol gösterici demeleri, bu isteklerine uygun olmaz. Çünki, Seyr-i fillahdan sonra, yol kalmamışdır ki, yol gösterici lâzım olsun. Sülûkdan önce olan cezbe de olamaz. Sözlerinden de, bunun olmadığı anlaşılmakdadır. Geriye ortadaki cezbeyi dilemiş olmaları kalıyor. Bunun yalnız başına, tâlibi aradığına kavuşdurabileceği bilinememekdedir. Çünki ortada bulunanlardan çoğu, bu cezbe hâsıl olduğu zemân, yukarıya yükselmekden vaz geçmekdedirler. Bu cezbeyi, müntehîlerin cezbesi sanmakdadırlar. Yolda hâsıl olan cezbe, eğer yol göstermek için yetişseydi, bunları yolda bırakmazdı. Evet, başlangıcdaki cezbe, sevilenlerde hâsıl olduğu için, buna yetişir denilirse, yeri vardır. Mahbûbları ihsân çengeli ile çekerler. Bunları yolda bırakmazlar. Fekat, başlangıcda hâsıl olan her cezbenin de yetişeceği söylenemez. Arkasından sülûk gelen cezb, yol göstermek için yetişir. Sülûke kavuşmazsa, kısır bir meczûbdur. Sevilmişlerden değildir.

SON: Tesavvuf büyüklerinden birçoğu “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, (Tecellî-i zâtî) şü’ûrü giderir ve hissi yok eder dediler. Bunlardan birkaçı, kendi hâllerini şöyle anlatdı: Tecellî-i zâtî hâsıl olunca, uzun zemân hissiz, hareketsiz düşmüşüm. Herkes, beni öldü zan etmiş. Birkaçı da, Tecellî-i zâtî üzerinde konuşmağı ve başka şeyleri yasak etdiler. Sözün doğrusu ise, bu Tecellî-i zâtî, ismlerden bir ismin perdesi arkasından olmakdadır. Perdenin arada kalması, tecellîye kavuşanın, varlığında kalan eserin çokluğu kadar uzun sürer. Şü’ûrun gitmesi de, kalan bu eserden ileri gelmekdedir. Eğer tam fânî olup da, (Bekâ billah) ile şereflenirse, bu tecellî onun şü’ûrunu hiç gidermez. Arabî beyt tercemesi:

Ateş, içine düşen kimseyi yakar,
Ateş olmuş kimse ise, nasıl yanar?

Bir kimse ateşe düşerse yanar, kül olur. Bir kimse, yanıp ateş olmuş ise, ateş artık onu yakamaz.

Perde arkasında olan tecellî, (Tecellî-i zât) değildir. (Tecellî-i sıfât) demekdir. Resûlullah için olan Tecellî-i zât, perdesiz olan tecellîdir “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye”. Perde bulunması, şü’ûrsuzluk olması ile anlaşılır. Şü’ûrsuzluk, uzaklığı gösterir. Şü’ûr, perdesizliği gösterir. Şü’ûr, tâm olan huzûrda olur. Büyüklerden biri, perdesiz olan tecellînin biricik sâhibi olan Muhammed aleyhisselâmın hâlini şöyle anlatıyor. Fârisî nazm tercemesi:

Mûsâ “aleyhisselâm”, sıfatlardan,
Bir ışık görüp, aklı gitdi temâm.

Sen ise Muhammed “aleyhisselâm”!
Zâtına bakar ve gülerdin müdâm.

Perdesiz olan bu tecellî-i zâtî, sevilmişler için aralıksızdır. Sevenler için ise, şimşek gibi gelip geçicidir. Çünki mahbûbların bedenleri, rûhları gibi olmuşdur. Bu benzerlik bütün bedenlerine işlemişdir. Sevenlerde, bedenin bu benzeyişi çok az olur.

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki...) buyuruldu. Burada bildirilen vakt, şimşek gibi gelip geçen tecellîler değildir. Çünki O Server “aleyhimüssalevâtü etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ”, sevilmişlerin şâhıdır. O tecellî, O Server için süreklidir. Belki bu aralıksız tecellîde bulunan şeylerden biri bildirilmişdir ki, bu şey az zemân hâsıl olmakdadır. Tadını tadanlar, bunu iyi anlar.

MA’RİFET 6: (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki, o zemân hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana ortak olamaz) hadîs-i şerîfini anlatırken, tesavvuf büyükleri ikiye ayrılmışdır: Birçoğu, burada bildirilen vakt, sürekli, kesiksiz vaktdir dedi. Başkaları ise, arasıra olan vaktdir dedi. Sözün doğrusu şöyledir ki, sürekli olmakla berâber, bunun arasıra olan yerleri de vardır. Yukarıda buna işâret etmişdik. Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, arasıra olan vakt, nemâzda olmakdadır. Belki, bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Nemâz, gözümün bebeğidir) buyurularak, buna işâret olunmuşdur. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kulun Rabbine en yakın olduğu zemân, nemâzdadır) buyuruldu. Alak sûresinin ondokuzuncu [19] âyetinde, (Secde et ve yaklaş!) buyuruldu. Allahü teâlâya yakınlık ne kadar çok olursa, başka şeylerin araya karışması o kadar az olur.

Süâl: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı “kaddesallahü teâlâ ervâhahüm” kendi hâllerinin kuvvetini, sürekli olduğunu bildirmek için, (Nemâzdaki hâlim, nemâzdan önceki hâlim gibidir) diyor. Yukarıdaki hadîs-i şerîf, hattâ âyet-i kerîme ise, hâlin sürekli olmadığını bildirmekdedir. Bu nasıl olur?

Cevâb: Zemânın sürekli olduğu meydândadır. Söz konusu olan, bu sürekli zemân içinde ayrıca az bulunan zemânların da olup olmamasıdır. Bu az zemânların bulunduğunu anlamıyanlar, buna yok demişlerdir. Bu makâma kavuşdurulanlar ise, varlığını bildirmişlerdir. Sözün doğrusu şudur ki, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” artıklarını toplamakla şereflendirilen bir kimse, nemâzda gönlünü toparlayıp, nemâzdaki o ni’metden biraz tadabilir. Fekat nemâzda Resûlullaha mahsûs olan ni’metin artıklarını toplamakla şereflenenler pekazdır. Allahü teâlâ, sonsuz olan ihsânı ile ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hurmetine bu makâma bizleri de “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” kavuşdursun!

MA’RİFET 7: Sıfatların sâhiblerinden olan müntehîler, bilgiler ve ma’rifetler bakımından meczûblara yakındırlar. Her ikisinin şühûdleri birbirine benzer. Çünki, ikisi de (Erbâb-i kulûb)dendirler. Bununla berâber, sıfatların sâhibleri, bilgilerin ve ma’rifetlerin inceliklerini anlarlar. Meczûblar böyle değildir. Bundan başka, sıfatların erbâbı, sülûk etmekle ve yukarı yükselmekle, yükselmemiş meczûblardan dahâ çok yaklaşırlar. Lâkin aslın sevgisi meczûbları sarmışdır. Arada perdeler varsa da, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfine göre meczûblar da, asla yakın ve berâber sayılır. Meczûblar, sevgi bakımından, Muhammedî olan Evliyâya benzerler. Çünki, arada perdeler bulunsa bile, meczûblarda da aslın sevgisi vardır.

MA’RİFET 8: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, (Kutblar Tecellî-i sıfâta, Ferdler Tecellî-i zâta kavuşur) demişlerdir. Bu sözleri üzerinde biraz düşünmek lâzımdır. Çünki, kutb yaradılışda Muhammedîdir. Muhammedî olanlar, Tecellî-i zâta kavuşur. Evet, bu tecellînin de çeşidleri vardır.

(Efrâd)ın kavuşduğu kurba, (Aktâb) kavuşamaz. Fekat ikisi de, zâtın tecellîsine kavuşur. Bunlar belki kutb demekle, (Kutb-i ebdâl) demek istemişlerdi. Çünki bu kutb, İsrâfîl aleyhisselâmın zılli üzerindedir. Muhammed aleyhisselâmın zılli üzerinde değildir.

MA’RİFET 9: Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yokdur. Nasıldır denilemez. Âdemin rûhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin rûhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratdı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, rûh da mekânsızdır. Rûh da madde değildir. Rûhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişikdir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkda durdurmakdadır. Bedenin her zerresini diri tutan rûhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkda durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni rûh vâsıtası ile diri tutmakdadır. İnsana gelen her feyz, önce rûha gelir. Rûhdan bedene yayılır. Rûh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmekdedir. Hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat mü’min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mü’min kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Mü’minin kalbi denildi. Çünki kâmil, olgun mü’minlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüşdür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmışdır. Onlar gibi olmuşdur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmışdır. Anlaşılacak hâle gelmişdir. Anlaşılamıyanı yerleşdirmek gücü kalmamışdır. A’râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan dahâ sapıkdır) buyuruldu. Tesavvuf büyükleri arasında “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kalbinin geniş olduğunu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fekat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan rûha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki dahâ da küçükdür. Şunu da söyleriz ki, mü’minin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuşdur. Arş, içindekilerle birlikde, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâdis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, rûh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmağa yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.

İnsan kendine çok zulm etdi. Varlığından ve kendi ile birlikde var olanlardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyamadı.

Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamakdır. Bilmediğini söylemek, bilmekdir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımakdır.

TENBÎH: Yazılar arasında, Allahü teâlânın yerleşmesi veyâ Onda birşeyin yerleşmesi, Ona yaklaşmak anlaşılan kelimeler bulunursa, başka kelime bulunamadığı için olduğunu anlamalı. Böyle sözleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olarak anlamalıdır.

MA’RİFET 10: İnsan, (Âlem-i sagîr)dir. İnsandan başka olan herşey(Âlem-i kebîr)dir. Âlem-i sagîr ve Âlem-i kebîr, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görüntüleridir. Zâtındaki kemâllerin ve şü’ûnün aynalarıdır. Âlemler kapalı bir hazîne idi. Gizli bir defîne idi. Bunları meydâna çıkarmak diledi. Toplu iken açmak, yaymak istedi. Aslını göstermek için, özünü belli etmek için, âlemi yaratdı. Âlemin, kendi yaratanı ile biricik bağlılığı, Onun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yokdur. Onun büyüklüğünü, yüksekliğini, kemâllerini göstermekdedir. Bundan başka bağlılık söylemek, meselâ birleşmek, benzemek, etrâfını kuşatmak, berâber olmak gibi sözler, hep sekrden ve hâllerin kaplamasındandır. Hâlleri doğru olan büyükler “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, sekrden kurtulmuş, sahve, şü’ûra kavuşmuşlardır. Böyle şeyler söylemezler. Söylemiş iseler, tevbe ve istigfâr ederler. Yolda ilerlerken, bunlardan birçoğuna böyle bilgiler hâsıl olur ise de, nihâyete kavuşunca, bu bilgiler yok olur. İslâmiyyete uygun olan ledünnî bilgiler ihsân olunur. Bunu iyi anlatabilmek için, şöyle benzetebiliriz: Fen sâhibi, derin bir âlim, bilgilerini, fenlerini dışarı çıkarmak, anlatmak isterse, harfler ve sesler kullanır. Bu harflerin ve seslerin içinde bilgilerini ortaya döker. Bu harfler ve sesler, bilgileri göstermekdedir. Âlimle hiçbir bağlılıkları yokdur. Yalnız, âlim bu harflerin sâhibidir. Bunlar da, onun yüksekliğini gösteren işâretlerdir. Harflere ve seslere, âlimin kendisidir, yâhud bilgilerin kendisidir denemez. Harfler ve sesler, bu bilgileri kaplamışdır, berâberdir gibi şeyler de söylenemez. Bilgiler, âlimin kafasında olduğu gibidir. Hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Evet, harflerle sesler, bunları göstermekde, bunlar da onlar ile gösterilmekdedir. Bu kadarcık bağlılık, aslı olmıyan birkaç şey hayâle getirir. Bu şeylerin âlimle ve bilgilerle hiçbir ilgisi yokdur. Bu harfler ve sesler dışarda vardırlar, âlim ve onun bilgileri dışarda vardır, harfler, sesler ise, vehm ve hayâldir demek yanlışdır. Bunun gibi (Mâ-sivâ) adı da verilen âlem, dışarda vardır. Bu varlık, bir görüntü ve asla bağlı olan bir varlık ise de, dışarda vardır. Âlem vehm ve hayâldir demek yanlışdır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâî denilen birkaçı böyle söylemişdir. Böyle söyliyenlerin, âlem için bir hakîkat vardır demeleri, âlemi vehm ve hayâl olmakdan kurtarmaz. O zemân, hakîkat var olmuş olur, âlem değil. Çünki, âlemi o hakîkatden başka bilmekdedirler.

[Allahü teâlâdan başka herşeye, ya’nî her mahlûka, (Âlem) veyâ (Mâsivâ) denir].

TENBÎH: Âlemin ismlere ve sıfatlara ayna olması demek, ismlerin ve sıfatların sûretlerine, görüntülerine ayna olması demekdir. Âlem, ismlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünki ism de, ismin sâhibi gibi, hiç bir mertebe ile çevrilemez.

Sıfat da, sıfatın sâhibi gibi hiçbir aynada görülemez. Fârisî beyt tercemesi:

Dar olan şekl ve sûret kabına ma’nâ nasıl sığar?
Dilencinin kulübesinde, sultânın ne işi var?

MA’RİFET 11: O Serverin “aleyhissalâtü vesselâm” izinde gidenlerin büyükleri, Ona uydukları için, Onun için olan Tecellî-i zâtîden pay alırlar. Başka Peygamberlere ise “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Tecellî-i sıfât vardır. Tecellî-i zât, Tecellî-i sıfâtdan dahâ şereflidir. Fekat, şunu da bilmelidir ki, Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Tecellî-i sıfâtda, kurb mertebeleri hâsıl olmakdadır. Bu ümmetin büyüklerine, Tecellî-i zâtdan bir pay düşdüğü hâlde, bu mertebeler hâsıl olmaz. Bunun benzeri şöyledir ki, bir kimse, güneşe âşık olarak, güneşe doğru yükselse ve yaklaşsa, güneşle arasında ince bir perdeden başka uzaklık kalmasa, başka birisi de, güneşi çok sevse, fekat ona yaklaşmasa, güneşle arasında hiçbir perde olmasa, birincinin güneşe dahâ yakın olduğu ve onun üstünlüğünü dahâ iyi anlıyacağı meydândadır. Dahâ yakın olan ve ma’rifeti dahâ çok olan, elbette dahâ üstündür. Bunun içindir ki, ümmetlerin en hayrlısı olan bu ümmetin Evliyâsından hiçbiri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” en üstün ise de, hiçbir Peygamberin derecesine yetişemez. Bu Velîye, kendi Peygamberini en üstün yapan üstünlüklerden, Ona uyduğu için, verilmiş ise de, Peygamberler, her bakımdan üstündürler. Evliyâ, artık toplayıcıdırlar. Sözümüz burada temâm oldu. Bundan dolayı ve bütün ni’metlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve hepsine ve mukarreb meleklere ve Sıddîklara ve şehîdlere ve sâlihlere salât ve selâm olsun!