Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir vakitler *Şeker*, vesîka ile satılırdı. Hattâ herşey, *Ekmek* bile öyle satılırdı, *Vesîka* ile. 


İkinci Cihân harbi sırasında, bir aileye, *Vesîka* ile ayda yarım kilo *Toz şeker* verilirdi. Yalnız subaylara, *Bir kilo* verirlerdi. Ben Ankara’da o bir kilo *Toz şekeri* alırdım. 

 

İstanbul Kasımpaşa’da bir *Bakkal* vardı o zamanlar. Onunla anlaşdık. *Toz şekeri* ona verirdim, üstüne de ne kadar isterse *Para* verirdim. O da bana bir kilo *Kesme şeker* verirdi. 


*Toz* şekeri, *Kesme* şeker’e çevirirdik. Bir kilo kesme şeker aldım mı, dünyâlar bana verilmiş gibi *Sevinir*’dim. Gider, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini öper, *Kesme şekeri* takdîm ederdim. Efendi, buna *Sevinir*’di. 


Çünkü *Çay*’ı, kesme *Şeker*’le içerdi Mübârek. Misâfirlerine de *İkrâm* ederdi. Şimdi birileri; Efendiye çay içirmek için şeker götürmüşsün, bunları niye anlatıyorsun? Ne lüzûmu var? derse, onlara derim ki: 


*İnde zikris sâlihîn, tenzîl-ür rahme*. Yâni sâlihlerden, Evliyâlardan bahs edilen yere *Rahmet* yağar. Efendi hazretlerinden onun için *Bahs*’ediyorum ki, buraya, bu odaya *Rahmet* yağsın. 


Efendim, biz şimdi dînimize *Hizmet* ediyoruz, elhamdülillâh. Ama hizmet ediyoruz diye *Mağrûr* olmıyalım, *Gurûr*’lanmıyalım. Allah bize *Yardım* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Nerede o *Para*, nerede o *İş*. Elhamdülillâh, *Kâfirler* de bizim emrimizde çalışıyor efendim. Nasıl mı? *Gemi*’leri, *Tayyâre*’leri, *Vapur*’ları, *Tren*’leri, hep bizim kitapları taşıyor. 


Elhamdülillâh, ne büyük *Ni’met* bu. Bütün dünyâ bizim *Emr*’imizde şimdi. Bütün dünyâ bizim *Kitap*'ları yaymakda çalışıyorlar. Kim yapıyor bunları? *Allah* yapıyor bunu kardeşim. 


Allahü teâlâ, bizi *Şirin* gösteriyor onlara, *Tatlı* gösteriyor. O, *Dost*’larını şirin gösterir, tatlı gösterir *Düşman*’lara. Allah hepimizi, onların *Şer*’lerinden muhâfaza eylesin. 


Duâ ediyoruz ya namazlardan sonra. Allaha *Sığınıyor*’uz. Allahü teâlâ hepimize *İyilik*’ler versin. Allahü teâlâ hepimizi, yevm-i Cumânın *Şefâat*’ine nâil eylesi, *Bereket*’ine kavuşdursun.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri


Sadreddîn-i Konevî hazretleri rahmetullahi aleyh Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn'e, şahdan kıymetli bir mücevher hediye geldi. Sultan, kuyumcubaşısını çağırıp mücevheri süslemesini emretti. Kuyumcubaşı, cevheri alıp giderken düşürdü. Sultan Alâeddîn cevherin düştüğünü görünce, veziri Sâhib-i Atâ'yı gönderip onu aldırdı ve bir yerde muhâfaza etmesini söyledi.


Kuyumcubaşı dükkanına gelince, yolda cevherin düştüğünü anladığında korkudan rengi sarardı ve feryâd edip; "Mahvoldum." dedi. Aklı başına geldiğinde, büyük bir üzüntü içinde bu hâlini yakınındaki câmide bulunan Sadreddîn-i Konevî hazretlerine arz etmek istedi. Sadreddîn hazretleri onun hâlini öğrenince; "Ey kuyumcubaşı! Eğer sır aramızda kalır da kimseye söylemezsen, cevheri bulmamız kolay olur." buyurdu. Kuyumcu buna sevinip söz verdi. O zaman Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir mikdâr toprak getirtip cevherin büyüklüğünü sordu. Kuyumcubaşı da; "Yumurta kadar." deyince, Sadreddîn hazretleri mübârek ağzının suyundan bir mikdâr katıp çamuru güneşte kuruttu. Çok geçmeden o toprak parçası misli bulunmayan bir cevher hâline dönüverdi. Sadreddîn hazretleri cevheri kuyumcuya verdi. Kuyumcu çok sevinip hemen onu Sultan Alâeddîn'e götürdü. Sultan cevheri görünce, hayretler içinde kaldı. Vezîri Sâhib-i Atâ'ya emredip önceki cevheri getirtti. Vezir cevheri getirip Sultanın huzûruna koydu. Kuyumcudan bu işin sırrını açıklamasını istediler. Kuyumcu çâresiz kalıp başından geçenleri tek tek Sultana anlatıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kerâmetini haber verdi. Sultan derhal hazırlanıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret için onun mescidine koştu.

Sultanın, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret ettiği mevsim, narların olgunlaştığı sonbahar mevsimi idi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bir tas içinde nar hediye etti ve bunları götürmesini söyledi. Sultan bu narları alıp sarayına döndü. Kaptaki narlara baktığında her birinin mücevher hâline döndüğünü gördü. Bunun bir kerâmet olduğunu anladı ve Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi daha da fazlalaştı. Sonradan bu mücevherlerle Konya iç kalesini yaptırdığı rivâyet edilmektedir.


Allahü teâlâ şefaatlerine kavuşmamızı nasip eylesin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir *Hizmet* yokdur ki, karşılığında *Acı* ve *Izdırap* olmasın. Bir hizmetde acı ve ızdırap ne kadar *Çok*’sa, o hizmet o kadar uzun *Ömür*’lü olur. 


Meselâ Peygamber aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanların çekdiği *Acı* ve *Izdırap*’dan en büyüğünü çekdi. Nitekim kendisi;


*Benim çekdiğimi, peygamberler dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar dâhil, hiç biri çekmedi*, buyurmuşdur. 


Eğer bir yerde Allahü teâlânın dînine *Hizmet* varsa, her mü’minin bu hizmete *İştirak* etmesi *Farz*’dır kardeşim. 


*Farz*, yâni *Allahın Emr*’i. Ve bu farz, *Üç* şekilde îfâ edilir. Birincisi, *Fiilen* iştirak eder. İkincisi, *Mâlen* iştirak eder. 


Yâni kendisi yapamasa da, mâlen *Destek* verir. Üçüncüsü de *Duâ* eder. *Yâ Rabbî ben yapamıyorum, sen bunlara yardım et!* der. Yine *Cihâd* sevâbı alır. 


Bu zamanda *Namaz* kılmak, alâmet-i *İslâm* olmuşdur. Yâni namaz, *Mü’min* ile *Kâfir*’i ayıran bir *Fark* hâline gelmişdir, *Alâmet* olmuşdur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri de, zaman zaman; *Bir vakit namâzım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercîh ederim*, buyururdu Mübârek. Namaz o kadar mühim kardeşim. 


Elhamdülillah, *Kitap*’larımız dağılıyor kardeşim. Bu, çok büyük bir *Hizmet*. Siz yapıyorsunuz bu hizmeti. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlik *Vazîfe*’sine tâlip olmuşlardır. Hattâ Onun *Vâris*’i olmuşlardır. 


Çok kıymetli hizmet çünkü, çok mübârek hizmet. Bir ni’met ne kadar *Kıymet*’li ise, onun düşmanı da o kadar *Kavî* olur. Kimdir o düşman? İnsanın *Kendi*’si, yâni *Nefs*’i.

Hasan-el Benna

Hasan Benna, *Seyyid Kutb'un* da üye olduğu, Mısır’daki *İhvan-ül-müslimin yani Müslüman kardeşler* örgütünün *kurucusudur*. 


*Mevdudi*, 1927’de yazdığı *İslam’da Cihad* kitabında, ihtilal yani *devlete isyan fikirlerini* yayıyordu. 


*Arapçaya tercüme edilince, Hasan el-Benna’nın düşüncelerine tesir ederek* Mısır’da *devlete karşı gelmesine* ve *öldürülmesine* sebep oldu. 


*Mevdudi’nin ilmi yetersizliği, [siyaset ilminin noksan olması, fitne çıkmasına sebep olmuş ve] böyle sayısız müslümanları, maddi ve manevi ölüme sürüklemiştir.* (F. Bilgiler)


Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki:

*İslamiyet’te şiddet yoktur. Teröristler, İbni Teymiyye’nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibilerin fikirlerini pratiğe dökmüşler ve bugünkü radikal gruplar oluşmuştur.* (28.9.2001 tarihli gazeteler)

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

İlk Müslüman olan sâhabilerden.


Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni başlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid bin Sa'îd bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.


Feryât ederek uyandı. Kendi kendine dedi ki:

- Vallahi bu rü'yâ gerçektir.


Hakkında hayırlı olsun

Dışarı çıkınca Hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. O'na rü'yâsını anlattı. Hazret-i Ebû Bekir ona dedi ki:

- Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!


Hâlid bin Sa'îd, rü'yâsının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:

- Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun?


Peygamberimiz cevâben şöyle buyurdu:

- Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve benim de O'nun kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilinmeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye da'vet ediyorum.


Bunun üzerine, Hâlid bin Sa'îd hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu.


Onun Müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip İslâmiyeti anlattı. O da hemen severek Müslüman oldu.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd de, Müslüman olmuştu.


Rızkımı ihsân eder

Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Sa'îd'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:

- Sen Muhammed'e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!


Hâlid bin Sa'îd de dedi ki:

- Allaha yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de onun dîninden dönmem!


Bunun üzerine babası Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kırılıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı:

- Ey zelîl yaramaz oğlum! İstediğin yere git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!


Hazret-i Hâlid cevap verdi:

- Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçineceğim rızkımı ihsân eder.


Bunun üzerine, babası, Hazret-i Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da dedi ki:

- Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım.


Sonra, Hazret-i Hâlid'i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hazret-i Hâlid bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.


Ey Allahım, onu kaldırma!

Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Resûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.


Hâlid bin Sa'îd hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, "Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.


Hazret-i Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.


Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureyşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.


Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hazret-i Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Resûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hazret-i Hâlid'e ayrıldı.


Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazâya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:

- Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı.


Vahiy kâtipliği yaptı

Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hazret-i Hadice, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd bin Hârise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Resûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.


Hicretin dokuzuncu senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlullah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaşmasını Hâlid bin Sa'îd kaleme almıştı.


Hazret-i Hâlid’in Müslümanlığı kabûlünden ve Habeşistan’dan Medîne’ye gelerek orada ikâmetinden sonra, onu zekât memûru, sonra da vâli olarak tâyin etti.


Vâlilik yaptı

Hazret-i Hâlid Yemen’deki görevine, Resûlullahın vefâtına kadar devam etti. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve “Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz” diyenlerle yapılan muhârebelere katılarak mürtedlerin, bozguncuların bastırılmasında vazîfe aldı.


Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük’te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 Müslüman şehit oldu.


Bu arada halîfe, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd’e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona âitti. Hazret-i Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin’de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi.


Yolda, askerleri arasında ba’zı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hazret-i Hâlid’e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hazret-i İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hazret-i Hâlid’e yardıma geldiler.


Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam’a kadar sürüldü.Şam ile Vakusa arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd kumandasındaki İslâm ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hazret-i Hâlid’in oğlu Sa’îd bin Hâlid şehit oldu.


Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa’îd, ordusunu Zü’l-Merre’ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medîne’de bulunan halîfeye bildirdi.


İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muhârebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hazret-i Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hazret-i İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hazret-i Hâlid bin Sa’îd de, büyük bir cesâret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesâret geldi.


Hanımı da cihâd etti

Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hazret-i Hâlid bin Sa’îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden biri, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi.


Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehit oldu. Kocasının şehit edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmiyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.

İnsanlar neden huzursuz?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün insanların çoğu *Huzûr*’suz, neden acabâ? *Günâhkâr* olduğu için, *Günâh* işlemekden kalpler kararmış, sıkıntı basıyor. Hâlbuki *İlâç* belli. Nedir o?


O da, *Tövbe* etmek ve günahdan *Uzak* durmak. İlâcı bu, ama biraz *Acı*, insanlar da acı *İlâç* istemiyor, nefse karşı gelemiyor, *Sıkıntı*’dan da kurtulamıyorlar. 


Bizim arkadaşlar gitmişler, *Beşiktaş*’ta bir *Kur’ân* kursuna, *Kitap* hediye etmeye. Kaç talebesi varmış biliyor musunuz? *Bin*. Bin talebesi varmış kursun. 


*Bin tâne kitap hediye etdik, hocalarına da ayırdık!* demişler. Onlara da ayrıca hediye etmişler. Bunu işitince sevincimden kendimden geçdim kardeşim. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî! 

● ● ● 

Allahü teâlâ *Rahîm*’dir, kullarına dâima *Merhamet*’lidir. Ama O’nun *Şedîd-ül ikâb* ismi de var. Yâni çok da şiddetli *Azâb*’ı vardır. Ama o şiddetli azap, *Küfr*’e karşılıkdır. 


Onun *Rahmeti* öyle değil ki. Rahmet sebebsiz yağıyor. Onun için, azâba mâruz kalmamak için *Îmân* ve *İtâat* edeceğiz kardeşim. İtâat etdin mi, korkma. 


*Ne gelirse yahşîdir!* diyor Ahmed Yesevî hazretleri. Her ne gelirse yahşîdir. Yâni her ne ki O’ndan geliyorsa, o *İyi*’dir ve *Kıymetli*’dir. 


*Mâ esâbeke min hasenetin fe minallah*. Yâni size her ne *İyilik* gelirse, her ne *Seâdet* gelirse, hep *Allah*’dandır. 


*Ve mâ esâbeke min seyyietin!* Size her ne kötülük gelirse, *Fe min nefsik!* Bu da nefsinizdendir, kendinizdendir. 


Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: Size gelen her *İyilik*, Allahü teâlâdandır, hem de *Sebebsiz*’dir, yâni karşılık olarak değildir. Ama size gelen her *Seyyie* yâni kötülük, kendinizdendir. 


Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ; *Ve küllün min indillah!* buyuruyor. Yâni size her ne iyilik gelirse, her ne seâdet gelirse, hepsi *Allah*’dandır. 


*Hayrihî ve şerrihî!* Yâni *Hayr* da Allahdandır, *Şer* de Allahdandır. Hani şer, yâni kötülük *Nefs*’dendi? 


Evet, sebep olarak, yâni sebep olmak îtibâriyle *Nefs*’dendir. Ama yaratmak îtibâriyle *Allah*’dandır. Kötülükler de *Allah*’dandır. O *İrâde* eder, O *Yaratır*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İslâmiyeti* anlatmak demek, *Peygamber* efendimizi anlatmak demekdir. Bir *Kâfir* müslümân olsa, ilk yapacağı şey, Efendimizin *Hayât*’ını öğrenmekdir. 


İnsan *Ne ile* meşgul ise, *Alın yazısı* odur. Herkes, alın yazısının iktizâsını yerine getirir. 


Dünyâdan çok mektup geliyor kardeşim, hepsi de bizim kitaplara hayrân. *Allah râzı olsun, sizin kitaplar gibi kitap, bugün yeryüzünde yok!* diyorlar. *Yok… yok… yok!...* 


Dünyâda *Kitap* yok kardeşim. Ne Hindistân’da, ne Afrika’da. Elhamdülillah, dünyânın her yerinden *Mektup*’lar yağıyor bize. *Şerîf bey* bir rapor yazmış. 


*Son aylarda dünyâdan gelen mektuplar, kitap sipârişleri çok artdı efendim, başa çıkamıyoruz!* diyor. Ne güzel, ne güzel. Çok sevindim bu habere. 


Her mektupda en çok neye seviniyorum biliyor musunuz? *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diyorlar. Buna çok seviniyorum kardeşim. 


Ürdün’e de, Afrika’ya da, Amerika’ya da Filipinler’e de, her nereye göndersek, *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diye cevap geliyor. Çok seviniyorum. 


Bizim kitaplarımız, *Bizim* değil ki. Peki kimin? Bizim kitaplarımız, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. 


Kimimiz *Tercüme* etdik, kimimiz *Basdırdık*, kimimiz *Para* yardımı yapdık, kimimiz de *Sırtlayıp*, câmi câmi dolaşıp dağıtıyoruz. 


Birbirimizden üstünlüğümüz yok! Üstünlük, *İhlâs*’dadır. Yâni Allah için yapılan iş, *Makbûl*’dür. Dünyâ için yapılanlar *Mel’ûn*’dur, ancak Allah için yapılanlar *Kıymetli* dir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin huzûrunda *Çay* içerdik. Bana; *Hilmi! çay koy!* buyururlardı. Ben kalkardım, semâverden doldururdum. *Bir Şeker*’le, bir *Bardak* içerdi Mübârek. 


*Çok lezzetli olmuş, bir daha koy!* buyururlardı, tekrar koyardım. İki üç kere içerler, sonuncu bardağı yarıya geldi miydi, *Tamaaam, al bunu da sen iç!* buyururdu. 


Bana verirdi. Efendi’den kalan çayı içerdim. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî!. Şimdi de o niyetle içiyorum kardeşim, *Tatlı* geliyor, *Lezzetli* oluyor çay.

Destîna Hâtun

Destîna Hâtun, Konya’da yetişen evliyâ hanımlardandır. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed’dir. Doğum târihi belli değildir...MESNEVÎ’Yİ ÇOK OKURDU...

Destîna Hâtun Babasından; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri öğrendi ve Mesnevî’yi incelikleri ile okudu. Dünyâ süsüne ve lezzetlerine kıymet vermezdi. Zamânının büyük bir kısmını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanımlar için yapılan bölümde ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Hanımlara sohbet eder, Mesnevi okurdu. Mesnevi’den anlattıklarından bazıları:

*Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.

*Her ağlamanın sonu gülmektir.

*Akarsu neredeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.

*Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.

* Fakirlik korkusu insanları hırs ve emele lokma yapmıştır. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.

*Âlem cesettir. İlim can.

*İçi kötü olanın aybını deri örter. İçi iyi olanın aybını gayb âlemi örter.

*Kalemin su, kağıdın rüzgâr ise ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.

*Manâsız söz; suya yazılan yazıdır.

*Kaza gelince bilgi ve tedbir uykuya yatar.

*Zalimin zulmü karanlık kuyudur. Sonunda içinde boğulur.

*İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.

*Ey gam ateşine dalan! Ateşe azar azar nur serp de nur olsun.

*Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.

*Üstünlükler ve durumların değişmesini Hak’tan bil.

*Ok gibi doğru olursan, hiçbir yay seni tutamaz. Hakça ol ki, nefis yayından hakikâte fırla.

*Halk arasında meşhur olmak, sırlara ermeye engeldir. Şöhretten kurtulmaya bak.

*Kâmil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.

*Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.

“YAKINDA ONA KURBAN OLURUZ”

Destîna Hâtun’un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. “Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak” dediklerinde; “Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. Biz de yakında ona kurban oluruz” buyurdu ve kısa bir zaman sonra da vefat etti..

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etdi elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Beni Rabbimize hibe edin

 Beni Rabbimize hibe edin

Ahmed bin Yahya el Cela hazretleri “rahmetullahi aleyh”, henüz çocuk iken dinine düşkündü.


Nitekim çocuk yaşında, bir gün;

- Beni, Rabbimize hibe edin ki, her an Onun emrine çalışayım, diye rica etti anne babasına.


Onlar da memnun olup;

- Pekâlâ verdik, dediler.


Çok sevinip çıktı evden.

İlim öğrenmeye gidiyordu.

Bir müddet sonra bir gece vakti tekrar eve gelip çaldı kapıyı.


Babası içerden;

- Kimsin? diye seslendi.


Küçük Ahmed,

- Benim babacığım, dedi. Oğlunuz Ahmed.


Babası;

- Ben oğlumu Rabbime hibe etmiştim, deyip açmadı kapıyı.


Hatta kilitledi içerden.

Ahmed, içeri giremeyince geri döndü.

Doğruca Medine'ye gidip, Ravda-i mübareki ziyaret etti.


Ve Ravda’ya karşı;

- Yâ Resulallah! Eğer kabul edersen, bu gece sana misafir olmak istiyorum, dedi.


Ravda’dan;

- Kabul ettim! sesi duyuldu.


O gece orada kaldı ve rüyada, Resulullahı “aleyhisselam” görmekle şereflendi.


Efendimiz “aleyhisselam” kendisine bir ekmek verdiler.

Rüyada yemeye başladı.


Yarısını yiyince uyandı.

Ekmeğin kalan yarısını elinde gördü.


Başarı nedir?


Bu zat bir gün;

- Asıl başarı, ahirette faydası olan şeylerdir, buyurdu.


- Başarıya engel nedir efendim? dediler.

- Kendisidir, buyurdu. Nefsine uyan, hiçbir işte başarılı olamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lerin arzûsunu, isteğini, Allahü teâlâ *Geri* çevirmez efendim. Meselâ Efendi hazretleri buyurdular ki: *Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. 


İşte efendim, kaç tâne *Yabancı Dil*’de kitaplarımız basıldı. *Otuz*’dan fazla lisânda kitaplarımız, Efendi hazretlerinin bu *Arzû*’su ile teşekkül etdi. 


Onun bu *İsteği* ile tecellî etdi ve dünyânın her tarafına *Yayılıyor*. Her yerde, Efendi hazretlerinin *Rûhâniyeti* ile birlikde okunuyor, seviliyor, elhamdülillah. 


*Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. Kim buyuruyor bunu? Efendi hazretleri gibi bir *Allah dostu*. Cenâb-ı Hak, onun bu arzûsunu *Geri* çevirir mi efendim? 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber aleyhisselâma en çok *Tâbi* olan kimselerdir. Bizim inandıklarımıza, onlar bizzât *Şâhit* oldular, *Gördü*’ler çünkü. 


*Cebrâil* aleyhisselâmı gördüler, *Melek*’leri gördüler, hazret-i *Peygamber*’i gördüler. 

● ● ● 

Size iki emânet bırakıyorum. Bu emânetlerin bir tânesi *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*’dir. Çünkü onda, *İlim*, *Amel* ve *İhlâs* çok güzel anlatılıyor. 


İlim, amel ve ihlâs elde etmek istiyen, *İlmihâl*’i elinden düşürmesin. Her vesîleyle bir *Satır*, bir *Sayfa* okursa, hem *İlm*’i artar, hem *Amel*’i artar, hem de *İhlâs*’ı artar. 


İkinci emânet, *Enver âbi*’dir. Enver'in neden muvaffak olduğunun sebeplerini size anlatayım. *Enver*'de üç *Haslet* var, bu üç haslet onu *Muvaffak* ediyor. 


Birincisi, bugüne kadar *Berâber* olduk, yakînen tanıyorum, hiçbir zaman, hiçbir arkadaşı bana *Kötülemedi*. Hiçbir zaman kalbine, bir arkadaşa karşı *Kötülük* duygusu gelmedi. 


Onun *Hücre*’lerinde kötülük duygusu *Yok*. Zâten kötülük yapamaz, hattâ onda kötülük *Düşünce*’si bile yok. Onca *İftirâ*’ya uğramasına rağmen, kimseyi bana kütülemedi. 


İkincisi, onda anlatılamaz bir *Sabır* var. Hattâ bizden daha sabırlıdır. *Kızmak* yok, *Telâş* yok. Hadîs-i şerîfde buyruluyor ki; *Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır!* 


*Enver*'in muvaffakiyetinin üçüncü sebebi de şudur: Bir zamanlar savaş âleti *Ok* idi. Ondan sonra *Kılınç*’lar çıkdı. Daha sonra *Tüfek*’ler, *Tabanca*’lar ve *Top*’lar çıkdı. *Atom bombası* yapıldı. 


Ama şimdi atom bombasının yerini alan yeni bir silâh var. O da, *Tatlı dil* ve *Güler yüz*. Buna diplomasi derler. İşte *Enver*, tatlı dili ve güler yüzüyle, hizmetlerimizi bu *Nokta*’ya getirdi. 


Enver âbi, *Kuleli*'den benim *Talebem*’dir. Talebelerimin içinde en çok *Onu* beğenirdim. Onun için, onu kendime *Dâmâd* seçdim. Bütün bu müesseseleri *Ben* kurdum kardeşim.