KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm- – A, İ, U, O, Ö –

 – A, İ, U, O, Ö –


● Ârifde, ilmi nisbetinde, yokluk ve kendinden geçmek artar. Yakınlığı nisbetinde dûr olur. [Uzakda görür]. 4/111.


● Ârifin kendini kusûrlu görmek büyük ni’metdir. 6/214.


● Âriflerin kalbleri, Hak teâlânın büyüklüğünün tecellîsinde kendinden geçmişdir. 4/125.


● Ârif, kendi yokluğuna âlim [kendi yokluğunu bilir] ve kemâl sıfatlarına âlim olunca [bilince], matlûbun kapısı açılır. 5/82.


● Ârif, aslına kavuşdukdan sonra, rücû’ ederse [geri dönerse] irşâd ile şereflenir. 4/219.


● Ârifin bâtını [kalbi, rûhu] zâhirinden ve bütün mahlûklardan uzakdır. Zâhirin gafleti, bâtına sirâyet eylemez. 5/5.


● Âşık-ı sâdık [sâdık olan âşık], Peygambere uymakda sağlam [azîmli] olandır. 5/99.


● Âşıkdaki kemâlât, Allahü teâlânın kemâlâtından bir nûrdur, şu’âdır. 6/71.


● Akllı odur ki, bu dünyâdaki sayılı nefesleri ile ebedî hayâtı ele geçire. 6/211.


● Âlem-i asgar [en küçük âlem] insanın kalbidir ki, zât ile münâsebeti diğerlerinden fazladır. 6/139.


● Âlem-i sagîr insandır ki, âlem-i halk ile âlem-i emrden meydâna gelmişdir. 6/139.


● Âlem-i kebîr, Arşın altında ve Arşın üstünde olanlara denir. 6/139.


● Âlem-i halkın yakınlığı asldır. Âlem-i emrin yakınlığı zıllidir. 5/1.


● Âlem-i emrin âlem-i halkdan çok bakımdan üstünlüğü var ise de, umûmî üstünlük âlem-i halkadır. 6/2.


● Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi mevcûdâtdandır. Vehm ve hayâlin dışında vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Âlem-i misâlde, akldan geçenlerin ve ma’nâların dahî bir sûreti vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● “Fesâd zemânında ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir.” Hadîs-i şerîf. 6/68, 1/85. [Mektûbât Tercemesi: 135.]


● İbâdetin en iyisi zikrdir. Ve zikrin üstünlüğü, Allahü teâlâda fânî olmakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● İbâdetde lezzete bağlanmıyalar. İbâdet ederken lezzet hâsıl olur ise, ni’metdir. 4/92.


● İbâdetin kabûl olması, üstünlüğü, ma’rifete bağlıdır. 5/61. [Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● İbâdetin kabûle yakın olanı, kulun varlığı arada olmıyanıdır. 4/187.


● İbâdetden maksad, zahmet ve güçlük çekmekdir ki, nefs ile düşmanlıkdır. 4/92.


● İbâdın kulûbü, [kulların kalbleri], Hak teâlânın tasarrufundadır. Murâdına [isteğine] göre çevirir. 5/121.


● İbâreler ve işâretler, zıllere ve sıfatlara bağlıdır. Aslın zuhûrunda kalmazlar. [Asl zuhr edince, ibâre ve işâretler kalmaz.] 4/144.


● Abdülhâlık Goncdüvânî, silsile-i hâcegânın başıdır. Hızır aleyhisselâmdan ilm almışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Abdülkâdir Geylânînin, “ayaklarım, Evliyânın hepsinin ensesi üzerindedir” [sözü], kendi zemânındaki evliyâya mahsûsdur. 6/24.


● Abdülkâdir Geylânî, emr-i ma’rûf ve nehyi anil münker eylemiş ve korku olunca da câiz buyurmuşdur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Abdüllah ibni Mubârek, müstehabları yapmakda gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakda gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaşdırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma’rifete kavuşamaz, buyurdu. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Abd [kul], irâdesini sarf etmekde muhtârdır. Allahü teâlâ, yaratmakda muhtârdır. 5/137.


● Abd-i makbûl [makbûl kul], birkaç günlük hayâtı tâ’at ile geçirip, gaflet ile geçirmez. Geçim ve ni’met ile meşgûl olmaz. [Dünyâ ni’metlerini keyfine göre kullanmaz.] Bunların netîcesi pişmânlıkdır. 4/209.


● Abdin [kulun] Rabbi ile arasındaki perde, nefsidir. Âlem değildir. Kulun murâdı nefsidir. 6/110.


● Ubûdiyyet [Allahü teâlânın emrinden râzı olmak], zâhirî ve bâtınî olup, bâtınîsi de muhtelifdir. En çabuk ulaştıranı Nakşibendiyyedir. 5/10.


● Ubûdiyyet, Hak teâlâya muhabbet ve bunun alâmeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmekdir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ubûdiyyet, kendi irâdesinden kurtulup, Hak teâlânın murâdı ile olmakdır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Ubûdiyyetin hakîkati, nefsin arzûları için olan tedbîrlerden geçip, Cenâb-ı Hakka tevekkül etmekdir. 4/79.


● Ubûdiyyetin bir kısmı beden ile tahsîl olunur. [Zâhirî a’zâ ile, maddî kuvvetler ile], diğer kısmı kalb ve rûha bağlıdır. 5/10.


● Ubûdiyyet, zillet [kendini hakîr bilmek] ve yokluk ve teslîm ve onun emrlerine bağlanmakdır. 5/4.


● Osmân “radıyallahü anh”, Enes “radıyallahü anh”ın yolda, bir bakışını [bir kadına bakışını] keşf etdi. 6/19.


● Adem, diğer ta’bîrle yoklukdur. Kadîm değildir. Ve kâinâtın aslıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ademât-i mukayyede [kaydlı yokluklar], ilm-i ilâhîde mevcûddur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ademin aslı ve menşe’i ilâhî kemâlâtdır ki, ilmde ortaya çıkmışdır. [Ma’rifet ile anlaşılabilir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Adem-i mukayyedin [kaydlı (şartlı) ademin] mutlak ademe bağlanması, nefsin fenâsından sonradır. 4/152.


● Adem-i mutlak ki [mutlak adem ki] sırf şerdir. Allahü teâlânın varlığına karşılık olmağa mecâli yokdur. [Karşılık olamaz.] 4/148.


● Adem sûretinde sâlikin örtünmesi, fenâ sûretinde sönmesi vardır. Örtünmüş [gizlenmiş olan] ortaya çıkıp, geri döner. 4/12.


● Adem, ism-i ilâhînin varlığının gelişinden ibâretdir ki, ârifin mebde-i te’ayyünü [te’ayyününün başlangıcı]dır. 4/12.


● Ademin [yokluğun] tarîkatdaki ma’nâsı, kendini ve kendi vasflarını anlamamakdır [idrâk etmemekdir]. 4/165.


● Ademden hakîkî fenâya geçeler ki, zılden asla kavuşalar. 6/82.


● Adem [yokluk] ki, cezbe cihetinde fânî olmakdır. Sâhibinin geri dönüşü câizdir. Zîrâ henüz tarîkatdedir. Ve cezbesi, sülûke zam olmamışdır [bağlanmamışdır]. 5/109.


● Adem, cezbe ile peydâ olmuş bir fenâdır. Fenâ, maksad olan varlığın istîlâsıdır. Yoklukda ârifin vasflarının örtünmesi, fenâda bu vasfların yok edilmesi vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ademi [yokluğu] veyâ mecnûn olmağı istemek, münâsip değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Azâb-ı kabr [kabr azâbını, kabrde azâb] çekenlerin na’ra ve çığlıklarını, insandan ve cinden başka bütün mahlûkât işitir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Arşın üstü rûhlar âlemidir. Bu âlemde âlem-i emr latîfeleri vardır ki beşdir. 5/135.


● Arşa işâret eylemek, onun kayyumuna [varlıkda tutana] işâretin aynıdır. 4/5.


● Areftü Rabbî bi-cem’il izdâd. [Bütün zıdları cem’ etmesi ile Rabbimi bildim.] 6/181.


● Urûc [yükselmek], Hakka dönmeğe derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeğe] derler. Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah, urûc ederken olur. Seyr-i anillahı billah ve seyri eşyâ billah, nüzûl yaparken olur. 6/137.


● Urûcda teveccüh Hak teâlâya olup, halk ile münâsebeti yokdur ki, uzlet ehli böyledir. 6/220.


● Uzlete ülfetden ziyâde râgıb olalar. [Uzlete, yalnızlığa, insanlara karışmakdan dahâ çok rağbet etmelidir.] Zâhir ilmlerden de uzak olmamalıdır. 6/50.


● Uzlet, yümünlü ve bereketlidir. Halkın hukûku ve Allah rızâsı için sohbet, uzlete mâni’ değildir. 5/29.


● Aşk-ı ilâhî, bâtının [rûhun] nasîbidir ki, bedende te’sîrleri gözükmez. 5/69.


● Aşkda merhamet yokdur. Katl eder ve diyet isterler [öldürürler, karşılığını isterler]. Ya’nî ibâdeti kaldırmazlar. 4/151.


● Aşk-ı ma’şûk [ma’şûkun aşkı, sevgisi] gizlidir. Âşığın aşkı [sevgisi] ise, açık olup, coşar ve gürler [gürültülüdür]. 4/54.


● Aşk ve derd, insana diğer mahlûkat içinde üstünlük sağlamışdır. 4/114.


● İkâb [cezâlandırma] ve âhıret azâbı, kulun kesbi karşılığındadır. 5/137.


● Akl-ı fe’âl ki, filozoflar dokuzuncu seyyare derler.


Ve günlük hâdiseleri ona isnâd ederler. Böyle birşey yokdur. 6/87.


● Akllarının esîri olanlar [akllarına uyanlar], bu muhabbetin kıymetini bilmezler. 6/173.


● Aklî delîller, kanâat hâsıl etmekden başka, birşey bildirmez. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Alâüddîn-i Attâr, zemânının kutb-ı irşâdı olmuşdur. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● İllet-i ma’nevî [ma’nevî hastalık], mâsivâya bağlanmakdan ibâretdir. 4/105.


● İllet-i ma’nevîye [ma’nevî hastalığa], çok zikr ederek, ilâc taleb edeler. 6/153. [Cevâb Veremedi: 362.]


● İlm için, rü’yet-i basar ve kalb [kalb gözü açık olması] şart değildir. 5/102.


● İlm, âlim ile berâberdir. 4/88.


● İlm ve bilmek mahalli sadrdır [göğüsdür]. 6/225.


● İlm-i husûlî sâhibi, zevk ve şevkdedir. Ve sohbeti zevk verir. 4/88.


● İlm-i zarûrînin mahalli kalbdir ki, te’alluk edeninin gayr-i cismânî olmasına mâni’ değildir. 6/62.


● İlm, hâl’in başlangıcıdır. İlm, havâs ve avâm içindir. Hâl, vecd ve kemâl ehlinin husûsiyetidir. 6/217.


● Ayn-el-yakîn [görerek bilmek], eser perdesi olmadan müessiri görmekdir. Ve görülende yok olmakdır. Ateşi müşâhede [görmek] gibi. 6/137.


● İlm ve amel ihlâssız makbûl değildir ki, rûhsuz beden gibidir. 6/189.


● İlm ve amel, islâm kitâblarında beyân edilmişdir. İhlâs, sofiyyeye hizmete bağlıdır. 6/189.


● Gaybdan haber vermek, kalbden geçenleri bilmek gibi hârik-ul’âde şeyler, ehl-i istidrâcda da bulunur. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● Bir vâsıta ile birşeyi bilmek konusunda ukalâ [akl erbâbı] demişlerdir ki, ma’lûm olan vâsıtadır, şey’in kendi değildir. 4/183.


● İlm-i ilâhî mücerred bir inkişâfdır. Ma’lûmun [bilinenin] görülmeden anlaşılmasıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● İlm sıfatı, ayrıca sıfatdır. Te’alluk etdiği mâsivâdır. [Mâsivâ ile alâkalıdır]. Zât mertebesine ulaşamaz. Ve ilm ki zâtın kemâlidir. Mâsivâya te’alluk etmekden üstün ve yüksekdir. 5/105.


● İlm-i ezelî, eşyâya varlıklarından önce te’alluk eden ilmdir. 6/17.


● İlm-i mümkin, ma’lûm olan şeylerin sûretinin, âlimin nefsinde hâsıl olması iledir ki, âlimin değişmesine sebebdir. 4/156.


● “Gâfil âlimlerden, yaltakcı hâfızlardan, câhil tesavvufculardan kaçınmak lâzımdır.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Eşyâ ilmi ki, aslında kâmil bir sıfatdır. Bağlanma olursa kötüdür. 4/156.


● Gayreti yüksek olan, devâmlı matlûbu arzû eder. Yok olacak olan şeye rağbet etmeğe değmez. 6/106.


● Tabî’at ve riyâzî ilmlerin incelikleri ile meşgûl olmak, en şerefli vakti zâyi’ ve mâlâya’nî ile meşgûl olmak ve belki akâidde gevşeklik meydâna getirir. Bu ilmlere bağlılık bir üstünlük olsa, onu, dîn-i islâmın sâhibi ihmâl eylemez ve selef-i sâlihîn yüz çevirmezlerdi. Onlar rağbet etmeyince, bunlarda kemâl dahî yokdur. 4/85.


● Ulviyyet ve süfliyyet [yüksek varlıklar ve aşağı varlıklar] ve cümle mahlûkât, nûr-i Muhammedîden “sallallahü aleyhi ve sellem” halk oldu. 4/113.


● Birkaç günlük ömr ki, ebedî mülk onun ile alınır. Çok kıymetlidir. Onu boşuna sarf eylemiyeler. 4/38.


● Birkaç günlük ömrü, en mühim işlere sarf edeler. Geceleri ihyâ etmeği, seherleri ağlamağı ganîmet bileler. 4/30.


● Ömr, her ân geçmekde, ecel-i müsemmâ yaklaşmakdadır. Bu kısa fırsatda, çok zikr ile meşgûl olmalıdır. 6/87.


● Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyân kâtib kabûl etmedi. Câiz değildir, dedi. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Ömerin gadabından korkunuz. Çünki, Allahü teâlâ gadab eder. 5/152.


● İhlâssız amel, rûhsuz kalıb gibidir ki, kabûl olması mümkin değildir. 4/31.


● Amel vaktinde ecr taleb etmek, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 4/61.


● Her amel ki, Allah rızâsı için ise, zikre dâhildir. 4/160.


● Kötü işler hâtırıma geliyor korkusu ile hayr ameli terk etmek câiz değildir. Amel et, tevbe et. 5/29.


● Ameli terk eylemeyeler ve ondan istigfârı dahî terk eylemeyeler. 6/186.


● Umûma azâb vâki’ oldukda, sâlihler magfiret ve rıdvana mazhar olur, hadîsi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Anâsır-ı selâsenin [üç unsurun] nasîbi, vilâyet-i mele-i a’lâya kadardır. Unsur-ı hâk’in [toprak unsurunun] nasîbi, nübüvvet mertebesinin kemâlâtındandır. 4/205.


● Avâm, hakîkat ehlinden yüz çevirirler. Ve mahlûkâtın ahvâlini bilmiyen, dahâ yüksek olan işleri bilmez derler. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Avâmın bâtını zâhiri ile karışıkdır. Ve zâhirin gafleti bâtına sirâyet eder. 5/5.


● Avâmın ma’rifeti ile havâsın ma’rifeti bir değildir. 4/88.


● Avâmın ve ehassül-havâsın îmânı [başdakilerin ve sondakilerin îmânı] gaybî olup, ortadakiler şühûd lezzeti ile doymuşlardır. 4/124.


● Îsâ aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü kudret sıfatıdır. 4/88, 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Îsâ aleyhisselâm, bu ümmetin imâmına uyup, arkasında nemâz kılsa gerekdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ayn [birşeyin esâsı], şey’in hakîkat ve mâhiyyetinden ibâretdir. 5/116.


● Ayn-ı sâbite ile tahakkuk, Evliyâlık kemâlâtındandır. 5/9.


● Ayn-ı sâbite, sâlikin mebde-i te’ayyünidir. Ve vilâyet ona kavuşmağa bağlıdır. 5/130.


● Ayn ve eserin yok olmasına başlamak, vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. Ve yok olmanın kemâli, onun sonundadır. Zîrâ zıllerden ve enfüsün bağlarından çıkmak, ayn ve eserin yok olmasını îcâb etdirir. Vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. 6/137.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm

 – Z –

● Zâlim zulmünü mazlûmdan kaldırmadıkça, özrü kabûl olmaz. “Hadîs-i şerîf” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâlimin zulmünü kaldırmaya gücü yetmiyen, oradan hicret etmelidir. “Hadîs-i şerîf.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâlim sultân yanında adâleti söylemek, cihâdların en efdalidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâhir ve bâtın, iki nev’dirler. İnsanların bildiği zâhir, âlem-i halk, bâtın âlem-i emrdir. İkinci taksimdeki, bâtına nisbet ile on latîfe, zâhir hükmünde kalır. 4/154.


● Zâhirin bâtına nisbeti, âşıkın ma’şûka nisbeti gibidir. 4/215.


● Zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına ve bâtının ma’rifet nûrları ile zînetlenmesine gayret edeler. 6/75.


● Zâhirde [dış görünüş olarak] mübtedî ve müntehî müsâvîdir [eşitdir]. 4/179.


● Zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun yaşaması, bâtındaki yakınlığın te’sîridir. Bu te’sîr şart değildir. 4/109.


● Zâhirin [dışın, kalıbın] ta’mîri, bâtının tahrîbine sebebdir. Aksi de böyledir. 4/155.


● Zâhirin huzûru, bütün işlerde sâlih niyyet olması ve işlerinde Mevlânın rızâsı olmasındadır. Hattâ zâhiren gafletde görülen işlerde, bâtının huzûrunun devâmı lâzımdır. 4/160.


● Zâhir aslında, zulmet ve kötülükdür. Bâtın onunla karışarak münevver olur. 5/134.


● Zâhir isminde Allahü teâlânın zâtı düşünülemez. Bâtın isminde zât, ism perdesi arkasında düşünülebilir [idrâk edilir]. Meselâ ilmde seyr zâhir isminde seyrdir. Alîmde seyr bâtın ismindedir. 4/47.


● Zıl, asl ile aynı olamaz. [Bunun için, hoparlörde ve televizyonda işitilen sesler, insan sesi değildir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Zılli bilmek, aslı bilmeği îcâb etdirir. 6/237.


● Zıl, asl ile kâimdir. [Asl olmazsa zıl olmaz.] Zıllıyyetin sâbit olması, vehm ve hayâl mertebesindedir. 4/74.


● Zılle tutulmak, mahlûkâta [mâsivâya] tutulmakdır. Asla bağlananlar için zıl, büyük bir dağdır [mâni’dir]. 4/7.


● Zıllin hayr ve kemâli asldan alınmışdır, [gelmekdedir]. Kendinden bilirse hâindir. 4/121.


● Zıllin kemâli aslına bağlıdır. [Asldan alınmışdır.] 5/116.


● Zıllin asla bağlanması, zıllin yok olmasını îcâb etdirmez. 6/2.


● Zıl dâiresi, imkân âlemine asl ve başlangıcdır. 6/105.


● Zıl dâiresi, enfüsün [nefsler âleminin] nihâyetine kadardır. 4/56.


● Zıl gibi aslı dahî geride bırakalar. Üstünlük, zıllerin ve aslların ötesindedir. 6/105.


● Zılden asla geleler. Aslı dahî terk ile görünenden görünmiyene teveccüh edeler. Asldan geçmek, kendi ademinde çalışmak olup, mümkin değildir. Lâkin muhabbeti, keyfiyetsiz berâberlik hâsıl eder. 4/166.


● Zulm, başkasının mülkünde izni olmadan tasarruf etmekdir. 4/11.


● Zulm-i hükkâm, şe’âmet-i a’mâlimizdendir. [İdârecilerin zulmü, amellerimizin kötülüğündendir.] 6/34. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-T-2

 – T –

● Tâife-i aliyyenin sevenleri, onlar ile berâberdir ve husûsî hâllerine mahrem ve ortaklardır. 4/198.


● Bir tâifenin gördüğü dünyâ [bakdığı dünyâ çöplükleridir] ve bir gürûhun tama’ etdiği [arzû etdiği] âhıret ni’metleridir ve bir fırkanın dahî himmeti, Allahü teâlâya teveccühdür. 4/8.


● Tâ’âtı, Hak teâlânın rahmetinin eseri ve Onun yardımı ile olduğu için bileler. 4/92.


● Tâ’âti güzel yapmak, fenâ hâsıl olmadan müyesser olmaz. 5/100.


● Tâ’ât ve zikr vazîfeleri ile meşgûl olalar. Ve muhâliflerin sohbetinden de uzak durup, kaçalar ve islâmiyyetin yasak etdiklerinden perhîz [kaçarak] ve Allahü teâlânın mekrinden korkup ve titreyip, kendi amelinden üzüntülü olalar ve ameli de terk eylemiyeler. Amel et, istigfâr et. Ve Hak teâlânın fadlına i’timâd ve Peygamberin sünneti üzere istikâmeti alışkanlık hâle getireler. 5/4.


● Tâlibe gerekdir ki, herşeyden geçip, bu büyüklerin sohbetini tercîh eyleye. Ve taleb vâsıtalarında cânını harcıya [can fedâ ede]. Kendine istirahât vermiye. Ve üzüntülü ve arzûlu ola. 5/46.


● Tâlibi [maksadı] Hak teâlâ olana, kâfirlerden uzaklaşmak ve onları düşman bilmek zarûrî lâzımdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tâlibân, zâhiren ve bâtınan [Allahü teâlâyı taleb edenler, zâhiren ve bâtınan] Peygamberimize tâbi’ olmağa gayret edip ve bu devlete mâni’ olan herşeyden baş gözünü ve kalb gözünü yumalar, bileler ki, bir şahıs kerâmetler ve fazîletler sâhibi olsa, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakda gevşek olsa, onun muhabbeti öldürücü zehrdir. Kerâmetleri olmasa, fekat tâbi’ olmakda sağlam olanın sohbeti şifâ veren ilâcdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Tâlib-i ilâhîye [Allahü teâlâya tâlib olana] hicran içerisinde olmakdan ve devâmlı üzüntülü olmakdan başka çâre yokdur. 4/13.


● Tâlibe başlangıcda zikr lâzımdır. Çâre yokdur. [Mecbûrdur]. O şartla ki, kâmil ve mükemmil olan mürşidden bu zikr dersini almış ola. Eğer bu şart olmazsa, ebrârın zikri kâbilindendir ki, netîcesi sevâbdır. Yaklaşdırıcı değildir. 4/84.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], şeyhine muhabbet ile bâtınından feyz alarak onun rengine girer. [Onun makâm ve derecelerinde ilerler]. 4/165.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], mürşidin sohbetini ganîmet bilip, kendini onun rızâsına tâbi’ kılmalıdır. 6/121.


● Tâlib, ârifin sûretine nazar ederse [zâhirine, görünüşüne bakarsa], bereketinden mahrûm kalır. 4/203.


● Tâlibe, muhabbet, hizmet, âdâb ve şeyhe ittibâ’ lâzımdır. 4/165.


● Tâlibe lâzımdır ki, isteğini ve istek vâsıtalarını [talebin îcâblarını] şeyhe açıklıya. 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Tâlib-i Hak olana [Hakka tâlib olana], Hak teâlâdan başka şeylerden yüz çevirmesi lâzımdır. 4/78.


● Tâlibin zikri ihlâs ile ola. Kendisinde nefsânî arzûlar ve kendine güvenme şübhesi olmıya. 4/170.


● Tâlib-i sâdık [sâdık olan tâlib], zikr ehli ile sohbet eder, gayriler ile zarûret olduğu kadar görüşür. 6/223.


● Tâlibe lâzımdır ki, kâbiliyyetinin artmasını niyâz eyleye [isteye]. 5/143.


● Tâlib-i âhırete, terk-i dünyâ lâzımdır. [Âhıreti taleb edene, dünyâyı terk lâzımdır.] 4/83.


● Tâlib olan, vâsıl olan [kavuşan] ve idrâk sâhibi olan dahî kalbdir. 5/52.


● Tâlib ile matlûb arasında en büyük perde, kendi nefsidir. 6/184.


● Tâlib, bağlandığı şeylerden boşalmadıkca [ayrılmadıkca] ve var olmak ve diğer üstün sıfatları, asla [Allahü teâlâya] âid olduğunu bilmedikce [kabûl etmedikce], bekâ bulamaz. 6/215.


● Tâlibin maksadı, nisbetin husûli olmalıdır. [Allahü teâlâya yaklaşmanın ele geçmesi olmalıdır.] Onu bilmesi şart değildir. Kolaylıkla ve çabuk ele geçen nisbet, o kadar kıymetli değildir. Zorlukla ve yavaş yavaş olan makbûldür. Eğer tâlib acele ederse, hevesine kapılmışdır. Büyükler bu talebde ömrler harcamışlardır. 4/122.


● Tâlib, kulluğu kadar ve kendini yok ve muhtâc bilmesi kadar kemâlâta kavuşur. 4/204.


● Tâlib-i izdiyâd olmak [artmasını istemek] mevcûda râzı olmamak değildir. [Mevcûda râzı olacak, dahâ da isteyecek.] 6/206.


● Turuk-ı vusûl, mahlûkatın nefesleri adedincedir. [Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri adedincedir.] Çünki, her hayâli, aslına kavuşduran bir yol vardır. Her mahlûkun ayn-ı sâbitesi başkadır. Lâkin cümle yollar, islâmiyyet dâiresinde toplanmışdır. İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır. İslâmiyyet bir ağacın gövdesi, tarîkatler, bu gövdeden ayrılan dallardır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Turuk-ı diğer [diğer tarîkatler], bid’ate âid şeylerden hâlî değildir. [Ya’nî bid’at karışmışdır.] 5/15.


● Turuk-ı aliyyenin menşe’i [Bütün tarîkatlerin başlangıcı] Resûlullah aleyhisselâmdır. Ayrı tarîkatler olması, insanların isti’dâtlarındandır, kâbiliyyetlerindendir. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Tarîkler [tesavvuf yolları], ancak Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde bulunmakla ulaşdırır. [İnsanı se’âdet-i ebediyyeye ulaşdıran tek bir yol vardır. O da Resûlullahın izinde bulunmakdır.] “Cüneyd.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Tarîk-ı mûsıl [kavuşduran yol] ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, tavassut, vâsıta yokdur. Aslın aslına kavuşdurur. Diğeri vilâyetdir ki, sülûk yoludur. Vâsıta lâzımdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-ı vilâyetde [vilâyet yolunda] eşyânın ilminin unutulması şartdır. [Eşyâya olan bilgisinin unutulması lâzımdır.]. 4/35.


● Tarîk-ı vilâyeti [vilâyet yolunu] temâmlıyarak, nübüvvet yakınlığına ve nübüvvet kemâlâtına kavuşmak çok nâdirâtdandır. 4/35.


● Tarîkate sülûkden maksad perdelerden kurtulmak ve kalb gözündeki perdelerin kalkması ile vasl-ı üryânînin hâsıl olmasıdır. Yoksa, ankâ denilen kuşun avlanması gibi, idrâk olunamıyan şeyin ihâtası değildir [anlaması değildir]. 6/185.


● Tarîkate girmekden maksad, ihlâs elde etmek ve ibâdetleri kolay yapmakdır. 6/203.


● Tarîkat tâliminde icâzet iki nev’dir. Biri, bir kâmilin şeyhlik makâmına oturtulmasıdır. İkincisi, bir nâkısı icâzetle, irşâd etdikleri ile berâber fâidelendirmekdir. [Ya’nî yetişmemiş birine izn vererek, talebeleri ile berâber onun da yetişmesini sağlamakdır.]. “Mebde ve Me’âd risâlesi”. 4/61.


● Tarîkat tâlimine icâzet için, bid’at ihdâs etmemek, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve şeyhlerini sevmek, şart koşulmuşdur. 5/55.


● Tarîkat icâzeti, rü’yâda rûhların verdim demesi ile olmaz. Uyanık iken mu’teberdir. 4/200.


● Tarîkat beyânında arabî ibâre ile mektûb. 5/114.


● Tarîkatde bid’at, yolun kapanmasına sebebdir. 6/34. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tarîkatde feyz ve bereketin ele geçmesinin şartı, edeblere riâyetdir. 5/13.


● Turuk-ı îsâl [kavuşdurma yolları], zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah], zikr-i zât [Allah], teveccüh ve murâkabedir. Göğsün açılması ve yükselme hangisi ile olursa, onunla meşgûl olalar. Lâkin nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] terk olunmaz. Onun fâideleri mutlakdır. Onsuz temâm olmaz. 5/52.


● Tarîkat uzlet değildir. Emr-i ma’rûf, nehy-i münker, cihâd ve sünnete uymakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-i Ahmedîde [Ahmedî yolunda], ismler ve sıfatlar kısaca geçilir, zâta kavuşulur, mertebeler biter. Seyr sâhibi, tafsîlatlı giderse, zâta kavuşamaz. 6/138.


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, sünnete uymak ve bid’atlerden kaçınmakdan ibâretdir. 6/121.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede birbirinden fânî olmak şartı ile sohbet, uzletden dahâ iyidir. Birkaç kimsenin, bir yerde meşgûl olması, yalnız meşgûl olmakdan efdaldir. Zîrâ ictimâ’da feyzler in’ikâs eder [birbirine eklenir.]. 6/241.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye silsile-i zeheb derler. 5/19.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart, mâsivânın unutulması ve başka şeylerin ilminin yok edilmesidir. 4/168.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart tevbedir. Tevbede derler ki, ilâhî, benden vâki’ olan, bildiğim ve bilmediğim her bir günâh ve suçdan tevbe eyledim, rücû eyledim. 6/9.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede yükselmek, yalnız şeyhin sohbeti ve muhabbeti ve edeblerine riâyet ve islâmiyyete uymak iledir. Ve tâlib, şeyhin sohbeti ile yavaş yavaş isti’dâdını tekmîl ve belki şeyhin kemâlâtına vâsıl olur. İsti’dâdına uygun yolu, şeyh onu irşâd eylemeğe muhtâç değildir. Zikr eylemek lâzım ise de, ta’lîmi tesellî etmek içindir. Kavuşmağa sebeb değildir. Kavuşmağa sebeb sohbetdir ki, sohbet sâhibinde fenâ şartiyle ki, başlangıcda böyle idi. Sahâbe ve tâbi’în, yalnız sohbet ile sonsuz kemâlâta vâsıl oldular. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tâlib, râbıta ve muhabbet ile sâat sâat şeyhin rengine girer. [Şeyhine benzer.] 5/82.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, alınmış olan zikrden, farzlardan ve sünnetden gayri ile meşgûl olunmaz. 5/101.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, evvelâ zâtın zikri [Allah ismi ile zikr] ve sonra zikr-i nef-yü isbât [lâ ilâhe illallah zikri] ta’lîm olunur. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrin ta’lîmi en mühimdir. Onsuz mümkin değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede sülûk ve nisbet te’sîsi [nisbetin te’sîs edilmesi] şeyhe ittibâ’ iledir. 4/165.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede mürşidin, mürîdlerin hâllerini bilmesi şart değildir. 6/132.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Tevhîd-i vücûdî lâzım değildir. [Bir görmek vardır, bir bilmek yokdur.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bu tarîkde her zuhûr eden şey ile kana’at eylemiyeler. 5/65.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sülûki vehm ve hayâl iledir. Ahvâl [hâller] ve vehm ile idrâk eder. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye kayyûmiyyet cezbesi Abdülhâlık Goncdüvânî vâsıtası ile Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelmişdir. Ma’iyyet cezbesinin başlangıcı ise, Şâh-ı Nakşibendden başlamışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyükleri azîmet ile hareket ederler [amel ederler], ruhsatdan kaçınmışlardır. Ve azîmetleri de, zarûret mikdârı yaparlar, buyurulmuşdur. 6/121.


● Ta’âm [yemek] ve menâm [uyku] az olmak beğenilir ise de, ibâdetde azlığa, tehîre sebeb olmamalıdır. Ve dimâgı hasta ve hayâlâtı ifsâd [aklı ve hayâli ifsâd] eylemeye. 5/51.


● Ta’âm [yemek], menâm [uyku] ve kelâmda [söylemekde] orta yola riâyet lâzımdır. 4/145.


● Ta’âma [yemeğe] başlamakda besmele, sünnet-i müekkededir. 5/51.


● Taleb ve şevkin sönmemesinin ilâcı, pîrin teveccühü iledir. 6/222.


● Taleb mevcûd olmasa dahî, nisbet verilir. Lâkin taleb mevcûd oldukda, nisbet-i mefkûdenin arzûsunu dahî, nisbet makâmında kabûl ederler. [Bu arzûyu dahî nisbet makâmında kabûl ederler.] 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ta’âmdan sonra, Elhamdülillâhillezî et a’menî hâzât-ta’âm ve razekanî min gayr-i havlin minnî velâ kuvvetin [Allahü teâlâya hamd olsun. Beni doyurdu. Beni rızklandırdı. Kuvvetsiz iken doyurdu] diyenin günâhları magfiret olunur; hadîsi. 5/51.


● Ta’âmda sedd-i ramak [ölmiyecek kadar yimek içmek] ve imsak-i [perhîz] kudret kadar birkaç lokma tenâvül eylemek [yimek] insanoğluna kâfîdir. Sabr mümkin olmazsa, mi’denin üçde birini yemek için, üçde birini sıvılar için ve üçde birini dahî, hava için ta’yîn etmelidir; Hadîs-i şerîfi. 5/51.


● Tulû’u cemâl-i ehadiyyet [Allahü teâlânın cemâlinin görünmesi] beşerî sıfatları yok eder. 5/136.


● Toprağa secde eylemek, Hak sübhânehuya çok mahbûbdur [sevgilidir]. 5/154.


● Tavr-ı aklın verâsı [aklın ötesi, akl sâhasının ötesi] öyle bir sâhadır ki, orada kalb yolu ile keşf ve müşâhede olunan ba’zı şeyler anlaşılır ki, akl onun idrâkinden âcizdir. Hislerin, aklın idrâk etdiği şeylerden âciz olması gibidir. “Mevlânâ Câmî”. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Tûfândan sonra gelen ulül’azm Peygamberlerin evveli İbrâhîm aleyhisselâmdır. 4/113.


● Tûfândan sonra, ilk biten ağaç zeytindir. 4/111.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-S

 – S –

● “Sâ’imin [oruclunun] ağzında, açlık sebebi ile hâsıl olan koku, Allahü teâlâ indinde, miskden dahâ güzel kokudur.” Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sâhib-i hakîkînin [hakîkî sâhibin] fermânına itâ’at ve boyun eğmek lezzetini, harâmlardaki lezzetden ziyâde bilmek gerekdir. Ni’metleri ihsân eden Allahü teâlânın bir kimseden ve onun işinden râzı olması ni’meti, diğer lezzetlerin tadı ile bir olmaz. 4/211.


● Sâlih-i vefâ [vefâ sâhibi sâlih], hayr ameli işler. Lâkin ma’siyyetden [kötülüklerden] kaçınmak sıddîkların işidir. 5/112.


● Sâlih kimsenin gördüğü rü’yâlar, müjdedir ve istidâdı haber verir. Çok vâki’ olur ki, o istidâdı gösteren rü’yâ zuhûra gelir. Ve ekseriyâ dahî zuhûra gelmez. Cân fedâ eylemek gerekdir ki, iş, sözden işe ve işitmekden ele-avuca gele. [Adını duymakla kalmıya, ele geçe.] 4/200.


● Sabâhat, hüsn-i tafsilidir ki, [yüz güzelliğinin açıklanmasıdır ki], onunla boy güzelliği, yüz güzelliği ve göz güzelliği ve kaş güzelliği diye ta’bîr olunur. Hâlbuki, melâhat, bir hüsndür ki [görülmiyen güzellik, bir güzellikdir ki], ma’nevî ve zevkîdir. Ve ta’bîr ölçüsünün dışında ve ötesindedir. [Ta’bîri mümkin değildir.] 4/113.


● “Sabâh ve akşam rızkı olup, dilenen, Cehennem ateşini çoğaltır.” Hadîs-i şerîf. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir. 4/231.


● Sohbet, dünyâ için olup, âhiret düşünülmez ise, dünyâ için ve âhıret için hüsrândır. 4/31.


● Sâlihlerin sohbetini arayınız. 4/14.


● Sohbet-i fukarâ ve sulehâ [dervişlerin ve sâlihlerin sohbetine] ve ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan şeylere rağbet edip, ahkâm-ı islâmiyyenin hilâfına [muhâlif] iş gördükleri mahalden kaçalar. 5/99.


● Sohbet-i pîr [pîrin sohbeti] müyesser olmazsa, kayıtsız [tam bir] muhabbet ile de [uzakdan] feyz alınır. Yalnız bu ikisinin arasında büyük fark vardır. 6/47.


● Sohbet-i ehlullah [ehlullahın sohbeti], kemâlin ele geçmesi ve sülûk konaklarının geçilmesi için mutlaka lâzımdır. 6/9.


● Sohbet-i ehlullahın fâideleri. [Evliyânın sohbetinin fâideleri.] 4/158.


● Sohbet-i îşânın [Onların sohbetinin] bir sâati, kırk günlük mücâhedelerden dahâ üstündür. 4/47.


● Sohbet lâzımdır. Çâre yokdur. Sûret ve râbıta ile iktifâ olunmak [kifâyet etmek] hatâdır. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sohbetin ve Onlara hizmetin mükâfâtı, Hak teâlâya kavuşmakdır. Diğer amellerin karşılığı, ona yakınlığa ulaşdıramaz. Bu işin hakîkatidir ki, nefs-i emmâreyi itmînâna getirir. Diğer amelleri de sûretden hakîkate getirir. 4/233.


● Sohbet edeceğin kimse ile Allahü teâlânın maıyyeti basar-i basîretine dûçâr olmalıdır. 4/125.


● Sohbet-i agniyâdan [Dünyâlık toplıyanın sohbetinden] kaçınmak lâzımdır. 4/125.


● Sohbet-i nâ cins [yabancılar ile sohbet]den, tefrîka ehli ile, bid’at ehlinin sohbetinden kaçınalar. 4/145.


● Sohbet-i ehli dünyâ [dünyâ ehlinin sohbeti] mevcûd iken, hakîkî matlûbun sevdâsının kalbde hâsıl olması, ne büyük ni’metdir. Dervişlerin muhabbeti onun eseri ve Onların niyâzı onun beyyine-i vâdıhıdır. [Onun açık delîlidir.] 4/143.


● Sadr [göğüs], ilm mahallidir, yeridir. Gayb âleminden gelen [ulaşan] her feyz, evvelâ sadra gelir. 5/97.


● Sadaka-i tetavvu’u [nâfile sadakayı] istemek, kazanmağa kudreti olmıyan muhtâc içindir. Muhtâc, nefsine mevt veyâ maraz isâbetinden havf eden câyı’ [ölmekden veyâ hasta olmakdan korkan aç] veyâ bedeni örtecek şeye kudreti olmıyan açık kimsedir. Böyle kimse, âciz olmayıp da, kesbine başka birşey mâni’ olursa, bir günlük yiyeceği istemesi câiz olur. [İstediği bir günlük ola].


Eğer kesbi terk etmeğe sebeb, nâfile nemâz ve oruc ile meşgûliyyet ise, zekât istemek câiz değil ve nâfile sadaka istemek mekrûhdur. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sadakanın sevâbı, evvelâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve sonra meyyitin rûhuna hediyye edilmelidir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Sırât-ı müstekîme hidâyet demek [doğru yola kavuşmak demek], kulun rızâsını kazâ ve kadere tâbi’ etmek demekdir. 4/44.


● Sırât-ı müstekîm [doğru yol] ahkâm-ı islâmiyyedir. Bir düz çizgi gibidir. Bu hattı müstekîmden az bir ayrılık, şeytânların yoludur. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları], ehl-i sünnet indinde, zât-i ilâhî üzerine, nasıl olduğu bilinemez tarzda, hâricde mevcûdlardır. 5/105.


● Sıfat ve ef’âli [Allahü teâlânın sıfatları ve fi’lleri] zâtından ayrı değildir. Eğer ayrılık var ise zıllerdedir. 4/183.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] hâricde mevcûddur. Bununla berâber, sıfata her ne âid olur ise, zâta da âiddir. Ve sıfatlar zâtda i’tibâr edilmekdedir. Bu i’tibârât-ı zâtiyye, şü’ûn-i zâtiyye ıtlak olunur. 5/105.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] ve şu’ûnâtı [şu’ûnları], zât-i teâlâdan hiç ayrı olmayıp, ayrılması yokdur. Fekat, zâtın âşıkları için, muhabbet-i zâtiyye cihetinden zât-i teâlâ ile berâberlik hâsıl olur ki, o makâmda şân ve i’tibârdan hiç hâtıra gelmez. Bu muhabbet hâllerinin husûsiyyetlerinden ve şaşılacak şeylerindendir. 5/119.


● Sıfat, ef’âl ve zât-i ilâhînin hakîkatinden, mahlûkların, cehl ve hayretden gayri nasîbi yokdur. Gayba îmân eylemek lâzımdır. Her ne keşf ve şühûd hâsıl olursa, “Lâ” derken yok etmelidir. 6/66.


● Sıfât-i vâcibî [Allahü teâlânın sıfatları], yokluğun şâibesinden uzaklardır.


Zât-i teâlâya muhtâc olduklarından, imkân-ı zâtîden müberrâ [Allahü teâlânın zâtının imkânlarından uzak] değillerdir. [Zât ile vardırlar]. 4/221.


● Sıfât-i ilâhînin i’tibârâtı üzerine tefevvuku [Allahü teâlânın sıfatlarının, i’tibârâtı üzerine üstünlüğü] vardır. 4/183.


● Sıfat, hakîkatde zâtın gayrıdır. [Sıfat başka, zât başkadır.]. 4/85.


● Sıfât-ı ilm [ilm sıfatı], hayât sıfâtından başka, bütün ismlerin ve sıfatların üstüdür. Ve bütün sıfatların hepsini kendinde toplamışdır. 4/113.


● Samed [bir olmak, benzersizlik], birliğe işâretdir ki, sıfât-i ef’al ve sâir sıfât-i sübûtiyyeden ve şu’ûn ve i’tibârât-i zâtiyeden, bütün bunların vasfların mâlik olma mertebesidir. 4/76.


● Sûretden hakîkate ve sözden ma’nâya geçeler. 6/170.


● Sûret-i pîr [pîrin sûreti] hakîkatde pîrin aynı değildir. Ve pîre olan ihtiyâcı gidermez. Pîrde şeyler vardır ki, anın sûretinde yokdur. 5/50.


● Suver-i misâliye keşfi [Keşf edilen misâlî sûretler] ve bunlarla konuşma hoşdur ve ilmî müjdelerdir ammâ, hakîkî matlûb ile işleri yokdur. Ve çünki, bâtınî nisbeti bozmaz. Havf yokdur. 4/182.


● Sûrî âlâm [ortaya çıkan elemler] ma’nevî terakkîlere vesîledir. 6/68.


● Sofiyye-i kirâm, matlûbu insan kendisinde idrâk eder demişlerdir. Enfüsün dışında [nefslerin dışında] söz konuşmamışlardır. İdrâkın hakîkati ise, enfüsün dışındadır ki, enfüs o mu’âmeleye nisbetle âfâk hükmündedir. Âfâk ve enfüs vehmin cevelan etdiği yerdir. [Onun sahâsı içindedir.]. 5/103.


● Sôfî, sûretde halk ile berâber olup, hakîkatde halkdan uzak, ayrıdır. 6/119.


● Savm [oruc] benim içindir ve onun karşılığını ben veririm diye, Hak teâlâ buyurur. “Hadîs-i şerîf.” 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sayd-ı hestî, bî dâm-ı nistî mutasavver ve sûret pezîr değildir. [Varlık avı, yokluk tuzağı olmadan tasavvur edilemez ve zuhûr etmez.] [İnsan kendini yok bilmedikçe, Allahü teâlâya kavuşamaz]. 6/120.


● Zarûretler, mahzûrları [harâmlığı] ortadan kaldırır, mubâh kılar. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Da yedeke alâ füâdike fe innel kalbe yeskünü lil halâli. [Elini kalbinin üzerine koy! Halâl için muhakkak kalb sâkin olur.] 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Dalâlet erdında [kâfir ülkesinde] bir kimseyi irşâd eylemek sadakadır. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Ş

 – Ş –

● Şâh-ı Nakşibend, iftâr vaktinde yedi yerde hâzır olmuşdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Şâh-ı Nimetullah kâdiriyye gönderilmişdir: Bizim gibi bir köşeye çekilmiş olanlar ve bilinmiyen bir köşede olanlar, binlerce riyâzet çekseler ve bütün gücü ile çalışsalar ve gayret etseler, sultânların gönlünde eseri görülen [iz bırakan] bir hak kelime ile, belki ona yakın olamaz. 4/74.


● Şü’ûnât-ı ilâhî [ilâhî şü’ûnât] sıfatların aslı olup, zât-i ilâhîde kâinlerdir. [Vardırlar]. O yüce mertebede ayrılık görülmediğinden, bu şü’ûnât, zât-i akdesden ayrı değildir. Ve zâtın gayrı değildirler. Ve birbirlerinden ayrılmaları da yokdur. Ve birbirlerinin aynı da değildirler. Zât-i teâlâ, temâmiyle bu şü’ûndan herbirinin renginde zuhûr eder. 5/35.


● Şü’ûnâtın i’tibârât üzerine üstünlüğü vardır. 4/183.


● Şü’ûnât-i ilâhî, hakîkî sıfatların asllarıdır. 5/119.


● Şü’ûnât-i ilâhî, kemâlât-ı zâtiyyeyi mündemiçdir [içine alır]. 5/105.


● Şü’ûnât-i ilâhî, zât üzere zâid değildir. [Zât ile berâberdir.] 5/85.


● Şü’ûnât-i zâtiyyeden terakkî [yükselme] câiz ve vâkı’dır [olur, vukû’ bulur]. 5/119.


● Şü’ûnât-i ilâhî azze şânühüde mücerret i’tibârâtdır. 4/183.


● Attâr-ı Şiblî “rahimehullahü sübhânehu” kırk sene ağladı. Ve semâ yönüne [gökyüzüne] bakmadı. Ağlama sebebi sorulunca, kabrin korkusundan ve kıyâmetin heybetinden ağlarım, dedi. Gökyüzüne neden bakmadığı sorulunca, çok günâh işledim, meclislerde çok kahkaha ile güldüm. Ondan utanıp, yukarıya bakamam, dedi. 4/18.


● “Şedîd olan kimse [kuvvetli, şiddetli kahramân olan kimse], çarpışmada şedîd olması mu’teber değildir. Belki gadabı vaktinde [kızgınlığı ânında] nefsine mâlik olan kimseye şedîd demek [kahramân demek] lâyıkdır.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Şerâb-ı köhne-i mâ lezzeti diger dâred. Herçi li külli cedîdin lezze. [Bizim köhne şerâbımızın başka bir tadı vardır. Her ne kadar, her yeni şeyin bir yeni tadı olursa da!] 6/14.


● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], nefsin itmînânına ve nûrun sînede [kalbde] zuhûruna bağlıdır ki, alâmeti, bu yalancı dünyâdan kaçıp ve âhırete hâzır olmakdır. 4/143.


● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], vilâyet-i kübrâda lâzım olan şeylerdendir. 5/91.


● Şerh-i sadrın kemâli, şeytân göğüsden kovulmadıkça mümkin değildir. 4/190.


● İnsanın şerefi, üstünlüğü, îmân ve ma’rîfet iledir. Mal ve makâm ile değildir. 5/63.


● Şirkin inceliklerinden kurtulup, tevhîdin esâsına kavuşan, anka-i magrib [anka kuşunu ele geçirmek] hükmündedir. 6/230.


● Ahkâm-ı islâmiyyesiz kurtulmak mümkin değil ve hayâl etmek bâtıldır. 4/73.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olunmadıkça, uyulmadıkca, hiçbir vaktde ma’rifet-i ilâhî ele geçmez. 4/77.


● İslâmiyyete ve sünnete tâbi’ olunursa ve bid’atden kaçınılırsa [ne kadar çok bu iş yapılırsa] bâtındaki nûr çok olur. 6/51.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye muhâlif ve gevşek yapışıp, islâmiyyete uyuyorum diyenler, bâdemin kabuğu ile vakt geçirirler [boşa vakt geçirirler]. 4/101.


● Ahkâm-ı islâmiyye ile süslü [donanmış] ve sünnet-i seniyye ile donanmış olmıyanların meclislerine girmemelidir. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● İslâmiyyet, nâkıs-ı akl olanlar [aklsızlar] içindir demek küfrdür. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Şerefül-insan bil-îmân vel-ma’rife lâ bil-mâl vel-menzile. 5/67


● Ahkâm-ı islâmiyyeye ittibâ’ [uymak] ve şeyhi muktedâya muhabbetde [bağlı olduğu şeyhine muhabbetde] doğruluk ve sağlamlık var ise, ahvâl ve mevâcidin olmaması, gam değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● İslâmiyyet üç kısmdır. İlm ve amel ve ihlâs. İlm ve ameli ülemâ-i zâhir bildirir, öğretir. İhlâsın hakîkati, bâtın âlimlerine hizmete bağlıdır. 5/23.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye riâyet etmek [uymak] zikrdir. Ancak nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] ve ismi zâtın [Allah isminin] tekrâriyle olan zikr, serî’ olarak te’sîr edip, şerî’atin hudûduna riâyet ile olan zikre vesîledirler. 6/46.


● Ahkâm-ı islâmiyye, hanefî ve şâfi’î mezheblerinden hâric değildir. Eğer hanefîden bir mes’ele bildirilmedi ise, şâfi’î mezhebinde bildirilmişdir. Ve şâfi’îden dışarı çıkmamışdır. Hakkın üçde iki veyâ dörtde üç hissesi İmâm-ı a’zama âiddir. Ve üçde veyâ dörtde biri Şâfi’î iledir.[1] Ahkâm-ı islâmiyyeye ve sünnete tâbi’ olmağa ve bid’atden kaçmağa ne kadar gayret gösterilirse, bâtının nûru da, o kadar çok olur. 6/51.


[1] Hindistânda yalnız hanefî ve şâfi’î mezhebleri olduğu için, bu iki mezheb birbiri ile mukâyese edilmişdir.


● Şi’r ve emsâli şeyler her ne kadar, yüksek derecelere ulaşsa da, sûretdeki fazîletlere dâhildir ki, ma’nâ ehli indinde, hayrlı iş kabûl edilmekden uzakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● [Kıyâmet günü] Şefâ’at, evvelâ Enbiyâdan, ikinci olarak sâlihlerden, mü’minlerin günâhkârları için, Hakkın izni ile olacakdır. 4/148.


● Şükr, ahkâm-ı islâmiyyeyi kabûl edip ve îcâbiyle de amel etmekden ibâretdir. 4/40.


● Şükr şudur ki, kula ni’met olarak verilen bütün a’zâlar ve zâhirî ve bâtınî kuvvetler, ne için halk olundu ise, onu yerinde kullanmakdır. 6/100.


● Şükr, Allahü teâlâya yapılıp ve rahmetinin artmasını ümmîd edeler ve kendi iş ve amelinden ümmîdsiz olup, sâdece Allahü teâlânın rahmetinden ümmîdli olalar. Onun kabûlü, bizim ihlâsımıza bağlıdır. 6/131.


● Şevk, halâvet [zevkler, hâller], nisbet, nîstî [kendini yok bilmek] bunların hepsi, yolun ortasında vardır. Nihâyetde şevk yokdur. 4/84.


● Şevk, muhabbet ve arzû sebebiyle, senelerce yapılan işler, senelerin kazancı, az bir sâatde [kısa bir zemânda] ele geçer. 6/173.


● Şevk ve muhabbet büyük bir ni’metdir. İşin aslı, şevk ve muhabbet üzeredir. Ve ilerlemek ve yaklaşmak ona bağlıdır. 6/119.


● Şühedânın ervâhı [şehîdlerin rûhları] yeşil kuşların içindedir, hadîs-i şerîfinin tefsîri. 6/5.


● Şühedânın [şehîdlerin] Enbiyâ üzerine birkaç husûsda üstünlükleri var ise de, her bakımdan üstünlük, Enbiyâya mahsûsdur. 6/24.


● Şühûd-ı âlem [âlemi görmek] mübtedî ve müntehîlerin nasîbidir. [Yolun başında ve sonunda olanların nasîbidir.] Yolun ortasında olanlar, sekr hâlindedir ve kendinden geçme erbâbıdır. 5/52.


● Şühûd, ilm ve söz etmek, bunların hepsi zıl mertebelerindedir. Evsâf ve ef’âl [vasf ve işler] mertebelerinde ve zât mertebesinde hayret ve cehlden gayri nesne yokdur. 5/87.


● Şühûd ve vüsûlün [görmek ve kavuşmanın] hakîkati âhıretde va’d edilmişdir. Dünyâda sizden ve bizden kulluk yapmamız istenmekdedir. 5/10.


● Şühûd, sâliklere, yâ âfâk aynasında veyâ enfüs aynasında zuhûr eder. Âfâkî şühûda, Ehlullah indinde mekân i’tibâr edilmez. Ve onun seyrine bu’d der bu’d [çok uzak] demişlerdir ki, vehmin dolaşdığı yerdir. İstenilen şeye kavuşmak, enfüse âiddir ki bu seyre kurb der kurb [yakının yakını] demişlerdir. Matlûbu bulmak âfâk ve enfüsün ötesidir. Ve bu ötelik [uzaklık], son derece yakınlık, i’tibâriyle olup, akl onu tasavvurdan âciz ve hayrândır. Ve hayâlin ve vehmin ulaşdığı yerden dahâ yüksekdir. 6/74.


● Şey’iyyet, sübûtî veyâ vücûdî olur. Vücûdî, şey’in merâtibinden bir mertebede avâlimden bir âlemde zuhûrîdir. Sübûtî, şey’in ilmde sübûtudir. Hâricde değildir. [Şey olmak iki dürlüdür. Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Şey’in, diğer bir şey ile ittihâdı [Birşeyin başka bir şey ile birleşmesi,] birinci şeyin, ikinci şeyin hakîkati olmasını gerekdirmez. 4/88.


● Şey’in bir sıfatını bilmek, ilm, ol sıfat, vechedir, ol şeye değildir. [Şey’in bir sıfatını bilmek, şey’in kendisini bilmek değildir.] 5/1.


● Şeyh Halîlullah, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir [oğludur]. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Şeyh Ebûl-Kâsım, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir. 5/129.


● Şeyh ile münâsebet hâsıl eden şeyler, şeyhe muhabbet ve hizmet, zâhiren ve bâtınan onun âdâbına riâyetdir. 4/78.


● Şeyh Abdülkuddüs, Hind [Çeştiyye] meşâyihinin büyüklerinden idi. Ve Hâce Ahrâr zemânına yakın idi. [İmâm-ı Rabbânînin babası Abdül-ehad hazretlerinin üstâdıdır.] 6/231. [Se’âdet-i Ebediyye: 1064.]


● Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur. Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Şeytân kuvvetli düşmandır. Yolun sonuna varmış olanlar dahî, kendilerinden emîn değildir. Yolun başında ve ortasında olanlar, buna kıyâs oluna. 4/87.


● Şeytân, insanın dışındaki bir düşmandır. İnsanın içinde taşıdığı şeytân olan nefs, iç düşmandır. İçdeki düşman [nefs] yardım etmedikçe, dışdaki düşman hükmünü icrâ edemez. 6/171.


● Şeytân ve hevâya uymak sebebi ile Rahmâna kavuşmağı unutmıya ve sıhhat elde iken ve emniyyetde iken, Allahü teâlâyı çok zikr edip, Kur’ân-ı kerîm tilâveti için dahî zemân ta’yîn oluna. Ma’lûm ola ki, nefs-i emmâre ve alçak dünyâ, aldatıcıdır ve aldatıcı bir sevgili ve ragbet edilendir ve âhıreti ve Cennet ni’metlerini unutdurur. Ve şeytân, dünyâya teşvik etmekdedir. Fakîrlik ve yoksulluk ile korkutur. Ma’lûm değilmidir ki, dünyâ ve onun metâ’ı geçer gider [elde kalmaz]. Ve fânî ve acele gider. Âhıret metâ’ı elden gitmez. Ve bâkî ve ele geçecekdir. Senin için arkadaş ve dost, yâ la’în şeytân, yâhud hûr-i ayn [hûriler]dir. Meşgûl olduğun işe yazıklar olsun. Üç fâideli şeyi, üç şeye tercîh eyledin.


Ya’nî nefsin yorgunluğunu, kalbin meşgûliyyetini ve ağır hesâbı nefsin râhatlığına, kalbin sâkin olmasına ve hesâbın hafîf olması üzerine tercîh eyledin. Bedenin şeklini süsleyip ve cânî nefsi doyurarak himâye eyledin. Allahü teâlâyı unutdun. Ve kalbini fânî lezzetleri düşünmekle doldurdun. Âhıretin ehemmiyyeti [maksadı] sana hâsıl olmadı. Akllı olan kimse, dünyâdaki âcil olarak ele geçenlere, nasıl olur da ihtimâm ve ehemmiyyet üzere olup, âhiret işlerini geriye bırakır. Bilmez mi ki, dünyâ işlerinde tedbîr, tedbîriterkdir. Âhıret işlerinde tedbir, çalışmak ve kusûru terkdir. Duymadın mı ki, istenilen şey, dünyevî ihtiyâcları istemeği temâmen terk ile, yaratılış maksadı olan işe çok gayret etmekdir. Şu hâlde, yazıklar ve esefler olsun şol kimselere ki, dünyâ ile mutmain olup, onda sevinç ile gururlanırlar. Ve kıyâmet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutarak, gücünü bâtıla sarf edip, Allahın kitâbından yüz çevirerek uzak olup, boş şeylere, oyun ve eğlenceye çok gayret gösterir ve beyt-i ma’mûra rağbet göstermezler.” İnsan bilmez mi, şol vakti ki, kabrlerdeki mevtâ dirile. Ve sudurda [göğüsde] olan hayr ve şer temyiz ve ibrâz ola. [Ortaya çıka]. Rabbi teâlâ onların gizli ve âşikâr hâllerine âlimdir [bilir]. Yevm-i kıyâmetde ona göre her kimseye cezâsını verir. Âdiyât sûresi (son âyetler). 4/207.


● “Şeytâna seb’ eylemeyin [söğmeyiniz]. Şerrinden isti’âze edin [şerrinden Allahü teâlâya sığınınız].” Hadîs-i şerîf. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Şî’îler, üç halîfeye ve Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anhüm” ve diğer sahâbîlere söğerler. Ve birkaç kimseden gayri, bütün sahâbî sonradan mürted oldular, dediler. Ehl-i sünnet vel cemâ’at ise, hiçbir sahâbîye kötü söylemez, kötü bilmez. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-S

 – S –

● Sâlike iki şey lâzımdır. Muhabbet-i şeyh ve devâm-ı zikr. [Hocasını sevmek ve devâmlı zikr etmek.] 4/198.


● Sâlikin, murâdını taleb eylemesi [kendi murâdını istemesi] Hakkın murâdını red etmesi demekdir. 6/67.


● Sâlik, istek ve arzûlarından kurtulup, Hakkın irâdesiyle hareket edince [teslim olunca], meşîhat makâmına yakışır. Bu hâl ise, vilâyetin birinci (ilk) kemâlidir. 4/?


● Sâlik [tesavvuf yolcusu] evvelâ kendi kulluğunu izhâr edip ve nefsine kulluk etmekden ve hevâsına tapmakdan ve hayâlindeki putları Mevlâya ortak koşmakdan [kendi başına hareket etmekden] halâs bulmak zarûrî olarak lâzımdır. 5/26.


● Sâlik kendi isteklerinden kurtulmadıkça ve kalbinde Hak sübhânehüden gayri hiçbir maksûdu kalmayıp, eşyâya te’alluk eden [bağlanan] ilmi ve sevgisi kopmadıkça, yükseklere [Allahü teâlâya, o yüce makâma] yol bulamaz. 6/67.


● Sâlik-i müsteide [istidâd sâhibi bir sâlike] dahâ tarîkati ilk öğrendiği günde, kalbin fenâsından nişân ayân oldu. [Fenâ makâmından işâret görünür.] 4/235.


● Sâlik-i reşîd [doğru yolu tutan sâlik] zikr ve fikre devâm edip, ikbâl ve teveccühün devâmına [mesûd, se’âdetli olmanın ve doğru yolda bulunmanın devâmlı olmasına], zıd olanlardan yüz çevirip ve ezelî inâyet tâlibin hâline şâmil oldukda, tedrîcen onun kalbini sultân-ı zikr istilâ eder. Bir hâl üzere ki kalbin zikri devâmlı olur. [Devâm eder]. Zâhirin gafleti kalbe sirâyet eylemez. Zâhir [dış, beden] ne ile meşgûl olursa, gerek gâib olsun, gerek hâzır olsun ve gerek uyanık olsun ve uykuda olsun, bâtın dâimâ zikr ve huzûrda olur. 4/23. [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]


● Sâlik-i bî çâre [bîçâre tesavvuf yolcusu], çünki süflî âleme tutulmuşdur. Ulvî âlem ile münâsebeti yokdur. İki taraflı bir tavassut ediciye [aracıya] muhtâcdır ki, sâlikin o aracı olan şeyh ile münâsebeti ne kadar çok olursa, onun kalbinden o kadar çok feyz alır. 4/78.


● Sâlike her nereden bir nisbet [feyz, hâl] erişirse [gelirse], kendi pîrinden bile. Kıble-i teveccüh perâkende ve perîşân olmaya. 6/42.


● Sâlik, beşerî kirlerden bâtın aynasını temizleyip ve mâ-sivâdan yüz çevirdikde fenâ hâsıl olur. Ve ilâhî ismler kendisinde tecellî etmekle, her bir ism ile bekâya ve hakîkata kavuşur. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlik, her ne kadar yükselirse de ve yakınlık elde etse ve fenâ ve bekâ ile müşerref olsa, zât ve sıfât-ı ilâhîde ortaklık hâsıl olmaz. Çünki, kulluk gücünün dışına çıkamaz. 4/76.


● Sâlik kendini yok bilir. Ve kavuşulanları asldan bilmeyip, asla sipâriş eylemezse, adem denir ki, fenâ-yı cezbedir. Ve ondan rücû mümkindir. Lâkin fenâ-yı hakîkî ona muhâlifdir ki, dönüşden emîndir. 4/122.


● Sâlikin işi, taş gibi katı ve gücsüz olmak, kabz [darlık] vâsıtasiyle yâhud zelle, [hatâ] işlemekle ve beşerî sıfatların galebesi cihetiyle bâtına zulmet hâsıl olmasıyledir. Böyle vaktde tevbe ve istigfâr lâzımdır. 6/121.


● Sâlikin yükselmekden mahrûm kalması, yâ sudûr-ı zelle [zellenin hâsıl olması] veyâ irtikâb-ı me’âsîdir ki [günâh işlemesi sebebi iledir ki], ilâcı tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü ile olur. Veyâhud şevk ve talebin azalmasıdır. Onun ilâcı dahî, pîrin teveccühüdür ki, Onun bereketiyle hem şevk ve taleb ve hem yükselme meydâna gelir. Veyâ yüksek isti’dâdının olmayışıdır. Onun dahî ilâcı, yüksek isti’dâtdan hissedâr olan pîr ile sohbet ve Ona tam muhabbet ve pîrin teveccühü ve muhabbeti iledir.


Onun bereketi ile kendi isti’dâdından yüksekliğe terakkî edip ve muhabbet cezbesiyle pîrin gizli hâllerini [üstünlüklerini] cezb eder ki, bu seyr geçicidir. Tabî’î değildir. Veyâhud i’tikâdda bozukluk vardır ki, ilâcı yokdur [ilâc kabûl etmez]. İ’tikâddaki gevşeklik, öyle bir geçid vermez engeldir ki, onun yolunu kesmişdir. İ’tikâd tâm ve şeyhde fânî olmadıkca terakkî mümkin değildir. Ve dâimâ sıkıntıda kalmaya mahkûmdur. 6/222.


● Sâliklerin isti’dâdları çeşidli olup, tasarruf sâhibi pîr, bir sâliki, isti’dâdından yukarı mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Ammâ, sâlikin isti’dâdına münâsib olan yüksek mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Yoksa isti’dâdına zıd olan mertebelere yükseltmeğe kâdir değildir. 5/120.


● Sâlik, Muhammed-ül-meşreb olmadığı takdîrde, Muhammed-ül-meşreb olan şeyhinin, sohbetinin câzibesi ve teveccühü sebebi ile, vilâyet-i Muhammediyyenin kemâlâtına ulaşır. O vilâyetin ona mahsûs olan hâlleri ile şereflenir. Lâkin, ona Muhammed-ül-meşreb demek veyâhud vilâyet-i Muhammedî sâhibi demek mümkin değildir. Zîrâ bu kemâl onda yokdur ve uzakdır. Zâtî ve tabî’î değildir. Onun vilâyeti, ayağı altında bulunduğu Nebînin vilâyetidir. 6/140.


● Sâlikin aslıl üsûlü (asıl aslı), i’tibârât-ı ilâhîdir. [Allahü teâlânın ihsânı iledir.] 4/1.


● Sâlik yolun başında iken zevkler ve değişik hâller ve çeşidli sırlar ve ma’rifetlerin beyânı kâindir. [Bunlar hâsıl olur. Bunların merkezidir.] Yolun temâmlanmasından sonra, yüksek derecelere ulaşdıkda, cehl ve acz ve dilin tutulması hâsıl olur. 4/88.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism, sâlikin idrâkini istilâ edip, sâlik kendi varlığını onun yanında örtülü olarak ve kendini yok bulur. O ismde fânî olup, vücûdu ve kemâlât-ı vücûdu ondan bilip ve ona tâbi’ oldukda, mutlak fenâya ulaşır. 5/120.


● Sâlik, esmâ [ismler] ve sıfat ve kendi mebde-i te’ayyününde seyr eyledikde, aslda ve aslın aslında seyr sâhibidir. Ve mu’âmelesi ondan yükseklere terakkî eyledikde, bu ismle tesmiye olunmaz. [Bu isme bağlı değildir.] Aslları dahî zıller [gölgeler] gibi yolda [yolculukda] geçer. Bil cümle esmâ ve i’tibârât [esmâ ve i’tibârâtın temâmı] bu makâmdan hâricdir. Ve kelâm-ı mecîd [Allahü teâlânın kelâmı] bu yüksek makâmda dâhil olduğu için, çâresiz bu hâl tilâvet ile kuvvetlenir. [Kur’ân-ı kerîm okumakla kuvvetlenir.] 4/224.


● Sâlik, kendi sıfat ve kemâlâtını Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmek, tecellî-i sıfatdandır. Kemâl-i tecellî oldur ki, bu zıllerin kendi aslına ve ademin dahî adem-i mutlaka [yokluğun dahî mutlak yokluğa] döndüğünü anlayıp, kendini sıfatdan ayrı [uzak] bula ve kendini yokluk sahrâsına atmış ola. 5/58.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan isme erişmesi ve onda fenânın ele geçmesi, insanın kemâl mertebesi değildir. Nitekim, vilâyet bu fenâya bağlıdır. Lâkin bu kavuşmada çok mertebeler vardır. Ve bu ismin o kadar zılleri vardır ki, sâlik her bir zılle vâsıl olduğu zemânda, o zıl sâlike asl unvânı [ismi] ile görünüp, sâliki o noktaya kavuşdurur. Hangi sâhib-i devletdir ki, asla vâsıl ola. [Asla vâsıl olan, devlet sâhibidir.] Bu makâm, sâliklerin muradlarına nâil olamadıkları ve ayaklarının kaydığı makâmdır. 5/60.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü şu’ûn mertebesinden ise, ayn-ı sâbiteye kavuşma ve onda fenâdan sonra, ayn ve eser zevâl bulur. Zîrâ şu’ûnun âlem ile hiç münâsebeti yokdur. Zîrâ, âlem zıll-ı sıfatdır. Zıll-ı şu’ûn değildir. [Sıfatın zıllıdir, şu’ûnun zıllı değildir.] Şimdi bir şânda fenâ, onun mutlak fenâsını müstelzim [lâzım gelen] ve ayn ve eserini izâle eder. [Ortadan kaldırır.] Eğer ayn-ı sâbite-i sâlik, makâm-ı sıfatdan ise, ona fenânın erişmesi, vücûd-i sâliki umumî olarak mahv edici olmaz. Ve eserini ortadan kaldırmaz. 5/84.


● Sâlikde kemâl husûlü [kemâlin hâsıl olması] dört derece üzeredir. Birinci derece, imkân derecelerini kat’ edip, kendi mebde-i te’ayyünü olan isme kavuşmakdır ki, fenânın hâsıl olması buna bağlıdır.


İkinci derece, o ismde seyr edip, kemâlâti ile mütehakkîk olmakdır ki [kemâlâtı ile tahakkuk etmekdir ki], bekâyı tahsil eder. Üçüncü derece, ismin sonuna ulaşıp, ism ile bekâ bulmakdır. Bu üç derece, seyr-i ilallah ve fillaha bağlıdır ki, kemâlât-ı urûcdur. [Yükselişin kemâlidir.]. Dördüncü derece, inişe bağlıdır ki, seyr-i anillahi billahdır. Ve seyr-i-fil-eşyâdır. 5/130.


● Sâlik, mahviyyet ve istihlâk zemânında [gark olma, kendini gayb etme zemânında] kendi te’ayyün-i imkânîsini vücûd-i hakkânî ile açığa çıkarıp ve ahlâkı, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanma olur. 6/8.


● Sâlikin terakkî ve urûcu asâlet ve zıllıyet alâkası olan makâmlardadır. Bu alâka temâm oldukda [kesildikde], terakkî düşünülemez. Mebde-i zâtdan sâlikin nasîbi olmaz. Mümkinde zâtdan bakîye yokdur ki, zâtdan hissedâr ola. 6/58.


● Sâlik, terakkî zemânında mebde-i te’ayyün olan ismin zıllerinden bir zıl ile, hakîkatlenir. [Mütehakkık olur.] Dahâ yukarıya başlayınca, dahâ üst zıl ile ki, evvelkinin aslıdır. Mütahakkık olur. [Hakîkatlenir.] Ve kezâ, ikinci asldan üçüncü asla ve üçüncü asldan dördüncüye, Allahü teâlânın dilediği kadar bekâ bulur. Hangi devlet sâhibidir ki, zıller mertebesinin temâmından geçip, ismin aslına kavuşur. 4/47.


● Sâlikin mu’âmelesi [fe’âliyeti], zıller mertebesinden ve asl mertebesinden dahâ yukarı ilerleyince, aslı dahî zıl gibi geçip, yüksek dereceleri ve ayırd edememe sebebi ile o işin netîcesi acze ve cehâlete ulaşıp, kelime-i tayyibeye bağlı olan fe’âliyet sonuna gelmiş olur. Ve bu kelime-i mubârekenin tekrârı, o makâmda netîce vermez. Ve o makâmda terakkî [yükselme] derece-derece, Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz ile olur. 5/119.


● Sâlik ma’rifetini temâmlayıp, urûc ve nüzûl [yükselme ve iniş] makâmlarını mufassal bir şeklde kat’etdikden sonra, sırf yokluk makâmına inerek, orada Allahü teâlânın zâtınının aynası olur. İsmlerin kemâlâtının hepsi, onda zuhûr bulur.


İlm mertebesinde her ne kadar anlatılanlar zuhûr bulmuş ise de, hâric mertebesinde, âyine ol ârifdir ki, hâricde bütün kemâlât müşâhede olunur. 4/148.


● Sâlik, emâneti ehline sipâriş eder [ısmarlar]. Ya’nî, âriyeti [emâneti] olan kemâlâtı, sâhib-i kemâlâta [kemâlât sâhibine] havâle edip, o kemâlâtın aynası olan [göründüğü olan] adem-i mukayyedi, adem-i mutlaka [hiçbir bağlılığı olmıyan yokluğu mutlak yokluğa] sipâriş ederse, onu cenâb-ı akdese [Allahü teâlâya] yol bulmağa lâyık hâle getirip, bekâ-billâh ile ve ikinci derecede olan tecellî-i zât ile müşerref ederler. Mâdem ki, yokluk lekesi ile lekelidir. O hazretin yakınlığına lâyık değildir. Bu aks yolu ile müşâhede ve emânet dahî vehmdeki bir i’tibârdır ve ilmdeki değişiklikdir ki, hakîkaten hiçbir vakt kemâl o hazretden ayrılmamış ve yokluk dahî hakîkatde, mutlak yoklukdan ayrılmamışdır. 4/232.


● Sâlikin mu’âmelesi [işi] üsûlden bâlâya [asllardan yukarıya] revâne olup [ilerleyip] ve anlama kalmayınca, terakkî [yükselme] o makâmda Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz iledir. (Ehl-ül-Kur’ân Ehlullah) hadîsinden murâd, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, bunlar, hakîkat-i fenâ ve bekâya mazhar olmuşdur [kavuşmuşdur]. Bu dereceden evvel vâki’ olan tilâvet, ebrârın amelidir. Ve o makâmda kelime-i tayyibenin tekrârı fâidelidir ve terakkî sağlar. Çünki, bu kelime-i mubârekenin bereketi ile bâtının temizlenmesi hâsıl olmuşdur ve Kur’ân-ı kerîm okumakda mahâret kazandıkda, [Kur’ân-ı kerîmi temizler tutar] bu ma’nâya işâretdir. 5/67 [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Sâlikin cezbesi, sülûkundan önce ise, sülûk onun cezbesi esnâsında hâsıl olur. Seyr-i enfüsînin esnâsında [zımnında] seyr-i âfâkî hâsıl olur. Zîrâ, cezbe seyr-i enfüsîden, sülûk seyr-i âfâkîden ibâretdir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlikin kâbiliyyeti mikdârınca, hangi Nebîye münâsib olursa, Onun vilâyetini bulur [alır]. 5/120.


● Sâlikde olan muhabbet, onun muhabbetinden bir kıvılcım ve eğer şevk ise, onun şevkından bir kıvılcımdır. Teferru’âtda olan zuhûrat, asldan alınmışdır. Hiç birşey kendi müstekıl değildir. 6/60.


● Sü’âl [dilenmek] harâm ve kötüdür. Lâkin zarûret ve acz zemânında mubâh olur. Eğer iş ölümle alâkalı ise, dilenmek halâl, belki azîmet, belki vâcib olur. Ölü eti ve hınzır eti gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] ölüme düşen için veyâ avret mahallini örtecek gücü olmıyana ve çalışma gücü olmıyana mubâhdır. Ölü eti şartları gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] bir ejderin [yılanın] ağzına elini sokup, bir şey almak ve çıkarmakdır, “hadîsi”. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bilip, en mühim iş kabûl edeler. [İşlerin büyüklerinden kabûl edeler.] 6/13.


● Seherde uyanıklığı mümkin olduğu kadar elden bırakmayınız. Ve o vaktde nemâzı, istigfârı ve hüngür-hüngür ağlamağı ganîmet biliniz. 4/14.


● Ser çeşme birdir. [Kaynak birdir.] 6/215.


● Se’âdet-i ebedîye [ebedî se’âdet] ve sonsuz kurtuluş, Enbiyâya uymağa bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Sefer der vatan, seyr-i enfüsîdir ki, ona cezbe de derler. Bu büyüklerin başlangıcda mu’âmeleleri, bu seyrdedir. [Bu yolculukdan başlarlar]. 4/165.


● Sekrin çokluğu ve muhabbetin aşırılığı, sâlikin basîreti gözünden temyîzi ref’ edip [hakîkati ayırıp] mümkini vâcibi teâlâ gibi gösterir. Fekat bu iş sâlikin şühûdundadır. Ve hakîkatde böyle değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sekrden sahva [serhoşlukdan ayıklığa] ve cem’den fark-ı ba’del-cem’a [bir görmekden, ayrı görmeğe] ve küfrden îmâna geleler ki, kemâl budur. 4/39.


● Sekr, fenâ hâli ve şu’ûrsuzluk hâlidir. Hub ve sencidedir. [Güzel ve ölçülüdür]. Lâkin o hâlde kalmak, beğenilmiş değildir. 4/26.


● Sekr ve sâlikin kendinden geçmesi, her ne kadar muhabbet yolu ise de, nemâzı bozulur. 5/120.


● Sekr sâhibi ma’zûrdur. Fekat, sekr bilgilerini [hâllerini] taklîd etmek iyi değildir. 4/39.


● Sekr ehli, olgunluğu [kemâli] şühûd ve müşâhedeye bağlı bilip, tecellîler ile kanâ’at etmiş ve lezzet bulmuş, tevhîd ve ittihâda kapılmışlardır. Bu cemâ’at her ne kadar imkân perdesinden ve zulmânî perdelerden uzaklaşmışlarsa da, lâkin nûrânî perdelerde ve vücûbî perdelerde kalmışlardır. Ve ondan kurtulamamışlardır. Ve onun görünmesini Hak teâlânın görünmesi ve tecellîsi bilmişlerdir. Ve tecellî-i zât berkî’dir. [Bir an tecellîdir]. Ya’nî berk-ı hâtıf gibidir. [Şimşek gibi göz kamaşdırır.] Ve tekrâr mestûr olur [örtülür] derler. Hâlbuki, bundan ötedeki mertebelere ulaşan büyükler, tevhîd [birlik] ve ittihâdı, pesmânde-i râh kılıp [birleşmeyi geride bırakmış olup], tecellîlerden ve zuhûrlardan çok yükseklere ulaşmışlar, şühûd ve müşâhedeye iltifât etmeyip, perdelerden temâmen kurtulmuşlar ve yakînen bilmişlerdir ki, bu şühûd, Hak sübhânehunun şühûdu değil ve bu tecellî, Hak teâlânın zâtının tecellîsi değildir. Belki sıfatlarından bir sıfatın ve kemâlâtından bir kemâlin zuhûrudur ki, bunlar zât-i teâlâya hicâbdır [perdedir] ve Allahü teâlânın zâtını taleb eden, sıfat ve kemâlâtın şühûdi ile kanâ’at etmez ve kâfî bulmaz, râhatlamaz. 6/122.


● Selâmet-i kalb ki [kalbin selâmeti ki] bu yolun ilk şartıdır. O vaktde mâsivânın sevgisi ve unutulması [kalbden atılması] gerçekleşir. 4/105.


● Selâmı, insanlara güleryüz ile vermek, sadakadan addedilmişdir, hadîsi. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Silsile-i îcâd [yaratılış zenciri] Resûlullaha bağlı ve Rubûbiyyetin açığa çıkması, Ona bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Silsiletüz-zeheb kitâbında Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, vahdet-i vücûdu zem ediyor. Kendisi ise, vahdet-i vücûd muhakkıklerindendir [ehlindendir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına] nasîhatlar ve ni’metin şükrünü edâ etmek hakkında mektûb. 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Sultân rûh gibidir. Diğer insanlar, cesed gibidir. Sultânın ıslâhına çalışmak lâzımdır ki, zemânın durumuna göre, islâmiyyeti yaymalı, anlatmalıdır. Mübâlega ve zorlama da hoşdur. Ammâ, ziyâde mübâlega olunmıya [haddi aşmaya]. 4/74.


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına], fenâ-yı kalb ve fenâ-yı nefsî ve ba’zı fâideler ve ma’rifetler beyân eden mektûblar. 6/237.


● Sultân-ı vaktin [vaktin sultânının] dindâr oldukları beyân olunmuş, bu hâle şükr edilmişdir. Sultânlar arasında bu nev’ini bulmak anka kuşu hükmündedir. Ümmiddir ki, ya-kında [kısa zemânda] kalbin fenâsı ile şerefleneler ki, vilâyet derecelerinin ilkidir. Bu ma’nâyı onların hakkında karîb-ül husûl (onların bu dereceye ulaşacağını yakın) buluyorum. 6/242.


● Sülûk, cânib-i tâlibdendir. [Sülûku tâlib yapar]. Ya’nî yola gitmekdir. Lâkin, cezbe, cânib-i matlûbdandır. [Çekilmek, Allahü teâlâdandır]. Ya’nî yola götürmek olur. Gitmek ile götürülmek arasında büyük fark vardır. 6/121, 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk lâzımdır ki, Allahü teâlâyı tanımak müyesser hâsıl ola. [Ele geçe.] Ve nefsin hevâsından kurtulmak hâsıl ola. Her kime bu ma’rifet hâsıl ise, “Ona müjdeler olsun, onun için ne mutlu” kendi yaratılışından maksad ne ise onu yerine getirmiş, insânî kemâlâta ulaşmışdır. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk ve muhabbet-i zâtiyyeye kavuşmak, Habîb-i Rabbil âlemîne tâbi’ olmadan, hâsıl olmaz. 4/22. [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Sülûk ve diğer bir ta’bîrle seyr-i ilallah, son noktaya ulaşıp, mâsivâdan kurtulunca, fenâ hâsıl olup, seyr-i fillaha başlamak olur ki, buna cezbe derler. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Sülûk, ismlerin ve sıfatların tafsîlinde terakkî [yükselmek] ise, merâtib-i vüsûl nihâyet pezîr değildir. [Vüsûl mertebelerinin nihâyeti yokdur.] Eğer kat’-ı merâtib-i esmâ ve sıfat icmâlen vâki’ ise, menâzil-i vüsûl inkitâ’ pezirdir. [Eğer ismler ve sıfatlar mertebelerini geçmek, kısaca vâki’ ise, vüsûl menzillerinin nihâyeti vardır.]. 6/217.


● Sülûk ve riyâzetden, tâ’at ve ibâdetden maksad, sâlik, kendinin, aslının adem olduğunu bilmekdir. 5/91.


● Bir sünneti ihyâ, yüz şehîd sevâbıdır, hadîs-i şerîfi. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● Sünnete uymak elbette kurtulmağa sebebdir. Ve netîceye ulaşdırır. Ve dereceleri yükseltir. Sünnetin dışında kalanlar ise tehlükedir. 6/51.


● Sûre-i ihlâsın tefsîri. 4/76.


● Seyr ve sülûkdan maksâd, ma’rifetullahdır. Ma’rifeti elde etmek zarûrîdir ki, vilâyet-i hâssasız ele geçmez. 6/2.


● Seyr ve sülûkdan maksad, perdeleri kaldırmakdır. Yoksa (kayd altına alınamıyan) ankayı ele geçirmek değildir. 6/122.


● Seyr ve sülûkdan maksad, sûretleri ve gaybî nûrları temâşâ [müşâhede] etmek değil, nefsin başı-boşluğunu gidermek ve kulluğu tahsîldir [ele geçirmekdir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, fenâ ve kendini yok bilmekdir. Ve hakîkî matlûbdan başkasına tutulmakdan kurtulmakdır. 4/104.


● Seyr ve sülûkun hülâsası [özü], matlûbun huzûru müyesser olup, ârifin nefsinin aradan çıkmasıdır. 4/216.


● Seyr-i âfâkî, matlûbu kendi dışında aramakdır. 4/165.


● Seyr-i ilallah derecesini geçmek, ellibin senelik yoldur. 4/122.


● Seyr-i ilallah, beş latîfenin asllarına yükselmekle imkân dâiresinin seyridir ki, sülûkden ibâretdir. 5/60.


● Seyr-i ilallah, Allahü teâlânın ismlerinden sâlikin mebde’i te’ayyünü olan isme kadardır ki, ismin zıllıdir. Bunda imkân dâiresini geçmek vardır ki, vücûb mertebelerinden olan isme ulaşır. 6/207.


● Seyr-i fillah-ı sâlik, mebde’i te’ayyünü olan ve zıl dâiresinde bulunan ismden i’tibâren olan seyrdir ki, Allahü teâlânın ism ve sıfatları dâiresinde seyr ma’nâsınadır. 6/207.


● Seyr-i enfüsî, kendine gelip, kendi kalbinin etrâfını devr etmekdir. 4/165.


● Seyr-i âfâkî, uzakda uzaklaşmadır. Seyr-i enfüsî yakında yaklaşmadır. Lâkin bu kurb da zıllîdir. 4/88.


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîde meydâna gelen her tecellîyi, eğer tecellî-i zâti bilirlerse de, cümlesi fi’llerin ve sıfatların zılleri ile alâkalıdır. Fi’llerin ve sıfatların kendileri ile alâkalı değildir. 5/58.


● Muhammed Seyfeddîn “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Muhammed Ma’sûmun “kuddise sirrûh” mahdûm zâdeleridir [oğludur]. 4/235.


● Sermâye-i vakti [vakt sermâyesini], fânî lezzetlerden istifâde için telef etmiyelim. Ve harâb edilmesi ile me’mur olduğumuz şeyin ta’mîrinde olmıyalım. Allahü teâlâya yakınlık lezzeti ve kavuşma lezzeti, na’îm-i Cennetin lezzetinden ziyâde [çok] olduğu gibi, uzaklık ve mahrûmluk azâbı da Cehennem azâbından dahâ kötüdür. Ah, yazık, Allahü teâlâdan yüz çevirene. Ve hasretler [üzülmeler] olsun ki, Allahü teâlânın indinde haddi aşana.


Tekrâr dünyâya gelmek yokdur. Ve bu acımasız kahbeye zâhiren tutulup ve nefîs cevherleri bırakarak saksı parçası kadar az bir şeye tenezzül ederler. Cemâl-i mutlak tâbân [parlak] ve seyr ve sülûk yolu da açık ve seçikdir. [Gizli değildir.] Bizim gibi yaratılışı aşağı olanlar, o cemâlden perdelenmiş ve uzak ve o yüce makâmdan kovulmuşlardır. Kemâl-i hicâlet ve infi’âldir ki, hazret-i kerîm-i zünnevâl, ol izzü celâl ile, bu zerre misâle bir nazar-ı bî misâl eylemekle sır-u alâniyyesinden agâh eyleyip, o ise nihâyetsiz cehâletinden dolayı, kalbi ile başkasına bakar. Ve başkasına naz ederek gider. 4/175.


● “Sultân-ı sâhib-i cevr [zâlim sultân] yanında, adâletden bahs etmek ve tavsiye etmek, cihâdın efdalidir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Z

 – Z –

● Zekât vermiyenler arasâtda, nar gibi kızgın levhalar ile dağlanacak, hadîs-i şerîfi. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Zekâtı, emvâl-i nâmiyeden [ticâret malından] ve en’âm-i sâimeden [kırda, çayırda otlıyan kasab hayvanlarından] ve toprak mahsüllerinden minnet ve rağbet ile edâ edeler. [Zekâtı acele ve çabuk vereler]. Mal sadaka ile noksan olmaz. Hadîsde vârid olmuşdur ki: “Zeheb (altın) ve fıdda (gümüş) her şekilde ticâret malıdırlar. Bunların sâhibi, zekât hakkını yerine getirmezse, kıyâmet gününde, nardan safha ve levhalar yapılıp, ateşe atılıp, temâm nar gibi oldukda, sâhibinin alnını ve sırtını onunla dağlarlar. Soğudukda, tekrâr iâde olunur. Mikdârı ellibin sene olan günde, tâ ki kulların arasında hesâblaşma temâm olup, ehl-i Cennet Cennete ve ehl-i Cehennem Cehenneme vâsıl oluncaya dek, bu şekilde azâb olunur” diye buyurmuşlardır. Kemâli kereminden, havalân-ı havlden sonra [Nisâb mikdârı mal oldukdan ve üzerinden bir sene geçdikden sonra] ve muhtâc oldukları mahalle sarf olundukdan sonra, geri kalan malın, kırk hissede bir hissesi Allahü teâlâya sadaka eylemek üzere farz eylemişdir. Ne insâfsızlıkdır ki, onun edâsında ihmâl (tenbellik) göstere ve hîle ile zekât vermiye. Cân ve mâl, bil-cümle Hak teâlânındır. Eğer malın temâmını fukarâya vermeyi emr buyurup ve cânı dahî taleb eylese [cânı vermeyi dahî emr buyursa], Allahü teâlânın vâlühleri [onun aşkı ile yananlar] ve hayranları, hiç bırakmadan ve kaşlarını çatmadan ve şevk ve arzû ile [cân ve mâlın] temâmını îsâr ederler [cömertce verirler] ve se’âdetlerini onda bilirler. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Zelle ve me’âsînin [Günâhların ve hatâların] ilâcı, tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü iledir. 6/222.


● Bu zemân, nübüvvet zemânından uzak ve sünnetlerin nûrlarının azaldığı zemândır. Ve bid’at zulmetinin artdığı zemândır. 4/74.


● Zemân-ı belâ ve evkât-ı ibtilâda [belâ ve zorluk zemânında], nef-yü isbât sühûlet ile [kolaylıkla] müyesser olur. 4/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Zemâne ehlinin kalbinde, müdâhene o kadar mütemekkin olmuşdur ki [yerleşmişdir ki], Allahü teâlânın emr ve nehyine riâyet ziyâde düşvardır [güçdür, zordur]. 4/212.


● Zemânın ve zemâne ehlinin değişmesinden kalb daralmasından ve onun devâm etmesinden ve kalkmasından infiâle düşmiyeler [üzülmiyeler]. Belki ibret alıp, korkmalı ve titremelidir. Cümleyi Hak sübhânehudan bileler. Ve her nesneyi ona havâle edeler. 6/43.


● Zemin her ne kadar zulmet ve karanlık içinde oldu. Lâkin çeşme-i hayât zulümâtdadır. [Âb-ı hayât karanlıkda bulunur.]. 6/65.


● Zındıklar ve mülhidler mezhebine göre, günâha ısrâr eden ve devâm eden ârif azâb olunmaz. 5/53.


● Zındıkın maksadı, islâmiyyeti yıkmakdır. Her neş’enin [dünyâ ve âhiret hayâtının] hükmleri başkadır. Birini diğerine kimse karışdıramaz. Meğer câhil veyâ zındık ola. Bu neş’e [dünyâ] sûret ve hakîkatden mürekkebdir. Bu neş’ede hiç hakîkat sûretden ayrı değildir. Âhıret neş’esi [hayâtı] ki, hakîkatin zuhûrudur. Sûretlerin hakîkatlerden ayrılması o vaktde hâsıl olur. Bir hükm ki, islâmiyyetde, yolun başında olana lâzım gelir, sonunda olana dahî lâzım gelir. Bütün mü’minler ve ârifler, avâm ve havâs, bu ma’nâda, aynı derecede müsâvîdir. Zındık, yapdığı işleri Allahü teâlâdan bilip, kendi nefsini bundan uzak tutup ve böylece dinden ve îmândan çıkar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zî-hicr-i dositân hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,


Firâk-ı hem-nişînân suht mağz-ı istehân-ı men.


[Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde rûhum kan ağlıyor.


Birlikde oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor.] 4/157.


● Zühd, tevbe ve tevekkül, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at ile olmadıkca, makbûl değildir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna kavuşanlar, vera’ ve zühd sâhibleridir.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Zeytine, yetmiş Peygamber, bereket ile düâ etmişdir. 4/113.


● Zeytinin en çok fâidelisi [fâidesi çok olanı], Şâmda yetişir. Mübârek bir ağaçdır. 4/113.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-R

 – R –

● Râbıta ile mürşidin teveccühü cem olursa [birleşirse] nûrûn alâ nûrdur. 4/33. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Râbıta, mürşidin sûretini gönülde tasavvur eylemekdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Râbıta, mürîdin, pîrinin sûreti her zemân göz önünde olmasıdır. 4/165


● Râbıta zikrden dahâ fâidelidir. 4/198


● Râbıtadan dahâ yakın kavuşma yolu yokdur. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Râbıtanın kuvvetindendir ki, huzûrda ve gaybetde [hâzır ve uzakda] olan vârıdâtın [gelen feyzlerin] farkı anlaşılmaz ve ikisi bir tasavvur olunur. Hâzır olmak ve uzak olmak arasındaki fark sâbitdir. Lâkin bu fark râbıtanın kuvveti nisbetinde azdır. 4/197 [İslâm Ahlâkı: 562.]


● Râbıta bağlılığı çoğalınca, sâlik [tesavvuf yolcusu] kendini pîrin aynı ve onun sıfatı ve libâsı ile kendini mevsûf [onunla vasflanmış] bulur. Ve her nereye bakarsa, pîrin sûretini görür. 4/165


● Râbıtayı ve bâtın ile ilgili meşgaleyi, sabâh nemâzından sonra ve uyku vaktinde yapmak hoşdur. 6/166


● Râfizîlerin zuhûr edeceği ve müşrik oldukları ve katli lâzım olduğu hakkında hadîs-i şerîf. 4/64


● Râh-ı vüsûl [kavuşmak yolu] ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Râh-ı feyz [feyz yolu], muhabbet ve şevk nisbetinde açıkdır. Ve bâtından bâtına yol açılmışdır. 6/37


● Râh-ı inâbetde [inâbe yolunda], mâdem ki, kavuşmak kendi gitmesi iledir, riyâzet ve meşakkat çokdur. İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşdurulmak yolu ile hâsıl olduğu için, riyâzet ve meşakkat o kadar lâzım değildir. Onun riyâzeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak ve sünnete riâyet etmek ve râzı olunmıyan bid’atlerden sakınmakdır. 6/220


● Rü’yâlar kâbiliyyeti haber verir. Ve işe yakın olan kuvveti [isti’dâd kuvvetini] haber verir. Şu’ûrlu yapılan iş değildir. Bir gönül gerekdir ki, kâbiliyyeti zuhûra gelip, muâmeleleri kuvveden fi’le ulaşa. 5/135


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ilm-i huzûrî ile alâkalıdır ki, o makâmda hâlis, âşikâr olma vardır. İhâta yokdur. Bir keyfiyyet ma’lûm olmaz. Nasıl ma’lûm olur ki, o hazretde keyfiyyet yokdur. 4/210


● Rü’yet-i basarîyi [göz ile görmeği] inkâr eden mu’tezile, delîl olarak, rü’yet-i basarî, mukâbeleyi iktizâ eder. [Karşılıklı olmak lâzım gelir.]


Bu ise, Hak teâlâya cihet ve nihâyet isbâtını mûcib olduğundan, mümkin değildir, derler. Hâlbuki, bu delîlleri Hak teâlânın mahlûkâtını görmesini de inkârı mûcibdir. Mukâbele şart olmaz. Zîrâ Hak teâlâ mekândan münezzehdir. 6/62


● Rü’yet, âhirete mahsûs ve mevcûddur. Ve bilinmiyene âid olan rü’yetin nasıl olduğu da bilinemez. 4/189


● Ricâlün Lâ tülhîhim ticâretün ve lâ bey’un an zikrillah, [Öyle kimseler vardır ki, ticâretleri ve alış-verişleri onları, Allahü teâlânın zikrinden alıkoymaz.] Hiçbir nesne onların maksûdu hâtırlamasına mâni’ olmaz. 5/44


● Rücû’ eden (inen) kâmil insan; eğer vilâyet kemâlâtından sonra inerse, zâhiri halka, bâtını hakka müteveccihdir. Eğer, nübüvvet kemâlâtı sona ulaşıp, rücû’ ederse (inerse), zâhiri ve bâtını halka müteveccihdir. 6/217


● Rahmeti gadabını geçmişdir. Hâlbuki kâfirler çokdur. Bunun cevâbı; rahmet ehlinden murâd, insan ve cinden tâ’at ehli ve meleklerin temâmı olup, gadab ehlinden murâd, insan ve cinnin kâfirleridir. 4/11


● Rahmet; gadab üzerine fazla olmasa idi, bizim gibi günâhkârlara, dünyâ ve âhiretde kurtulma ümmîdi olmazdı. Rahmetin çok fazla olduğundandır ki, bu mikdar günâh ile yeryüzünde seyr ederiz. Helâk olmayıp, envâı ni’metler ve ihsânlar ile berâber, kıyâmet gününde kurtulacağımızı ümmîd ederiz. Rahmet-i ilâhî dünyâda mü’mine ve kâfire şâmildir. Kıyâmet gününde rahmet, mü’minlere mahsûs olup, kâfirler mahrûm kalacaklardır. 4/11


● Rahmet herşeyde vardır. İllâ aşkda yokdur. 4/151


● Razzâk-ı zül metîn’e ümûr-ı me’âşı sipâriş edeler. [Metin olan Allahü teâlâya, yaşamak için lüzûmlu olan bütün işlerini ısmarlıyalar.] Ve cem’iyyeti [mahlûkatın düşüncesinden kurtulmağı] onun tedbîrini terk eylemekde bileler. Zîrâ tedbir, muâmeleleri ve sebebleri toplamak, devr eder, uzayıp gider. Ondan tam bir cem’ıyyet [düşüncenin toparlanması, dağılmaması] meydâna gelmesi mümkin değildir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]


● Rahîkun mahtûm âyet-i kerîmesi tefsîri. Muhabbet şerâbı, ebrâr ve mukarreblerin kalblerinde bulunur. 6/105


● Rızk mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yokdur. Rızkın tenk [az] veyâ ziyâde [çok] olması Hak teâlânın fi’l-i hâssıdır. Hiç kimsenin onda medhâli [müdâhelesi] yokdur. 6/208


● “Rızk kılleti ve iyâl kesreti ile berâber, musalli olan [Rızkı az ve âilesi çok olup, nemâzlarını iyi kılan] ve ehl-i islâmı gıybet etmiyen benimle berâber haşr olur.” Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem,” bi’setden önce, zikr-i kalbîye iştigâl üzere idi. [Kalb ile zikr üzere idi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hutût-ı mütenevvi’a ile müzeyyen [zînetli], mülevven [renkli] kumaşdan elbiseyi severdi. [Bürd-i yemânî denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bin dirhem kıymetli ridâ giyerdi. Nemâzda dört bin dirhem kıymetli ridâ bulunduğu evkât olurdu. [Cübbe giydiği olurdu.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ta’âmı lüzûmu kadar yirdi. Doyuncaya kadar yimezdi. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ahmed ismi Muhammed isminden efdaldir. 5/1


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kâ’be-i muazzamadan efdaldir. 4/183


● Hak teâlânın ibtidâ halk etdiği nesne [ilk önce yaratdığı şey] nûr-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” idi. 4/113


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ma’rifete [bilmeğe] tâlibdir. Hâlbuki makâm-ı mahbûbiyyetdedir [Mahbûbiyyet makâmındadır]. 4/11


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medhi ve senâsı. 4/10 [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kesret-i hüznle mevsûf olduğunun sebebi [hüznünün çokluğunun sebebi]. 5/120


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, devâm-ı fikr ve tevâsul-i hüzn ile mevsûf iken, sâirlere ne hâsıl olur. 5/10


● Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vilâdetleri [doğumları] ve vefâtları dahî pazartesi günü vâki’ oldu. Günün âhırinde [ertesi günü] intikal buyurup, salı günü hıfz olunup, çarşamba gecesi nısf-ül-leyle karîb [gece yarısına yakın], ve bir rivâyetde o gece defn olundu. Sinn-i şerîfleri [ömr-i şerîfler, şemsî] altmışıncı yaşında iken veyâ [kamerî] altmışüçüncü senesi ve bir kavlde dahî [yuvarlak hesâb ile] altmışbeş sâlinde [yaş içinde] rıhlet [göç] vâkı’ oldu. Bu akvâl-i sâl-i vilâdet ile sâl-i vefâtı dâhil-i hisâb edip etmemekle [bu sözler, doğum senesi ile vefât senesini sayıp-saymamak ile] veyâ yalnız aşerâtı ta’dât ile rivâyet edildiğine göre, tehâlüf [birbirine uymama] göstermekdedir. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mukaddes kabrleri, mubârek cesedlerinden boş kalmaz. Muhtelif mahallerde vâkı’ olan mülâkat [konuşma] her ne kadar cesed sûreti ile görünse de, rûhânîdir. Ve rûh mütecessid olur [cesed şeklinde, bedeni ile görünür]. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, vefâtdan sonra konuşma rûhânîdir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” uykusu i’tidâl üzere idi. Mubârek kalbleri uyumaz; belki, çeşm-i se’âdetleri [mubârek gözleri] uyur idi. Ve ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmi birinci günü fasd etdirirlerdi [hacamat olurlardı]. 5/51


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i hubbîdir. 4/21 [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at [tâbi’ olmak, uymak] yedi derece olup, birincisi, kalbin tasdîkinden sonra ve nefsin itmi’nânından evvel olan ityân-ı ahkâm-ı islâmiyye ki [ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmakdır ki], avâm ve zâhir âlimler bu derecededir. İkinci derece, ahlâkı düzeltmek ve kalb hastalıklarını düzeltmek olup, sülûk erbâbına mahsûsdur. Üçüncü derece, islâmın hakîkati ve nefsin itminânı olup, erbâb-ı vilâyete mahsûsdur. Dördüncü derece, nefsin itmi’nânından sonra olan islâmiyyetin hakîkatının açığa çıkmasıdır ki, ulemâ-i râsihîne mahsûsdur. [Bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır]. Beşinci derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kemâlâtının husûlidir ki [Ona mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır ki], ilm ve amelin dahli yokdur. Lütf ve ihsândır. Büyük Peygamberlere ve bu ümmetin pek az büyüklerine mahsûsdur. Altıncı derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet makâmına ittibâ’dır ki [tâbi’ olmakdır ki], mücerred muhabbet ile olup, fadl ve ihsânın fevkı’dir [üstüdür]. Birinci dereceden başka bu beş derece, bil cümle makâmât-i urûca te’alluk eder. Yedinci derece, mutâbe’at-i nüzûl ve hubûta te’alluk eder ki, cemî’i derecât-ı sâbıkayı câmi’dir. Tâbi’ ile metbû’ farksız olmuşdur. 2/54, 4/140 [Se’âdet-i Ebediyye: 1. kısm 30. madde.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at olmadıkça, [tâbi’ olunmadıkça] kurtuluşa ermek mümkin değildir. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirmek, kıyâmet gününün korku ve şiddetinden kurtulmağa sebebdir. 5/53


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbeti herşeyden ve kendi nefsinden ziyâde olmayınca, îmân temâm olmaz. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ameli olup [yapdığı işler olup], hasâisinden olmıyan a’mâlin ityânında [sâdece ona mahsûs olmıyan işlerin yapılmasında] izne ihtiyâc yokdur. Hâcetlerin hâsıl olması ve müşkilâtdan kurtulmak için ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukye, izne bağlıdır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” âdet ve ibâdetde az ve çok benzemeyi büyük se’âdet ve bereket ve yüksek derecelere kavuşmak bileler. Mahbûba teşebbüh edenler mahbûb [Sevgiliye benziyenler sevgili] ve iktidâ edenler dahî mergûbdurlar [uyanlar dahî beğenilmişdirler] 5/71


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak istiyen, ahkâm-ı islâmiyyeye sağlam yapışıp, sünnete ittibâ’ [uymak] ve bid’atden sakınmak üzerine olmalıdır. Kitâb ve sünnetin ışığı ile aydınlanıp, bid’at zulmetine ve şeytânların yoluna düşmekden uzak olmalıdır. 6/74


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dünyânın [harâm ve mekrûh şeylerin] tahrîbi için gönderildi. Ta’mîri için gönderilmedi. “Hadîs-i şerîf” 5/66


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmın milletine tâbi’ olunmasının emr olunması, bir makâmın husûli [geçilmesi, çıkılması] içindir ki, ona kavuşmak, makâm-ı İbrâhîmden geçmedikçe müyesser değildir. Ve makâm-ı İbrâhîme vusûl [ulaşma] dahî onun milletine mutâbe’ate bağlı olduğudur. Merkeze varmak, muhîtden [çevreden] geçmedikçe mümkin değildir. 6/24


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bi’setden mukaddem [Risâleti bildirilmeden evvel] zikr-i kalbî ile meşgûl olduğu mervidir. 5/59 [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bana ve gayriye [başkalarına] dünyâ ve âhiretde vukû’ bulması muhakkak olan ümûrun [işlerin] tafsîlini bilmem buyurmuşdur. 5/116.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse şübheyi ve riyâkârlığı haklı dahî olsa terk eylese, Cennetin bir yerinde bir köşke kefîlim. Ve mizâh yoluyla dahî olsa, yalanı terk eden kimse için Cennetin ortasında ve güzel ahlâk sâhibine dahî Cennetin a’lâsında bir beyte [köşke] kefîlim.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âz ibni Cebele buyurdu ki, “Yâ Mu’âz! Sana vasiyyet ederim ki, takvâ üzere ol! Hep doğru söyle. Ahdına sâdık ol. Emânete hıyânet etme. Yetîmlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her müslimâna selâm ver. İmâmın lâzım olduğunu bil. Kur’ân-ı kerîmin yolu olan fıkh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde âhıreti düşün. Hesâb gününe hâzırlan. Dünyâya gönül bağlama. Hep güzel, fâideli işler yap. Hiçbir müslimânı kötüleme. Yalancı şâhidlik yapma. Doğru sözü kabûl eyle. İmâm-ı âdile isyân etme. Yeryüzünde fesâd çıkarma. Her zemân, Allahı zikr et. Gizli günâhlara gizli tevbe et. Âşikâr günâhlara âşikâr tevbe et!” 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, rü’yâda görmek, Medîne-i münevverede medfûn olduğu sûretle meşrût değildir. [O şeklde görmek şart değildir.] Her ne sûretle müşâhede olunursa, ümmiddir ki, şeytân onun sûretine giremez. Lâkin, rü’yâlar isti’dâdı haber verir, hâsıl olacağını göstermez. 6/219.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Cimri olarak yaşamak ve hevâya tâbi’ olmakla dünyâyı dîne ihtiyâr etmek, insanlar arasında yayıldığı zemanda, onlardan uzlet ve onların işlerini terk ile sabr eden kimseye ve o zemânda âmil olan kimseye, diğer zemânda o işi işleyen elli kimsenin ecri [sevâbı] vardır.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Rızâ-yı ilâhî, rızâ-yı abdden akdemdir. [Allahü teâlânın rızâsı kulun rızâsından öncedir.] Öncelik o tarafdadır. 6/238.


● Rızâ makâmı, sülûk makâmının sonudur ki, onun meydâna gelmesi, kesb ve riyâzete bağlıdır. Mutlaka makâmât-i urûcun sonu demek değildir. 6/59.


● Rızâ makâmı, makâmların sonu olmadığı, bilâhere belli oldu. 4/196.


● Rükû’ ve sücûd [secde] tesbîhlerinin nihâyeti yedidir. Ba’zı rivâyetde dokuz ve onbir dahî vârid olmuşdur. 5/109.


● Renklerin ahseni [güzeli] yeşildir. Nur-i ahfâ yeşildir. 6/5.


● Rûha otuz yılda vüsûl eden sâlik [kavuşan, erişen sâlik], Hudâya vâsıl oldum [kavuşdum] demişdir. [Öyle zan etmişdir.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Rûhun üsûlü sıfât-ı zâidedir. 4/213.


● Rûh ile cesed bir araya geldiği zemânda, lezzet alır ve elem duyar. 6/217.


● Rûhun, bedenin sağ cânibine te’alluku vardır. 5/126.


● Rûh, ne dâhil-i bedendir; ne hâricdir. [Ne bedenin dâhilinde, ne hâricindedir]. Bedene te’alluku tedbir ve tesarruf cihetiyledir. 5/43.


● Rûh bedenden müfârakatından [ayrılmasından] sonra, fenâ bulmaz. Sâir [diğer] âlem-i emr latîfeleri de böyledir. Ve filânın rûhâniyyeti zâhir oldu ve şöyle ifâde ve istifâde edildi derler. Ondan murâd, rûh latîfesidir. 6/140.


● Rûh, âlem-i ervâhdandır. Ve âlem-i bîçûnîden [ötelerin ötesinden] hissedârdır. Fânî bedene âşık olup, bedene bağlanıp ve onun ahkâmı [işleri] ile insibâğ [boyanma, temizlenme] ya’nî onun işlerinin şekline girip ve araşdırıp, beden aracılığı ile işitip ve görüp ve konuşup ve bedenin lezzeti ile dahî lezzetlenip ve elemi ile dahî elemlenip ve onun hareket ve sükûnu ile hareketli ve sâkin olmuşdur. 5/135.


● Rûhun renginde olan renge, sürh [kırmızı] humret [kırmızılık] üzere karar vermişlerdir. 5/43.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Z

 – Z –

● Zât-i baht [Zât-i teâlâ] celle ve alâ mertebesinde nisbet-i vücûd yokdur. Ve nisbet-i imtinâ’i adem dahî yokdur. Nisbet-i vücûb-ı vücûd peydâ oldukda, onun mukâbili olan nisbet-i imtinâ-i adem dahî zâhir olur ve nisbet-i vücûb-ı vücûda müteferri’ olan istihkak-ı ibâdet dahî zuhûra gelir. 4/68


● Zât-i teâlâ hiçbir vakt sıfat ve şuûnâtdan münfek olmaz. [Allahü teâlâyı arayan sıfat ve şuûnâtla karşılaşır. Bunlar ondan ayrılmaz.] 4/47


● Zât-i baht-ı ilâhî bî-mülâhaza-i esmâ ve sıfat, teveccüh ve murâkabe ve tasavvur ve te’akkulden [akl erdirmekden] berterdir [pek yüksekdir]. Vâsıl-ı zât-ı baht olup, vasl-ı üryâni ile mümtaz olan ârifin muhabbet-i zâtiyye hükmünce zât-i baht ile maiyyeti vardır ki, ol makamda sıfatdan melhuz yokdur. Fekat bu infikâk, muhabbetde ve ibtilâdadır. 5/119


● Zât-i teâlâ var olmasında hiçbirşeye muhtac değildir. Ve Zât-i teâlânın hakîkati ve mâhiyyeti vücûd değildir. Vücûdu, varlığı başkasına muhtac olmadığı gibi, Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek ma’nâsızdır. Kendi varlığı ile hâricde mevcûd olan bir zâta, başkalarına olan sıfat, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır. Hak teâlâ, nisbetlerin ve i’tibârların ötesindedir. Hak teâlânın zâtına adem mukâbildir demek ma’nâsızdır. Zîrâ yokluğun karşılığında bulunan vücûd başkadır ki, olmak ve meydâna gelmek ma’nâsınadır. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Zât-i baht-i teâlâ mertebesinde ârifin nasîbi, matlûbdan gayri değildir. Pes isbât-i muhabbet dahî yokdur ki, mertebe-i sıfatdadır.


Bu sözün tafsili, Mebde’ ve Mu’ad risâlesinde, kendi sözü ile Râbi’a-i Basriyenin kelâmı meyânı fark ve beyân eylediği ma’rifetde tasrîh buyrulmuşdur. Taleb oluna. 5/153


● Zât-i teâlâdan gayri ism ve sıfata tâlib olmayınız ve zirveden hadîda tenezzül eylemeyiniz. 5/31


● Zât-i akdes mertebesinden herkes fıkd ve cehl ile mevsûflardır. Ve erbâb-ı ilm ve cehl ol zirve-i ulyâdan ye’s hâlindedir. İlm, şühûd ve sözü bil-cümle merâtib-i zılâldedir. Efsâf ve ef’âl mertebelerinde ve mertebe-i zât-ı mukaddesde hayret ve cehlden gayri şey yokdur. 5/73


● Bir zerre, Hak teâlânın izni olmadan hareket edemez, dedikleri Halk eylemek [yaratmak] i’tibâriyledir. Cezâ ve azâb, kesb i’tibâriyledir. [Kul kesbi sebebi ile azâb veyâ cezâ görür.] 5/83 [Fâideli Bilgiler: 231, Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Zikr-i cehri [sesli zikr] memnu’dur [yasakdır]. 5/54


● Zikr-i cehri [sesli zikr] bid’atdir. 5/131.


● Zikr-i kalbîyi yapamıyana, zikr-i lisânî dahî telkin oluna. Ümmîddir ki, iki zikrden netîce meydâna gelir. 6/186


● Zikr-i kalbî te’sîr etmiyen kimseye, vukûf-ı kalbî ile emr etmeli ve teveccüh gerekdir ki, zikr te’sîr eyleye. 4/165


● Zikr, islâmiyyetin emrlerindendir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Zikr aslında, sünnet ve güzeldir. Doğruca Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıl olur. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Zikr, kaytsız şartsız ve kalbde hiçbirşey bulundurmadan ola. 4/200


● Zikrde abdest şart değildir. 6/9


● Zikr eden kimse hiç olmazsa dilinden çıkan nedir, onu bile. 5/104


● Zikr ve fikre devâm edeler. Ve kalb vazîfesini azîz bileler. Ve Allahü teâlâya, kendini hiç bilerek devâmlı ihlâsı en lezzetli ni’met bileler.


Ve o yüce dergâha tutulmağı en kıymetli iş bileler. [En önemli işlerden bileler]. 4/48


● Zikr ile vaktleri o kadar ma’mur edeler ki, farzlardan ve sünnet-i müekkedelerden gayri hiçbirşey ile meşgûl olmıya ve tilâvet ve ibâdet-i nâfileyi dahî başlangıçda terk eylese dürüstdür. 6/190


● Zikr ve fikr ile vaktleri ma’mûr edeler ki, se’âdet-i ebedî istifâde oluna. Onsuz muhaldir. 6/83


● Zikr-i kalbîye öyle devâm etmeli ki, sem’i işitme sıfatı olduğu gibi, kalbin sıfat-ı lâzımesi ola ve bu ma’nâ tarîkat-i Nakşibendiyyede az bir çalışma ile hâsıl olur. 6/86


● Zikr-i kalbîye [kalb ile zikre] öyle devâm edeler ki, devâmlı olup, sem’i işitme sıfatı, basarı da görme sıfatı olduğu gibi, zikr dahî kalbin sıfatı ola. İşte bu vakt zâhirin [bedenin] gafleti, bâtının huzûruna sirâyet eylemez. Ve görünen uyku [bedenin uykusu] ma’nevî teveccüh ile birleşir. 5/99


● Zikrin tekrârına o şeklde devâm edeler ki, mâsivâ sahâ-i sîneden (kalbden) temâmen siline [kalka] ve mâsivânın ismi ve resmi gönül aynasından yok ola. 5/93


● Zikr-i nef-yü ve isbâta [Lâ ilâhe illallah zikrine] o kadar devâm edeler ki, sahâ-i sînede [kalbde], Hak sübhânehudan gayri hiçbir murâd ve maksûd ve Hak teâlânın murâdından gayri bir murâd kalmıya. 5/71


● Zikr-i ismillah [Allah isminin zikri] başlangıçda pekçok fâidelidir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i zât tarîki [Allahü teâlânın zâtının zikrinin yolu] şöyledir ki, dil damağa yapışır ve bitişir ve kalb-i sanavberiye [maddî kalbe] müteveccih olasın ki o yürek, kalb-i hakîkîye yuva gibidir. Ve Allah ism-i mübârekini o kalb üzerinde hâtırlama yolu ile, kalbden geçirirsin. Ve o sırada dikkat ederek hiçbir uzvunu hareket etdirmeyesin ve hayâlde kalbin sûretini de düşünmiyesin. Maksad olan kalbi hâtırlamakdır. Kalbin sûretini tasvîr değildir.


Ve Allah lafz-ı mübârekinin ma’nâsını bîçûn ve bîçûnegî [ötelerin ötesi] mülâhaza edip, hiçbir sıfatı ile düşünmiyesin. Hâzır ve nâzır olduğunu dahî düşünmiyesin ve Allahü teâlânın yüce zâtından sıfatlar seviyesine düşmiyesin. Eğer pîrin sûreti kolayca zâhir olursa [görünürse], onu dahî kalbe getirip, kalbde hıfz edip, zikr eyleyesin. Nefes bağlanmaz. Nefesin müdâhalesi olmamalıdır. 6/9


● Zikr-i nef-yü isbât tarîki [Lâ ilâhe illallah diyerek zikr yolu] şudur ki, dilini damağa yapışdırıp ve nefesi zîr-i nâf’de, ya’nî göbek altında habs edip, kelime-i lâ’yı göbekden çekip tâ farkı sürreye îsâl ve ilâhe kelimesini fark-ı sürreden sağ omuza getirip, illallah lafzını buradan kalb-i sanavberiye [kalb cihetine] vâsıl eyleye ki; göğsün sol tarafında vâkı’dir. Ve bu mecmuın nakşında [bu şeklin işlenişinde, (yapılışında)] sûret-i Lâ ma’kûs olur [Lâ’nın sûreti aks olur]. Ve bu kelimeleri bir mahalden diğer mahalle ulaşdırmak hayâl ile olmak gerekdir. Ve a’zâ [uzvları] ve nefesi hareket etdirmiye ve nefes göbek altında tutula. Nefesin tahammülü kadar zikri tekrâr ede. Ve ma’nâsını bu kelime ile birlikde Lâ maksûde illallah [Allahü teâlâdan başka maksûd yokdur] olarak hayâl yolu ile tasavvur edeler. 6/47


● Zikr-i nef-yü isbât tarîkı [yolu]. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] binden beşbine kadar, her ne kadar mümkinse zikr edeler. 6/17


● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilâhe illallah zikrini] nefesi habs ederek, önce Hızır aleyhisselâm, Abdülhâlık Goncdüvânîye ta’lîm eylemişdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde], nefesin habsi mümkin olmazsa, habs etmiyeler. Nefesin habsi şart değildir. 5/43


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] adedi ve vakti muayyen değildir. Her vakt, nefes müsâ’adesince tek olmalıdır. 5/43


● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilahe illallahı] tesbîh ile veyâ tesbîhsiz lisânen huzûru kalb ile çok yapalar. 5/33


● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde] Muhammedün Resûlullah ilâvesi lâzımdır. Ve mertebe-i ta’yîni yokdur. [Belli bir sayıda değil. İstenilen yerde]. 6/76


● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] her bir nefesde tek olacakdır ki, buna dikkate vukûfu adedî derler. 6/47


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin], bâtının temizlenmesinde, tâm bir te’sîri vardır. 4/14


● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] te’sîri, diğer zikr ve işlerden fazladır. 5/139


● Zikrin kemâli, hâtırlananda [zikr edilende] fânî olmakdır. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● Zikr-i kalbî ile meşgûl olmak, büyük ni’metlerdendir. Onun şükrünü edâ edeler. “Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım.” ümmîd olunur ki bu zikr, zikr edilene kavuşmağa vesîle olup ve ma’rifetden bir küçük kapı açılıp, zikr ile zikr edeni aradan kaldırıp ve huzûru kendiliğinden zuhûr eder ve “Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir”, perde dahî açıla. 5/46


● Zikrden maksad, zikr edilende fânî olmakdır. Zikr edilende fenâ hâsıl oldukda, zikr kalmasa bir be’s yokdur. 4/37


● Zikr ve murâkabede hâsıl olan tad ve zevk cezbenin te’sîrlerindendir [eserlerindendir]. 5/122


● Zikr netîcesinde bâtını, zikr sultânî istîlâ edip..... 4/23 [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]


● Zikr eden kulu, Hak teâlâ dahî zikr eder. “Beni zikr ederseniz, ben de sizi zikr ederim.” Bundan ziyâde se’âdet var mıdır? 6/145


● Zikrden zikr edilene ve delîllerden delîl getirilene kavuşa, sûretden hakîkate çekile ve lafzdan ma’nâya ulaşalar. 6/122


● Zikr ve ibâdetde cem’iyyet [topluluk] ve halâvete [tadlara, zevklere] bağlı olmayasınız. Gerek halâvetle, gerek bî halâvetle [zevksizlikle] (hâller olsun olmasın) zikr ediniz. İbâdet ne kadar meşakkatli ise, onun dahî sevâbını [çok sevâbını] ümmîd edesiniz. 6/166


● Zikr ve teveccüh ve huzûr, o zemâna dekdir ki, vücûd-i zâkir der meyân olmıya. [Zikr edenin vücûdu aradan kalkıncaya kadar zikr etmeli.] 6/242


● Zikr vaktinde, bütün a’zâda, zevk meydâna gelmek, zikrlerin sultânındandır. 6/82


● Zikr bütün bedeni kaplayıp, kalb gibi her uzvu dahî zikr ederse, (SULTÂN-I ZİKR) denir. 5/142


● Zikr esnâsında huzûr ve kendinden geçme [hâli] galebe eyledikde, zikr terk ve onun hıfzı lâzımdır [o hâli muhâfaza lâzımdır]. 5/78


● Zikrden maksad, kalbin hareketi olmayıp, teveccüh ve kalbin huzûrudur. 4/37


● Zikrde dil ile söylemek zor olursa, kendi lisânı ile tâ’lim edeler. 6/128


● Zikr, yalnız olarak mûsıl [kavuşdurucu] değildir. Râbıta ve muhabbet ve fenâ-fişşeyh ile meşrûtdur [şartlıdır]. 4/198

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-D

 – D –

● Derd ve muhabbet, insanların bildiği bir hâle münhasır değildir. Her kim ki, âhırete hâzırlanmakla iştigal eyleye, bu derd ve muhabbet ile vasflanmışdır. Zîrâ onun kalbine muhabbetin dolmasından dolayıdır ki, âdet olan şeyleri [insanların oyalandığı işleri] terk etmişdir. Ve nefse muhâlefet ederek, onun tahrîbine, [ona uymamağa], onu kırmağa cesâret göstermişdir.


Her ne kadar buna sebeb nedir, bilmese de. 4/227


● Derd-i talebi sermâye-i se’âdet [sermâyeyi tâleb derdini, kurtuluş derdi ile dertlenmeyi] din ve dünyâ ve şevk-ı matlûbu [matlûbun arzûsunu] ni’met-i uzmâ bileler [büyük ni’met bileler]. 6/38


● Derd-i dünyâ [dünyâ derdi] yakınlaşmağa ve yükselmeğe sebebdir. 4/227


● Derd ve belâdan halâs için, günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99


● Derd ve belâ vürûduna [gelmesine] sebeb, günâhlardır. Zarar verenlere kızmamalı, mukâbele etmemeli, kendi günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Dervîşâna [Velîlere] muhabbet ve teveccüh ve ihlâs, büyük bir ni’met ve büyük bir devâ [ilâc]dır. 6/111


● Düâ ve teveccüh, tevekkül ve tefvîze [ısmarlamağa] muhâlif değildir. Tefvîze muhâlif olan budur ki, mâsivâya ilticâ [sığınmak] ve rükûn [cânı gönülden meyl] etmekdir. 5/24


● Düâ-i zahril-gayb, icâbete akrebdir. [Gıyâben uzak kimseye yapılan düâ, kabûl olunmaya çok yakındır. Çabuk kabûl olunur.] 4/98


● Da’vete icâbeti (gitmeği) menhî kılan esbâb [mâni’ olan sebebler]: Yemeğin şübheli olması, dıvar ve tavanda resmler bulunması, çalgı ve çalgı âleti, ya’nî tegannî âleti ve boş şeyler (şarkılar) dinlemek, oyun ve eğlence bulunması, da’vet edenin zâlim, bid’at ehli, fâsık, şirretli, şöhreti tâlib olmasıdır. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Dimâg, havâs-ı bâtınanın mahallidir. [Beyin, beş duyunun, görme, işitme, koku alma, tad alma, dokunma duyularının merkezidir. Hiss-i müşterek, hayâl, vâhime, hâfıza, mütesarrıfa denilen, görülmiyen beş duyunun da merkezi dimâgdır.] 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Dimâgdan, vehm ve hayâlden, hataraların giderilmesi [kaldırılması] zordur. 5/94


● Dimâg, gurûr ve enâniyyet [benlik] yeri ve yükselme, ve tefekkür ve fâsid hayâllerin yeridir. 5/97


● Dünyâ [harâmlar], altınla süslenmiş bir necâset ve şeker ile kaplı bir zehr gibidir. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Dünyâ [harâmlar], görünüşde hoş ve şirindir. Aslında öldürücü bir zehr ve bâtıl [bozuk] mal ve ona mübtelâ olmak fâidesizdir. Ve ona sarılan perişân, hor ve ona tutulan delidir. Akllı o kimsedir ki, kıymetsiz [geçersiz] mala kapılıp ve böyle bir fâsid metâ’a meftûn olmaz. [Dünyâ hayâtında], bu kısa fırsatda, Mevlâyı hakîkî celle şânühunun rızâsını ele geçirmeğe, gönül verir ve âhıret amelini hâzırlar. Bu keyflenilen fânî dünyâda, istenen şey, kulluk vazîfelerini edâ etmek ve Hakkın ma’rifetini ele geçirmekdir. Yazıklar olsun ki, bu dünyâda, o kimse kendinden istenileni edâ edemeyip, diğer işler ile meşgûl olur. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Dünyâ [hayâtı] azîz ise [nefse uygun ise], âhıret hor, dünyâ hor ise, âhıret azîzdir. İkisinin cem’i mümkin değildir. 4/42


● Dünyevî hâdise ve tefrika ve musîbetler her ne kadar [nefse] zâhirde acıdır, amma, bâtına nazarla merhem ve râhatdır. Ve uhrevî yükselmeğe sebebdir. Zâhirin düşmesi, bâtının yükselmesine sebebdir. 6/85


● Dünyâyı, âhıret ameli ile taleb eyleyen aldanmış ve hüsrâna uğramışdır. 4/31


● Dünyâda [insanı], yimek, uyumak, (istediği gibi) yaşamak ve ni’metlenmek [gibi, nefsin arzûları] için yaratmadılar. Yaşamak ve ni’metlenmek [asl hayât] âhıretdedir. Bilâkis tâ’at ve kulluk için ve kendini bilmek için halk olundun. 6/45


● Dünyâ [hayâtı], âhıretin tarlasıdır. 5/95


● Dünyâya, yaşayıp (keyf sürmek), ni’metlenmek [nefse uymak] için gönderilmedik. Esâs yaşama sonradır (âhıretdedir).


Dünyâya, tâ’at ve ibâdet için gönderildiler (insanlar). İnsandan istenilen şey, Hak celle ve alâyı tanımakdır. Eğer bu istenen işlerde bozukluk (noksanlık) var ise, mâtem edilecek bir hâldir ki, dünyâ ve dünyâda olan şeyler onun yerini tutmaz. Bunların yokluğu (elden kaçırılması) ile bu fânî hayâtda üzülürlerse [zorluk çekerlerse] bu zorluk âhıret için kolaylıkdır. 6/208


● Dünyâ [hayâtı] şol kimse için zem edilmemişdir ki, .... 6/38


● Dünyânın dîne (âhırete) tercîh edildiği zemânda, amel edenin ecri, diğer zemândaki amel edenin ecrinin elli mislidir. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Dünyânın âhıret hükmünde kılınmasının îzâhı. 6/185


● Dünyâda Allahü teâlânın rızâsının ele geçmesi istenmişdir. Onu tanımak âhıretde va’d edilmişdir. 6/78


● Dünyâda [âhiret âşıklarının] âşığın nasîbi hep şevk ve ızdırabdır. Kavuşmak âhıretdedir. 6/185


● Dünyâ ayrılık yeridir. Kavuşmak yeri âhıretdir. Kavuşmamakdan dolayı, gönülleri kırılmaya. 6/203.


● Dünyâ [hayâtı] amel ve kesb yeridir. Ve âhıret, karşılık ve ecrin verileceği yerdir. Amel işlerken ecr taleb edip, onunla kalmak, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 5/33


● Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Mevlâ-yı hakîkî celle şânühünün rızâsını kazanmağa sarf etmek gerekdir. Ve zikr ve fikr ile geçirmelidir. Alçak dünyânın, geçici ve helâk edici olarak sergilenen (fânî) ni’metlerine meyl etmeyip, âhıreti kasdedeler. Ve ebedî mülkü ve devâmlı ni’metleri ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak ile meşgûl olalar. 6/119.


● Dünyâ [hayâtı], baştan başa ayrılık yeri ve üzüntü yeridir. Kavuşma yeri âhıretdir. Hak sübhânehu, onun ameli [âhıret amelleri] ile kerem eyleye. [Âhıret amelleri ile şereflendire]. Tâ ki o yerin kavuşması hâsıl ola [âhıretin]. Dünyâ [da nefsin] râhatlığı kaldırılmadıkça, Allahü teâlâya tam kavuşmak hâsıl olmaz.


Bunun için, Hak teâlâyı taleb edenler, bu dünyâda, devâmlı ciğerleri yanar ve gözleri yaş dolar. Ve her vaktde kederli, yanıp, erimekde kararsızdırlar [devâmlı, yanıp, erirler]. 4/164.


● Dünyâ işlerine zarûret kadar çalışıp, diğer vaktleri kalbi toparlamağa sarf eylemek gerekdir. 5/128.


● Dünyâdaki müşâhedeler [kalb gözü ile görülen şeyler] ile tesellî olmak, susuz kimsenin serâbı su zan etmesi gibidir. 6/202.


● Dünyâdaki bütün şühûdlar [görünen şeyler], zıllerin şâibesinden uzak değildir. Zîrâ aslın [zılsiz] zuhûr etmesine dünyânın yapısı müsâid değildir. Zîrâ aslın zuhûr edeceği yer âhıretdir. 6/130.


● Dünyâdaki zuhûrlara, ister tecellî-i sıfat, ister tecellî-i zât desinler, zıllerdir. 6/203


● Dostlardan insanlık îcâbı vâki’ olan ve muhabbete ters düşen bir iş zuhûr ederse, afv edip, onların güzel işlerine bakıla. 5/123


● Dostlardan son nefes selâmeti için düâ umulur. 6/226


● Dil de, baş gibi, devâmlı kötü ahlâka yer ve kaynakdır. 6/67


● Dîn-i mübînde kat’î ve tevâtür ile sâbit olan bilgilere tam i’tikâd edip, müteşâbihatı zâhirinden sarf eylemek [müteşâbihatı zâhir üzere almamak, te’vil etmek] veyâ onun ilmini Hak sübhânehuya havâle eylemek gerekdir. Üzerinde ittifak [icmâ’] olan i’tikâdda şübhe eylemeyeler. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Dinden nasîbi olmıyan kimse, kurb [yakınlık] ve ma’rifetden [tanımakdan] nasıl hisse alabilir. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Dinde Ebû Hanîfenin “radıyallahü anh” ve eshâbının kavlleri mu’teberdir. Ehl-i târîhin kelâmları mu’teber değildir. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]


● Dînül mer’i dînü halîlihi. “Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir.” 4/14.